بَابٌ فِي التَّعْزِيَةِ

: : هذه القراءةُ حاسوبية، وما زالت قيدُ الضبطِ والتطوير،   

بَابٌ فِي التَّعْزِيَةِ

: هذه القراءةُ حاسوبية، وما زالت قيدُ الضبطِ والتطوير،  

: : هذه القراءةُ حاسوبية، وما زالت قيدُ الضبطِ والتطوير،   

2765 حَدَّثَنَا يَزِيدُ بْنُ خَالِدِ بْنِ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ مَوْهَبٍ الْهَمْدَانِيُّ ، حَدَّثَنَا الْمُفَضَّلُ ، عَنْ رَبِيعَةَ بْنِ سَيْفٍ الْمَعَافِرِيِّ ، عَنْ أَبِي عَبْدِ الرَّحْمَنِ الْحُبُلِىِّ ، عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عَمْرِو بْنِ الْعَاصِ ، قَالَ : قَبَرْنَا مَعَ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ - يَعْنِي - مَيِّتًا فَلَمَّا فَرَغْنَا ، انْصَرَفَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ، وَانْصَرَفْنَا مَعَهُ ، فَلَمَّا حَاذَى بَابَهُ وَقَفَ ، فَإِذَا نَحْنُ بِامْرَأَةٍ مُقْبِلَةٍ ، قَالَ : أَظُنُّهُ عَرَفَهَا فَلَمَّا ذَهَبَتْ ، إِذَا هِيَ فَاطِمَةُ عَلَيْهَا السَّلَام ، فَقَالَ لَهَا رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : مَا أَخْرَجَكِ يَا فَاطِمَةُ مِنْ بَيْتِكِ ؟ ، فَقَالَتْ : أَتَيْتُ يَا رَسُولَ اللَّهِ ، أَهْلَ هَذَا الْبَيْتِ فَرَحَّمْتُ إِلَيْهِمْ مَيِّتَهُمْ أَوْ عَزَّيْتُهُمْ بِهِ ، فَقَالَ لَهَا رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : فَلَعَلَّكِ بَلَغْتِ مَعَهُمُ الْكُدَى ؟ ، قَالَتْ : مَعَاذَ اللَّهِ ، وَقَدْ سَمِعْتُكَ تَذْكُرُ فِيهَا مَا تَذْكُرُ ، قَالَ : لَوْ بَلَغْتِ مَعَهُمُ الْكُدَى فَذَكَرَ تَشْدِيدًا فِي ذَلِكَ ، فَسَأَلْتُ رَبِيعَةَ عَنِ الكُدَى ؟ فَقَالَ : الْقُبُورُ فِيمَا أَحْسَبُ

: هذه القراءةُ حاسوبية، وما زالت قيدُ الضبطِ والتطوير،  

The Messenger of Allah (ﷺ) came out in the year of al-Hudaibbiyyah with over ten hundreds of Companions and when he came to Dhu al Hulaifah. He garlanded and marked the sacrificial animals, and entered the sacred state of Umrah. He then went on with the tradition. The Prophet moved on and when he came to the mountain, pass by which one descends (to Mecca) to them, his riding-beast knelt down, and the people said twice: Go on, go on, al-Qaswa has become jaded. The Prophet (May peace be upon him) said: She has not become jaded and that is not a characteristic of hers, but He Who restrained the elephant has restrained her. He then said: By Him in Whose hand my soul is, they will not ask any me good thing by which they honor which God has made sacred without my giving them it. He then urged her and she leaped up and he turned aside from them, and stopped at the farthest side of al-Hudaibiyyah at a pool with little water. Meanwhile Budail bin Warqa al-Khuza’I came, and ‘Urwah bin Mas’ud joined him. He began to speak to the Prophet (ﷺ). Whenever he spoke to the Prophet (ﷺ), he caught his beard. Al Mughriah bin Shu’bah was standing beside the Prophet (ﷺ).He had a sword with him, wearing a helmet. He (Al Mughriah) struck his (‘Urwah’s) hand with the lower end of his sheath, and said: Keep away your hand from his beard. ‘Urwah then raised his hand and asked: Who is this? They replied: Al-Mughirah bin Shu’bah. He said: O treacherous one! Did I not use my offices in your treachery? In pre-Islamic days Al-Mughirah bin Shu’bah accompanied some people and murdered them, and took their property. He then came (to the Prophet) and embraced Islam. The Prophet (ﷺ) said: As for Islam we accepted it, but as to the property, as it has been taken by treachery, we have no need of it. He went on with the tradition the Prophet (ﷺ) said: Write down: This is what Muhammad, the Messenger of Allah, has decided. He then narrated the tradition. Suhail then said: And that a man will not come to you from us, even if he follows your religion, without you sending him back to us. When he finished drawing up the document, the Prophet (ﷺ) said to his Companions: Get up and sacrifice and then shave. Thereafter some believing women who were immigrants came. (Allah sent down: O yea who believe, when believing women come to you as emigrants). Allah most high forbade them to send them back, but ordered them to restore the dower. He then returned to Medina. Abu Basir a man from the Quraish (who was a Muslim), came to him. And they sent (two men) to look for him; so he handed him over to the two men. They took him away, and when they reached Dhu Al Hulaifah and alighted to eat some dates which they had, Abu Basir said to one of the men : I swear by Allah so-and-so, that I think this sword of yours is a fine one; the other drew the sword and said : Yes I have tried it. Abu Basir said: Let me look at it. He let him have it and he struck him till he died, whereupon the other fled and came to Medina, and running entered the mosque. The Prophet ( may peace be upon him) said: This man has seen something frightful. He said: I swear by Allah that my Companion has been killed, and im as good as dead. Abu Basir then arrived and said: Allah has fulfilled your covenant. You returned me to them, but Allah saved me from them. The Prophet (ﷺ) said: Woe to his mother, stirrer up of war! Would that he had someone (i.e. some kinsfolk). When he heard that he knew that he would send him back to them, so he went out and came to the seashore. Abu Jandal escaped and joined Abu Basir till a band of them collected.

(3123) Abdullah b. Amr b. el-As'dan demiştir ki:

Rasûlullah (s.a)'le bir ölüyü kabre koymuştuk. (Bu işi) bitirince Rasûlullah (s. a)
(oradan) ayrıldı. Kendisiyle birlikte biz de ayrıldık. Bir kapının karşısına varınca
(orada) durdu. Bir de baktık ki karşısında bir kadın var. O kadını tanıdığını zannettim.
(Oysa tanıyamamış ancak) kadın (kendisine doğru) yürüyünce bir de baktı ki Fatıma
(aleyhisselam) imiş. Ona

"Ey Fatıma, seni evinden çıkaran (sebep) nedir?" diye sordu. Oda

"Ey Allah'ın Rasûlü şu ev halkına geldim, onlara Ölüleri için rahmet okudum." Yahut

da "sabır tavsiye ettim" cevabını verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s. a):

"Herhalde onlarla birlikte kabristana da gittin" buyurdu. (Hz. Fatıma da)

"Allah korusun, gerçekten ben seni, bu mevzudaki söylediklerini söylerken dinle(miş)

tim" dedi (Hz. Peygamber de):

"Eğer sen onlarla birlikte oraya gitmiş olsaydın" buyurdu ve bu mevzuda (çok) şiddetli
tehdidde bulundu. (Ravi Mufaddal) dedi ki:

Ben Rabia'ya (metinde geçen) "Elkiidâ"yı sordum da zannedersem "kabirler" diye

ÜM

cevap verdi.
Açıklama

Metinde geçen "O kadını tanıdığını zannettim" anlamına gelen cümle Nesâî'nin
nüshalarında üç şekilde bulunmaktadır.

1. Kadın, Rasûlullah'm kendisini tanıyamadığını zannetti, şeklinde

2. Rasûlullah'm o kadını tanıyamadığı zannediliyordu.

3. Biz, Rasûlullah'm o kadını tanıyamadığını zannediyorduk.

Her ne kadar Rasûl-ü Zişan Efendimizin kadınların kabir ziyareti hakkındaki şiddetli
tehditlerinin nasıl olduğu metinde açıklanmışsa da, Nesâî'nin rivayetinde bu tehdit şu
manaya gelen lafızlarla açıklanmıştır: "Eğer onlarla beraber kabristana gitseydin
babanın dedesinden önce cenneti göremezdin."
Bu mevzuda İmam Nesâî Süneninde şu görüşlere yer veriyor:

Bu hadiste kadınların cenaze ile beraber kabristana gitmeleri meselesi mevzubahis
ediliyor. Kadınları cenaze ile mezarlığa gitmekten nehyeden daha başka hadisler de
vardır. Fakat sahih isnadlara dayanmadığı iddia edilmiştir. Alimlerin bu husustaki
görüşleri de farklıdır. Bu hususta en kuvvetli ictihad tenzihen mekruh olduğudur.



Bazıları Rasûlullah (s.a)'tn son sözlerinin "bir daha cennet yüzü göremezsin" manasına
geldiği kanaatindedirler. Fakat bu doğru değildir. Bir kadının, cenaze ile beraber
kabristana gitmesi, ebediyyen cehennemde kalmayı mucib küfür olamaz. Rasûlullah
(s.a)'m "Eğer onlarla beraber kabristana gitseydin, babanın dedesinden önce cennet
yüzü göremezdin." buyurması, bu fiilin sahibinin azab görmesine sebep olacak büyük
günahlardan olduğunu gösterir. Ehl-i sünnet âlimleri, Rasûlullah'm günahı kebair
işleyenler hakkında "Onlar cennete giremezler." Hadisini hiç azab görmeden ilk önce
cennete girenlerle beraber giremezler diye te'vü ediyorlar. Yukarıdaki hadisde de bu
kastedilerek "Cennete ilk girenlerle beraber cenneti göremezdin. Daha önce işlediğin
bu günah sebebiyle azab olunurdun." buyuruluyor. Hadisteki babanın dedesi kelimesi
ile Abdülmutta-lib kasdedilİyor.

Abdülmuttalib ise, ehl-i fetrettendir. Fukaha nezdinde Fetret; Hz. isa ile Hz.
Muhammed (s. a) arasında geçen zamandır. Fetret döneminde yaşayanların durumu
muhteliftir. Şöyle ki, bir kısmı ne müşrik ne de muvahhit olmayıp, kendisi için bir
şeriat ve din icad etmeyenlerdir. Bunların ehl-i din ve İslâm oldukları kabul olunur.
Üçüncü grub ise şirki kabul edenlerdir. Rasûiullah (s.a)'m ecdadına gelince, onlardan
hiç biri müşrik değildir. Zira Rasûiullah (s. a) "Ben mütemadiyen teiniz babaların
sulbünden, temiz anaların rahmine nakloluna geldim." buyuruyor. Kur'ân'da ise

£1921

"Şüphesiz ki müşrikler necistir." buyurulduğuna göre ecdad-ı nebi müşrik
[1931

değildir.

Bazı Hükümler

1. Cenazeyi kabre kadar uğurlayıp, defnedilinceye kadar başında bulunmak
müstehabdır

2. Bir kadının, başsağlığı dilemek için komşularına veya eşe-dosta gitmesi caizdir.

3. Kadının cenazeyi kabre kadar takibetmesi caiz değildir.

4. Ölünün yakınlarına başsağlığı dilemek müstehabtır.

Esasen ta'ziye: Sözlükte "sabrettirmek, sabra teşvik etmek" demektir. Yakınını
kaybetmek gibi bir musibete uğrayan kimseye sabretmesini, Allah'ın sabrına karşı ecir
vereceğini, hepimizin Allah'a ait olduğumuzu ve tekrar ona döneceğimizi söylemekle,
bu vazife yerine getirilmiş olur. Taziye memleketimizde "Başınız sağolsun, Allah
geride kalanlara ömür versin. Allah ecir, sabır versin" gibi sözlerle yapılır.
Aynı şehirde bulunanlar için, ta'ziye müddeti üçgündür. Üç günden ziyade ta'ziye
yapılamaz. Çünkü bu acının tazelenmesine sebep olur. Ancak başka yerde bulunanlar

[İM

üç gün tahdidine tabi değillerdir.

Başsağlığı dilemenin fazileti hakkında pek çok hadis-i şerif vardır. Bunlardan
bazılarının meali şöyledir: "Bir musibetten dolayı din kardeşine ta'-ziyette bulunan bir
kimseye, yüce Allah, kıyamet gününde mutlaka keramet elbiselerinden bir elbise
[1951

giydirecektir." "Başına musibet gelen kimseye taziyene bulunana musibete

Lİ961

uğrayan kimsenin sevabı kadar sevab vardır."

Rasûl-ü Zişan Efendimiz, ta'ziye için belli bir sınır koymamıştır. Bu hususta



kendisinden nakledilen çeşitli rivayetler vardır. Bunlardan bazılarının meali şöyledir:
"Peygamber (s.a)'in yanında idik. Bir ara kızlarından birisi haber göndererek
Rasûiullah (s.a)'ı çağırdı ve kendisinin bir çocuğunun yahut bir oğlunun vefat etmek
üzere olduğunu ona haber verdi. Bunun üzerine Peygamber (s. a) gönderilen zata:
"Dön de ona haber ver ki; Allah'ın aldığı da verdiği de kendisinindir. O'nun n ezdin de
herşeyin belli bir eceli vardır. O'na söyle de sabretsin ve sevap umsun." buyurdular.
Müteakiben elçi, Rasûlü Ekrem'in kızının yanma gitti geldi ve "O yemin etti. Mutlaka
yanma gelmeliymişsin" dedi. Bunun üzerine Peygamber (s. a) kalktı, onunla beraber
Sa'd b. Ubade ile Muaz b. Cebel de kalktılar. Ben de yanlarına takıldım, çocuğu
peygamber (s.a)'e arz ettiler. Can çekişiyordu. Sanki canı eski bir tulum içindeydi.
(Bunu görünce) Rasûiullah (s.a)'m gözlerinden yaşlar boşandı. Said kendisine:
Bu ne ya Rasûiullah? dedi. Rasûiullah (s. a) de:

"Bu bir rahmettir. Allah onu kullarının kalplerine tevdi buyurmuştur. Allah ancak

£197]

merhametli olan kullarına rahmet eyler/' buyurdu.

"Rahman ve rahim olan Allah'ın ismiyle. Allah'ın Rasûl-ü Muhammed'-den Muaz b.
Cebel'e; Allah'ın selamı üzerine olsun. Kendisinden başka mabud-i hakiki bulunmayan
Allah'a hamdolsun. Gelelim mevzuya (oğlunu kaybettiğinden dolayı) Allah, sana
büyük ecir versin, sabır ilham etsin. Sana da bize de şükür nasibetsin. Muhakkak ki
mallarımız da canlarımız da aile ve çocuklarımız da Aziz ve Celil olan Allah'ın bize
ihsan ettiği nimetlerinden ve muayyen bir müddete kadar elimizde kalacak olan
emanetlerin-dendir. Bize bu nimetleri verdikten sonra üzerimize şükrü ve bizi bunlarla
denediği zamanda sabretmeyi farz kılmıştır. İşte oğlun da Allah'ın seni kendisiyle
mutlu kıldığı bu emanetlerden biri idi. Şimdi karşılığında bol ecir, mağfiret, rahmet ve
hidayet vermek üzere onu senden aldı. Eğer bu ecire erişmek istiyorsan sabret. Yoksa
arkasından ağlayıp sızlayarak sabırsızlık göstermen ecrini yok eder de sonunda pişman
olursun. Şunu iyi bil ki sabrı ter-kederek Feryadü figan etmek hiç bir şeyi geri
getirmez. Hiçbir üzüntüyü gideremez. Başımıza gelecek olan gelecektir.
[198]

Vesselam." Rasûiullah (s. a) bir adama ta'ziye için ziyaret etti de, Allah sana

£1991

merhamet etsin ve ecir ihsan etsin, dedi."

Rasûiullah (s. a) vefat edince, melekler geldiler. Sahabiler bu meleklerin seslerini
işitiyorlar, fakat kendilerini göremiyorlardı. Melekler -esselamü aleyküm, Allah
katında her musibet için bir sabır ve kaybedilen her şeyin yerini dolduracak bir bedel
vardır. Allah'a güveniniz ve ondan ümit kesmeyiniz. Gerçek, mahrum sevabdan
mahrum kalan kişidir. Selam ve Allah'ın rahmeti sizin üzerinize olsun, diyerek

r2001

başsağlığı dilediler.

Enes (r.a) dedi ki: Rasûiullah (s.a)'m ruhu kabzedilince ashab-ı kiram etrafında
toplanıp ağlaşmaya başladılar.

Bu sırada kırmızı vebeyaza çalan sarı sakallı iri ve güzel yüzlü bir adam gelip, ashabın
omuzlarına basarak yürüdü ve ağlamaya başladı. Sonra onlara dönerek şöyle dedi:
"Allah katında her musibet için bir teselli.ve kaybedilen herşey için onun yerini
tutacak bir karşılık vardır. Binaenaleyh, bütün kalbinizle O'na dönünüz. O'na rağbet
ediniz. Başımıza gelen her belada Allah'ın nazarı üstünüzdedir. Siz de gözünüzü
O'ndan ayırmayınız. Musibete uğrayan kişi (Allah'ın yardımından mahrum kaldığı



için) ıslah olmayan ve Allah'dan uzaklaşan kişidir, dedi. Bunun üzerine ashabın bir
kısmı diğerlerine -bu adamı tanıyor musunuz?- diye sordular. Hz. Ebû Bekir ile Ali de

[2011

"Evet bu Rasûlullah (s.a)'in kardeşi Hızırdır" diye cevap verdiler.
Başsağlığı Dileme (Taziye)'nin Müddeti

1. Malikilerle Hanelilere ve İmam Ahmed (r.a)'le Şafiî âlimlerinin cumhuruna göre,
ta'ziyenin süresi, definden önce başlar definden sonra üç gün devam eder.
Binaenaleyh, ta'ziyenin bu süre içerisinde yapılması müstehab-dır. Bu süre dolduktan
sonra taziyede bulunmak ise mekruhtur. Çünkü taziyeden maksat cenazenin
yakınlarını teselli edip kalplerini rahatlatmaktır. Definden üç gün sonra yapılan
taziyeler ise, onların yaralarını deşip dertlerini tazelemeden başka bir işe
yaramayacağı cihetle taziyenin gayesine aykırıdır. Nitekim Rasûlullah (s. a) şöyle
buyurmuştur: "Allah'a ve Rasûlüne iman eden, bir kadının üç günden fazla yas tutması

\202^

caiz değildir. Ancak kocası için dört ay on gün yas tutabilir. Ancak ölüm

f2031

vukubulduğu sırada başka yerde bulunanlar, üç gün tahdidine tabi değillerdir. Bu
durumda olan kimseler için, bu süre onların gelmesine kadar devam eder. Taberi,
onlar için bu süre bulundukları yerden gelmelerinden sonra üç gün daha devam eder,
demiştir. Ölümün vukubulduğu sırada hasta olduğu için taziyede bulunamayan ve
vefat haberini sonradan işitenler de bu hükme girerler. Şâfıîlerden bazılarına göre de,
taziye için belli bir süre yoktur. İmam Nevevî'nin Şerhu'l-Mühezzeb' deki
açıklamasına göre, İmamü'l-Haremeyn de taziye için belli bir süre olmadığını,
taziyeden maksat, sabır tavsiye etmek olduğuna göre, bunun hayat boyu

f2041

yapılabileceğini söylemiş, Ebu'l Abbas da kesinlikle bu görüşü benimsemiştir.
Yakını Ölen Bir Kimsenin Gidip Mescitte Oturması

Yakını ölen bir kimsenin, taziyet için gelen ziyaretçileri kabul etmek maksadıyla,
mescidde veya bir evde beklemeleri mevzuunda âlimler ihtilaf etmişlerdir.
Hanbeli âlimleri ile Şafiî âlimleri kadınların ya da erkeklerin bu maksatla evlerde veya
mescidlerde toplanıp ziyaretçi beklemeleri mekruhtur. Bilakis onlar, cenazenin
defninden sonra işlerini görmek üzere gitmeleri gereken yerlere giderler. Bu arada
karşılarından gelen kimselerin taziyelerini kabul ederler. Alimler Rasul-ü Ekrem'in
Hz. Zeyd ile Ca'fer ve Abdullah (r.a)'in ölüm haberini alınca, mescide gidip
oturduğunu ifade eden ve mevzumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisi hakkında da, "Bu
hadis-i şerifte, Rasûl-ü Ek-remin ziyaretçilerinin taziyesini kabul etmek üzere mescide
gittiğine dair bir ifade yoktur. Hz. Peygamber oraya tamamen ayrı bir maksatla
gitmiştir." derler.

Nitekim İmam Şafiî, el-Umm isimli eserinde şöyle diyor: "Ben taziye için özel
toplantı yerlerinin tahsis edilmesini mekruh görüyorum, isterse orada feryad-ü figan
bulunmasın. Çünkü bu gibi toplantılar üzüntüleri yeniler ve cenaze sahiplerine külfet
getirir."

Hanbeli âlimlerinden Abdullah b. Kudame'nin el-Muğni isimli eserindeki



açıklamasına göre, Ebû'l-Hattab taziyeleri kabul için, belli bir yerde toplanmayı
mekruh gördüğü gibi, İbn Akil de ruh çıktığı andan itibaren, taziye için bir yerde
toplanmanın mekruh olduğunu söylemiştir.

Hanefi âlimlerine göre, cenaze defnedildikten sonra, erkeklerin taziye için gelen
ziyaretçileri kabul etmek maksadıyla, üç gün süre ile mescidin dışında bir yerde
toplanmaları caizdir. Hafız Zeylâî'nin Kenz Şerhinde açıkladığı gibi, ancak Hanefi
âlimlerine göre, bu toplantıların caiz olabilmesi için neşe ve sevinç günlerine mahsus
olan evleri güzel sergilerle ve yemek sofra-larıyla donatmak gibi hareketlerden
kaçınmak gerekir.

İbn Abidin, (r.a) Hanefi mezhebinin bu mevzudaki görüşlerini şöyle ifade ediyor:
"Musibet zamanında, erkeklerin üç gün oturmasına izin verilmiştir. Kadınlar katiyyen
oturmazlar. Mescidde oturmak ise, mekruhtur... Ancak İmdatta beyan olunduğuna
göre, müteahhirin âlimlerimizden birçokları, cenaze sahiplerinin evinde toplanmak
mekruhtur. Onun dahi evinde oturarak taziye için gelenleri beklemesi mekruhtur.
Bilakis iş bitip, halk cenazeyi definden döndükten sonra, dağılmahdırlar. Herkes işine

[2051

gitmeli, ev sahibi de kendi işine bakmalıdır, demişlerdi." Bu mevzuda, Menhel
yazarı Muham-med Mahmut el-Hattab şöyle diyor: "Bu meseledeki ihtilaflar,
içerisinde mün-kerat bulunmayan taziye meclisleri hakkındadır. İçerisinde münkerat
bulunan taziye meclislerinin caiz olmadığında ise ittifak vardır. Zâmammızdaki taziye
meclisleri münkerattan hali değildir. Günümüzdeki taziye meclislerinde görülen
münkerattan bazıları şunlardır:

Taziye için cenaze evinde toplanıldığı zaman, genellikle belli bir ücret karşılığında
Kur'ân-ı Kerim okutulmaktadır.

Bazan şehirlerde, bu meclislerde izdiham çok fazla olduğundan halk dışarıya
taşmakta, yolları işgal etmekte ve seyr-ü seferi aksatmaktadır.

Çoğu zaman da ölünün ruhuna Kur'ân-ı Kerim okunurken mecliste bulunanların bir
kısmı gürültü etmekte, ya da çay, kahve, sigara içmekle meşgul olup Kur'ân-ı Kerim'e
saygısızlık yapmaktadır. Meclise sonradan gelen kimselerin mecliste bulunanları gayri
tslâmi sözlerle selamlamaları da bu münkerat arasında görülen hususlardandır.
Bilindiği gibi bunların hepsi münke-rattandır. Resûlu Zişan Efendimizin ve ashabının
yoluna aykırıdır. Özellikle Kur'ân-ı Kerim'in pislikten hali olmayan yollarda okunması
ve sigara içilmesi bu münkeratm en başta gelenlerindendir. Melaikeyi kiram ve akl-ı
selim sahibi her insan bunlardan rahatsız olur. Nitekim Yüce Allah Kur'ân-ı
Kerim'inde "Kur'fln okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size rahmet
r2061

edilsin." "Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri(nin) üzerinde kilitler mi
r2071

var?" buyurarak, rahmet ve ihsanının her tarafı sarması için Kur'ân-ı Kerim'in
edeb ve huşu ile okunup dinlenmesi ve tefekkür edilmesi gerektiğini, açıkça
bildirmiştir. Tevrat'ta şu manaya gelen hikmetli ve ibretli bir ibare mevcuttur: "Ey
kulum sen benden hiç haya etmez misin ki, sen yolda giderken eline arkadaşından bir
mektup geçecek olsa, onu daha dikkatli okuyup en iyi bir şekilde anlayabilmek için bir
tara/a çekilir bütün dikkatinle harf harf gözden geçirirsin. Oysa bu kitap benim
kitabımdır. Ben onu sana dikkatlice gözden geçirmen için indirdim. Orada maksadımı
ayrıntılı bir şekilde açıkladım, enine boyuna iyice düşünüp anlayasm diye. Bazı sözleri
kaç defa tekrarladım. Halbuki sen ondan yüz çeviriyorsun ve ona arkadaşından gelen



bir mektup kadar bile değer vermiyorsun. Ey kulum, bir arkadaşın senin yanma geldiği
zaman yüzünle tamamen ona dönüyorsun, kulağını ona verip kalbini ona çeviriyorsun.
Eğer bu sırada bir başkası konuşup seni meşgul etmek istese, hemen ona engel olup
arkadaşını dinlemeye devam ediyorsun.

Oysa şimdi sana ben konuşuyorum, sense benden yüz çeviriyorsun, kalbini ve gönlünü
başka tarafa veriyorsun. Beni arkadaşından daha önemsiz mi görüyorsun?"
Taziye meclislerinde işlenen münkeratm en önemlilerinden biri de, sigara içmektir.
Kur'ân okunurken sigara içmenin kesinlikle haram olması bir yana, aslında bu
meclislerin dışında bile olsa sigara içmek başlı başına bir günahtır. Çünkü doktorlann
verdikleri bilgiye göre, sigara sağlığa zararlıdır. Sağlığa zararlı olan bir maddeyi
almanın haramlığmda ise âlimler ittifak etmiştir. Ayrıca sigara içildiği zaman içmeyen
kimselere zarar verir. Özellikle namaz kılman yerlerde bu durum ayrı bir önem
kazanır. Çünkü melekler sigaradan rahatsız olurlar. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle
buyuruluyor: "Soğan ya da sarımsak yiyen bir kimse bizden ve bizim meclisimizden

[2081

uzak dursun. Evinde otursun." Şurası muhakkak ki sigaranın kokusu soğan ve
sarımsağın kokusundan hiç de aşağı değildir.

Bir başka hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor: "Gerçekten insanın rahatsız olduğu

f2091

şeyden melekler de rahatsız olurlar." Taberanî'nin el-Mu'cemu'l-Evsat isimli
eserinde Hz. Enes'den, hasen bir senetle, rivayet ettiği merfu bir hadiste de "Kim bir
müslümana eziyet ederse, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet edense Allah'a eziyet
etmiş olur." buyurulmaktadır.

Ayrıca sigara içmekte büyük bir israf vardır. İsrafın haramlığı ise, ak-len ve dinen
sabittir. Bu bakımdan fıkıh âlimlerinin ileri gelenlerinden pek çoğu, sigaranın haram
olduğuna fetva vermişlerdir. Nitekim Maliki âlimlerinden eş- Şeyh Mustafa el-
Bülaki'ye "Bizim evimize bir fıkıh alimi geldi ve orada Kur'ân okuyan ve sigara içen
bir toplulukla karşılaştı. Onları Kur'ân okurken sigara içmekten men etti. Onlar da
onun bu sözlerine uyup tevbe ettiler ve bir daha bu işi yapmayacaklarına dair yemin
ettiler. Kısa bir süre sonra Maliki âlimlerinden olduğunu iddia eden başka bir adam
geldi ve biraz önceki sigara içmeyi yasaklayan kişiye atıp savurdu, öfkelendi onu ya-
lanladı ve oradakilerin hepsine sigara içirtti. Bunların hangisi haklıdır? diye bir soru
soruldu. O da şu cevabı verdi:

"Sigara mevzuunda eski ilim adamlarımızdan bir söz nakledilmiş değildir. Çünkü
onların devrinde sigara yoktu. Sigaranın Mısır'da ortaya çıkması âlimlerden el-
Lekkani ve el-Echuri'nin hayatta bulundukları zamana rastlar. Bu iki alimden
elrLekkani sigaranın haramlığma fetva vermiş ve bu fetvayı eş-Şeyh Salim es-
Senhurî*ye nisbet etmiştir. Ayrıca sigaranın haram olduğuna dair bir de kitap
yazmıştır. el-Haraşî de bu mevzuda ona tabi olmuştur. Diğer bir cemaatte sigaranın
israfa sebep olduğundan hareket ederek yine onun haram olduğuna hükmetmişlerdir.
Sigaranın Mısır'da ortaya çıktığı sıralarda hayatta olan diğer alim el-Echuri ise, onun
haram olmadığına fetva vermiş ve bu hususta bir de kitap yazmış, bu kitapta sigaranın
haram olduğunu söyleyen kimselerin sözlerini reddetmiştir. Sigara mübtelası olanların
bir kısmı da, bu görüşü benimsemişlerdir. Fakat şurası bir gerçektir ki, sigaranın
haramlığım ifade eden deliller daha kuvvetlidir. Helal olduğuna dair söylenen sözlerin
ise, hiçbir delil ve dayanağı yoktur.

Bu mevzudaki bütün bu münakaşalar, mecsitler ve meclisler dışında içilen sigaralar



hakkındadır. Müslümanların toplandığı meclislerde ya da mescitlerde içilen sigaraların
haramlığmda ise, hiçbir ihtilaf yoktur. Bilakis buralarda sigara içmenin haram
olduğunda âlimler ittifak etmişlerdir. Çünkü sigara da (özellikle içmeyenleri rahatsız
eden) çirkin bir koku vardır, el-Mecmu isimli eserin Cuma bölümünde kendisinde
çirkin koku bulunan bir şeyi mes-cid veya meclislerde içmenin haram olduğu ifade
edilmektedir. Bu yasak Kur'-ân okunan meclislerde daha da önem kazanır. Çünkü
Kur'ân-ı Kerim okunurken sigara içmek, Allah'ın kitabına saygısızlıktan başka bir şey
değildir. Bu gerçeği kabul etmeyen kimselerin, kabü-i hitab olmayan inatçı ve katı
kalpli kimseler olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh sizin evinize gelip de Kur'ân
meclisinde sigara içmenin haram olduğuna fetva veren kimse, bu fetvasında isabet
etmiştir. Allah onu cennetle mükâfatlandırsın. Onu yalanlayan diğer adamsa, bizzat
kendisi yalancıdır. Eğer bu adam unutkanlığı veya yanılması sebebiyle mazur
sayılabilecek bir durumu yoksa, yani bunu bile bile yapmışsa sapıktır. Başkalarını hak
yoldan saptırıcıdır. Dini meseleleri bu şekilde hafife almaktan Allah'a sığınırız. Allah
en iyisini bilendir."

Allame el-Acebi el-Halebi el-Hanefi, Tenvirü'l-Ebsar şerhi *ed-Durrul-Muhtar
şerhinde "el-etime" bölümünde ed-Durrul-Muhtar, müellifinin sigaranın haram
olduğuna dair sözlerini naklettikten sonra, şöyle diyor: "Biz sigaranın haram olduğunu
şimdiye kadar bir misli görülmemiş özel bir risalemizde kitap, sünnet, icma ve kıyasın
ışığında açıkladık. Orada aksini savunan kimselerin sözlerini kesin delillerle
reddettik." Bu risaleyi şu şekilde özetlemek mümkündür: "Günümüzde sigara Allah'ın
korunduğu kimselerin dışında herkesi sarmıştır. Halbuki sigara içmek, diğer dinlerde
bile bid'-at ve münker bir fiil sayılmaktadır. İmam el-Hafni şeyhlerinin birinden
Kur'ân-ı Kerim meclisinde sigara içen bir kimsenin suihatime ile gitmesinden
korkulacağını nakletmiştir. Gerçekte günümüzde tütün biri sigara, diğeri de pipo
şeklinde olmak üzere, iki şekilde içilmektedir. Her iki şekliyle de, tütün muhakkik ilim
adamlarının tahkikince sıhhat'e zararlı bir maddedir. İrfan sahiplerine göre, sıhhata
zararlı bir maddenin haramlığmda şüphe yoktur. Allame şeyh el-Haskafı ed-Durru'l-
Muhtar isimli eserinin "el-etime" bölümünde, Şam'da 1015 senesinde ortaya çıkan
tütünün içilmesinin haram olduğunu ve İmam Ahmed'in Sahih senedle Hz. Ümmü
Seleme'den naklettiği Rasûlullah (s. a): "Her sarhoşluk veren ya da zayıflık ve vücuda

mm

kırgınlık getiren herşeyi yasaklamıştır." anlamındaki hadisin buna delalet ettiğini
söylemiştir.

Şeyh el-Haskafı'nin bildirdiğine göre, Şeyh En-Necm, sigaranın bir veya iki defa
içilmesi büyük günahlardan sayılmasa bile, bunu devamlı ve ısrarla içmenin büyük
günah sayılması gerektiğini, çünkü küçük günahların ısrarlı ve devamlı işlenmeleri
halinde büyük günaha dönüşeceklerini, bir günahı üç defa yapmanın ısrar olduğunu,
ayrıca ululemr nehyettiği için de sigaranın haram sayılması gerektiğini ifade etmiştir.
Allame Tahtâvi'de ed-Durrul Muhtar'm haşiyesinde: "Bu mevzuda Hane filerle
Şafıîlerin aynı görüşü paylaştıklarını, ululemr (Halife) tarafından yasaklandığı için,
sigaranın haram olduğunu ve bu hükmün muteber fıkıh kitaplarının pek çoğunda yazılı
olduğunu" açıklamıştır.

Gerçekten sigaranın sıhhate zararlı olduğunu pek çok doktor, haram olduğunu da pek
çok fıkıh alimi haber vermiştir.

Şayet bazılarının ic$ia ettiği gibi, sigaranın haram olmayıp mekruh olduğu kabul
edilse bile, mekruhtan kaçınmayanların cahillerden ve dini meselelerde gevşeklik



gösterenlerden başkaları olmadığını unutmamak gerekir. Akıllı kişiye gereken, dini
meselelerde ihtiyatlı hareket etmektir. Çünkü mekruhu işlemek insanı haram işlemeye
götürür bu sebeple Rasûl-ü Zişan Efendimiz "... Kim şüpheli şeylerden kaçınırsa
dinini ve ırzını korumuş olur. Kim de şüpheli şeylerin içine girecek olursa, bir koru
etrafında hayvanlarını otlatan bir çobanın hayvanlarını orada otlatacağı zamanın yakın

izm

olduğu gibi o kimsenin de harama düşeceği gün yakındır." buyurmuştur.
Rasul-ü Zişan Efendimiz diğer bir hadisi şeriflerinde de "Size neyi nehyetmişsem
ondan (kesinlikle) kaçınınız. (Fakat) size neyi emretmişsem onu gücünüz yettiği kadar
12121

yapınız." buyurmuştur. Bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, yasaklanan bir şeyden
ne pahasına olursa olsun, derhal ve kesinlikle kaçınmak icabetmektedir. Emrin
kapsamı içerisine hem farz, hem vacib hem de mendup girdiği gibi, nehyin kapsamı
içerisine de hem haram hem mekruh girer. Bu bakımdan mendupları emrin mekruhları
da nehyin dışında imiş gibi düşünmek son derece yanlıştır. Şurasını da unutmamak
lazımdır ki küçük günahları hafife almak, büyük günahları işlemek kadar tehlikelidir.
Çünkü bu durumda olan kimselerin bu hallerinden kurtulmaları pek az görülmüştür.
Böyle kimseler işlemiş olduğu günahı basit görmektedir. Nitekim İslâm âlimleri
"istiğfar ile büyük günahlardan eser kalmaz. Hepsi affolur. Fakat İsrar ile de küçük
günah diye birşey kalmaz. Hepsi büyük günah olur" buyurmuşlardır. Kurtuluş yolunda
ilerlemek isteyen bir kimseye yaraşan, şehvani arzulardan ve şüpheli işlerden
tamamen uzaklaşıp ve daha önce yaptığı bu gibi fiillerden dolayı da tevbe ve istiğfar
etmektir.

İmam Şar' anî (r.a)de el-Minenü'l-Kübra isimli eserinde bu mevzuda şöy le diyor:
"İhtiyatlı olmak, mekruhlardan haramdan sakınır gibi sakınmayı, sünnetlere de farzlar
gibi sarılmayı gerektirir. Çünkü Allah'ın emirlerine ve yasaklarına karşı saygının
gereği budur. Allah'ın rahmeti üzerine olsun şeyhim. Aliyyül Havass hazretlerini şöyle
derken işitmiştim: Kulun Allah'a karşı marifeti arttıkça Allah'ın emirlerine ve
yasaklarına karşı titizliği de artar. Allah'dan uzaklaştıkça da Allah'ın emirlerine ve
yasaklarına karşı ilgisi azalır ve zayıflar. Timurtaşî'nin eseri olan Tenvirü'I-Ebsar
isimli meşhur Hanefî fıkıh kitabında açıklandığı üzere îmam Muhammed'e göre, "Her
mekruh haramdır. Bid'atta böyledir. îmam Ebû Hanîfe ile îmam Ebû Yusuf a göre ise
mekruh, harama yakındır Bid'atta böyledir.

Taziye için yapılan toplantılarda işlenen münkerattan biri de, cenazenin yakınlarının
taziye için gelen halka ölünün arta kalan mallarından ziyafet çekmeleridir. Çoğu
zaman bu mallarda yetim hakkı bulunduğundan, bu ziyafetlerde yetim hakkı yenmekte
ve dolayısıyla büyük günah işlenmektedir. Ayrıca buradaki harcamaların israf
derecesine vardığı da meselenin başka bir yönüdür.

Bütün bu günahları işlerken güdülen gaye, gösteriş, şan ve şöhretten başka bir şey
değildir. Bu gibi işleri yapanlara, bu işlerden vazgeçmeleri söylenince "Biz bu işi
yapmazsak halk bizi ayıplar" diye cevap verirler. İşte onların bu cevabı gayelerinin
Allah'ın rızası olmayıp sadece gösteriş olduğunu ispatlamaya yeter.
Maliki âlimlerinden Şeyh Derdîr'e bu mevzu sorulunca, şu cevabı vermiştir: "Eğer
cenazenin varisleri, içerisinde yetim yoksa cenaze evinde cenazenin arta kalan
malından verilen ziyafet için toplanmak bid'attir, mekruhtur. Fakat eğer cenazenin
varisleri içerisinde yetim varsa, böyle bir ziyafet için toplanmak haramdır."
Nitekim Maliki âlimlerinden eş-Şeyh Muhammed Alişe, ortakların veya ortak



olmayan kimselerin ya da misafirlerin vasisi olmayan bir yetimin malından ziyafet
veya tasadduk yoluyla yemelerinin veya hayvanlarını kullanmalarının, hükmü soruldu
da şöyle cevap verdi:

Ortakların veya ortak olmayan kimselerin yetim malını ziyafet ya da sadaka yoluyla
yemeleri, caiz olmadığı gibi, babasının sağlığmdaki gibi gelen ziyaretçilerin onun
malından yiyip içmeleri veya hayvanlarını kullanmaları da caiz değildir. Bu
şekillerden biriyle yetim malı yemek büyük günahlardandır.

Bu günahı işleyenlerin vebalden kurtulmak için yedikleri yemeklerin veya aldıkları
sadakaların mislini ya da kıymetini geri vermeleri icabeder. Ancak bayram, düğün ve
sünnet günlerinde, bir yetim tarafından israfa varmayacak şekilde verilen ve vasi
tarafından da davet edilen bir ziyafetten yemek caizdir. Bunun dışında yetim malı
yemek haramdır. Nitekim yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'inde "zulüm ile öksüzlerin

12131

mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar." buyurarak bu
gerçeği haber vermiştir.

Hanefi âlimleri de Ölünün sevab niyyetiyle arkasından yemek ziyafeti verilmesini,
Kur'ân okutulup Kur'ân okuyan kimselere para verilmesini vasiyyet etmesini, insanları
yüzüstü cehenneme sürükleyen batıl ve bid'at işlerden saymışlardır.
Hanbeli uleması da, cenaze sahiplerinin definden sonra yemek vermesinin mekruh
olduğunu ifade etmişler. îmam Ahmed (r.a) de'cahiliyye adetlerinden olduğunu

[2141

söyleyerek bunu şiddetle reddetmiştir.

22-23. Sabır (Felaketin İlk) Darbe(Sin)De (Olmalıdır)