بَابُ مَنْ نَذَرَ فِي الْجَاهِلِيَّةِ ثُمَّ أَدْرَكَ الْإِسْلَامَ

: : هذه القراءةُ حاسوبية، وما زالت قيدُ الضبطِ والتطوير،   

بَابُ مَنْ نَذَرَ فِي الْجَاهِلِيَّةِ ثُمَّ أَدْرَكَ الْإِسْلَامَ

: هذه القراءةُ حاسوبية، وما زالت قيدُ الضبطِ والتطوير،  

: : هذه القراءةُ حاسوبية، وما زالت قيدُ الضبطِ والتطوير،   

2941 حَدَّثَنَا أَحْمَدُ بْنُ حَنْبَلٍ ، حَدَّثَنَا يَحْيَى ، عَنْ عُبَيْدِ اللَّهِ ، حَدَّثَنِي نَافِعٌ ، عَنِ ابْنِ عُمَرَ ، عَنْ عُمَرَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ ، أَنَّهُ قَالَ : يَا رَسُولَ اللَّهِ ، إِنِّي نَذَرْتُ فِي الْجَاهِلِيَّةِ أَنْ أَعْتَكِفَ فِي الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ لَيْلَةً ، فَقَالَ لَهُ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : أَوْفِ بِنَذْرِكَ

: هذه القراءةُ حاسوبية، وما زالت قيدُ الضبطِ والتطوير،  

The Messenger of Allah (ﷺ) never touched the hand of woman, but he received the oath of allegiance from her. When he received the oath of allegiance from her, she gave it to him, and he said: Go, I have received your oath of allegiance.

(3325) Hz. Ömer (r.a)'den rivayet edildi ki, o; Ya Rasûiallah, ben cahiliye çağında
Mescid-i Haram'da bir gece i'tikâfta kalmayı adadım, dedi. Hz. Peygamber (s. a)

[2521

kendisine: "- Adağını yerine getir" buyurdu.
Açıklama

Bu hadis, İ'tikâf bahsinde 2474 numarada geçmiştir.

Hadis-i şerif, müslüman olmayan bir kimse, bir adakta bulunur, sonrada müslüman
olursa, adağının gereğini yapmakta mükellef olduğuna delildir. Şâfıîlerin bazıları ile



Ebû Sevr, Buharî ve İbn Cerîr bu görüştedir.

Bazı Şâfiîler, İmam Mâlik ve Hanefîlere göre ise; bu tür nezirler hükümsüzdür. Bu
gruptaki âlimler, üzerinde durduğumuz hadisi istihbaba ham-letmişlerdir. Bu anlayışa
göre, Hz. Peygamber Hz. Ömer'e, "Müslüman olmadan önce ettiğin nezri şimdi
yapman müstehaptir" demek istemiştir.
Hattâbî, hadisin şerhinde şöyle der:

"Hz. Peygamber'in Hz. Ömer'e; cahiliye devrindeki adağını edayı emretmesi, nezrin
onun zimmetinde mevcut olduğunu gösterir. Bu, kişinin; başlangıcı küfür halinde olan
amelleri ile sorumlu olacağını gösterir. Bir kimse, kâfirken yemin etse ve müslüman
olduktan sonra yeminini bozsa, kendisine keffaret gerekir. Bu hüküm Şafiî'nin aslına
ve mezhebine göredir, Ebû Ha A nîfe'ye göre ise keffaret gerekmez.
Yine bu hadis, kâfirlerin farzlara muhatap ve tatları işlemekle me'mur olduklarına
delildir. Ayrıca bu, oruç olmadan da i'tikâfm caiz olduğunu gösterir. Çünkü i'tikâf
gece olacaktır, gece de oruç zamanı değildir."

1253]

Hadisle ilgili daha geniş malumat, i'tikâf bahsinin işaret edilen yerinde geçmiştir.



m

Buharı, eymân 16, el-mürteddîn I.

m

Mâide, (5) 89.

m

Mâide, (5) 89.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/167-169.
Iİ1

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/169-171.

[5]

Ahmed b. Hanbel, IV, 436, 441.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/171.

m

Asim Efendi, Kamus Tercemesi, II, 929.

LU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/171-172.

im

Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

121 _

Âl-i tmran, (3) 77. Buharî, eymân 18, ahkâm 30; Müslim, îman 220, 221; Tirmizî, büyü 42; îbn Mâce, ahkâm 7; Ahmed b. Hanbel, I, 379, 442, V,
211,212.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/172-173.

rıoı

Aynî, Umdetü'l-Karî, XIII, 196.

LLU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/173-175.

ri2i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/175-176.

1131

Dârimî, fadâilu'l-Kur'an 3; Ahmed b. Hanbel, V, 212, 213, 284, 285.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/176.
ri41

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/177.

1151

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/178.

ri6i

Müslim, îmân 223;'Tirmizî, ahkâm 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/178-179.

rnı

İbn Mâce, ahkâm 9.

H81

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/179-180.

ri9i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/180-181.



Ravi; Hz. Peygamber'in bunlardan hangisini söylediğini kesin olarak hatırlayamadığı için, son cümlede şüphesini belirtmiştir.
İbn Mâce, ahkâm 9; Ahmed b. Hanbel, II, 329, 518, III, 375.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/181.
[21]

el-Mevsılî, el-thtiyâr li-Ta'Iîli'l-Muhtâr, II, 1 14.

im

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/181-183.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/183.

[211

Bu başlık bazı nüshalarda; "Allah'tan başkası adına yemin etmek" şeklindedir.

1251

Buharı, tefsiru sureti'n-Necm 2, edeb 74, eymân 5; Müslim, eymân 4, 5; Tirmizî, nü-zûr 18; İbn Mâce, keffârât 2; Nesâî, eymân II; Ahmed
b.Hanbel, II, 309.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/183.
[261

Aynî, XXIII, 178.

[221

Mirkâtu'l-Mefâtih Şerhu Mişkâtri-Mesâbih, III, 554.

[281

Nevevî, Sahih-i Müslim Şerhi,XI, 107.

[291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/183-185.

[301

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/185.

[3JJ

Bazı nüshalarda bu bab bir sonraki hadisin başında yer almıştır. Bazı nüshalarda İse hiç mevcut değildir.

[321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/186.

[331

Nevevî, Müslim Şerhi, XI, 105.

[341

Ebû Dâvûd, salât 1 .

[351

Şevkânî, Neylül-Evtâr, VIII, 358.

[36J

Mirkât, III, 554.

[371

ibn Dakîki'l-İyd, Umdetu'l-Ahkâm, IV, 144-145.

[381

Neylü'l-Evtâr, VIII,358; Avnu'l-Ma'bud, III, 312.

[391

Aliyyü'l-Kârî, Mirkat, III, 554.

[401

İbn-i Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, (Mısır 1966), III; 705.

[411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/186-189.

[421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/189.

[431

Buharı, eymân 4, tevhid 13, edeb 74; Müslim, eymân 1, 2, 3; Nesâî, eymân 4, 5, 6, 10; İbn Mâce, keffarât 2 (benzeri); Tirmizî, nüzûr 8, 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/189.
[441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/189-190.

[451

Buharî, eymân 4, tevhid 13; Müslim, eymân 1, 2, 3; Nesâî, eymân 4, 5, 6, 10; ibn Mâ-ce, keffarât 2; Tirmizî, nüzûr 8,9; Ahmed b. Hanbel, II, 7, 8,
II, 17,20, 48, 76..

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/190.
[461

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/190-191.

[£71

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/191.

[481

Tirmizî, nüzûr 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/191.
[491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/191-192.

[501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/192-193.

[511

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/193.



[521

Ahmed b. Hanbel, V, 352.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/193.
[53J

Ahzâb, (33) 72.

[541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/194-195.

[551

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/195.

[561

Buharî, eymân 15; Muvatta, nüzûr 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/195-196.
[571

Bakara, (2) 225; Mâide, (5) 89.

[581

Mecmau'z-Zevâîd, IV, 185.

[591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/196-197.

[601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/197.

[61]

Bu bab, bazı nüshalarda şeklindedir. "Yeminlerde ta'riz" demektir.

[621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/198.

[631

Müslim, eymân 20; İbn Mâce, keffârât 4 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/198.

[641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/199-200.

[651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/200.

[661

Münzirî, Süveyd b. Hanzala'ya bundan başka hiçbir hadis isnad edilmediğini ve başka bir hadisinin bilinmediğini söyler, tsâbe'de de; Ezdî'nin,
"Ondan kızından başka kimse rivayette bulunmadı" dediği bildirilir.
[671

İbn Mâce, keffarât 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/200-201.
[681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/201.

[69J

Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

[701

Buharî, eymân 7, cenâiz 84, edeb 44, 73; Müslim, eymân 175, 177; Tirmizî, nüzür 16; Nesâî, eymân 7, 31; tbn Mâce, keffarât 3; Ahmed b.
Hanbel, IV, 33, 34.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/201-202.



Fetih, (48) 18.

[721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/202-205.

[IH

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/205.

[741

Nesâî, îman 8; îbn Mâce, keffârât 3; Ahmed b. Hanbel, V, 355, 356.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/205.
[751

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/206.

[76J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/206.

[771

Buharı ve başkaları, bu zâtın sahâbî olduğunu söylemişlerdir. Bazı âlimler; onun sahâ-bî olmayıp, rivayetinin bulunduğunu söylerler. Bir grup da;
bu zâtın Hz. Peygamber (s. a) zamanında doğduğunu fakat Rasûlullah'ı görmediğini savunurlar.
|78|

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/207.

[791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/207-208.

[M

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/208.

[81]

Tirmizî, nüzûr 7; Nesâî, eymân 18, 39, 43; İbn Mâce, keffârât 6; Dârimî, nüzûr 7; Ahmed b. Hanbel, II, 6, 10, 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/208.
[821

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/209-210.

[83]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/211.



im

Nesâî, eymân 18; Ahmed b. Hanbel, II, 6, 49.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/211.
[851

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/21 1-212.

[861

Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

[871

Buharı, eymân 3, kader 14, tevhid II; Tirmizî, nüzûr 13; Nesâi eymân 1, 2; İbn Mâce, keffârât 1; Dârimî, nüzûr 12; Muvatta, nüzûr 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/212.
[881

En'âm, (6) 148.

[891

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/212-213.

[901

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/213.

[9J1

Ahmed b. Hanbel, III, 33, 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/213-214.
[921

İbn Mâce, keffârât 1 .

[931

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/214.

[941

İbn Mâce, keffârât 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/214-215.
[211

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/215-216.

[961

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/216-217.

[921

Hicr,(15)72.

[981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/217-218.

[991

Bu bab bazı nüshalarda, "Eğer hayırlı işse yemini bozma" babından sonra yer almıştır.

nooı

Ahmed b. Hanbel, 1,219.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/218.

rıon

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/218.

[1021

Buharı, rü'yâ ta'bir 47, eymân 9; Müslim, rü'yâ 17; Tirmizî, rü'yâ 10; İbn Mâce, ta'biru'r-rü'yâ' 10; Dârimî, rü'yâ 13; Ahmed b. Hanbel, I, 236.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/219.
[1031

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/219-221.

[104]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/222.

[1051

Bu bab, Avnu'l-Ma'bûd nüshasında 1 7 bab sonra gelmektedir.

rıo6i

Buharı, mevakît 41, menâkıb 25, edeb 87; Müslim, eşribe 177.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/222-223.
[107]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/224-225.

[108]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/225.

no9i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/225.

rı ıoı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/225.

rı ı n

Nesâî, eymân 17; Mâce, keffârât 8; Ahmed b. Hanbel, II, 185, 202.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/225-226.
[1121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/226-228.

rı i3i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/228.

[114]

Ahmed b. Hanbel, II, 185; Beyhakî, Taberânî.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/228.

n ısı

Fethu'r-Rabbânî, XIV, 191.



n 161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/228-230.

mu

Nesâî, eymân 41.

[118]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/230-23 1.

rı 191

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/231-232.

[120]

Ahmed b. Hanbel, I, 253, 288, II, 68, 70, 118.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/233.
ri211

Sabîra veya masbûra yemini ile ilgili malumat 3242 no'lu hadisin şerhinde geçmiştir.

£122]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/233-235.

[1231

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/235.

ri241

Bu bab bazı nüshalarda, "Eğer daha hayırlıysa yemini bozmak" şeklindedir.

[1251

Buradaki şüphe ravilerden birisine aittir. Keffaretin, yemini bozmadan önce de sonra da caiz olduğuna işaret İçin, Hz. Peygamber tarafından iki
şekilde söylenmiş olması da mümkündür.

Buhan, eymân 1, 4, 9; Müslim, eymân 7, 9; 10, 13, 15, 17, 19; Nesâî, eymân 15, 16; İbn Mâce, keffârât 7, 8; Dârimî, nüzûr 9.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/235-236.

[1261

Mâide, (5) 89.

[127]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/236-238.

11281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/238-239.

Ü291

Buharı, keffaretu'I-eymân 10; Müslim, eymâri 7, 9, 10, 13, 15, 17, 19; Nesâî, nüzûr 15, 16, 43; Tirmizî, nüzûr 5,6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/239.
[130]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/239-240.

[1311

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/240.

[1321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/240-241.

[133]

Bir nüshada; "ölçtüm" yerine, "tahmin ettim" denilmektedir.

[134]

Hişâm; Hişâm b. Abdilmelik b. Mervân'dır.

[135]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/241.

f!361

Bu ölçüler günümüzde ilan edilen fitre mikdarlarıdır.

U371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/241-243.

[138]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/244.

um

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/244.

fl401

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/244-245.

ri411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/245.

[142]

Müslim, mesâcid 33, 35; Nesâî, sehv 20; Muvatta, ıtk 8; Dârimî, nüzûr 10; Ahmed b. Hanbel, V, 447, 448, 449.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/245-246.
[1431

Bu konuda geniş malumat için bk. Ehnalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, III, 27 1 vd.

ri441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/246-248.

[1451

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/248.

[1461

Nesâî, vesâya 8; Ahmed b. Hanbel, IV, 222, 388, 399.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/248-249.
[147]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/249.

f!481

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/249-250.



[149]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/250.

[150]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/250-251.

rışıı

Bu babın İsmi bazı nüshalarda "Yemin eden kişinin konuştuktan sonra istisna etmesi" şeklindedir.

[152]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/251.

[153]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/251-252.

[154]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/253.

[155]

Kehf, (15) 23.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/253.
[156]

Bu hadisin Ebû Davud'a gelişi iki üstaddan olmuştur. Bunlar Osman b. Ebî Şeybe ve Müsedded'tir. Bazı matbu nüshalarda; "Rasûlullah (s. a)
nezirden nehyetmeye başladı" cümlesi bu üstadlardan birine nisbet edilmiş, daha sonraki cümleyi ise her iki üstadın da ittifakla haber verdiklerine işaret
edilmiştir.
[1571

Bu bölüm de bazı nüshalarda mevcut değildir. Buharî, emân 26, kader 6; Müslim, nezr 3,7; Nesâî, eymân 24, 26; Tirmizî, nüzûr 11; İbn Mâce,
keffârât 15; Dârimî, nüzûr 5; Alımed b. Hanbel, II, 61, 235, 242, 301, 314, 373, 412, 463.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/254.
[158]

Kurtubî'nin sözünün bir bölümünü tafsilat görerek almadık.

£1591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/254-256.

£160]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/256-257.

£1611

Bu hadis haddizatında, hadis-i kudsîdir. Yani Hz. Peygamber bunu Allah (c.c.)'dan haber vermiştir. Ancak metinde bu açıkça görülmemekte,
sanki Hz. Peygamber in sözü imiş gibi ifade edilmektedir.
£162]

Buharı, eymân 26, kader 6; Müslim, nezr 7; Nesâî, eyman 26; ibn Mace, keffarat n, Tirmizî, nüzûf 1 1; Ahmedb. Hanbel, II, 61, 301, 412.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/257.
11631

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/257-258.

£164]

Buharı, eymân 2, 8, 3 1; Tirmizî, nüzûr 2; Nesâî, eymân 27, 28; İbn Mâce, keffârât 16; Mâlik, nüzûr 8; Ahmed b. Hanbel, VI, 36, 41, 224.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/258-259.
£165]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/259-260.

£166]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/261.

£167]

Bu bab bazı nüshalarda mevcut değildir.

£168]

Tirmizî, nüzûr 2; İbn Mâce, keffârât 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/261.
£169]

Muğnî, Mirkât, Bidâyetu'l-Müctehid, Neylü'l-Evtâr ve Bezlü'l-Mechûd'da, Ebû Hanîfe'nin görüşü buna tam zıt olarak verilmektedir. Nitekim
önceki hadiste bu görülmüştür.
£170]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/261-263.

rnıı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/263.

£1721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/264.

£173]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/264-265.

£174]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/265.

£1751

Müslim, nüzûr 11; Tirmizî, nezûr 17; Nesâî, eymân 33; İbn Mâce, keffârât 20; Ahmedb. Hanbel, IV, 145, 147, 149, 151.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/265-266.
£1761

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/266-267.

£1771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/268.

£178]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/268.

£1791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/268.



[180]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/268-269.

[181]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/269.

[182]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/269.

[183]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/270.

[184]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/270.

[185]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/270-271.

11861

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/271-272.

[187]

Buharı, eymân 31; îbn Mâce, keffârât 21; Muvatta 6; Ahmed b. Hanbel, IV, 168.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/272.
11881

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/272-273.

11891

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/273.

[190]

Buharı, eymân 31, sayd 27; Müslim, nüzûr 9, 10; Tirmizî, nüzûr 10; Nesâî, eymân 42.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/274.
11911

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/274-275.

[192]

Buharı, hacc 65, eymân 3 1 ; Nesâî, hacc 135, eymân 30; Ahmed b. Hanbel, I, 364.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/275.
11931

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/275.

[194]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/276.

[195]

Tirmizî, nüzûr 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/276.
[196]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/276-277.

[197]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/277.

11981

Dârimî, Hâkim, Beyhakî, Ahmed b. Hanbel, III, 363.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/277-278.
[199]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/278-279.

12001

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/279-280.

12011

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/280.

12021

Buradaki şüphe raviye aittir.

[203]

Ebû Dâvûd; esir edilen adamın müslüman olduğunu bildiren sözlerini ve Rasûlullah'ın cevabım, Muhammed b. İsa'nın rivayetinden; geri kalanını
da Süleyman b. Harb'in rivayetinden nakletmiş ve buna işaret etmiştir.
[2041

Müslim, nüzûr 8; İbn Mâce, keffârât 16 (bir bölümü); Ahmed b. Hanbel, IV, 430.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/280-283.
[2051

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/283-285.

[206]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/285.

12071

Tirmizî, menâkıb 17; Ahmed/b. Hanbel, V, 353, 356.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/286.
12081

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/286-288.

12091

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/288.

mm

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/288-289.

ram

Bundan sonra gelecek hadiste bu zatın adı Kerdem olarak geçmektedir. Ancak Bezl'in ifadesine göre bu isim Telhîs'de Kerûm diye tashih
edilmiştir.
[212]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/289-290.



[213]

Bu sözün iki manaya ihtimali vardır: 1) Hz. Peygamber'in elindeki değnekten kinâye-dİr. Çünkü insan onu bir yere vurursa "Tab, tab" diye ses
çıkarır. O zaman mana, "Sopadan sakının, sopadan sakının, sopadan sakının" olmuş olur. 2) Ayakların yere değdiğinde çıkardığı sestir.
[2141

Bu cümlenin manasının, "Babam onun Peygamberliğini tasdik etti" şeklinde de olması mümkündür. Avnü'l-Ma'bûd bu manayı; Menhel'in
tekmilesi, önceki manayı tercih etmiştir.
[215]

İbn Mâce, keffârât 1 8 (bir bölümü).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/290-291.
12161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/291-292.

[21H

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/292.

[218]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/292.

[2191

Buharı, eymân 24, vesâya 16, tefsiru sûre (9) 18; Müslim, tevbe 53; Nesâî, eymân 36, 37; Dârimî, zekât 25; Muvatta, nüzûr 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/293.
r2201

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/293-294.

[2211

Önceki rivayetin son ravisi Süleyman b. Dâvûd ve İbn Şerh, bununki ise Ahmed b. Salih'tir. Rivayetlerin diğer rayileri aynı şahıslardır.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/294.
f2221

Muvatta, nüzûr 9. Bu rivayetin isnadı, İbn Şihâb ez-Zührî'den sonra, diğer rivayetlerle farklılık arzetmektedir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/295.
[2231



[224]
[225]
[226]
[227]
[228]
12291



Sünen-i


Ebu Davud


Terceme


ve


Şerhi,


Şamil Yayınevi:


12/295-296.


Sünen-i


Ebu Davud


Terceme


ve


Şerhi,


Şamil Yayınevi:


12/296.


Sünen-i


Ebu Davud


Terceme


ve


Şerhi,


Şamil Yayınevi:


12/297.


Sünen-i


Ebu Davud


Terceme


ve


Şerhi,


Şamil Yayınevi:


12/297.


Sünen-i


Ebu Davud


Terceme


ve


Şerhi,


Şamil Yayınevi:


12/297-298.


Sünen-i


Ebu Davud


Terceme


ve


Şerhi,


Şamil Yayınevi:


12/298.



[231]
[232]
[233]
T2341



Buharı, vesâya 19, eymân 30; Müslim, nüzûr 1; Tilmizi, nüzûr 19; Nesâî, vesâya 8, 9, eymân 35; İbn Mâce, keffârât 19; Muvatta, nüzûr I, 2;
Ahmed b. Hanbel, I, 219, 329, 370.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/298-299.
[230]

Bk. Fethu'l-Bârî, XIV, 396.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/299-300.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/300-301.

Bu şek ravilerden birisine ait olsa gerektir.

Nesâî, eymân 34; Ahmed b. Hanbel, I, 216, 238.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/301.
12351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/301-302.

[236]

Müslim, savm 157; Tirmizî, zekât, 31; Ahmed b. Hanbel, V, 459, 351, 354, 361.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/302.
[2371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/302.

[238]

Bu bab ve buradaki hadisler bazı nüshalarda mevcud değildir.

[239]

Buharî, savm 42; Müslim, savm 154; Ahmed b. Hanbel, I, 224, 258, 326.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/302-303.
[240]

Buharı, savm 42; Müslim, savm 153; ibn Mâce, keffârât 19; Ahmed b. Hanbel, VI, 69.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/303.
[2411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/304.

[242]

Bu ilâve bazı nüshalarda mevcut değildir.
£2431 _

İbn Mâce, keffârât 17.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/304-305.
[244]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/305.

[245]

Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

[2461

Müslim, nüzûr 13; İbn Mâce, keffârât 17; Tirmizî, nüzûr 4; Nesâî, eymân 41; Ahmed b. Hanbel, IV, 144, 146, 147.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/305-306.
[2471

Hanelilere göre keffaret gerekir. Konu daha önce geniş bir şekilde geçmiştir.

[2481

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/306-307.

[2491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/307-308.

[2501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/308.

[2511

Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

12521

Buharî, i'tikâf 5, 15, 16, eymân 29; Müslim, eymân 27, 28; Tirmizî, nüzûr 12; Nesâî, eymân 36; Ahmed b. Hanbel, I, 37, II, 20, 53.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/308.
[2531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/308-309.



10. YİTİK MAL BÖLÜMÜ

1. Muhammed B. Kesîr'in Rivayeti

2. Müsedded'in Rivayeti

3. Mûsâ B. İsmail'in Rivayeti

4. Kuteybe B. Saîd'in Rivayeti

5. İbnu's-Serh'in Rivayeti

6. Muhammed B. Râfi'in Rivayeti

7. Ahmed B. Hafs'ın Rivayeti

8. Musa B. İsmail'in Rivayeti

9. Müsedded'in Rivayeti

10. Kuteybe B. Said'in Rivayeti

11. Muhammed B. El-Alâ'nın Rivayeti

12. Müsedded'in Rivayeti

13. Mûsâ B. İsmail'in Rivayeti

14. Muhammed B. El-Alâ'nın Rivayeti

15. Heysem B. Hâlid El-Cühenî'nin Rivayeti

17. Süleyman B. Abdirrahman Ed-Dimeşki'nin Rivayeti

18. Mahled B. Halidin Rivayeti

19. Yezid B. Halid B. Mevhib'in Rivayeti

20. Amr B. Avn'ın Rivayeti



10. YİTİK MAL BÖLÜMÜ



Lukata: (Lâm'm ötresi, kâfin üstünü veya sükûnuyla) yerden alınıp kaldırılan mala

[II

verilen isimdir.

Bu kelime şer'iat dilinde, kendi gücüyle kendini koruyamayan ve muhafaza altında
bulunamayan, başkasının hakkı olarak bulunan ve sahibi belli olmayan yitik maldır.
Bu malı almada emânet, velayet ve iktisab manaları vardır. Çünkü bu malı emânet
olarak almıştır. Şeriat veliyi çocuğunun malını korumaya görevlendirdiği gibi, bu malı
bulup alan kimseyi de onu korumakla görevlendirmiştir. Ayrıca belli bir süre onu ilan

m

ettikten sonra bu, malı alan kimseye ona sahip olma hakkını da vermiştir. Söz
konusu kelime şeriat lisanında para ve eşya gibi şeyler hakkında kullanılır. Sokakta
bulunan çocuğa, lakît, hayvana ise dâlle denir.

Bir malın Iûkata sayılması için mutlaka sahibinin bilinmemesi ve mubah olması lâzım
değildir. Bilinen bir kimsenin kaybettiği bir mal da lukata sayılır. Ancak bunun için
tarif ve ilâna lüzum yoktur. Bu bir emanettir. Bunu mümkünse hemen sahibine vermek
lâzım gelir. Kırlarda tarlalarda bahçelerde bırakılmış sâhibleri tarafından aranılmayan
meyvelere, çekirdeklere şeriat ve lügat cihetinden lukata denirse de bunlar mubah

IH

olduğu için ilân edilmeleri ve sahiplerine verilmeleri vâcib değildir.

Lukata Kitab ve Sünnet ile sabittir. Kitaptan delili, "iyilik etmek ve fenalıktan

141

sakınmak hususunda yardımlasın" âyetidir. Sünnetten delili ise, "kul din kardeşinin



yardımında oldukça Allah da kulun yardımm-dadır. " mealindeki hadistir.

M

Lukata'nm (bir süre) ilan edilmesi gereklidir.

121

1. Muhammed B. Kesîr'in Rivayeti

1701. ...Süveyd b. Gafele'den; demiştirki: Zeyd b. Sûhan ve Selmân İbn Rabia ile
birlikte savaşa çıkmıştım. (Yolda) bir kamçı buldum. Bana, "onu (aldığın yere) at
(çünkü başkasına aittir)" dediler. Ben de "Hayır (onu atmayacağım) fakat eğer sahibim
bulursam (ona teslim edeceğim) yoksa ondan kendim yararlanacağım" dedim. Sonra
hacc farizasını edâ edip Medine'ye uğradım. (Bulmuş olduğum yitik kamçının
hükmünü) Übeyy b. Kab'a sordum. Şöyle cevap verdi:

Ben de (bir gün) içinde yüz dinar bulunan bir kese bulmuş Peygamber (s.a.)'e
getirmiştim de (bana):

"Onu bir sene ilân et" demişti. Bunun üzerine ben onu bir sene ilân ettim. Sonra
(sahibi çıkmadığı için yine) Peygamber (s.a.)'e vardım. (Bana tekrar) -"Onu bir sene
ilân et" dedi. Ben onu bir sene daha ilan ettim. Sahibi çıkmayınca durumu haber
vermek üzere (tekrar) Peygamber (s.a.)'in huzuruna vardım. (Bana aynı şekilde); "Onu
bir sene (daha) ilân et" buyurdu. Bunun üzerine onu bir sene daha ilân ettim, sonra



(tekrar) yanma vardım ve; "Onu tanıyan bir kimse bulamadım" dedim. Bunun üzerine:
"Bu paranın sayısını, kesesini ve ağız bağını muhafaza et! Eğer sahibi gelirse
(kendisine teslim edersin); gelmezse, ondan kendin yararlanırsın" buyurdu. (Râvi
Seleme'b. Küheyl) dedi ki: (Süveyd İbn Gafele) "Onu (bir sene) ilân et." sözünü üç

[Sİ

(defa) mı yoksa bir (defa) mı naklettiğini (iyice) bilemiyorum.
Açıklama

Hadis sarihlerinin açıklamasına göre buluntu bir malı tarif etmek, "bulan kimsenin ya
da görevlendirdiği bir kimsenin, sokaklarda, halkın toplantı yerlerinde, cemaat
çıkarken mescid kapılarında veya benzeri yerlerde "kimin bir şeyi kaybolduysa gelsin,
benden sorsun, istesin" diye yüksek sesle bağırması" demektir. Bir başka ifâdeyle
tarif, bulunan yitik malın halkın toplu olduğu yerlerde herkese ifşa ve ilân edilmesidir.
Bu sebeple biz C$fo kelimesini "onu ilân et" diye tercüme ettik.
Hadisin râvilerinden Seleme b. Küheyl'in, "Süveyd İbn Gafele, "onu (bir sene) ilan et"
sözünü üç defa mı, yoksa bir defa mı tekrar etti iyice bilemiyorum." demesi, hadis
metinlerinin naklinde sahâbî ve tabiîlerin ne büyük ve şâyân-ı takdir bir himmet ve
gayret içinde olduklarının en açık delillerinden biridir.

İmam Buhârînin senedine göre bu hadisi şu'be, Seleme'den, o Süveyd b. Gafele'den,
Süveyd de Ubeyy b. Ka'b'den rivayet etmiştir. Bu rivayete göre, sözü geçen buluntu
kese ile ilgili olayı Süveyd, Übeyy b. Ka'b'dan işitiyor ve Seleme'ye bildiriyor, Seleme
de Şu'be'ye bu paranın, bulan kimse tarafından üç sene ilân edilmesinin emr
olunduğunu, görüldüğü şekilde rivayet ediyor. Aradan on sene bir zaman geçiyor
Seleme ile Şu'be Mekke'de birleşiyorlar. Bu karşılaşmalarında Seleme, Şu'be'ye,
"vaktiyle sana hikâye ettiğim bu kıssanın zamanla ilgili kısmını Süveyd'den üç sene
mi yoksa bir sene olarak mı, işittiğimi pek iyi bilemiyorum" diyerek tereddüdünü izhar

12]

etmeyi dinî bir vazife sayıyor.

Rivayetin bu şekli İslâmî hükümlerin İslâm uleması tarafından ne ince bir sorumluluk
idrâk ve şuuru içerisinde nakledildiğinin bariz bir Örneğidir.

Şu'be'nin Seleme ile Mekke'deki bu ikinci karşılaşması birinci karşılaşmalarından on

£101

sene sonra olmuştur. Nitekim Müslim'in bir rivayeti bunu açıkça ifade etmektedir.
Seleme'nin zamana ait bu şübhesi, bu konuyla ilgili fıkhı hüküm üzerinde müessir
olmuş, yitik bir malı bulan kimsenin ancak bir sene ilan etmesi gerektiği esasını
getirmiştir.

Nitekim Hidâye'de: "Eğer buluntu on dirhemden az olursa, onu birkaç gün ilan etmek
kâfidir. Eğer on dirhem veya on dirhemden fazla olursa bir yıl ilan etmek gerekir. Ben
derim ki, bu ayırım imam Ebû Hanife'-den gelen bir rivayettir ve birkaç gün deyimi de
kişinin uygun gördüğü süre manasmdadır. İmam Muhammed ise, az ile çok arasında
ayırım yapmadan "bir yıl ilan etmek gerekir" demiştir ki İmam Malik ile İmam Şafiî



de bu görüştedirler. denilmektedir. Delilleri ise, "Kim bir yitik malı bulup alırsa

£121

bir yıl ilan etsin" mealindeki hadis-i şeriftir. Hanefî mezhebinde zâhirür rivâyeye
göre bulunan mal, ister kıymetli olsun ister kıymetsiz olsun bir sene bekletilmesi



[131

gerekir.

İmam Malik ile Küfe fakîhleri ve imam Şâfîi de bu görüştedirler. İbnu'l-Cevzî'ye göre
bu bir sene, yitiğin bulunduğu günden itibaren değil ilan gününden itibaren başlar.
Hidâye sahibi bu konuda Hanefi mezhebine ait üçüncü bir görüş daha zikretmektedir.
"Buluntu malın ilânı ile ilgili olarak zikredilen sürelerin hiç biri de gerekli değildir.
Yitik malı bulan kimse ilan için ne kadar bir zamanı gerekli görürse o kadar ilân eder
ve ne zaman artık sahibinin gelmeyeceğine kesin kanaat getirirse, o zaman ilanı kesip

İMİ

onu sadaka olarak fakirlere verir." Serahsî de Mebsût'unda bu görüşü tercih

051

etmiştir. Çünkü hadis-i şerifte: "Buluntu mal helâl değildir. Kim bir mal bulacak
olursa, onu bir sene ilan etsin, sahibi çıkarsa, ona teslim etsin, aksi takdirde onu

£161

(sahibi adına) sadaka olarak versin" buyuruimuştur.
Nitekim Hanefî ulemasından İbn Abidîn de şöyle demiştir:

"Musannif İmam Serahsî'ye tâbi olarak tarif ve ilân için muayyen bir müddet tâyin
etmemiş ve mal sahibinin artık aramayacağına kanaat gelinceye kadar tarif ve üan
olunur demişti. Hidâye ve Muzmarat'ta bu kavil sahih görülmüştür. Cevhere de:
"Fetva bu kavil üzeredir" diye zikr edilmiştir. Bu görüş, Zahir-i rivayete
£111

muhaliftir."

Münzirî, "Mevzumuzu teşkil eden bu hadisin zahirine bakarak fetva imamlarının

hiçbirisi buluntu malın üç sene ilan keyfıyyetini kabul etmemiştir" diyor.

Bu müddet Hz. Ömer'den de rivayet edilmiş olmakla beraber aynı zamanda üç ay ilân

edilmesi gerektiğine dâir de bir rivayet vardır. Sevrî de; "dirhem dört gün ilân edilir"

demiştir.

Ulemadan bazıları bu hadisten bir sene geçtikten sonra malı bulan kimsenin ona sahip

£181

olacağı hükmünü çıkarmışlardır ki, şârih Aynî bunu çok garib karşılamıştır.
Bazı Hükümler

1. Bulunan bir paranın sahibini bulmak için yapuması gereken ilan müddetinin uç yıl
olup olmadığı şüpheli görüldüğünden bu süre umumiyetle fıkıh âlimleri tarafından bir
sene olarak kabul edilmiştir. Buhârî Sarihi İbn Battal: "Fetva imamlarından hiç birisi
hadisin zahirine bakarak buluntu malın üç sene ilan edileceğine dâir bir fetva
vermemişlerdir," demiştir.

2. Buluntu malın kendisine ait olduğunu iddia eden bir kimsenin ortaya çıkması
halinde, o kimsenin doğru söyleyip söylemediğini anlamaya yarayacak olan çıkının
(bohça, kese, cüzdan) ağız bağının ve buluntu malın adedinin belirlenip korunması
gerekir. Bulunan para kesesinin içindeki paralar alınarak kabının atılması her zaman
için yürürlükte bulunan bir âdet olduğundan, hadisimizde para kesesinin ve ağız
bağının korunması özellikle tavsiye edilmiştir.

3. Parayı bulan kimsenin, kendi malına karıştırmayarak kesesiyle ayrıca muhafaza
etmesi gerekir. Çünkü günün birinde sahibiyim diye birisinin çıkıp gelmesi ve doğru
zannedilerek verilmesi ihtimali bulunduğundan böyle bir yanlışlığa meydan vermemek



için bu, tavsiye edilmiştir. Bu tavsiye, bulunan bir paranın sahibini tayin ederken
doğacak zorlukları önlemek içindir. Bu nedenle İmam Ebu Hanife ile imam Şafiî "bu
para benimdir" demek bir iddiadır. İddiada bulunan kimsenin iddiasını bir bey-yine ile

£191

ispatlaması ise, hadîs gereğidir, diyerek beyyinesiz verilmesini caiz görmemişler
ve beyyine gösterilmesi halinde teslim edilmesini vâcib görmüşlerdir. Hattâ buluntu
malın üç vasfı takrir edilerek verildikten sonra birisi çıkar da kendisine ait olduğunu
isbat ederse, Hanelilerin ileri gelen imamlarına göre bu malın teslim edildiği kişiden
alınıp beyyine sahibine verilmesi gerekir, malın verildiği kimse şayet malı telef
ettiyse, malı bulunan kimse mal sahibinin isteğine göre malı ya aynen, ya da bedelen
ödemeğe mecbur edilir. Bunun için Hanefî ulemasına göre para verilirken kefaletle
verilmelidir. Parayı vasıflara dayanarak teslim eden kimse paranın teslim edildiği
kimsenin hakiki sahibi olmadığının anlaşılması üzerine geri isteme hakkı varsa da
beyyine karşılığında verdiği parayı hiç bir surette geri isteme hakkı yoktur. Eşyanın ya
da paranın, sahiplerini tesbit etmede işe yarayan üç vasfından, önem bakımından ilk
sırayı alanlar çıkın ile ağız bağıdır. Paranın mikdarı ikinci derecede gelir.

4. Yitik bir para bulan kimsenin onu alırken, sahibini bulduğu zaman vermek üzere
almış olması icab eder. Ona sahip olmak üzere alması ise, gasb hükmündedir.
Binaenaleyh bu şekilde almış olduğu yitik bir parayı telef veya kaybettiği takdirde,
herhangi bir kusuru olmasa bile ödemesi icab eder.

Yitik parayı bulan kimsenin, bu paraya karşı durumu bir emanetçilikten ibarettir. Bu
sebeple sahibi bulununcaya kadar onu muhafaza ve usûlüne göre ilan etmekle
mükelleftir. Şayet usûlüne göre ilan ettikten sonra harcamışsa yine de sahibine teslim
etmesi gerekir, cumhurun görüşü budur. Delilleri ise, mevzumuzu teşkil eden hadiste
geçen "Eğer sahibi gelirse ona teslim edersin" cümlesidir.

Gâsıb durumuna düşmemesi için onu sahibine vermek üzere aldığına dâir âdil bir
kimseyi şahit tutması gerekir. Nitekim 1709 numaralı hadisin şerhinde bu konu
gelecektir.

5. Bulunan bir mal, usûlüne göre bir sene ilân edildikten sonra sahibi çıkmazsa o
parayı kendisi için harcayabilir. Ancak bu parayı bulan kimsenin sözü geçen esaslar
dâiresinde ondan yararlanabilmesi için fakir olması şartının aranıp aranmaması hususu
fıkıh ulemâsı arasında ihtilaflıdır.

İmam Şafiî, "bulan kimse, o paraya sahip ve mâlik olarak istifâde eder" demiştir.
Hanefî imamlarına göre ise, fakir olursa, o mala sahip olarak ondan yararlanabilir.
Zengin olursa, esas sahibi adına onu sadaka olarak dağıtır. Ancak hükümetin izni ve
hâkimin hükmü ile bu mala zengin de sahip olabilir. Bu konuda imam Şafiî'nin delili,

[201

"Eğer sahibi gelirse öna ver, gelmezse ondan yararlan" mealindeki Ubeyy b. Ka'b
hadisidir. İmam Şafiî hazretlerine göre Hz. Übeyy zengin bir sahabî olduğu halde Hz.
Peygamber ona, bulduğu parayı bir sene ilan ettikten sonra sahibi çıkmadığı takdirde
bu parayı kendi hesabına harcayabileceğini ifâde buyurmuştur.

Bu meselede birisi, bulan kimsenin özel veliliği (velâyet-i hâssa), diğeri de devletin
umumî veliliği (Velâyet-i âmme) olmak üzere buluntu mal üzerinde iki velayet vardır.
Hanefîler zenginin tasarrufunu devletin iznine tâbi kılarak yitik bir mal bulan
kimsenin bir sene ilân sonunda sahibi çıkmaması halinde o mallardan yararlanmasının
devletin iznine bağlı olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bulunan para aslında bulanın
değildir.



İmam Şafiî'nin bu konudaki delili Hz. Ali'den rivayet edilen şu hadis-i şeriftir: "Bir
gün bir dinar bulmuştum. Bu para ile Resûl-i Ekrem'e gelip arz ettiğimde, "bunu ilân
et", buyurdu. Bir süre sonra gelip:

Ya Resûlullah! İlan ettim fakat bir bilene ve sahibine tesadüf edemedim, dedim.
Resûl-i Ekrem:

"Artık ondan yararlanabilirsin," buyurdu. Bu, bir dinarı üç dirheme rehin verip buğday
ve yağ aldım. Bu sırada paranın sahibi çıkageldi. Paranın evsafını tarif etti. Ben de
peygamber (s.a.)'e gelip haber verdim. Resûlullah (s.a.):



"Bu adam paranın sahibidir. Artık bunu ona ver," buyurdu. Ben de verdim.

Şafiî ulemasına göre Hz. Peygamber bu parayı Hz.Ali'ye bir sadaka olarak değil, mülk

olarak helâl kılmıştır. Çünkü Ehl-i Beyte sadaka almak haram olduğundan, Hz.

Peygamberin bu parayı Hz. Ali'ye sadaka olarak verdiği düşünülemez.

Her ne kadar adı geçen âlimler bu mevzuda bu hadise dayanmışlarsa da aslında bu

hadisin senedinde bulunan Şüreyk, Atâ b. Yesâr'dan hadis rivayet etmemiştir.

Dolayısıyla bu hadis munkati'dir ve delil olma niteliğinden mahrumdur. Adı geçen

alimlerin bu mevzuda dayandıkları ikinci delilleri de şu haberdir:

"Süfyan b. Abdullah bir gün bir heybe bulmuştu. Bunu Hz. Ömer'e getirip hükmünü

sordu. Hz. Ömer, bir sene ilân etmesini emretti. Ve sonra sana gelip evsafım tarif eden

olursa, ona verirsen; olmazsa, bu heybe senindir, demişti. Aradan bir sene geçtiği

halde sahip çıkmamıştı. Bu vaziyeti Hz. Ömer'e arz edince, Hz. Ömer:

Şimdi bu senindir. Çünkü Resûlullah (s.a.) bize bu suretle emretti, demiştir. Süfyân'm,

"benim buna ihtiyacım yoktur" demesi üzerine de Hz. Ömer, o heybeyi Beytü'l-mal

hesabına almıştır." Fakat bu hadis de Şâfıîler için delil olamaz. Çünkü Hz. Ömer "-Bu

heybe senindir" sözünü "artık bu senin malın olmuştur" anlamında söylememiştir.

Bu konuda Hanefîlerin delili de Hz. Ali'den rivayet edilen şu hadistir: "Hz. Ali'ye bir

gün birisi geldi, ben bir çıkın dirhem buldum. Evsafını tarif eden bir kimse zuhur

etmedi, ne buyurulur? diye sordu. Hz. Ali:

Tasadduk et, ileride sahibi zuhur eder de senin tasaddukuna razı olursa, ecri ona aittir.

[22]

Olmazsa, onu ödersin de, ecri senin olur, demiştir.

Yine Hanefi ulemasına göre açıklamakta olduğumuz hadiste Hz. Peygamber Hz.
Ubeyy'e hitaben, "Eğer sahibi gelmezse, o maldan kendin yararlanırsın"
buyurduğundan bahsedilmesi, yitik malı bulan kimse onu usûlüne göre yeterince ilân
ettikten sonra zengin de olsa onu kendi hesabına harcayıp ondan yararlanabileceğine
delâlet etmez. Çünkü Hz. Peygamber bu maldan yararlanabileceğini söylediği zaman
Hz. Übeyy, fakir idi. Nitekim şu hadis-i şerif de Hanefîlerin bu görüşünü
doğrulamaktadır:

"Siz sevdiğiniz mallardan infak etmedikçe asla cennete giremezsiniz" âyeti nâzîl
olunca, Ebû Talha "galiba Rabbimiz bizden mallarımızdan bir kısmını istiyor. Öyleyse
ey Allah'ın Resulü! Sen şâhid ol, ben Bârihâ denilen bahçemi Allah'a verdim", dedi
bunu nüzerine Resûlullah (s.a.):

"Sen onu akrabana ver" buyurdular. Ebu Talha' da onu Hassan b. Sabit ile Ubeyy b.
[231

Ka'b'a verdi.

Bu durum Hz. Peygamber'in, Hz. Übeyy'e bu yitik malı yeterince ilan ettikten sonra
sahibi çıkmazsa, ondan kendin yararlanabilirsin dediği zaman onun fakîr olduğunu



[24]

gösterir. Anlatılan olaylara bakılırsa Übeyy'in sonradan zenginleştiği anlaşılır.

6. Yitik malı bulan kimse o malı ilan etme velayetine sahiptir. Eğer ücretsiz olarak bu
malı ilân etme velayetini üzerine alacak birini bulabilir-se, bu velayet ona devredilir.
Eğer bu velayet hakkını bir ücret karşılığında başka birine devrederse, bu ücreti kendi
kesesinden öder. İmam Ah-med ile İmam Şafiî bu görüştedirler.

Ebu'l-Hattâb'a göre ise, eğer yitik malı bylan kimse, sırf onu sahibine ulaştırmcaya
kadar saklamak niyyetiyle almışsa ve usûlü dâiresinde ve yeterince ilân ettikten sonra
bile yine ona sahip olmak niyyeti yoksa, o malın sahibi çıkınca ücret karşılığında

£251

devrettiği bu ilân etme velayeti için ödediği ücreti mal sahibinden alabilir.

7. Yitik malı bulan kimsenin imkânı olduğu halde onu bulduğu sene içinde ilân
etmeyip bir sene geciktirmesi günahtır. Çünkü metinde geçen "...onu ilân et!.." emri
vucub ifâde ettiğinden, bu emrin gereğini yerine getirmek farzdır. Ayrıca 1709
numaralı hadis-i şerif de buna delâlet etmektedir. Çünkü malını kaybeden bir kimse
bir sene içerisinde malını bulamadığı takdirde artık ondan ümidini keser ve onu
aramaktan vazgeçer.

İmam Ahmed'e göre yitik mal bir sene ilân edildikten sonra artık onu ilân etme
sorumluluğu kalkar. Çünkü ilân etmenin hikmeti bir sene ilân etmekle gerçekleşmiştir.
Eğer yitik mal bulunduğu ilk sene içinde ilan edilmekle beraber, ilân edilmesi gereken
bazı günlerde ilânı ihmal edilmişse, ihmâle uğrayan bu ilân süresi ikinci yılda telâfi
edilir. Bu sayede kusurlu da olsa ilan etme yükümlülüğünden kurtulmuş olunur.
Çünkü "...ben size bir şey emrettim mi, ondan gücünüz yettiği kadarını yapınız. Bir

£261

şeyden sizi men'ettim mi onu derhâl bırakınız" buyrulmuştur.
Buraya kadar, bulunup alman bir yitik malın alındıktan sonraki hükümlerini kısaca
anlatmaya çalıştık. Yerden alınmadan önceki hükmü konusunda ise, İmam Kasânî
Bedâyi'ü's-sanâyî' isimli eserinde şu görüşlere yer vermektedir:

"Bulunan yitik bir malı bulunduğu yerden alıp kaldırmak bazı hallerde mendub, bazı
hallerde mubah, bazı hallerde de haramdır.

a. Eğer alınmadığı takdirde kaybolup gitmesinden korkuluyorsa, o takdirde onu
oradan alıp kurtarmak menduptur. Fakat böyle bir durumda yerinde bırakıldığı
takdirde sahibinin gelip alması ihtimali varsa, onu sahibine vermek üzere almak,
bırakmadan daha faziletlidir.

b. Eğer alınmadığı takdirde telef ya da kayb olması tehlikesi yoksa ve sahibinin gelip
onu orada bulması ihtimali varsa, Hanefîlere göre, onu almak mubahtır. Eğer
alınmadığı takdirde telef olmasından korkuîuyorsa almak vâcibtir.

1271

c. Kişinin bulduğu bir malı kendisi için alması ise, haramdır."
2. Müsedded'in Rivayeti

1702. ...Şu'be'den önceki hadisin mânâsı rivayet edilmiştir. (Şube'nin bu rivayetine
göre hocası Seleme b. Küheyl önceki hadisi, Resûlullah uç defa, "onu bir yıl
(boyunca) ilan et." buyurdu şeklinde rivayet etmiş, (sonra da) şöyle demiştir.
"Resûlullah (s.a.), Ubey b. Ka'b'a bu üç defa tekrarlama işini bir sene içerisinde mi,



1281

yoksa uç sene içinde mi, yerine getirmesini emretmiş, iyice bilemiyorum."



3. Mûsâ B. İsmail'in Rivayeti

1703. ...Mûsâ b. İsmail, Hammâd kanalıyla Seleme b. Küheyl'-den aynı sened ve
manada bir Önceki 1701 no'lu hadisi rivayet etmiştir. (Râvi Seleme buluntu malın)
ilânı hakkında (yaptığı bu rivayette) şöyle dedi:

(Süveyd b. Gaf ele bana buluntu bir malın) "İki yahutta üç yıl" (bekletilmesi
gerektiğini) söyledi. (Ve Hz. peygamber Hz. Ubeyy b. Kab'a; "Bulduğun kesenin
(içinde bulunan paraların) sayışım ve (kesenin) ağız bağım tesbit et" buyurdu" (Bu
hadisin râvilerinden Hammâd kendi rivayetinde hadise şunları da) ilâve etti: "Eğer
sahibi gelir de (buluntu kesenin içindeki paraların) miktarını ve (kesenin) ağız bağını
bilecek olursa, keseyi ona ver".

Ebû Dâvûd dedi ki: bu "miktarını bilecek olursa" sözünü bu hadîste Hammâd'dan

1291

başka rivayet eden olmadı.
Açıklama

Musannif Ebû Dâvûd, hadisin bu rivayetini de ayrıca zikretmekle Şu'be'nin, Seleme b.
Küheyl'den rivayet ettiği 1701 numaralı hadisle Hammâd İbn Seleme'nin rivayeti
arasındaki farka işaret etmek istemiştir.

Bilindiği gibi Şu'be, sözü geçen hadiste Hz. Peygamber'in, Übeyy b. Ka'b'a buluntu bir
parayı üç sene içerisinde üç defa ilan etmesini emrettiğini rivayet etmiştir.
Hammâd b. Seleme'nin rivayetine göre ise, Hz. Peygamber Hz. Ubeyy'e buluntu
parayı iki yahut da üç yıl ilân etmesini emretmiştir. Ayrıca Ham-mad'm rivayetinde
Hz. Peygamber'in Hz. Übeyy'e "Eğer kesenin gerçek sahibi gelirde onun ağız bağını
ve içindeki paraların miktarını bilecek olursa o zaman keseyi ona teslim et" dediğine
dair bir ilâve bulunmaktadır.

Gerçekten bu hadiste buluntu paranın ilan süresi ile ilgili "üç sene" kaydı, pekçok
râviler tarafından rivayet edilmiş olmakla beraber 'İki sene" kaydı Hammâd İbn
Seleme'nin dışında hiç bir raviden rivayet edilmemiştir.

Hammâd b. Seleme'nin rivayetinde geçen "Sahibi gelir de kesenin ağız bağını ve
içindeki paraların miktarını bilirse keseyi ona teslim et"

mealindeki ilâveye gelince, her ne kadar Musannif Ebû Dâvûd, "bu cümleyi
Hammâd'dan başka rivayet eden yoktur", demişse de, aslında bu söz doğru değildir.
Nitekim Müslim'in bu hadîsi rivayet ettikten sonra, "Süfyan, Zeyd İbn Ebî Uneys ve
Hammâd b. Seleme hadisinde, "şayet sana biri gelir, onun sayısını, çıkınım ve ağız

1301

bağını haber verirse onu kendine veriver" ifâdesi vardır" demesi de bu gerçeği
ortaya koymaktadır.

Hafız İbn Hacer el-Askalanî de musannif Ebû Davud'un bu tesbiti-nin isabetsiz

1311

olduğunu söylemiştir.

Hammâd b. Seleme'nin rivayetinde bulunan bu ziyâde cümleye dayanarak, İmam
Malik, İmam Ahmed, Dâvûd, Leys b. Sa'd ve Buhârî, para kesesi bulan kimsenin bu



paranın kendisine ait olduğunu iddia eden bir kimsenin gelip de paranın miktarını,
kesesini ve kesenin ağız bağım bilmesi halinde, başka bir delil istemeden bu paranın o
kimseye teslim edilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Hatta Buhârî, Sahih'inde "yitik
malın sahibi olduğunu iddia eden bir kimse ortaya çıkıp da malın alâmetlerini söyleye-

132]

bildiği zaman mal kendisine teslim edilir," başlıklı bir bab açarak bu manaya
geîen hadisleri orada toplamıştır.

Hanefîlerle Şâfıîlere göre ise, bu paranın kendisine ait olduğunu iddia edip de sözü
geçen üç vasfı bilen bir kimseye sırf bu vasıflan bilmesinden dolayı paranın teslimi
gerekmez. Fakat parayı bulan kimse paranın kendisine ait olduğunu iddia eden
kimsenin doğru söylediğine herhangi bir şekilde kanaat getirmesi hâlinde kendisine
paranın bu vasıflarını sormadan da teslim edebilir. Ancak teslim etmek zorunda
değildir. Paranın kendisine ait olduğunu isbatlayan bir delil ortaya koyması halinde ise
parayı ona teslim etmeye mecburdur. Birinci görüştekiler paranın teslim edilmesini
gerektirmesi hâlinde delil getirmeyi vasıfları bilmekten daha kuvvetli görmekle
beraber, parayı kaybedenin onu zaten gaflet anında düşürdüğü için paranın kendisine
ait olduğunu isbatlamasmm imkânsız derecede zor olduğundan burada vasıflarını
bilmenin delil yerine geçtiğini söylemişlerdir. Yine bu görüşü savunan ulemâya göre
yitik bir paranın kendisine ait olduğunu, vasıflarını saymakla isbat eden iki kişinin

£331

çıkması hâlinde de aynı yola başvurulur.

[341

Bu konuda Hanefîlerle Şâfiîlerin delili "delil iddia edene gerekir" hadisidir.

1351

Nitekim bir önceki hadisin şerhinde açıklandı.
4. Kuteybe B. Saîd'in Rivayeti

1704. ...Zeyd b. Hâlid el-Cühenî'den (rivayet edildiğine göre) bir adam Resûlullah
(s.a.)'a, buluntu malın hükmünü sormuş O (s.a.)'da;

"Onu bir sene ilan et! Sonra ağız bağıyla çıkınını iyice tespit et ve harca. Eğer sahibi
gelirse, ona verirsin" buyurmuş. Bunun üzerine (adam):

Ey Allah'ın Resulü, ya yitik davar (nasıl bir muameleye tabi tutulacak?) demiş, (Hz.
Peygamber de:)

"Onu da al, çünkü o ya senindir ya da (bir din) kardeşinindir. Yahut da kurdundur"

buyurmuştur.

(Bunun üzerine adam:)

Ey Allah'ın Resulü ya yitik develer (nasıl bir mualeye tabî tutulurlar) demiş.
Resûlullah (s.a.) de yanakları ya da yüzü kızaracak kadar öfkelenip:
"Sahibi gelinceye kadar onun ayakkabısı da su kırbası da beraberindedir. Onlardan

1361

sana ne?" buyurmuştur.
Açıklama

Hıza ayakkabı anlamına gelir. Burada mecazen deve ayağı anlamında kullanılmıştır.
Sika ise lügatte su tulumu anlamına gelir. Burada ise, deve karnı anlamında



kullanılmıştır. Deve bir defada bir kaç günlük su ihtiyacını içebildiğinden karnı su
tulumuna benzetilmiştir.

Bilindiği gibi kaybolan bir malın yitik bir mal hükmüne girebilmesi için onun kendi
kendini müdafaadan âciz olması ve telef olma tehlikesine mâruz kalmış olması
gerekir. İşte bu durumda olan bir mal bulunduğu zaman onu telef etmekten kurtararak
sahibine eriştirmek amacıyla yerden alıp saklamak meşru kılınmıştır. Deve için
herhangi bir şekilde telef olma söz konusu değilse de koyun ve keçi türünden olan
hayvanlar için bu tehlikeler söz konusu olduğundan bunlar yitik olarak bulunduğu
zaman sahiplerine teslim etmek amacıyla alınıp saklanmaları meşru kılınmıştır.
Resûl-i Zişân efendimiz yitik koyun ve develer hakkındaki sorulara farklı cevaplar
verirken bu incelikleri ifâde etmek istemiştir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte geçen "Onu bir sene ilân et" cümlesini
açıklarken ilim adamları şu görüşlere yer vermişlerdir:

Bu emrin zahiri ilan etme işinin tekrar tekrar yapılması icabettiğini ifâde etmektedir.
Meselenin özü şudur: "Eğer ilan et" emrinin zarfı, sene ise, o zaman ilan işini senede
bir defa yapmak yeterli olur. Fakat bu emri alışılmış olan ilan etme şeklinde anlamak
icab eder ki, bu takdirde bu emrin yerine getirilmesi, ancak malın sahibinin kulağına
gitmesi ihtimalinin bulunduğu her yer ve zamanda usûlüne uygun olarak ilan etmekle
gerçekleşebilir.

Bu konuda Hanefî ulemasından îbn Melek de şöyle diyor: "Bu ilan emri ancak ilk
hafta, birisi her gün gündüzün başında diğeri sonunda olmak üzere günde iki defa
yapmakla, ikinci hafta her gün bir defa yapmakla, bundan sonra da haftada bir defa
yapmakla gerçekleşir. İmam Mâlik ile İmam Şafiî ve İmam Ahmed bu görüştedirler."
Bu mevzuda Hidâye'de şöyle denmektedir:

"On dirhemden daha az bir değere sahip olan bir mal günlerce ilan edilir. On dirhem
veya daha fazlası için ise, bir yıl ilan edilir. Üçüncü bir görüşe göre ilan müddetinin

£371

takdiri yitik malı bulan kimseye aittir."
Bazı Hükümler

1. Yitik deveyi sahibi bulununcaya kadar onu serbest bırakmak gerekir. Malık, Evzaı
ve Şanının kavli böyledir. Hanefîlere göre yitik deveyi almak mekruhtur. Yani sahi-
Ibini bulmaya çalışmak ve ilan etmek üzere bunu barındırmak mekruhtur.
el-Leys b. Sa'd ise, yitik deveyi köylerde ve meskûn sahalarda bulan iyi niyetli kimse
alır, fakat sahrada bulursa alamaz, demiştir. Mâlik ve Şafiî'den birer rivayet de
böyledir. Hanefi'lerden de bu kavi rivayet olunmuştur.

Şafiî âlimleri: Yitik deve köy ve şehirden uzak yerlerde görülürse muhafaza edilmek
üzere hakim veya başkası onu alabilir. Fakat mülkiyetine geçirmek niyetiyle alıp
götürmek haramdır. Şayet yitik deve köyde bulunur ise, usûlü dâiresinde ilân etmek ve
buna rağmen sahibi çıkmadığı takdirde mülkiyetine geçirmek niyetiyle bunu almak
caizdir. En sahih kavil budur, demişlerdir.
Yitik Sığırın Hükmü:

Tâvûs, Evzâî, Hanefîler ve İmam Mâlik'in bazı arkadaşları "yitik sığır, yitik deve
gibidir" demişlerdir. İmam Mâlik ve Şafiî ise, "yitik sığır tehlikeli bir yerde ise, yitik
koyun hükmündedir. Aksi halde yitik deve hükmündedir" demişlerdir. Başka görüşler
de vardır.



2. Yitik koyun ve keçiyi gereği yapılmak üzere almak caizdir. Cumhur ve Hanefiler bu
hadisi delil göstererek böyle hükmetmişlerdir.
Tekmile yazarı bu konu hakkında özetle şöyle der:

"el-Leys b. Sa'd'in kavline ve bir rivayetinde Ahmed'in kavline göre yitik koyun ve
keçiyi ancak devlet yetkilisi alabilir, kişiler alamaz." Bu hadis bu görüşü reddeder.
Bazı âlimler: Yitik koyun ve keçiyi meskûn sahada almak caiz değildir. Fakat çölde,
dağda ve benzeri yerde almak caizdir, demişler ise de bu hadis bu görüşü de reddeder.
Çünkü Resûl-i Ekrem (aleyhisselatü vesselam) böyle bir ayırım yapmaksızın
alınmasını emretmiştir. Eğer meskûn saha ile çöl ve dağ arasında bir fark bulmuş
olsaydı, Resul-i Ekrem (s. a.) bu durumu soru sahibine soracaktı veya olan farklılığı
belirtecekti. Kurt meskûn sahalarda bulunmaz ancak çölde, dağda ve benzeri yerlerde
bulunur denemez. Çünkü koyun ve keçinin bu gibi yerlerde kurta yem olması köy ve
şehirlerde kurttan başkasına yem olmamasını gerektirmez. Yani bu yerlerde çalınma
gibi tehlikeler de mevcuttur. Diğer taraftan sahibi meçhul yitik mal çölde olsun köy ve
şehirlerde olsun lukata hükmüne tâbidir.

Resûl-i Ekrem (s.a.)'in, "Çünkü o ya senindir ya senin kardeşinindir, ya da
kurdundur." buyruğunun zahirine göre, yitik koyun ve keçiyi bulan kimse ondan
yararlanabilir. îbn Kudâme bu konu hakkında özetle şöyle der:

Yitik koyun ve keçiyi bulup alan kimsenin, dilerse, (evsafını ve alametlerini tesbit
ettikten sonra) hemen yemesinin cevazı üzerinde âlimler icma etmişlerdir. Bu hükmün
dayanağı ise, Resûl-i Ekrem (s.a.)'in; "O ya senindir, ya kardeşinindir veya kurdundur"
mealindeki buyruğudur. Çünkü bu buyrukta hayvancağız bulana ait kılınmış ve bulan
kimse ile kurt eşit kılınmıştır. Sonra hayvan sahibi için en kârlı iş budur. Çünkü
hayvancağız hefrıen boğazlanıp yenmezse bakım ve beslenmesi sorunu doğar.
Hayvanın uzun süre elde tutulup bakım ve yem masrafı bazen değeri kadar bir meblağ
tutar. İleride sahibi çıktığı zaman, icabında hayvmm değeri kadar masraf ödeme
durumunda kalabilir. Fakat bunun alâmet ve evsâfı tesbit edilip kıymeti de takdir
edildikten sonra hemen yenilmesi ve pahasının teslim edilmek üzere muhafaza
edilmesi en kârlı yoldur, demiştir.

Yitik koyun ve keçiyi (evsafı belirlenip değeri takdir edildikten sonra) hemen yemenin
câizliği hususunda bu hayvancağızı çölde, dağda ve benzeri yerlerde bulmak ile
şehirde bulmak arasında bir fark yoktur. Fakat Ebû Ubeyd, Şâfuler ve İbnu'l-Münzir,
bunu şehirde bulan kimse satabileceği için yiyemez. Satıp da değerini muhafaza
etmesi gerekir. Fakat çölde bulan kimse satma imkânına sahip olmadığı için yiyebilir
demişlerdir. Cumhurun görüşü ilk görüştür. Cumhurun delili hadiste bir kayıtlanmanın
olmayışıdır. Ayrıca sahrada yenilmesi helâl olan bir şeyi şehirde yemek de helâldir.
İbn Kudâme sözlerine devamla şöyle der: "Yitik koyun ve keçiyi bulan kimse yukarda
anlatıldığı şekilde dilerse bunu kesip yiyebildiği gibi dilerse bunu kendi malından
besler, karşılıksız olarak bakar ve mülkiyetine geçirmez. Sahibi çıkınca ona teslim
eder. Bulan kişi şayet ilerde hayvan sahibinden tahsil etmek üzere hayvanın bakım ve
yem masrafını tesbit edip bu durumu şâhidlerle tevsik eder ve sonra hayvan sahibi
bulunursa, anılan masraflar hayvan sahibinden tahsil edilebilir mi? Bu hususta iki
rivayet vardır: Bir rivayete göre anılan masraf tahsil edilebilir. Diğer rivayete göre
tahsil edilemez. İkinci görüş Şâ'bî ve Şafiî'nin kavlidir. Bunun gerekçesi de şudur:
Hayvanın bakım ve yemi hergün tekrarlanır. Bazan hayvanın değeri kadar masraf
olabilir. Bu itibarla yitik hayvancağızı bulan kişinin bunu derhal satıp bedelini
muhafaza etmesi veya bedelini takdir ve tesbit ettikten sonra boğazlayıp yemesi ve



bedelini saklaması hayvan sahibi için daha kârlıdır.

Yitik koyun veya keçiyi bulan kimsenin üçüncü bir yolu, bunu satıp bedelini
muhafaza etmesidir. Satış işini bizzat yapabilir. Şafiî'nin bazı arkadaşlarına göre satış
işini ancak devlet yetkilisinin izni ile yapabilir. Cumhurun görüşüne göre devlet
yetkilisinden izin almaya gerek yoktur."

3. Lukata'yı (yani yerde bulunan sahibi meçhul para ve diğer eşyayı) iyi niyetle almak
caizdir. Alman mal az olsun çok olsun, bir yıl ilân edilir. Sahibi çıkmazsa, bulana helâl
olur. Bulan kişi bulduğu malın alâmetlerini ve evsafını iyice belirlemek zorundadır.
[38]

5. İbnu's-Serh'in Rivayeti

1705. ...Önceki hadisin mânâsı aynı senetle (bir de) Mâlik (b. Enes)'den rivayet
edilmiştir (ve bu rivayette onların) "su tulumu beraberindedir (bu sayede onlar) suya
gelirler, ağaçlan otlarlar" (sözünü) ekledi, (fakat önceki hadiste) yitik koyunlar
hakkında (geçen) "onu al (çünkü ya senindir, ya din kardeşinindir, yahut da
kurdundur" sözünü) rivayet etmedi.
Yitik mal hakkında da (şunları) rivayet etti:

"Onu bir sene ilan et, eğer sahibi gelirse (teslim edersin), gelmezse onu nasıl istersen
yap" (Fakat önceki hadiste geçen "onu kendin için sarfet" sözünü rivayet etmedi.)
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi es-Sevrî ile Süleyman b. Bilâl ve Hammâd b. Seleme de
Rabia 'dan aynen Mâlikin rivayeti gibi rivayet ettiler; "onu al (Çünkü o ya senindir...

£391

ya din kardeşinindir, ya da kurdundur)9* sözünü rivayet etmediler.
Açıklama

Bir önceki hadis-i şerifin tetkikinden de anlaşılacağı gibi bir önceki hadise nisbetle
Mâlik b. Enes'in bu rivayetinde bulunan ilâve "suya gelirler, ağaçlan otlarlar"
cümlesidir. Bu cümlenin başında bulunan "Sikauha: su tulumu" kelimesi, bu fazlalığa
dahil değildir. Bu hadiste bir önceki hadise nisbetle bazı eksiklikler de bulunmaktadır.
Bunlardan birisi bir önceki hadiste bulunan yitik koyunlar hakkındaki "onu al, çünkü
ya senindir ya din kardeşinindir, ya da kurdundur." cümlesidir.

Ayrıca Mâlik bu rivayetinde önceki hadisten farklı olarak yitik mal konusunda "onu
bir sene ilan et, eğer sahibi gelirse (verirsin) gelmezse nasıl istersen öyle yap,"
sözlerini rivayet etmiş, buna karşılık bir öncçki hadiste yer alan "onu kendin için
sarfet," anlamına gelen "istenfik" sözünü rivayet etmemiştir.

Gerçekten de Musannif Ebû Davud'un dediği gibi imam Mâlik'in rivayet ettiği bu

[401

hadisi muttasıl olarak Buhârî ile Müslim ve Beyhakî de rivayet etmişlerdir.
Süleyman b. Bilârin rivâyetindeki hadisi de yine Buhârî ile Müslim ve Beyhakî rivayet

m

etmişlerdir. Fakat Süleyman b. Bilârin rivayet ettiği bu hadisin Buhârî'deki

1421

metinlerinin birinde, "Onu al, Çünkü o ya senindir..." cümlesi de bulunmaktadır.
Musannifin ta'likde rivayet ettiği İmam Mâlik'in bu rivayetini destekleyenlerden biri



de Hammâd b. Seleme'nin rivayet etiği ve musannifin da Sünen'ine aldığı ileride
gelecek olan 1708 numaralı hadistir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif yitik malı bulan bir kimsenin yeterince ve
usûlüne göre ilan ettikten sonra ona sahip olabileceğine delâlet etmektedir. Biz fıkıh
âlimlerinin bu konudaki görüşlerini 1701 numaralı hadisin şerhinde açıklamış
£431

bulunmaktayız.

6. Muhammed B. Râfî'in Rivayeti

1706. ...Zeyd b. Hâlid el-Cühenî'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.)'e buluntu
mal(m nasıl bir muameleye tabi tutulacağı) sorulmuş, o (s.a.)'da şöyle cevap vermiş:
"Onu bir sene ilân et. Eğer arayıcısı gelirse, ona ver. Eğer gelmezse, onun kabını ve
ağız bağını tesbit et, onu malına kat. Eğer (onu harcadıktan sonra bir gün onun)

1441

arayıcısı çıkıp gelecek olursa, onu(n değerini) kendisine veriver."
Açıklama

Hadis-i şerif, yitik mal bulan kimseye bir süre sonra bir kimsenin gelip de malın
vasıflarını sayarak onun kendisine ait olduğunu iddia etmesi hâlinde bu malı teslim
etmek gerektiğine delâlet etmektedir.

İmam Mâlik ile İmam Ahmed'e göre, malı arayan kimsenin malm vasıflarım sayıp
dökmesi hâlinde, gerçekten ona ait olduğuna dair malı bulanın kalbinde bir kanaat
hâsıl olursa, malı ona teslim etmesi farzdır.

Hanefî ulemâsı, îmam Şafiî ve cumhuru ulemâya göre ise, hadiste geçen "kendisine
ver" emri "nedb," ifade ettiğinden malı bulan kimsenin, malm kendisine ait olduğunu
söyleyerek vasıflarım sayıp döken kimseye teslim etmesi farz değil, mendubtur.
Ancak malm kendine ait olduğunu iddia eden kimse bu iddiasını delille isbatlayacak
olursa, o zaman, bu malı ona teslim etmek farz olur.

Bu durum malm harcanmasmdan sonra bile sâhabinin çıkması hâlinde, en azından
malm bedelinin ona ödenmesi gerektiğini yitik malm, onu bulanın elinde bir emânet
olduğuna/ ve sahibinin belirlenmesi halinde ona teslim edilmesi icabettiğini gösterir.
Bu mevzuda Hattâbî şöyle demiştir:

"Sonra ondan yararlan" ifadesi, yitik bir mal bulan kimsenin usûlüne göre ve yeterince
onu ilan ettikten sonra, sahibinin çıkmaması halinde, sahibi çıkınca kendisine bedelini
ödemek şartıyla, onu harcayabileceğine, bunda hiçbir kerahet olmadığına delâlet
etmektedir. Her ne kadar İmam Mâlik; "O, ya senindir, ya da kurdundur" mealindeki
1704 numaralı hadis-i şerife dayanarak "çölde bir koyun bulup da yiyen kimse
sonradan sahibinin çıkması halinde o koyunun bedelini ödemekle mükellef değildir"
demişse de bu hadiste geçen '*eğer arayıcısı çıkıp gelirse onu(n değerini) kendisine
veriver" cümlesi aleyhine bir delildir.

Bu cümleye dayanarak İmam Şafiî de "ister şehirde ister şehir dışında bulmuş olsun,
bulduğu bir koyunu yiyen kimse sahibinin çıkması halinde onu ödemekle
yükümlüdür," demiştir ki Hafız İbn Hacer'in dediği gibi, Hz. Peygamber'in ona yeme
izni vermeden önce sahibinin gelmesi halinde ona teslim etmeyi emretmesi İmam



[451

Şafiî'nin bu görüşünü kuvvetlendirmektedir.

7. Ahmed B. Hafs'ın Rivayeti

1707. ...Zeyd b. Hâlid el-Cühenî'den rivayet edilmiştir. Dedi ki:
Resûlullah (s.a.)'a lukata(mn nasıl bir muameleye tabi tutulacağı) soruldu da...
Bundan sonra (1704 no'lu) Rabia hadisinin bir benzerini rivayet etti.

(Abdullah b. Yezîd bu hadisi) şöyle rivayet etti: (Hz. Peygambere) buluntu mal(m
nasıl bir işleme tabi tutulacağı) soruldu da o (s. a.), şöyle cevap verdi:
"Onu bir sene Han edersin, eğer sahibi gelirse onu kendisine teslim edersin. Gelmezse,
ağız bağım ve çıkınını belirlersin sonra onu kendi malına katarsın. Eğer bir süre sonra

[461

sahibi gelecek olursa bunu ona veriverirsin."
Açıklama

Hadis-i şerif yitik malı bulan kimsenin bir sene ilan ettikten sonra sahibi çıkmasa bile
yine ona kayıtsız şartsız sahib olamayacağına, bir başka ifadeyle, sahibi ne zaman
ortaya çıkarsa çıksın, onu isteme hakkına sahip olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim
bir önceki hadisin şerhinde açıkladık.

Yine bu hadisin zahiri, yitik malı bulan bir kimsenin, o malın kendisine ait olduğunu
iddia eden kimseye hiç bir delil istemeden teslim etmesi gerektiğini ifâde etmektedir.
Ancak 1 703 ve 1 706 numaralı hadisler, bu hadis-i şerifi kayıtladığından bu hadisi sözü
geçen hadislerle birlikte ele almak icabeder. Bu bakımdan bulunan bir malın sahibine
hangi şartlarla teslim edilebileceği hususu için anılan hadislerin şerhlerine müracaat

1421

edilmelidir.

8. Musa B. İsmail'in Rivayeti

1708. ...(Bir önceki hadisin) manası (bir de 1704 numaralı) Kuteybe (b. Abdurrahman)
hadisinin senediyle yani Rabia b. Ebî Abdurrahman yoluyla (rivayet edilmiştir. Şu
farkla ki Hammâd b. Seleme) bu rivayete şu cümleyi de eklemiştir:

"Eğer arayıcısı gelir de (malın) çıkınını ve miktarını bilirse, onu ona verîver". (Bu
hadisin) bir benzerini de yine Hammâd, Ubeydullah b. Ömer, Amr b. Şuayb, onun

148]

babası ve dedesi yoluyla Peygamber (s.a.)'den rivayet etmiştir.
Açıklama

Ebû Davud'un hadise ait üç taliki aşağıda ayrı ayrı ele alınarak değerlendirilecektir.
Bilindiği gibi bu hadisin benzeri daha önce 1704 numarada geçmiştir.
Ancak burada 1704 numaralı hadisten fazla olarak bir de Hammâd b. Seleme'nin ilâve
ettiği "eğer arayıcısı gelir de malın çıkınım ve miktadıfmı bilirse, malı ona veriver"
anlamına gelen bir cümle bulunmaktadır.

Bu hadisin zahirine bakarak İmam Mâlik (r.a.) buluntu bir malın vasıflarını sayarak



onun kendisine ait olduğunu iddia eden bir kimseye bu malın başka bir delil
aranmadan teslim edilmesi farz olduğunu söylemiştir.

Şâfıîlerle Hanefîler ise yine bu hadisten, malın sahibi olduğunu iddia eden kimsenin
malın vasıflarını sayıp dökmesi neticesinde malı bulan kimsenin kalbinde malın o
kimseye ait olduğuna dair bir kanaat uyanırsa malı o kimseye teslim etmesi caiz
olmakla beraber, farz değildir. Çünkü "buradaki emir farziyyet ifâde etmez,
mendupluk ifâde eder" demişlerdir.

Hammâd b. SeJeme'nin metinde geçen ilâvesini Müslim, Hammâd b. Seleme Yahya b.
Said, Rabiatü'r-Rey, İbn Ebi Abdirrahman, Yezid, Zeyd b. Halid el-Cüheni zinciriyle
ve şu mânâya gelen lâfızlarla rivayet etmiştir:

Bir adam Peygamber (s.a.)'e kaybolan develerin hükmünü sormuş..." Rabia şunu ilâve
etmiş: "Bunun üzerine kızdı. Hatta yanakları da kızardı" ve hadisi yukandakilerin
hadisi gibi rivayet etmiş şunu da ilave etmiş: "Şayet sahibi gelir de muhafazasını,

1421

sayısını ve bağını bilirse, onu kendisine veriver! Aksi takdirde o senindir."

(a) Ebû Dâvûd dedi ki: Hammâd b. Seleme'nin, Seleme b. Kü-heyl, Yahya b. Said,
ubteydullah b. Ömer ve Rabia'nm "Eğer sahibi gelir (yitik malın) çıkınını ve (çıkının)
ağız bağım bilecek olursa, o malı ona teslim ediver" (şeklindeki) hadisine yaptığı şu
"çıkını ve (çıkının) ağız bağını bilirse" (sözlerinden oluşan) ilâve (bu hadisin diğer

JM

yollardan gelen rivayetlerine) tercih edilebilecek nitelikte değildir.
Açıklama

Her ne kadar musannif, Hammâd b. Seleme'nin bu ilâvesinin diğer rivayetlerden daha
sağlam olmadığını söylemişse de aslında bu ilâveyi Müslim de Sahih'inde rivayet

£511

etmiş ve İbn Hacer de Musannif Ebû Davud'un bu tespitinin isabetsiz olduğunu
1521

söylemiştir. Nitekim 1703 numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık. Ayrıca İbn

[531

Hazm da Musannifin bu kanaatinin doğru olmadığını ifade etmiştir.

(b) (Ebû Dâvûd dedi ki:) Ukbe b. Süveyd'in babası vasıtasıyla Peygamber (s.a.)'den
(rivayet ettiği) hadiste de (Zeyd b. Hâlid el-CühenVnin rivayet ettiği 1706 no'lu
hadiste) olduğu gibi (Hz. Peygamber'in kendisine yitik malın nasıl bir işleme tabi
tutulacağını soran bir kimseye):

[541

"Onu bir sene ilan et!" buyurdu(ğu ifade edilmektedir.)
Açıklama

Her ne kadar musannif, Hammâd ibn Seleme'nin bu ta'lîki buluntu bir malın bir sene
ilan edilmesi gerektiğini ifâde eden 1706 numaralı hadîsi takviye için getirmişse de
aslında Ebû Davud'un bu talikini Taberâni ile Beğavi, Elhumeydî ve ibn Seken şu
senedle zinciriyle Hz. Peygambere ulaştırmışlardır. "Muhammed ibn Ma'n-elğıfârî,
Rabia, Ukbe ibn Süveyd ve babası Süveyd. Söz konusu ta'lîk şu manaya gelen
lafızlardan ibarettir. "Resûlullah (s.a.)'e lükatayı sordum da:



1551

"Onu bir sene ilan et, sonra onun kabım muhafaza et", buyurdu.

(c) (Ebû Dâvûd dedi ki) Ömer b. ei-Hattâb'm Peygamber (s.a.)'den rivayet ettiği

hadiste de (Zeyd b. Halid el-CühenVnin rivayet ettiği 1706. hadiste) olduğu gibi (Hz.

Peygamber'in, kendisine yitik malın nasıl bir işleme tâbi tutulacağını soran bir

kimseye):

[561

"Onu bir sene ilân et." buyurdu(ğu ifâde edilmektedir.)
Açıklama

Bu ta'lîki de Tahâvi ile Beyhakî, Amr ibn Şuayb'dan O'da Süfyân ibn Abdillâh'm
oğullan Amr ile Asım'dan, O'nlar da babaları Süfyân ibn Abdillah'dan O'da Hz.

[571

Ömer'den O'da Hz. Peygamberden rivayet etmiştir.
9. Müsedded'in Rivayeti

1709. ...İyaz b. Hımâr'dan; demiştir ki: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur:

"Kim bir yitik mal bulursa bir veya iki adaletli kimseyi (bu malı emânetine aldığına
dâir) şâhid tutsun, gizlemesin ve kaybetmesin. Eğer sahibi çıkarsa ona versin, eğer

[58]

çıkmazsa, o zaman o aziz ve celîl olan Allah'ındır, onu istediğine verir.
Açıklama

Tutulacak âdil şâhid sayısının bir veya iki olduğuna dair tereddüt râviye aittir. Ahmed
ve Tahâvî'nin rivayetlerinde bu tereddüd durumu yoktur. Oralardaki rivayette iki âdil
şâhid'in tutulması emredilmiştir. Lukataya ait tutulacak şâhidlerin hangi hususlar için
tutulacağı hakkında birkaç görüş vardır:

a. Kişi sadece bir lukata bulduğuna dair şâhidler tutacak fakat bulduğu malın evsafını
açıklamayacaktır ki, herhangi bir yalancı kimse haksız yere bu mala sahip çıkmasın.

b. Kişi bulduğu malın evsafım tesbit etmek için şâhidler tutacak ve bütün vasıfları
şâhidlere anlatacak ki günün birinde ölürse vârisleri o malda tasarruf etmesinden
dolayı kendisinin malı olduğunu sanmasınlar. Şafılerin bir kısmına göre kişi bulduğu
malın bazı vasıflanıl şahidlendirecek ve bazı evsafım gizli tutacaktır. Nevevî "en

' Iİ91
sıhhatli görüş budur" der.

Bazı Hükümler

1. Lukata yani yitik mal bulan kimse bunu alınca durumu şahıdlerle tespit etmelidir.
Şahit tutmaya ait hadisteki emrin hükmü hakkında âlimler ihtilâf etmişlerdir. Şöyle ki:
a. Hanefîlere göre kişinin bulduğu malın onun yanında emânet sayılıp kusur ve ihmali
olmadıkça zayiinden ve helak olmasından sorumlu tutulmaması için şahid tutmuş
olması şarttır. Eğer şâhid tutmamış ise, mal onun yanında helak veya zayi olursa,



kusur ve ihmali olsun veya olmasın, mal sahibi ortaya çıktığında ödettirir. Kişi yitik
malı sahibine teslim etmek

üzere iyi niyetle aldığını, fakat şâhid tutmadığını söyler ve mal sahibi de onu
doğrularsa, bu takdirde kişi o maim helak veya zayiinden sorumlu değildir. Şu halde
bir adam yitik bir mal bulup yerden alıp da durumu şâhidlendirmez ve sonra henüz
sahibi bulunmamış iken adamın kusuru olmaksızın mal helak veya zayi olur, sonra
sahibi çıkar ve adam durumu anlatır mal sahibi de adamın iyi niyetle malı
götürdüğünü doğrularsa, adama malın değerini ödettiremez. Şayet mal sahibi adamı
yalanlarsa, Ebû Hanî-fe'ye göre malı tazmin ettirir. Ebû Yûsuf ile Muhammed'e göre
adam bulduğu malı sahibine iade etmek niyetiyle aldığına yemin ederse ödetme
durumu kalmaz.

b. Şafiî'ye göre kişinin yitik mal bulduğunu şahidlendirmesi vâcibtir. Şafiî, hadisin
zahirini esas almıştır. Bir de şu durum vardır: Adam şahid tutmayınca, görünüşte adam
malı kendi nefsi için almış gibi olur.

c. Mâlik, Ahmed ve meşhur kavlinde Şafiî, "ŞahuJ tutmak müstehabdır. Hadisteki
emir müstehablık içindir. Çünkü sahih hadislerde yitik mala şahid tutma emri yoktur.
Bu hadislere bakılınca burdaki emrin, müstehablık için olduğu kanaati hâsıl olur"
demişlerdir.

Hattâbi, bu hadisin şâhid tutma emri, eğitim ve irşâd anlamı taşır. Şahid tutma
hakkında ikilhikmetlvardır: Birisi şudur: Şahid tutulmadığı takdirde nefis ve şeytan,
yitik malı götüren adamın kalbine vesvese sokabilir. Adam malı götürürken iyi niyetle
götürmüş olmasına rağmen,sonra nefis ve şeytan yitik malı götüren adamı iğfal
edebilir ve hiyânete sürükleyebilir. Adam şahid tutmuş ise, böyle bir tehlike endişesi
kalmaz. İkinci hikmet de şudur: Adam aniden ölebilir. Mirasçıları da bunu onun öz
malından sayarak bölüşebilirler. Şâhid tutulmuş ise, böyle bir tehlikeye yer kalmamış
olur.

2. (Zeydîlerin bir kolu olan) Hâdeviler hadisin "mal sahibi gelmezse artık o, Allah'ın
malıdır" cümlesini delil göstererek bir yıl süre ile usûlüne uygun olarak ilân
edilmesine rağmen sahibi çıkmayan yitik mal bunu bulan kimsenin fakir olması kaydı
ile mülkiyetine geçer. Bulan kimse fakir değilse yitik mal onun mülkiyetine geçmez.

1601

Çünkü Allah'ın malım ancak sadakaya muhtaç kimseler alabilir, demişlerdir.

[611

Nitekim 1701 numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık.
10. Kuteybe B. Said'in Rivayeti

1710. ...Abdullah b. Amr b. el-As'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.)'a
ağaçta bulunan meyveden (alıp yemenin hükmü) sorulmuş da:

"Her kim onu ihtiyacından dolayı ağzıyla alıp yer de eteğini doldurmazsa, (bundan
dolayı) ona bir ceza lâzım gelmez. Ondan bir şey koparır (da başka yere taşır)sa, onun
değerinin iki mislini ödemek onun üzerine borç olmakla beraber (tazir) cezasına da
çarptırılır.

Kim de meyveyi meyve kurutulan yere konduktan sonra çalar da (çalman bu
meyvenin) değeri, bir kalkan değeri olursa, ona (el) kesme (cezası) lâzım gelir,"
buyurmuş ve (Abdullah b. Amr, rivayetine devam ederek) başkalarının rivayet ettiği
şekilde yitik deve ve koyun hakkında rivayette bulunmuş (bu rivayetinde) şöyle demiş.



(Hz. Peygambere) yitik maldan soruldu da şöyle cevap verdi:

"İşlek bir yolda ya da ma'mür olan bir köyde bulduğun bir malı bir sene ilan et. Eğer
(bu süre içerisinde) sahibi gelirse ona ver, eğer gelmezse senindir. Harab olan bir

[621

yerde bulunan bir malda ve rikâzda beşte bir (Vergi) vardır. (Gerisi bulana kalır)
Açıklama

Hadis-i şerif, fakr-u zaruret içerisinde bulunan bir kimsenin başkasına ait bir ağacın
meyvelerini ağacın başında eteğine doldurmaksızın alıp yiyecek olursa, sahibinin
rızası olmadığı takdirde ona sadece yediği meyvelerin kıymetini ödemek düşer.
İslâm'ın ilk yıllarında bu kimse yediği meyvelerin bedelini ödemekten de muaftı. Fa-
kat sonradan bu uygulama yürürlükten kaldırıldı. Meyvelerin bedelini ödemek
mecburiyeti getirildi. Eğer bir kimse ağacın meyvelerini koparıp da başka bir yere
götürecek olursa, zaruret icabı götürmüş bile olsa, ona tazir cezasıyla birlikte
götürdüğü o meyvelerin değerinin iki mislini ödeme cezası verilir. Fakat meyveler hırz
(muhafaza) altında olmadığı için hırsızlık cezası verilmez.

Eğer bu meyveler sahihleri tarafından ağaç üzerinden sergiliğe indirildikten sonra
alınmışsa ve alman bu meyvelerin değeri hırsızlık cezası için aranan dörtte bir dinar
veya on dirheme ulaşmışsa, o zaman alan kimse hırsızlık cezasına çarptırılır. Çünkü
sergilik âdeten mal için emniyetli bir yer sayılır. Bilindiği gibi böyle emniyetli bir
yerden alman mal çalınmış sayılır ve bu işi yapan kimse hırsızlık cezasına çarptırılır.
İşlek bir yol üzerinde ya da mamur ve meskûn bir yerleşim bölgesinde bulunan yitik
malların hükmü, diğer yitik malların hükmüne tabî olmakla beraber harabe bir
yerleşim bölgesinde bulunan yitik mallar ve rikâz, vergiye tabidirler. Beşte biri vergi
olarak devlete verilir, kalanı ise bulan kimsenin mülkü olur. Bilindiği gibi rikâz,
define (gömü) demektir.

Fıkıh kitaplarında açıklandığı üzere rikâz (kenz, define) üç türlüdür:

1. Kenz-i İslâmî: Üzerinde îslâmî işaretler bulunan para, kıymetli eşya vs.
gömüleridir. Bunlar Lukata hümündedir. Bunları bulanlar fakir iseler kendilerine,
değil iseler fakirlere sarf veya İslâm idaresine teslim ederler.

2. Kenz-i Câhili: Üzerinde kâfirlerin işaretleri bulunan para vs.'dir. Bunların beşte biri
İslâm idaresine zekât olarak verilir. Geri kalanı toprak sahibine aittir.

3. Kenz-i Müştebih: Kime ait olduğu anlaşılamayan para eşya vs. definedir. Bunlar
bir görüşe göre kenz-i câhili bir görüşe göre de lukata hükmündedirler.

İmam A'zam ve îmam Muhammed'e göre deniz mahsûllerinden zekât alınmaz. İmam

[63]

Ebû Yusuf a göre ise, denizden çıkarılan inci vs. 'den beşte bir zekât alınır.
Bazı Hükümler

1. Zaruret durumunda olan bir kimse yanma alıp başka bir yere goturmemek
şartıyla başkasının meyvesini ağacının başında ihtiyacını giderecek kadar yiyebilir.
Ancak bu cevaz meyve sahibinin o meyvenin yenmesine izin vermiş olduğuna dair bir

£641

karinenin bulunmasına bağlıdır. Aksi takdirde kendisine yediği meyvelerin bedeli
ödetilir.



2. Zaruret durumunda olmadığı halde bir başkasının meyvesini ağacının başında
yiyen kimseye o meyvenin bedelinin iki misli ödetilir ve bir de tâzir cezasına
çarptırılır. Ömer b. el-Hattâb (r.a.) ile İmam Ahmed mevzumuzu teşkil eden hadisin
zahirine sarılarak bu hükme varmışlardır. İmam Şafiî'nin eski görüşü de budur.
Cumhhûru ulemâya göre bu kimseden malî ceza olarak sadece meyvenin değeri alınır,
iki katı alınmaz. Hadiste geçen "iki kat" kelimesi halkı ihtiyaçsız olarak halkın
meyvelerini yemekten şiddetle sakındırmak için kullanılmıştır.

Hanefî ulemasından İbn Melek ise, metinde geçen tâzir cezasının sırf halkı
vazgeçirmek için kullanılmış olabileceğini ya da İslâm'ın ilk yıllarında olup sonradan
yürürlükten kaldırılan bir uygulama ile ilgili olabileceğini ve 3569 numaralı hadisin de
buna delâlet ettiğini binaenaleyh başkasının meyvesini yiyen bir kimseye yediği
meyvenin bedelini ödemekten başka bir ceza verilemeyeceğini söylemiştir. Hattâbî de

[651

bu görüştedir. Esasen İmâm Sindî'nin de ifâde ettiği gibi metinde geçen "değerinin
iki misli" sözü Ebû Davud'un bazı nüshalarında bir misli olarak geçmektedir ki bu
daha iyi ve îslâmm ruhuna daha uygundur.

3. Muhafaza (hırz) altına alınmış olan ve miktarı hırsızlık cezası için şart olan dörtte
bir dinara ya da on dirheme ulaşan bir malı çalıp giden bir kimse hırsızlık cezasına
çarptırılır (eli kesilir.)

4. Mamur ve meskûn yerleşim birimlerinde bulunan yitik mallar, diğer yitik mallar
gibi usûlüne göre bir sene ilân edilir. Meskûn olmadığı için harab olan yerleşim
birimlerinde bulunan yitik mallar ise, vergiye tâbidir. Beşte biri İslâm devletine verilir,
gerisi bulana kalır.

5. Ele geçen yitik koyunlar buluntu mal hükmündedir. Deve ise buluntu mal
hükmünde olmadığından sahipsiz bir deveyi bulan kimse onu almaya kalkmamalıdır.

1661

Nitekim 1704 numaralı hadisin şerhinde açıkladık.
11. Muhammed B. El-Alâ'nın Rivayeti

1711. ...Şu (önceki) hadisi (yine) Amr b. Şuayb (önceki) senediyle rivayet etti. (Bu
rivayete göre Abdullah b. (Amr ya da Velid b. Kesir) yitik koyun hakkında şöyle
demiştir: (Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem kendisine yitik koyun hakkında soru
soran kimseye):

1671

"Onu al (yanında) iyi muhafaza et" buyurmuştur.
Açıklama

Musannifin bu hadis-i şerifi burada nakletmekten maksadı, Velid b. Kesir'in rivayeti
olan bu hadisle, îbn Ac-lân'm rivayet ettiği önceki hadis arasındaki farka işarettir. Bu
iki hadis karşılaştırıldığı zaman görülür ki, bu hadis-i şerifte, Hz. Peygamber'in yitik
bir koyun bulan kimsenin sahibine vermek üzere onu yanma emaneten alıp muhafaza
etmesini emrettiği açıkça ifade edildiği halde, önceki hadis-i şerifte Hz. Peygamber'in
bu hususta ne buyurduğuna dâir açık bir ifâde yoktur. Hz. Peygamber'in bu hususta ne
buyurduğu başka rivayetlere havale edilmektedir.

Bu hadisle ilgili açıklama 1 704 numaralı hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara



[68]

lüzum görmüyoruz.



12. Müsedded'in Rivayeti

1712. ...Şu (1710 numaralı) hadisi Artır b. Şuayb aynı senedle (üçüncü defa olmak
üzere bir defa daha) rivayet etti. (Bu rivayete göre Resülullah sallallahu aleyhi
vesellem) yitik koyun hakkında sadece:

"O ya senindir, ya (din) kardeşinindir, ya da kurdundur. Öyleyse onu al."
buyurmuştur.

Aynı şekilde Eyyûb (es-Sahtiyânî) ile Yakub b. Ata, Amr b. Şuayb kanalıyla
Peygamber (s.a.)'den (sözü geçen hadisi rivayet etmişler ve) bu rivayetlerinde (Hz.
Peygamberin sadece); "Onu (sahibine vermek üzere yanma) al." buyurduğunu
1691

nakletmişlerdir.
Açıklama

Bu hadisin sonuna musannifin ilâve ettiği Eyyûb es-Sahtiyânî ile Yakub b. Ata b. Ebû
Rebâh'a ait taliklerin senedini Hz. Peygamber'e kadar ulaştıran bir kimse bilinmiyor.
Esasen Eyyûb es-Sahtiyanı ile Yakub râvi olarak sağlam değil, zayıftırlar,

1711 no'lu hadisle 1712 no'lu hadisten çıkan netice şudur: Hz. Peygamberin yitik
koyun hakkında yaptığı açıklama "Onu (yanma) al" sözünden ibarettir. Fazla değildir.
Fakat 1704 numaralı muttasıl ve merfu hadis, Hz. Peygamber'in yitik koyun
hakkındaki açıklamasının sadece bu sözden ibaret olmadığını göstermektedir. Hz.
Peygamber'in bu konudaki açıklamaları için sözü geçen hadisin tercüme ve şerhine

£201

müracaat edilebilir.

13. Mûsâ B. İsmail'in Rivayeti

1713. ...Şu (1710 numaralı) hadisi Amr b. Şuayb, babası Şuayb ve dedesi Abdullah b.
Amr b. el-As yoluyla Peygamber (s.a.)'den bir de (Muhammed) îbn İshak rivayet
etmiştir: (Bu rivayete göre Hz. Peygamber) yitik koyun hakkında şöyle buyurmuştur:



"Onu al, arayıcısı gelinceye kadar (yanında muhafaza et)"
Açıklama

Musannif, Ebû Davud'un bu rivayeti kayd etmekten maksadı bununla 1710, 1711,

1712 numaralı rivayetler ara-
sındaki farkı göstermektir.

Sözü geçen rivayetlerin gözden geçirilmesiyle de anlaşılacağı gibi o rivayetlerde Hz.
Peygamberdin yitik koyun hakkında sadece "onu al" buyurduğu ifâde edilirken, bu
rivayette "Onu al arayıcısı gelinceye kadar (muhafaza et)" buyurduğu ifade
edilmektedir. Bu hadisle ilgili fıkhî hükümler 1710 numaralı hadisin şerhinde



[72]

geçmiştir.



14. Muhammed B. El-Alâ'nın Rivayeti

1714. ...Ebû Saîd (el-Hudrî)'den (rivayet edildiğine göre) Ali b. Ebî Tâlib bir dinar
bulup Hz. Fatıma'ya getirmiş, (Hz. Fatıma da) Onu (harcamanın haram olup
olmayacağını) Resûlullah (s.a.)'a sormuş (Peygamber (s.a.):

"Allah'ın rızkıdır" buyurmuş. Sonra ondan Resûlullah (s.a.) de yemiş, Hz. Ali ile
Fatıma da yemiş. Sonra Hz. Ali'ye, onu arayan bir kadın çıkmış gelmiş. Bunun üzerine
Peygamber (s.a.):

[73]

"Ey AH, dinarı (ona geri) ver" buyurmuş, (Hz. Ali de geri vermiştir).
Açıklama

Hafız Zeylâî'nin açıklamasına göre Hafız Münzirî mevzumıızu teşkil eden bu hadisi
açıklarken şöyle demiştir: "Bu hadis-i şerifte izahı müşkil olan taraf Hz. Ali'nin
bulmuş olduğu bir dinarı hiç ilan etmeden harcamış olmasıdır. Halbuki sıhhat
bakımından daha üstün ve sayı bakımından daha çok olan birçok hadis-i şerif, bulunan
bir yitik malı usûlüne göre ve yeterince açıklamadan harcamanın caiz olmadığını ifâde
etmektedir. Kanaatimce bu meselenin izah tarzı şudur:

Aslında bulunan yitik bir malın ilanı için kalıplaşmış belli bir ifâde yoktur. Bu nedenle
Hz. Ali'nin, bulmuş olduğu bu malı Hz. Peygamber'-in etrafında kalabalık bir cemaat
bulunduğu bir sırada Hz. Peygamber'e haber vermiş olması bir ilan sayılmış, orada
malın sahibi çıkmayınca artık o malı yemek ona helâl olmuştur. Bu durum buluntu
malın bir defa ilan edilmesinin yeterli olduğuna dair olan görüşleri
kuvvetlendirmektedir" .

Hafız Zeylâî sözlerine şöyle devam etmiştir: "Her ne kadar Hafız Münzirî böyle
demişse de bana göre mesele hiç te böyle değildir. Binaenaleyh Hafız Münzirî'nin
zannettiği gibi buluntu malı bir defa ilân etmek yeterli değildir. Nitekim
Abdurrezzak'm Musannef inde Hz. Ali'nin söz konusu dinarı üç gün ilan ettiği rivayet
[74]

edilmektedir.
Bazı Hükümler

Hadis-i şerif yitik bir malı bulan kimsenin onu yeterince ilân ettikten sonra
yiyebileceğine ve bu hususta malı bulan kimsenin zengin olmasıyla, fakir olması
arasında bir fark bulunmadığına delâlet etmektedir. Nitekim 1701 numaralı hadis-i şe-
rifin şerhinde de açıkladığımız gibi bu konuda İmam Şafiî ile İmam Ah-med ve daha
başkalarının görüşleri de böyledir.

Sözü geçen fıkıh imamlarına göre Hz. Peygamber'in Hz. Ali'ye söz konusu buluntu
malı sadaka olarak bağışladığı da düşünülemez. Çünkü Hz. Ali ile Hz. Fatıma Hâşim
oğullarından olduklarından onların sadaka almaları caiz değildir.
Hanefî ulemâsına göre ise, devletin izni olmadan zengin bir kimse bulduğu yitik malı



175]

harcayamaz. Onu yeteri kadar ilan ettikten sonra sadaka olarak fakirlere dağıtır.
Hanefî ulemâsı mevzumuzu teşkil eden hadisin zahiriyle amel etmeyi terk etmelerinin
sebebini şöyle açıklamışlardır:

1. Bu hadis'in bütün senedleri tenkid edilmiştir.

2. Hz. Peygamber bu dinarı Hz. Ali ve Fâtıma'ya zaruret içerisinde oldukları için

1761

vermiş olabilir. Nitekim Beyhakî buna delâlet eden bir de olay rivayet etmiştir.
Hennâd'm Hz. Atâ'dan bu konuda rivayet ettiği bir hadis de şu mealdedir:
"Ali dedi ki: Bir kaç gün ne bizde ne de Peygamber Efendimizin evinde bir yiyecek
yoktu. O sırada bir gün evden çıkarken yerde bir altın buldum. Alaymı mı almayayım
mı, diye biraz tereddüt ettikten sonra içinde bulunduğumuz halsizlik ve sıkıntıyı
düşünerek aldım. Sonra dükkancılara gidip onunla bir miktar un aldıktan sonra
Fâtıma'ya yoğurup bize ekmek yapmasını söyledim. Fâtıma unu yoğurmaya başladı
fakat o kadar halsizdi ki perçemi hamur teknesinin kenarlarına değiyordu. Sonra duru-
mu gidip Peygamber efendimize anlattım Peygamber efendimiz bana:

[771

"O cenab-ı Allah'ın size göndermiş olduğu bir nzıkür"

İmam Ahmed de Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den Hz. Ali'nin şöyle dediğini rivayet
ediyor:

"Peygamber Efendimizle birlikte o kadar açtık ki karnımın üstüne taş bağladığımı

£281

hatırlıyorum. Bugün ise malımın zekâtı kırkbin dinarı bulmaktadır."
15. Heysem B. Hâlid El-Cühenî'nin Rivayeti

1715. ...Ali (r.a.)'dan (rivayet edildiğine göre) kendisi (bir gün) bir dinar bulup onunla
bir miktar un satın almış (fakat) hemen o anda un sahibi onu tanıyıp (kendisine ikram
için) dinarı geri vermiş. Bunun üzerine Ali (r.a.) dinarı alıp ondan iki kıratını ayırmış

im

ve onunla et satın almıştır.
Açıklama

"Dinar" 4,8 gr. ağırlığında bir altındır. Ağırlığı 3/7 dirheme ve 22 6/7 kırata eşittir.
Bu hadis-i şerif bir numara sonra gelecek olan hadisin bir bölümüdür. Orada
açıklandığı üzere Hz. Ali'nin kendisinden un satın aldığı kimse bir yahudidir. Yahudi
Hz. Ali'nin Hz. Peygamber'in damadı olduğunu bildiği için kendisini tanıyınca aldığı
dinarı geri verip unu ona karşılıksız olarak vermiştir. Hz. Ali de o paranın iki kıratıyla
bir miktar et alıp onları Fâtıma'ya getirmiş, Hz. Fatıma da unu pişirip ekmek yapmış
eti de ayrıca pişirip çocuklarının önüne getirmiştir. Bu hadisle ilgili açıklama bir

mm

önceki hadisin şerhinde geçmiştir.

1716. ...Sehl b. Sa'd'dan rivayet edildiğine göre Ali b. Ebî Tâlib (bir gün)
Fâtıma' (r.anha)nm yanma girmiş. Hz. Hasan ile Hüseyin ağlıyorlarmış. "Bunları
ağlatan nedir?" diye sormuş. O da:



Açlıktır, demiş. Bunun üzerine Ali (r.a.) (dışarı) çıkmış çarşıda bir dinar bulmuş.
Hemen gidip onu Fâtıma'ya haber vermiş. Fâtıma da:

Falanca yahudiye git (ondan) bize bir miktar un al, demiş. Bunun üzerine Hz. Ali
gidip o dinarla bir miktar un satın almış. O anda Yahudi (onu tanıyarak):
Sen kendisinin Allanın elçisi olduğunu iddia eden kimsenin damadı değil misin demiş
(Ali); "Evet" cevabım vermiş. (Bunun üzerine Yahudi);

Sen dinarını al, un da senin olsun, demiş. Ali hemen (unu alıp dükkandan dışarı)
çıkmış ve unu Fâtıma'ya getirmiş olayı da kendisine haber vermiş.
Hz. Fâtıma da (O'na);

Falan kasaba git (bu paradan ayıracağın) bir dirhemle bize et satın al, gel demiş. Ali et
için harcayacağı dirhem karşılığında (elindeki) dinarı rehin vermiş ve (bu dirhemle
satın aldığı) eti Fâtıma'ya getirmiş, (Fâtıma da unu) yoğurmuş ve (içinde eti pişirmek
üzere ateş üzerine bir tencere) koymuş. (Hamuru da) ekmek yapmış ve (yanlarına
gelmesi için) babasına (haber) göndermiştir. Biraz sonra da (babası) yanlarına gelmiş.
Bunun üzerine (babasına hitaben):

Ey Allah'ın Resulü, (durumu) sana anlatacağım. Eğer onu (bizim için) helâl görürsen
onu yiyeceğiz ve bizimle beraber sen de yiyeceksin. Onun durumu şöyle şöyledir,
demiş. (Bunları dinleyen) Peygamber (s. a.):

"Allah'ın adıyla (onu) yeyiniz." buyurmuş ve (ve Peygamberle birlikte orada bulunan
Hz. Ali Fâtıma ve çocukları o ekmeği) yemişler. Onlar yerlerinde (oturup dururlar)
iken bir de ne görsünler, biri "Allah aşkına ve İslâm aşkına" diyerek dinarı arıyormuş.
Resûlullah (s. a.) derhal (orada bulunan birisine) o gencin çağırılıp getirilmesini
emretmiş. Bunun üzerine genç, Peygamber (s.a.)'in huzuruna çağırılmış. (Peygamber
huzuruna gelen)bu gence (aradığı dinarın vasıflanın ve miktarım) sormuş. (Genç de
dinarın vasıflarını ve miktarını söyledikten sonra): "Çarşıda benden düştü," demiş.
Peygamber (s.a.) de:

"Ey Ali, kasaba git, ona, Resûlullah sana "dinarı bana gönder, dirhemin de bendedir"
diyor de." buyurmuş. Bunun üzerine (kasab) dinarı göndermiş Resûlullah (s.a.)'de



dinarı o gence (geri) vermiş.
Açıklama

Her ne kadar bu hadis-i şerifte Hz. Ali'nin söz konusu dinarı bulduktan sonra onu
usûlüne göre ve yeterince ilân etmeden yediği anlaşılıyorsa da aslında bu konuda
gelen sahih rivayetlerden de anlaşıldığı üzere H. Ali bu dinarı usûlüne göre ve
yeterince ilan ettikten sonra harcamıştır. Nitekim 1714 numaralı hadisin şerhinde
[821

açıklamıştık.
Bazı Hükümler

1. Devlet başkanı tebaasının hâlini sürekli olarak gözetmeli onların dertleriyle
ilgilenmeli, şer ı ölçüler içerisinde onlara yaklaşarak müşkillerini çözmeye
çalışmalıdır.

2. Elden geldiğince ehl-i bey t' ten olan kimselere hürmet ve ikramda kusur etmemek
gerekir.



3. Gayr-ı müslimlerden hediye almak caizdir.

4. Bir şeyin helâl olup olmadığında şüphe eden kimse onun hükmünü kendinden daha
iyi bilen bir kimseye sormalıdır.

5. Bulunan bir yitik malın kendine ait olduğunu iddia eden bir kimsenin ortaya
çıkması halinde o malın gerçekten ona ait olup olmadığını anlamak için mutlaka o
kimseye bu malı nerede kaybettiğini sormak icâb eder.

6. borçlu bir kimsenin borcunu başka bir kimsenin üzerine alması caizdir.

7. Bir kimse yitik bir malı bulduktan sonra malın gerçek sahibinin çıkması hâlinde her
halükârda o malı sahibine teslim etmesi gerekir.

8. Dünya, insan için lüzumlu olmakla beraber bizatihi önemli değildir. Eğer dünya
bizatihi kıymetli ve aziz olsa idi, Allah Peygamberinin ehl-i beytini zaman-zaman
ondan mahrum etmediği gibi onu kendi düşmanlarına da nasib etmezdi. Dünya, onu
Allah yolunda ve meşru yollarda harcamakla ve mahrumiyetine gösterilen sabırla
değer kazanır. Nitekim Allah'ın daha nice ilim ve irfan sahibi hass kullan ve evliyası
da açlık ve mahrumiyete mübtelâ olmuşlardır. Yüce Allah bu sıkıntılarla o kullarını
günahlardan arındırmış, âhirette huzuruna tertemiz çıkmalarını sağlamıştır.

Bu mevzuda Hz. Ebu Ümâme'den rivayet edilen bir hadis-i şerif şu mealdedir:
"Rabbim bana Mekke vadisini benim için altına çevireceğini söyledi. Ben de:
Hayır ya Rabb! Ben bir gün doyup bir gün aç durmayı tercih ederim. Aç kaldığım
zaman, sana yalvarır seni zikr ederim. Doyduğum zaman da sana şükür ve hamd
[83]

ederim, dedim."

Bu mevzuda gelen bir hadis de şu mealdedir:

"Bir gün Allah İsrafil'i, bütün yeryüzünün hazinelerini vermek, Tihâme dağlarını
zümrüte, yakuta, altın ve gümüşe çevirmek üzere Hz. Peygamber'e göndermiş ve
"İstersen seni (dünyanın bütün imkânlarına sahip) hükümdar bir Peygamber ya da kul
bir Peygamber yapayım" demesini-emretmiş. Hz. Peygamber de kul bir Peygamber

İMİ

olarak kalmayı tercih etmiştir."

Bazı eserlerde açıklandığı üzere insanın başına gelen musibetler ve dünyevî sıkıntılar
üç çeşittir:

1. Sırf işlenen bir günâhın cezası olarak gelen musibet karşılığında herhangi bir sevap
yoktur.

2. Karşılığında bir sevab olmamakla beraber herhangi bir günahın cezası olarak da
gelmeyen fakat sadece kişiyi işlediği günahdan arındırmak için gelen musibet.

3. Sırf sevab ve dereceyi yükseltmek için gelen musibet.Bunlardan birincisinin
alameti, musibete uğrayan kişinin ona sabretmeyip halka şikâyet etmesidir.
İkincinin alâmeti bu belâya sabredip halka şikâyette bulunmamak ve kendini tâata
vermektir.

Üçüncüsünün alâmeti ise, gelen belâya sabredildiği gibi aynı zamanda onu rıza ve

[851

şükürle karşılamaktır.

17. Süleyman B. Abdirrahman Ed-Dimeşki'nin Rivayeti
1717. ...Câbir, b. Abdillah'dan; demiştir ki:

Resûlullah (s. a.) bize (fakir olan) kişinin bulduğu baston, ip, kamçı ve benzeri



£861

(kıymetsiz) şeylerden yararlanmasına izin verdi.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi bir de en-Numan b. Abdisselâm, el-Mugîre Ebi
Seleme'den, senedi (olan ez-Zübeyr el-Mekkî yolu) ile rivayet etti.
(Ayrıca) Şebâbe de Muğîre b. Müslim, Ebû'z Zübeyr yoluyla Câbir'den "Ashâb böyle
idiler" dedi ve bu hadisi Şebâbe'ye rivayet eden Şeyhlerin hiçbirisi rivayetlerinde)

[871

Peygamber (s.a.)'i anmadılar. (Yani hadisi mevkuf olarak rivayet ettiler.)
Açıklama

Mevzumuzu teşkil eden bu hadisin zahiri ip, kamçı ve baston gibi kıymetsiz bir malı
bulan kimsenin, fakir olmasa bile ondan yararlanabileceğine delâlet etmektedir.
Gerçekten de bu gibi değersiz şeyleri sahipleri genellikle aramaz.
Fakat Ya'lâ b. Mürre'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamber (s.a.)'in şöyle
buyurduğu ifade edilmektedir: "Her kim ip, dirhem, gibi kıymetsiz bir yitik mal
bulacak olursa onu üç gün ilan etsin. Eğer bulduğu yitik mal bunlardan daha kıymetli

1881

ise, onu altı gün ilân etsin."

İbn Reslân'a göre "bu konuda amel edilmesi gereken hadis budur. Çünkü bu hadisin
senedi sağlamdır ve aslında kıymetsiz eşya bulan kimsenin onu üç yada altı gün ilân
etmesi gerektiğini ifade eden bu hadisle onu bir sene ilân etmesi gerektiğini ifâde eden
sahih hadisler arasında herhangi bir çelişki yoktur. Çünkü üç yada altı gün ilân
edilmesini emreden hadisler ruhsata, bir sene ilan edilmesini emreden hadisler de
azimete delâlet etmektedir. Usul kitaplarında ayrıntılı biçimde açıklandığı üzere ruhsat
ile azimet arasında çelişki söz konusu olmaz.

Binaenaleyh insan kıymetsiz eşyayı üçgün ilan etmekle sorumluluktan kurtulur.
Çünkü kıymetsiz bir malı bir sene boyunca ilan etmek gerçekten insana ağır gelir. Bu
durumda böyle kıymetsiz yitik eşyayı bulan kimselerin onları almamalarına ve
dolayısıyla birçok eşyanın telef olup gitmesine yol açar."

Hanefi ulemâsından es-Serahsı'ye göre bulunan yitik mallar aslında iki kısımdır:

1. Nar kabuğu ve çekirdek gibi sahibinin aramayacağı belli olan mallar.

2. Sahibinin arayacağı belli olan mallar.

Birinci kısımdan olan yitik mallan bulan bir kimsenin onu alıp ondan yararlanması
caiz olmakla beraber sahibi ortaya çıkınca malı ona teslim etmek icab eder. Çünkü bu
malın sahibi tarafından yere atılmış olması, ondan başka birinin yararlanmasının
mubah olduğuna delâlet etmekle beraber, başkasının ona sahiplenmesine izin
verildiğine delâlet etmez. Çünkü meçhul bir kişinin malının mülkiyetini bağışladığına
hükmetmek mümkün değildir. Fakat meçhul bir kişinin mülkiyeti kendinde kalmak
üzere malından yararlanmak caizdir. Bu maldan başkası yararlanırken sahibinin ortaya
çıkması hâlinde mal kendisine teslim edilir. Çünkü malın mülkiyeti kendi üzerindedir.
Nitekim, "kim kendi malım bulacak olursa onu almaya (herkesten) daha çok
[891

müstehaktır." mealindeki hadis-i şerif bunu açıkça ortaya koymaktadır.

Bu açıklamaya göre baston, ip ve kamçı, eğer sahibinin aramayacağı cinsten kıymetsiz

eşyadan ise, bulan kimsenin sahibi çıkıncaya kadar ondan yararlanmasında bir sakınca

yoktur.



Eğer ikinci cinsten olan kıymetli eşyadan sayılıyorlarsa, bulan kimsenin onlardan
yararlanması caiz değildir ve bulan kimse onları kıymetleri nisbetinde belli bir süre
ilân etmekle mükelleftir.

Bulunan eşya gerçekten değersiz ve yenilmeyen cinsten ise, bulan kimse onu üç gün
ilân etmekle mükelleftir. Fakat meyve gibi kıymetsiz ve yenen cinsten ise, onu ilân
etmekle mükellef olmaz.

Nitekim: Peygamber (s. a.) yolda bir hurma buldu da "Eğer sadaka hurmalardan
olduğundan korkma saydım onu yerdim" buyurdu, mealindeki 1652 no'lu hadis-i şerif

1901

de buna delâlet etmektedir.

18. Mahled B. Halidin Rivayeti

1718. ...Ebû Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s. a.) şöyle
buyurmuştur:

"(Bulunduğu halde ilân edilmeyip) saklanan yitik deve(nin saklanmasının) mâli cezası
kıymetinin ödenmesidir, ve onunla birlikte (kıymetinin) bir mislinin daha

(verilmesidir.)

Açıklama

Bu hadis-i şerifin zahirine göre bir deveyi bulduktan sonra ilân etmeyerek, vaktinde
sahibinin eline geçmesini geciktirip de telef olmasına sebep olmanın mâlî cezası o
devenin değerinin iki mislini sahibine ödemektir. Bu mevzuda imam Ahmed'in görüşü
de budur, İmam Şafiî'nin eski görüşü böyle olduğu gibi Ömer b. el-Hattâb (r.a.)'ın
görüşü de böyledir.

Hz. Ömer'in, halifeliği yıllarındaki uygulaması böyle idi. Ancak Hz. Ömer bu
uygulamanın halka getirdiği zorluk sebebiyle halkın bulduğu develeri almaktan
kaçınıp da telef olan yitik develerin adedinin arttığını görünceye kadar bu uygulamaya
devam etti. Neticede bir çok yitik devenin bu uygulamanın getirdiği külfet sebebiyle
telef olduğu görüldü. Bu nedenle söz konusu uygulama Hz. Osman devrinde
yürürlükten kaldırıldı.

Nitekim İmam Mâlik'in rivayet ettiği şu hadis-i şerif de bu gerçeği ifade etmektedir:
"Ömer b. Hattâb devrinde yitik develer yavrularlardı da yine onlara kimse
dokunmazdı, Osman b. Affân zamanında Hz. Osman (bu durumu ortadan kaldırmak
için) bu develerin (alınıp) ilân edilmelerini sonra (sahibi gelmediği takdirde)

192]

satılmalarını (bir gün) sahibi gelecek olursa, parasının ona verilmesini emretti."
"Fıkıh ulemâsının büyük çoğunluğuna göre ise, bir kimsenin bulduğu yitik deveyi ilân
etmeden elinde telef oluncaya kadar bekletmesinin malî cezası devenin sadece
kıymetini ödemektir. Kıymetinin iki mislini ödemek söz konusu değildir. Bu görüşte
olan ulemâya göre mevzumuzu teşkil eden hadiste ilan edilmeden telef oluncaya kadar
elde tutulan deveden dolayı ödenmesi gerek paranın devenin değerinin iki misli olarak
belirlenmesinden maksat, halkı bu hususta titiz davranmaya teşvik ve onların bu konu-
da gösterecekleri İhmâli önlemektir. Gerçekten onun değerinin iki mislini ödemelerini
istemek değildir. Yahutta bu, İslâm'ın ilk yıllarında geçerli olup da sonradan terk



edilen bir uygulamadır.

Bilindiği gibi bu hadis-i şerif 1710 numaralı hadisin bir parçasıdır. Biz fıkıh

193]

ulemasının bu konudaki görüşlerini sözü geçen hadisin şerhinde açıkladık.
19. Yezid B. Halid B. Mevhib'in Rivayeti

1719. ...Abdurrahman b. Osman et-Teymî'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.)

194]

hacının kaybettiği malı (almayı) yasaklamıştır.

Ebû Davud'a bu hadisi rivayet eden iki şeyhden biri olan Ah~ med (b. Salih) dedi ki:
İbn Vehb hacının kaybettiği mal hakkında (şöyle) dedi: "(Hacının malını bulan kimse
ona dokunmaz onu (olduğu yerde) bırakır. Nihayet sahibi (gelip) onu (orada) bulur.)"
Ebû Davud'un şeyhi Ahmed b. Salih bu hadisi, "bana Amir haber verdi" diyerek ihbar
bildiren kelimelerle rivayet ettiği halde, diğer şeyhi) İbn Mevhib (bana); "Amr'dan

[951

(rivayet edildi diyerek an'ane yoluyla) rivayet etti."
Açıklama

Hadis-i şerîf Haremde kaybedilmiş olan yitik bir malı bulunduğu yerden almanın caiz
olmadığını ifâde etmek için söylenmiş olabileceği gibi, ister Harem dahilinde olsun,
ister Harem sınırlan dışında kaybedilmiş olsun, hacı adaylarının yitik mallarını
almanın caiz olmadığını ifâde etmek için söylenmiş de olabilir.

Bazı ilim adamları bu hadis-i şerife dayanarak hacılara ait olduğu anlaşılan yitik
mallarla, her kime ait olursa olsun, Harem sınırları içerisinde bulunan yitik malları
almanın caiz olmadığım söylemişlerdir.

Bu görüşte olan ulemâya göre sözü geçen yitik mallara el sürülemez, bu mallar olduğu
yerde sahipleri gelip buluncaya kadar beklemeye terk edilirler.

Ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise sözü geçen yitik mallar, usûlüne göre ve
yeterince ilân ettikten sonra sahibi çıkmadığı takdirde sahiplenmek gayesiyle
bulundukları yerden alınamazlar, sadece sahibine duyurmak üzere ilan etmek
gayesiyle alınabilirler. Bir başka ifadeyle sahibi çıkıncaya kadar ilâna devam etmek
gayesiyle alınabilirler. Nitekim İbn Ab-bâs (r.a.)'m rivayet ettiği şu hadis-i şerif de bu
görüşü desteklemektedir:

"Mekke'de bulunan yitik malı (sahibi çıkıncaya kadar) Han edecek kimseden başkası
[961

alamaz." Hz. Ebû Hüreyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerif de şu mealdedir:

1971

"Mekke'nin buluntu malını, ilan edecek olan kimseden başkası alamaz."

Görülüyor ki bu hadis-i şeriflerde Mekke'de bulunan bir yitik malı bulan bir kimse onu

ancak ilan ederek sahibinin eline ulaştırmak maksadıyla alabilir. Başka bir maksatla

alamaz. Dolayısıyla orada bulunan bir mal, yeterince ilân edildikten sonra sahibi

çıkmayınca bulan kimsenin mülkü olamaz. Çünkü Mekke'de bulunan bir malın sahibi

eğer Mekkeli ise, ilan edildiği takdirde sahibinin eline ulaşması ihtimali çok

kuvvetlidir.

Eğer malın sahibi Mekkeli değilse ilan sayesinde bu malın sahibinin eline geçmesi



ihtimali yine de büyüktür. Çünkü onun memleketinden her yıl binlerce kimsenin
Mekke'ye akın edeceğinde şüphe yoktur. Söz konusu malın ilânına devam edildiği
takdirde bu hacılar aracılığıyla esas sahibinin eline geçmesi mümkündür.
Hanefî ulemasıyla Malikî'lere ve Şâfıîlerin bir kısmına göre ise Mekke'de bulunan bir
yitik malla başka ülkede bulunan yitik mal arasında bir fark yoktur. Binaenaleyh
Mekke'de bulunan bir yitik mal aynen başka ülkelerde bulunan yitik malların
hükmüne tabidir. Her hangi bir ayrıcalığa sahip değildir.

Ancak Mekke'de bir mal kaybeden kimse memleketine döndükten sonra bir daha
Mekke'ye gelemeyebilir. Bu bakımdan Mekke'de bulunan yitik malı diğer ülkeler de
bulunan mallara nisbetle biraz daha fazla bir şekilde ilan etmek gerekir. Diğer yitik
mallardan tek farkı budur.

Hanefi ulemâsının bu mevzudaki delili "Onun çıkınının, ağız bağım tesbit et, sonra bir
sene ilan et," mealindeki 1701 numaralı hadis-i şeriftir.

Çünkü bu hadiste ayırım yapılmamıştır. Haremin yitik malı da yitik malden başka bir
şey olmadığına göre ilân süresi geçtikten sonra sahibi çıkmadığı takdirde fakirlere
vermek gerekir. Çünkü onu fakirlere vermek bir bakıma onu sahibine vermek
demektir.

Cumhûr-u ulemâya göre ise, mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif "Mekke'de bulunan
bir yitik malı, (sahibi çıkıncaya kadar) ilân edecek olan kimseden başka birinin alması
£981

helâl değildir," mealindeki hadisle kayıtlıdır. Binaenaleyh mevzumuzu teşkil eden
hadis-İ şerif mealini sunduğumuz hadisle birlikte mütalaa edilince Mekke'de bulunan
yitik malın diğer yitik mallardan farklı olarak sahibi çıkıncaya kadar devamıl surette
ilân edilmesi gerektiği ve sahibi çıkmayınca, bulan kimsenin ona sahip olamayacağı
rahatlıkla anlaşılır. Bu konuda Hanefî ulemâsından Kâsânî şöyle diyor:
"Biz Hanefi'lere göre, Harem-i Şerif dışında bulunan yitik malların tesbiti ve ilânı
nasıl yapılıyorsa Harem-i Şerif sınırları içerisinde bulunan malların tesbit ve ilânı da
aynı şekilde yapılır. İmam Şafiî (r.a.)'ye göre ise, Harem dahilinde bulunan bir mal,
sahibi çıkıncaya kadar ilân edilir. Sahibi çıkmadı diye sahiplenilemez ve kendisinden
yararlanılamaz. Çünkü Peygamber (s. a.) Mekke hakkında; "Onun yitik malını

1991

(sahibine duyurmak üzere) ilân edecek olan kimseden başkası alamaz." buyur-
muştur.

Bu mevzuda Hanefîlerin delili ise, Harem sınırları içerisinde bulunan yitik mallarla
Harem sınırları dışında bulunan yitik mallar arasında fark olmadığını ifâde eden
Hadis-i şeriflerdir. Aslında aksini iddia eden İmam Şafiî'nin delil olarak ileri sürdüğü
hadis-i şerifte kendisini destekleyen bir taraf yoktur.

Çünkü sözü geçen hadis-i şerif, Harem-i Şerif de bulunan yitik bir malın ancak
sahibine duyurmak için ilan etmek gayesiyle alınabileceğini ifade etmektir. Aslında
her yitik mal bu gayeyle alınır. Fakat durum böyleyken Hz. Peygamber'in, "Yitik mal
ancak sahibinin eline geçmesi için Han etmek gayesiyle alınabilir" demekten maksadı,
bu hususun sadece Mekke'de bulunan mallara ait olduğunu söylemek değil, "Mekke'de
kaybedilen bir mal artık sahibinin eline geçemez, çünkü Mekke'ye girip çıkan insan
sayısı haddinden fazladır. Öyleyse ilân etmeye gerek yoktur," gibi bir yanlış zannm

£100]

doğmasını önlemektir.



20. Amr B. Avn'ın Rivayeti



1720. ...el-Münzir b. Cerîr'den; demiştir ki: Ben (bir gün babam) Cerîr'le birlikte idim.
(Babamın sığırlarını güden) çoban sığır sürüsünü (yanımıza) getirdi. İçlerinde sürüden
olmayan bir sığır vardı, (babam) Cerîr çobana:
Bu da nedir? diye sordu. (Çoban:)

Sürüye karışmış kimin olduğunu bilmiyorum, dedi. Bunun üzerine Cerîr:
Onu (sürüden) çıkar. (Çünkü ben) Resûlullah (s.a.)'i "Sapık(olanlar)dan başkası yitik

[101]

bir hayvanı (kendi sürüsüne) katmaz" buyururken işittim, dedi.
Açıklama

Hadis-i şerif, sahiblenmek gayesiyle yitik bir malı kendi malına karıştıran kimsenin
bu konuda doğru yolu bırakıp sapık bir yol izlediğini ifade etmektedir.
Fakat böyle bir malı muhafaza edip sahibine vermek üzere kendi malının içerisine
karıştırmakta herhangi bir sakınca yoktur.

"Her kim yitik bir hayvanı (kendi malı içerisine) katarsa, o malı ilan etmediği sürece

11021

sapıktır" buyurmuştur.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, Cerîr b. Ab-dillah (r.a.) deve
ve sığır gibi büyük baş hayvanlardan olan yitik malların kendilerini yırtıcı hayvanlara
karşı koruyabilecekleri için yitik mallar içerisinde mütalea edilmemeleri lâzım geldiği
ve bunları bulan kimselerin onlara el sürmemesi gerektiği inancında olduğu için, kendi
sürüsünün içerisine karışan bir sığırın derhal sürüden çıkarılmasını emretmiştir.
Biz fıkıh ulemâsının bu konudaki görüşlerini 1704 numaralı hadisin şerhinde

[İM

açıklamış bulunmaktayız.



m

Davudoğlu, Ahmed, İbn Abidin Terceme ve şerhi, IX-120-121.

m

Şarkavî, Fethül-mübdt bi şerhi Muhtasarri'z-Zebîdî, II, 623.

LU

Davudoğlu, İbn Abidin Terceme ve Şerhi, IX, 121.

L41

Mâide: 2.

[5]

Müslim, zikr 38.

LQ

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/337.

lh

Concordance bu bölümdeki her hadise bir bâb numarası vermiştir.Biz de bab numaralarım atlamamak için merhum M. Fuâd Abdulbakî'nin
Teysiru'l-Menfaah'da yaptığı şekilde bab başlıklarını vermeyi uygun bulduk.

LSI

Buhârî, ilim 28; lukata 1-4, 9-11; edeb 75; rausakât 12; Müslim, lukata 1-2, 5, 7-9; Tirmizî, ahkâm 35, İbn Mâce, lukata 1-2; Muvatta, akdiye 46;
Ahmed b. Hanbel, II, 180, 203, 207, IV, 115-1 17; V, 126-127, 143, 193.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/338-339.

[21

Buharı, Lûkata 1,10.

noı

Müslim, lûkata 9.

Hil

bk. Aynî, Binâye, VI, 21-22.



[12]

Zeylâî, Nasbu'r-râye, III, 466.

[13]

Bezlûl-mechûd, VIII, 258.

[14]

Aynî, Binâye, VI, 23.

[15]

Mebsût, XI-3.

[16]

Zeylâlî, Nasbur-râye, III, 466.

[17]

Davudoğİu, İbn Abidin Terceme ve Şerhi, IX, 126.

ÜŞ]

Miras Tecrîd Tercemesi, VII, 464-467, {birinci baskı)
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/339-341.
[191

Suyûtî, el-Câmi'üs-sağir 1-107; Mecelle 76. madde.

[201

Buharı, lûkata, 10.

[21]

Miras, Tecrid-i Sarih tercemesi VII, 467-470, (I. Baskı); Ayrıca ileride gelecek olan 1714-1716 no'Iu hadislere de bakınız.

[22]

Miras, a.g.e.

[23]

Ebû Dâvûd 1689 no'lu hadis.

[24]

Zeylaî, Nasbu'r-râye, III, 469.

[25]

Ibn Kudâme, el-Muğnî, V, 696-697.

[26]

Müslim, hac 412, fedâil 131, Nesaî, menâsik 1, Ibn Mâce, mukaddime 1; Alımed b. Hanbel, II- 247, 257, 313, 428, 447, 457, 467, 482, 495, 508,
517. Ibn Kudâme el-Mugnî, V, 699.
[27]

Kâsânî, Bedâyius-sanayP, Vı- 200.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/341-346.
[28]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/346.

[291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/346-347.

[30]

Müslim, lukata 10.

[31]

İbn Hacer el-Askalânî, Fethul-Bâri, VI, 4.

[321

Bk. Buharı, lukata I.

[331

ibn Kudâme, el-Muğni, V, 709-910.

[34]

Suyütî, el-CâmU'ü's-sağîr, I, 107.

[351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/347-349.

[36]

Buhârî, lukata 2-4, 9, 11, Müslim, lukata 1, 2, 5; Tirmizî, ahkâm 35; Ibn Mâce, lukata 1; Muvatta, akdiye 46; Ahmed b. Hanbel, 1 1-180, 186, 203;
IV, 115-117.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/349-350.
[371

Aynî, Binâye, VI, 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/350-351.
[38]

Hatiboğlu, Sünen-i İbn Mâce Tercüme şerhi, VII, 68-71 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/351-353.
[391

Buhârî, ilim 28, şirb 12, lukata 28; Müslim,.lukata 1; Muvatta, akdıye, 46; Ibn Mâ-ce, lukata 1; Ahmed b. Hanbel, II, 180, 203; IV, 118.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/353-354.
[401

Buharı, lukata 2, Müslim, lukata 1; Beyhakî, Beyhakî, es-SünenüT-Kübra, VI, 185.

[411

Buhârî, ilim 28, Müslim, lukata 4, Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VI, 185-186;

[42]

Buhârî, lukata 3.

[431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/354-355.



[441

Müslim, lukata, 7; Ibn Mace, lukata 2, Ahmed b. Hanbel, II, 180, 203; V, 193.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/355.
[45J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/355-356.

[46J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/356-357.

[47J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/357.

[481

Buharı, lukata 2-4, 9, 11, Müslim, lukata 1-2, 5, Tirmizî, ahkâm 35; İbn Mâce, lukata I; Muvatta, akdiye 46; Ahmed b. Hanbel II, 180, 186, 203;
IV, 115-117.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/357-358.
[491

Müslim, lukata 6.

[501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/358-359.

fiil

Müslim, lukata 10.

[521

İbn Hacer, Fethul-Bâri, VI.4

[531

ibn Hazm, el-Muhallâ, lukata, VIII, 265.

[541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/359-360.

[551

İbn Hazm, el-Muhallâ, (lukata), VIII, 265.

[561

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/360.

[571

Tahavî, Şerhu Meâni'l-âsâr, lukata, IV, 138; Beyhakî, es-sünenü'l-Kübrâ, VI, 187.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/360.
[581

Ibn Mace, lukata 2; Ahmed b. Hanbel, IV, 126, 266.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/360-361.
[591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/361.

[601

E Mahmud Hattab, Tekmiletu'l-Menhel, III, 143; H.Hatipoğlu, Sünen-i tbn Mâce Terceme ve Şerhi, VII, 72-73.

[611

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/361-362.

[621

Ebû Dâvûd, hudûd 13; Nesâî, sârik 1 1-12; İbn Mâce, hudûd 28.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/363-364.
[63J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/364-365.

[641

Alûsî, Ruhu'l-Meânî XVIII, 20.

[651

Sünen-ün'-Nesâî, ve Haşiyetü İmami's-Sîndî, VIII, 86.

[661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/365-366.

[671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/366.

[681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/366.

[69J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/367.

[701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/367.

LZÜ

Ahmed b. Hanbel, II, 180.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/368.
[721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/368.

[IH

Kütüb-i sitte İçinde sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/368-369.

LZÜ

Zeylâî, Nasbür-râye III, 469.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/369-370.
[751

Aynî, Binâye,VI, 24-25



[761

es-Sünenül-Kiibrâ VI, 194.

el-Muttekî, Kenzü'l-ummâl, XV, 196, (hadis no: 40560).

[M

Heysemî, Mecme 'u-zevâid, IX- 123.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/370-371.
[791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/371.

[M

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/371.

[811

Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, VI, 194.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/372-374.
[821

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/374.

[831

Tirmizî, zühd 35; Ahmed b. Hanbel, V, 254.

[841

Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, X, 315.

[851

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/374-375.

[M

Beyhaki, es-Siinncnü'J-kübrâ, VI, 195.

[871

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/375-376.

[881

Ahmedb Han bel, IV, 173; Heysemi, Mecmeu'z-zevâid IV, 1 69; Beyhakî es-SüneniH -Kübrâ, VI, 195.

[891

Ahmedb. Hanbel, V, 13; Serahsî, Mebsut, XI, 2.

[M

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/376-378.

[911

Beyhakî, es-Sunenu'l-kubrâ, VI, 191.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/378.
[921

Muvatta, akdiyye 5 1 .

[93J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/378-379.

[941

Müslim, lukata 11; Dârimî, buyu' 60; Ahmed b. Hanbel, III, 499; Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, VI, 199.

[951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/379-380.

[961

Buhârî, lukata 7.

[971

Buhârî, lukata 7.

[981

Ebû Dâvûd, menasik 103; Buharî, lukata 7; Ahmed, b. Hanbel, I, 3 18, 348; II, 238.

[991

Ebû Dâvûd, menâsik 103.

nooı

Kasam, BedâyiüVsanayi, VI, 202; Fethu'l-Kadîr IV, 430; Tebyînu'l-Hakaik, III, 301.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/380-382.
[101]

Ahmed b. Hanbel, IV- 360, 362.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/382-383.
[102]

Müslim, lukata 1; Muvatta, akdiye 50; Ahmed b. Hanbel, IV, 117.

[1031

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/383.



26. YİYECEKLER BOLÜMÜ

1. Davete İcabet Konusundaki Hadisler

2. Evlenirken Yemek Ziyafeti Vermek İyidir

3. Düğün Yemeğinin Kaç Gün Verilmesi İyidir?

4. Bir Yolculuktan Gelince Yemek Vermenin Hükmü

5. Misafirlik Konusunda Gelen Hadisler

6. Misafirin (İzinsiz Olarak) Başka Birinin Malını Yemesi Neshedilmiştir

7. Üstünlüklerini Ortaya Koyabilmek İçin Birbiriyle Yarışan Kimselerin Yemeğini
Yemenin Hükmü

8. Beraberinde Dinen Çirkin Sayılan Fiillerin Bulunduğu Bir Davete İcabet
Etmenin Hükmü

9. Bir Kimseyi İki Kişi Birden Davet Edince Hangisi İcabete Daha Müstahaktır?

10. Namaz (Vakti) Gelip Sofra Hazır Olunca Nasıl Hareket Edilir?

11. Yemekten Önce Elleri Yıkamanın Hükmü
Yemekten Önce El Yıkamanın Hükmü

12. Beklenmedik Bir Anda Üzerine Varılıveren Bir Yemeği Yemenin Hükmü

13. Yemeği Kötülemenin Çirkinliği

14. Yemeği Toplu Halde Yemek

15. Yemeğe Başlarken Besmele Çekmek

16. (Bir Yere) Dayanarak Yemek Yeme Konusundaki Hadisler

17. Yemeği Tabağın Ortasından Yemekle İlgili Hadisler

18. Üzerinde Yenmesi Haram Olan Bir Takım Yiyecek Veya İçecek Bulunan Bir
Sofraya Oturmak

19. Yemeği Sağ Elle Yemek

20. Et Yeme Hakkındaki (Hadisler)

21. Kabak Yemek

22. Tirit Yemek

23. Bazı Yiyeceklerin Temiz Olup Olmadığı) Hususunda Şüpheye Düşmenin Doğru
Olmadığı

24. Pislik Yiyen Hayvanların Etlerini Yemek Ve Sütlerini İçmek Yasaklanmıştır

25. At Eti Yemenin Hükmü

26. Tavşan Eti Yemek

27. Keler (Etini) Yemek

28. Toy Kuşunun Etini Yemek

29. Yerde Yaşayan Küçük Hayvanları Yemek

30. (Kitap Ve Sünnette) Haram Olduğuna Dair Bir Açıklama Bulunmayan Şeylerin
Hükmü

31. Sırtlan Eti Yemek

32. Yırtıcı Hayvanlar(ın Etlerini Yemek) Yasaklanmıştır

33. Ehli Eşeklerin Etini Yemek

34. Çekirge Yemenin Hükmü

35. (Suda Kendi Kendine Zahiren Sebepsiz Olarak Ölüp) Suyun Yüzüne Çıkan
Balıkları Yemenin Hükmü

36. Leş Yemek Zorunda Kalan Kimse

37. Bir Sofraya İki Çeşit Yemeği Birden Koymanın Hükmü)

38. Peynir Yemek

39. Sirke Hakkında Gelen Hadisler

40. Sarmısak Yemek

41. Hurma Yemek

42. (İçerisinde) Kurtlu Hurma (Bulunan Hurmaları) Yerken (İçlerinde Kurt



Bulunup Bulunmadığını İyice) Araştırmak (Gerekir)

43. (Toplu Halde) Yemek Yerken İki Hurmayı Birden Yemek

44. Bir Sofrada İki Sebze Ve Meyveyi Birlikte Bulundurmak

45. Ehli Kitabın Kaplarında Yemek Yemek

46. Deniz Hayvanlarının Etlerini) Yemek

47. İçine Fare Düşen Yağı Yemenin Hükmü

48. İçine Kara Sinek Düşen Bir Yemeği Yemek

49. Yere Düşen Lokma(Yı Yemek)

50. Hizmetçinin Efendi(si) İle Birlikte Yemek Yemesi

51. (Yemekten Sonra Eli) Mendil(le Silmek)

52. Kişi Yemeğini Yiyince Nasıl Dua Eder?

53. Yemekten (Sonra) El Yıkama

54. Yemekten Sonra Yemek Sahibine Dua Etmek



26. YİYECEKLER BOLÜMÜ
1. Davete İcabet Konusundaki Hadisler

3736... Abdullah b. Ömer (r.a)'den rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a):



"Biriniz bir davete çağrıldığı zaman, hemen ona gitsin" buyurmuştur.
3737... İbn Ömer (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Rasûlullah (s.a), (bir önceki hadisin) manasını (ifade eden bir cümle) söyledi. (Hz.
Peygamber bu cümleye):

"Eğer oruçlu değilse (orada ikram edilen) yemeği yesin. Oruçlu ise (yemek veren

121

kimsenin ev halkı için) dua etsin." (sözlerini de) ilâve etti.

3738... İbn Ömer (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Biriniz (din) kardeşini (bir ziyafete) çağırdığı zaman (çağrılan kişi bu davete) hemen
icabet etsin. (Çağırılan şey ister) düğün (yemeği) olsun, ya da benzeri bir şey olsun
[3]

(farketmez)."

3739... İbn Ömer'den (yine Eyyub) vasıtasıyla (bir önceki hadisin) bir de manası

141

(rivayet olunmuştur).

3740... Câbir (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:

"(Bir ziyafete) çağrılan kimse hemen icabet eylesin. Artık dilerse yer, dilerse

£51

yemez."

3741... Nâfı'den rivayet olunduğuna göre; Abdullah b. Ömer, Rasûlullah (s.a)'m şöyle
buyurduğunu söylemiştir:

"Bir (ziyafete) çağrılıp da icabet etmeyen kimse Allah'a ve Rasûlüne isyan etmiştir.
Çağrılmaksızm (bir ziyafet yerine) giren kimse de hırsız olarak girmiş ve çapulcu
olarak çıkmıştır."

[61

Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu hadisin raviierinden) Ebân b. Tank'(in kimliği) belirsizdir.

3742... el-A'rac'dan rivayet olunduğuna göre; Ebû Hureyre (r.a) şöyle dermiş:
Yemeğin en kötüsü (kendisine) zenginlerin çağrılıp da, fakirlerin çağrılmadığı davet
yemeğidir. Davete gelmeyen kimse muhakkak ki Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmiştir.

m



Açıklama

Velîme: Nikâh, sünnet gibi mutlu bir olaydan dolayı verilen ziyafettir.Fakat bu kelime



daha ziyade duğım yemeği anlamında kullanılmakta meşhur olmuştur.

Ayrıca davet kelimesi de "ziyafet vermek" anlamında kullanılır.

Mevzumuzu teşkil eden bu babdaki hadislerde ifade buyurulan meseleleri şu şekilde

sıralayabiliriz:

1- Bir müslüman bir ziyafete çağırıldığı zaman hemen davete icabet ederek o ziyafete
gitmeli, oruçlu değilse verilen yemekten yemeli, oruçlu ise yemekten yemeyip yemek
veren kişinin hane halkına dua etmekle yetinmelidir.

2- Çağrılan ziyafete icabet etme hususunda verilen yemeğin düğün yemeği olmasıyla
akîka yemeği, ya da benzeri bir yemek olması arasında bir

fark yoktur.

3- Davete uymayan kimse Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmiş olur.

4- Davetsiz olarak bir ziyafete giden kimse çağrılanların arasına gizlenerek gelmesi
cihetiyle hırsızlara benzediği gibi, karnını doyurduktan sonra gizlenme ihtiyacı
duymaksızın çıkıp gitmesi cihetiyle de başkalarının malını gözler önünde zorbalıkla
gasb ve talan eden çapulculara benzetilmiştir.

5- Ziyafetlerde verilen yemeklerin en kötüsü sadece zenginlerin çağırılıp da fakirlerin
çağrılmadığı yemektir. Davete icabet esas itibariyle bütün davetlere şümûlu olan dinî

[8]

bir vecibe ve içtimaî bir vazifedir.

Davet edilen ziyafetlere gitmenin hükmü konusunda merhum Ahmed Davudoğlu
şöyle demektedir:

"Davete icabet Sâri'"hazretlerinin emridir. Ancak bu emrin vücub mu yoksa nedb mi
ifade ettiği ulema arasında ihtilaflıdır. Nevevî'nin beyanına göre Şâfiîler'den bu
hususta üç kavi rivayet olunmuştur. Bunların esah olanına göre, davete icabet etmek
farzdır. Yalnız bazı özürler dolayısıyla bu farz sakıt olur. İkinci kavle göre davete
icabet etmek farz-ı kifâye, üçüncü kavle göre ise menduptur. Bu hüküm düğün
davetine mahsustur. Sair davetler hususunda dahi Şâfiîler'den iki kavil rivayet
olunmuştur. Birinci kavle göre, bütün davetler düğün daveti hükmündedir. Yani
hepsine icabet va-cibtir. İkinci kavle göre sair davetlere icabet menduptur.
Kadı Iyaz, düğün davetine icabetin bütün ulemaya göre vacib olduğunu söylemiş, sair
davetler hakkında ihtilâf edildiğini; İmam Mâlik ile cumhuru ulemaya göre onlara
icabetin vacib olmadığını bildirmiştir.
Zahirîler her nevi davete icabetin vacib olduğuna kaildirler.

Hanefî imamları, "Bir kimsenin velîme davetine icabet etmesi gerekir. Gitmezse
günahkâr olur. Şayet oruçlu bulunursa davete gider ve dua eder, oruçsuz olursa yemek
de yer" demişlerdir. Mamafih onlara göre düğün davetine icabet vacib değil, sünnettir.
Nevevî'nin beyanına göre, davete icabeti ıskat eden Özürler; yemeğin şüpheli olması,
yalnız zenginlere tahsis edilmesi, davet yerinde huzurundan eziyet duyulacak bir
kimsenin bulunması, şerrinden korkulduğu veya makamına tamaan davet edilmesi,
içki, çalgı vesaire gibi münkerâtm bulunması gibi şeylerdir. Bu takdirde davet

[91

sahibinden özür dilemek caizdir."

Hanefî ulemasından Bedrüddin el- Aynî, bu hususta şöyle diyor:
"Hanefî mezhebine göre, davete İcabet sünnettir. Bu hususta verilen yemeğin düğün
yemeği olmasıyla bir başka yemek olması arasında fark yoktur. Bu görüş İmam
Ahmed (r.a) ile İmam Mâlik'den de rivayet olunmuştur. İmam Şafiî (r.a)'ye göre ise,
düğün yemeği davetine icabet etmek farz, onun dışındaki yemek davetlerine icabet



ım

etmekse müstehabtır.

Binaenaleyh, düğüne davet edilen bir kimsenin bu davete uyması gerekir. Eğer düğüne
gitmezse günahkâr olur. Düğün sahibinin izni olmadan düğün yemeklerinden bir şey
alınıp götürülemez ve isteyene de verilemez.

Bir düğüne davet edilen, orada oyun, eğlence olduğunu biliyorsa gitmez. Haberi
olmadan gidip orada bir oyun ile karşılaşmışsa gücü yettiğinde bu oyunlara mani olur.
Gücü yetmiyorsa ve oyun da sofraya karşı yapılıyorsa sofraya oturmaz. Davet edilen
bu kimse; kendisine uyulan, ilerde gelen bir kimse ise, oyun sofra yanında olmasa bile
o sofraya oturmaz. Böyle birisi değilse bu durumda oturmasında bir mahzur yoktur.

ım

Yemeğe davet edilen kimsenin oruçlu olması halinde, eğer tutmakta olduğu oruç farz
ve vacib oruçlardan biri ise orucunu bozmaz. 3737 numaralı hadis-i şerifte açıklandığı
gibi ev halkına dua etmekle yetinir.

Fakat tuttuğu oruç nafile oruçlardansa, onu bozarak yemekten yiyebilir. Bu hususta Ö.
Nasuhi Bilmen efendi şöyle diyor:

"Ziyafet vermek veya ziyafete davet olunmak nafile oruçları açmak hususunda bir
özür sayılabilir. Binaenaleyh bilâhare kaza edeceğinden emin olan kimse vereceği
veya çağırıldığı bir ziyafetten dolayı nafile olarak tutmuş olduğu orucunu bozabilir.
Çünkü orucuna devam ettiği takdirde bir müslüman kardeşini gücendirmesi
melhuzdur.

Bir kavle göre, nafile oruç ziyafet için zevalden evvel açılabilirse de zevalden sonra
açılamaz. Meğer ki bu orucun açılmaması ananın veya babanın hukukuna riayetsizliği

[İH

müstelzim olsun. O zaman açılabilir."

2. Evlenirken Yemek Ziyafeti Vermek İyidir

3743... Sâbit'den rivayet olunduğuna göre; Enes b. Mâlikin yanında Zeyneb binti

Cahş'ın (Hz. Peyamber'le) evlenmesinden söz edilince, şöyle demiştir:

Rasûlullah (s.a)'m onun için verdiği düğün yemeği kadar hanımlarından birine düğün

1131

yemeği verdiğini görmedim. (Onun düğününde) bir dişi koyun ziyafeti verdi.

3744... Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a) Safıyye için

041 ^ ^

bir kavut ve kuru hurma ziyafeti verdi.
Açıklama

Ulema, evlenme münasebetiyle verilen yemeğin vaktinde ihtilâf etmişlerdir. Bazıları
bu yemeğin nikâhtan önce verileceğini söylerken bazıları da nikâhtan sonra
verilebileceğini söylemişlerdir. Zifaftan önce ve zifaftan sonra verilebileceğine dair
Lİ5]

görüşler de vardır.

Nikâh öncesinden itibaren zifaf sonrasına kadar olan geniş süre içerisinde herhangi bir



zamanda verilebileceğini söyleyenler de olmuştur. Günümüzde genellikle bu
genişlikten yararlanılarak bu yemek, nikâh ile zifaf arasında verilmektedir,
Mişkât'ta rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Fahr-i Kâinat Efendimiz'in Hz. Safiyye'nin
nikâhı münasebetiyle hays denilen bir yemek ziyafeti verdiği ifade edilmektedir.
Mişkât'ta rivayet edilen diğer bir hadis-i şerifte de Hz. Peygamberdin bu ziyafette kuru
hurma, yağ ve yoğurt kurusundan yapılan bir yemek verdiği rivayet edilmektedir.
Aliyyü'l-Kârî'ye göre, bu iki rivayette anlatılmak istenen yemeklerin ikisi de aynı
yemektir. Aralarında bir fark yoktur. Çünkü "hays" yemeği içinde de kuru hurma,
kuru peynir ve yağ bulunur.
Tıybî de netice itibariyle aynı şeyleri söylemiştir.

Hz. Peygamber, Hz. Zeyneb validemizin nikâhı münasebetiyle ise bir koyun ziyafeti
vermiştir. Bu durum Hz. Peygamber'in bazı ailelerinin düğünlerinde etli bazı
ailelerinin düğünlerinde ise etsiz ziyafet verdiğini ortaya koymaktadır. Hadis-i
şeriflerde ekmekten hiç bahsedilmediğine göre etsiz ve ekmeksiz düğün ziyafeti

vermek caizdir.

3. Düğün Yemeğinin Kaç Gün Verilmesi İyidir?

3745... Sakîf (kabilesin)den (devamlı) iyilikle anılan, yani hayırlı işlerinden dolayı
devamlı övülen tek gözlü bir adamdan rivayet olunduğuna göre; (ki, ravi Hasan Basrî
bu adam hakkında şöyle diyor): "Eğer onun ismi Züheyr b. Osman değilse, isminin ne
olduğunu bilmiyorum." Peygamber (s. a):

"Birinci gün düğün yemeği (vermek) bir görevdir. İkinci gün ise bir iyiliktir. Üçüncü
gün (vermek ise) bir siim'a ve riyadır" buyurmuştur.

Katâde dedi ki: Bir adam bana, Saîd b. el-Müseyyeb'in birinci günü (verilen bir düğün
yemeğine) çağırüıp gittiğini, ikinci gün yine çağrılıp gittiğini, üçüncü gün de
çağrıldığını (fakat) gitmediğini ve: (Bu yemeği üçüncü günde verenler) süm 'a ve riya

£171

sahibi kimselerdir, dediğini haber verdi.

3746... Şu (bir önceki hadisin sonunda anlatılan) olayda (yine) Katâde yoluyla Sâid b.
el-Müseyyeb'den (şu şekilde de rivayet olunmuştur: Katâde) dedi ki: (Saîd) üçüncü

Lİ81

gün de çağrıldı (fakat gitmedi) ve (gelen) davetçiyi taşladı.
Açıklama

Bu hadis-i Şerifler düğün yemeği vermenin vacib derecesinde olduğunu söyleyen Şafiî
ulemasının delilidir. Cumhur ulemaya göre ise düğün yemeği vermek sünnet-i

£191 ^ £201

müekkededir. Hanefi ulemasına göre de sünnet-i müekkededir.
Yine bu hadis-i şerifler, bir iyilik ve hayırseverlik olması cihetiyle ikinci gün düğün
yemeği vermenin müstehablığma, fakat üçüncü günü vermenin kerahetine delâlet
etmektedir.

Bu hususta İmam Nevevî şöyle diyor: "Üçüncü günü yemeğe çağırılan kimsenin
icabet etmesi mekruhtur. İkinci günün davetine icabet etmek güzelse de birinci günün



davetine icabet etmek kadar güzel değildir."

Ancak, 3743-3744 numaralı hadislerin şerhinde açıklandığı gibi, bu ziyafetin nikâhtan
önce mi yoksa sonra mı verileceği konusu ihtilaflıdır.

Bezlü'l-Meclıûd yazarının açıklamasına göre; üçüncü defa verilen düğün yemeğinin
mekruh oluşunun sebebi riya ve süm'a olduğundan, bu yemeğin riyasız ve süm'asız
olarak verilmesi halinde bir ay bile devam etmesinde bir sakınca olmaması gerekir.
Riyâ ve süm'a tehlikesinden korunmak için şehirlerde ve büyük köylerde her
mahallede ayrı ayrı birer gün verilmesi uygun bir yoldur. Bu şekilde verildiği takdirde
insan riyâ ve süm'a duygularından uzak kaldığı sürece istediği kadar düğün yemeği
verebilir. Nitekim Buharî'nin nikâh bölümünün 7 1 numaralı, Yedi gün veya daha fazla
düğün yemeği veren kimse anlamına gelen bab başlığı altında toplamış olduğu



hadisler de buna delâlet etmektedir.

4. Bir Yolculuktan Gelince Yemek Vermenin Hükmü

3747... Câbir (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Peygamber (s. a) Medine'ye gelince

1221

bir deve yahut da bir sığır kesti.
Açıklama

Ravi Muhârib b. Disâr, Hz. Câbir'in kesilen hayvan hakkındaki sözünü pek iyi
hatırlayamadığından bu hadisi "bir deve yahut da bir sığır kesti" şeklinde mütereddid
bir ifade ile rivayet etmiştir.

Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, Hz. Peygamber'in Medine'de böyle bir
hayvanı kesip müslümanlara ziyafet çekmesi Tebük seferinden dönüşünde olmuştur.
Hafız İbn Hacer, selef-i sâlihînin, seferden dönünce bir hayvan keserek müslümanlara
yedirmenin müstehab olduğuna inandıklarını söylüyor, eş-Şâmî, bu yemeğe "en-
Nakîa" denildiğini söylemekte ise de, Hafız İbn Hacer, bazılarının bu yemeğin isminin

[23]

"et-Tuhfe" olduğunu söylediklerini ifade etmiştir.

5. Misafirlik Konusunda Gelen Hadisler

3748... Ebû Şurayh el-Kâ'bî'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a.) şöyle
buyurmuştur:

"Kim Allah'a inanıyorsa misafirine ikram etsin. (Misafirin, bu ziyaretine karşılık
dünyada hakettiği) hediyesi, (ev sahibinin hediyeleri ile geçen) günü ve gecesidir.
Misafirlik üç gündür. Bundan fazlası ise (misafire) bir sadakadır. Misafirin ev
sahibinin yanında onu bıktı-rmcaya kadar oturması caiz değildir."
Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu hadis) Haris b. Miskin 'e okundu, ben de (orada) hazır
bulundum. (Hadis ona okunan şekliyle şöyle idi): Eş-heb dedi ki: (îmam) Mâlik'e,
Peygamber (s. a)'in "Onun hediyesi bir gün ve gecedir" sözünün manası soruldu da
şöyle cevap verdi:

(Yani) ona bir gün bir gece ikram eder, iyilikte bulunur ve onu barındırır: (Onun) üç



1241

gün misafir olma (hakkı) vardır.



Açıklama

Caize: Hediye, bahşiş, mükâfat manalarına gelir. Burada mi-safıre yapılan özel ikram
anlamında kullanılmıştır. Avnü'l-Mâbûd yazarına göre metinde geçen "câizetühü"
kelimesini müb-tedâ olarak merfû okumak caiz olduğu gibi "felyükrim" kelimesinden
"bedel-i istimal" olarak mansub okumak da caizdir. Bu ikinci tevcihe göre bu cümle,
"O kimse misafire özel olarak hazırlanan hediye (caize) mahiyetindeki yemeği ikram
etsin" anlamına gelir.

Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, misafirin ağırlanma müd-detiyle ilgili bu
hadis üç şekilde tefsir edilmiştir:

1- Ona bir gün bir gece özel olarak hazırladığınız yemekler sunmakla ikram ediniz.
İşte caizeden maksat budur. Eğer bu caizeyi sunamazsamz misafirinize ikram etmiş
olmazsınız.

Fakat ona her günkü yediğiniz mutad yemekler yedirecekseniz, o zaman onu evinizde
üç gün misafir ediniz. Onu bu şekilde üç gün misafir etmekle misafire ikram etme
görevini yerine getirmiş olursunuz.

2- Onu üç gün üç gece misafir ettikten sonra ona yolculuğunda bir gün bir gece
yetecek şekilde özel bir yemek hazırlayıp azığına koyunuz. İşte onun caizesi budur.
Bunu yapmadığınız takdirde misafirinize ikram etmiş olmazsınız.

3- Ev sahibi olarak bir gün bir gece onunla çok yakından ilgileniniz. Ona özel
hazırlanmış yemekler sunmakla ve "sohbetinde bulunmakla onu ağırlamaya çalışınız.
İşte onun hediyesi budur.Bundan sonraki iki gün içinde ise onun için mükellef sofralar
sunmanıza lüzum yoktur. Mutad yemekler sunmakla yetinebilirsiniz. Misafire ikram

1251

görevinizi bu şekilde yerine getirmiş olursunuz. İmam Mâlik bu görüştedir.

3749... Ebû Hureyre (r,a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):

"Misafirlik üç gündür. Üç günden fazla olan misafirlik ise (ev sahibi için misafire) bir

1261

sadakadır" buyurmuştur.

3750... Ebû Kerime (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Misafirin (birinci) gecesinde (onu ağırlamak) her müslüman (ev sahibi) üzerine
(düşen) bir görevdir. Her kim (misafir olarak bir kimsenin) evinin önünde
sabahlayacak olursa, bu kimse (ye ikram etmek) o ev sahibi üzerine bir borçtur. İsterse
(borcunu) öder, (borcundan kurtulur), isterse (borcunu ödemeyi) terkeder (borçlu
1271

olarak kalır)."
Açıklama

Bu hadis-i şeriflerde bir kimsenin evine gelen bir misafire ikram etmekle mükellef
olduğu ifade edilmektedir. Ulemanın bu hadisler üzerinde yaptıkları açıklamalardan
anlaşıldığına göre, misafirler hakkındaki bu hüküm zengin, fakir, müslüman, kâfir,
salih, fâsık her misafir için geçerlidir. Bu hükmün, "Yemeğini müttakî kimselerden



128]

başkası yemesin" mealindeki hadise aykırı olduğu söylenemez. Çünkü bu hüküm
misafirler içindir. Sözü geçen hadis-i şerîfse misafirlerin dışındaki kimselere yedirilen
yemeklerle ilgilidir.

3749 numaralı hadis-i şerifteki, "Üç günden sonraki misafirlik ise (ev sahibi için
misafire) bir sadakadır" cümlesine bakarak Ahmed b. Hanbel; "Bir misafiri üç gün
ağırlamanın farz, üç günden sonra ağırlamanın da nafile olarak verilen bir sadaka
hükmünde olduğunu, binaenaleyh bir kimsenin misafirini üç gün ağırlamasının
üzerine farz olduğunu, bu görevi yerine getirmekten kaçınamayacağım; üç günden
sonra ise eğer ağırlarsa sevabını alacağını, ağırlamadığı takdirde ise sorumlu
olmayacağını" söylemiştir.

Nitekim bir sahâbînin, akşamleyin evine gelen misafire evinde bulunan yemeği ikram
edip, çocukların sofraya oturmamaları için yemekten önce onları uyutması bu görüşü
te'yid etmekte ise de, ulemanın çoğunluğu, üç gün üst üste misafir ağırlamanın farz
oluşunun îslâmm ilk yıllarındaki uygulamaya mahsus olduğunu, bu hükmün

1291

neshedildiğini söylemişlerdir.

Misafirperverliğin farz olmayıp sünnet-i müekkede olduğunu söyleyen cumhur
ulemaya göre ise, metinde geçen "üç günden fazla olan misafirlik bir sadakadır"
cümlesi, misafirperverliğin farziyyetini ifade etmek için değil, halkı bir evde üç
günden fazla misafir olmaktan nefret ettirmek için söylenmiştir.
Misafir ağırlamanın hükmünü şu şekilde hulasa edebiliriz:

"Misafirperverlik Peygamberin sünnetlerindendir. Yalnız sıfatında ihtilâf olunmuştur.
İmam Azam ile Mâlik, Şafiî ve cumhur ulemaya göre misafir kabul etmek farz değil
sünnettir. İmam Ahmed ile Ley s; bir gün bir gece misafir kabul etmeyen kimseden
misafirin hakkı zorla alınır, bu hususta köylü ile kasabalının farkı yoktur, demişlerdir.
İmam Ahmed, misafir kabul etmenin hassaten bedevilere vacib olduğunu belirtmiştir.
Ona göre şehirde yaşayanlara bu İş farz değildir. Mücâhid'den bir rivayete göre, bîr

[301

geceliğine misafir kabul etmek farzdır."

3751... el-Mikdâm Ebû Kerîme (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a)
şöyle buyurmuştur:

"Herhangi bir kimse bir kavme misafir olur da (orada ikramdan ve ağırlanmaktan)
mahrum olarak sabahlarsa, (bu misafirin en azından) bir gecelik yiyecek hakkını
alacak kadar ona tahılından ve (diğer) mal(lar)mdan yardım etmek (orada bulunan) her



müslüman üzerine (düşen) bir görevdir."

3752... mUkbe b. Amir (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: (Biz Hz. Peygambere):
Ey Allah'ın Rasûlü, sen bizi (bazen bir yere) gönderiyorsun, biz de bir kavme misafir
oluyoruz. (Fakat) onlar bizi ağırlamıyorlar. (Bu hususta) ne buyurursun? diye sorduk.
Rasûlullah (s. a) bize şöyle buyurdu:

"Eğer bir kavme misafir olur da sizin için (yapılması gereken ikram ve ağırlama ile
ilgili) işleri(n yapılmasını hizmetçilerine) emrederlerse bunu kabul edin. (Bunu)
yapmazlarsa kendilerine yaraşan misafir hakkını onlardan alın."

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu (hadis, bîr kimsenin hakkı olan bir şeyi alabileceğine dair



[321

kuvvetli bir delildir.



Açıklama

Hafız Hattâbî (r.a)'nin açıklamasına göre; bir misafirin, misafir olduğu evde
ağırlanmaktan mahrum kalarak geceyi aç susuz olarak geçirmesi halinde o beldede
bulunan her müslümanm onun bir günlük misafirlik hakkını ödemekle mükellef
olduğunu ifade eden 3751 numaralı hadis, açlıktan telef olma durumuna gelen
misafirler hakkındadır. Bu duruma düşert bir misafire yedirip içirmek, o beldede
bulunan her müslüman üzerine düşen bir görev olduğundan o misafir, orada bulunan
herhangi bir müslümanm malından hayatını kurtaracak kadar yiyebilir. Böyle bir
misafirin hayatını kurtardıktan sonra yediği yemeğin değerini ödeyip ödemeyeceği
meselesi de ihtilaflıdır. İmam Şafiî'ye göre, yediği yemeğin bedelini ödemesi gerekir.
Diğer ulemaya göre ise, yediği yemeğin parasını ödemesi gerekmez. Hadis
ulemasından bazıları da bu görüşü savunmuşlar ve Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Peygamber
ile Mekke'den Medine'ye giderken yolda karşılaştıkları bir sürünün içinden sahibi
orada bulunmayan bir koyunun sütünü sağıp Hz. Peygamber'e içirmesi hadisesinin
buna açıkça delâlet ettiğini söylemişlerdir.

Ayrıca, Abdullah b. Ömer'den rivayet edilen; "Kim bir bahçeye girerse oradan yesin

[33]

fakat yanında bir şey götürmesin." mealindeki hadis-i şerifi de delil getirmişlerdir.
Nitekim Hasan-ı Basrî'nin de; "Bir adam susamış halde iken sahipsiz bir deveye
rastlarsa devenin sahibine üç defa seslensin, devenin sahibi çıkıp gelirse ne âlâ,
gelmezse onu sağıp sütünü içsin" dediği rivayet edilmiştir.
Zeyd b. Eşlem de bu mevzuda şöyle demiştir:

Hz. Peygamber'e bir leşi ya da bir müslümanm malını yemek zorunda kalan bir
adamın durumu sorulduğunda: 'Müslümanm malını yiyebilir' buyurdu."
Abdullah b. Dînâr da, zaruret halinde kalan bir kimsenin bir müslümanm malını
yiyebileceğini söylemiştir. Ancak Hz. Saîd; "Bu durumda kalan bir kimse bir leşi
yiyebilirse de bir müslümanm malını yiyemez" demiştir. Hattâbî'nin sözleri burada
sona erdi.

Kendisine misafirlik görevi yerine getirilmeyen bir kimsenin hane sahibinden hak
alması meselesine gelince; bu mevzuda İmam Nevevî şöyle diyor:
"Ahmed b. Hanbel ile el-Leys, bu hadisi zahirine hamletmişlerse de cumhuru uleme
onu çeşitli şekillerde te'vil etmişlerdir. Bu te'villeri şu şekilde özetleyebiliriz:

1- Bu hadis, zaruret halinde bulunan misafirler hakkındadır. Çünkü onları ağırlamak
farzdır.

2- Misafirin hakkını almasından maksat ev sahibinin malını yemesi değil, onun yaptığı
bu mürüvvetsizliği başkalarına anlatma hakkını elde etmesidir. Fakat bu görüş çok
hatalıdır.

3- Bu hadis sonradan neshedilmiştir. Bu görüş de zayıftır. Çünkü bunu ortaya atan
kimsenin kimliği meçhuldür.

4- Bu hadisin hükmü müslüman misafirleri ağırlamaktan kaçman zimmîler için
geçerlidir. Çünkü onlar müslümanlarm zimmetinde barınabilmek için müslüman
misafirleri ağırlamayı taahhüd etmişlerdir. Bu görüş de zayıftır. Zira zimmîlerle
yapılan bu anlaşma Hz. Peygamber devrinde yoktur. Bu anlaşma Hz. Ömer devrinde



olmuştur.

Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, ağırlanmayan bir misafirin hakkını
almasından maksat, kendisini ağırlamayan kavimden yiyecek ve içeceğin bedelini

[341

ödeyerek almasıdır." Nevevî'nin sözleri burada sona erdi.

Daha önceki açıklamalarımızdan da anlaşılacağı gibi, cumhur ulemanın bu hadisi bu
şekilde te'vil etmekten maksadı misafire ikram etmenin farz olduğu iddiasını çürütmek
ve sünnet-i müekkede olduğunu İsbata zemin hazırlamaktır.

Hanefî ulemasından Tahavî ise bu hadisin neshedildiğini söylemiş ve bu iddiasına Hz.
Mikdâd'm şu hadisini delil göstermiştir:

"Ben ve arkadaşım (bir yerden) geldik. Açlıktan nerede ise gözlerimiz, kulaklarımız
gidiyordu. Hemen halka maruzatta bulunmağa başladık. Fakat bizi kimse kabul
etmedi. Nihayet Peygamber (s.a)'e geldik. Bizi evine götürdü. Bir de baktık üç tane
keçi!.. Peygamber (s.a):

£351

Bu sütü aranızda paylaştırın, buyurdu."

6. Misafirin (İzinsiz Olarak) Başka Birinin Malını Yemesi Neshedilmiştir
3753... İbn Abbas (r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:

Şu "Ey iman edenler, mallarınızı aranızda bâtılla (doğru olmayan yollarla haksız yere)

1361

yemeyin. Kendi rızanızla yaptığınız ticaret olursa başka..." âyet-i kerimesi
indikten sonra halka, bir kimsenin evinde yemek yemek zor gelmeye başlamıştı.
Derken bu âyeti Nûr süresindeki (61 numaralı) âyet neshetti. (Bu âyette yüce Allah
kullarına şöyle) buyurdu: "...Size de kendi evlerinizden başka evlerde yemenizde bir
1371

güçlük yoktur.." (Yüce Allah'ın bu meseleyle ilgili buyruğu); "toplu olarak ve)
ayrı ayrı... (yemenizde de üzerinize bir günah yoktur)" sözüne kadar (sürmektedir).
(Bu âyet inmeden önce) zengin bir adam yakınlarından birini yemeğe çağırıldığında
(çağırılan kimse), "Ben ondan yemeyi günah görüyorum" derdi; -et-Tecennuh, bir
şeyin günah olduğuna inanmak anlamına gelir- ve "fakir bu davete benden daha
müstehaktır" diye konuşurdu. Bu âyet(in inmesi) ile (müslümanlarm, bu âyette
zikredilen kimselerin birine ait olan ve) üzerine Besmele çekilen yemekleri yemeleri

[381

ve bir de kitap ehlinin yemekleri helâl kılınmış oldu.
Açıklama

İbn Abbas (r.a)'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Ey iman edenler, mallarınızı
aranızda batıl sebeblerlc yemeyin." âyet-i kerimesi nazil olunca müslümanlar
başkalarının ikram ettiği yemekleri yemekte tereddüde düştüler. Bu endişeyle
başkalarının evinde yemek yemekten kaçınmaya başladılar. Bunun üzerine Nûr
sûresinin 61. âyeti nazil oldu.

Bezlü'l-Mechûd yazarının dediği gibi, misafire ikram etme konusu şu safhalardan
geçmiştir: İsiamiri ilk yıllarında misafire yemek yedirmek ev sahibi üzerine farz idi.
Sonra misafirin ev sahibinin malından yemesi Nisa sûresinin 29. âyetiyle yasaklandı.



Daha sonra Nûr suresinin 61. âyetiyle bu yasak da kaldırıldı. Nitekim bir önceki
babdaki hadisler, İslâmm ilk yıllarında misafire yemek yedirmenin farz olduğuna,
Nisa sûresinin 29. âyeti daha sonra bir kimsenin başka birinin yemeğini parasını
ödemeden yemesinin yasaklandığına, mevzumuzu. teşkil eden bab hadisleri ise
zamanla bu yasağın da kaldırıldığına delâlet etmektedir. Nûr sûresinin 61. âyetinin
tamamının meali şöyledir:

"Âmâya göre bir harac(dariık ve günah) yok, topala göre bir haraç yok, hastaya göre
bir haraç yok. Size göre de (gerek) kendi evlerinizden, gerek babalarınızın evlerinden,
gerek annelerinizin evlerinden, gerek biraderlerinizin evlerinden, gerek kız
kardeşlerinizin evlerinden, gerek amcalarınızın evlerinden, gerek halalarınızın
evlerinden, gerek dayılarınızın evlerinden, gerek teyzelerinizin evlerinden, gerek
(başkasına ait olup da) anahtarlarına malik (ve hazinedarı) bulunduğunuz (evler)den,
yahutta sadık dostlarınızın (evlerinden) yemenizde de (bir haraç yoktur). Hep bir arada
toplu olarak da, dağınık dağınık da yemenizde dahi haraç yok. (Şu kadar ki) evlere
girdiniz vakit Allah tarafından mübarek ve pek güzel bir sağlık (dilemiş) olmak üzere
kendinize selam verin. İşte Allah âyetleri size böylece beyan eder. Ta ki anlayasmız."
Ayetin tefsirindeki inceliklerden bazıları şunlardır:

1- İnsanın evladının evi ve malı kendi evi ve malı gibi olduğundan bu âyet-i kerimede
evladın malının ve evinin zikredilmesine lüzum .görülmemiştir.

2- Ayette insanın bir dostunun malından izinsiz olarak yiyebileceğinden
bahsedilmiştir. Çünkü insana sadık dostu akrabasından bile daha yakındır.

İbn Abbas (r.a) bu hususta şöyle diyor: "Cehennem ehli ateşe atıldıkları zaman, "Artık

[391

bizim için ne şefaatçilerden bir kimse, ne de candan bir dost yok..." diyerek
dostlarının yokluğundan yakınacakları halde anne, baba ve diğer dostlarının
yokluğundan yakmmayacaklardır."

3- Âyet-i kerimede geçen "kendi evleriniz" tabirinden maksat, Ebû Bekir el-Cessâs'a
göre, kişinin ailesi, çocukları ve hizmetçileri gibi evinde duran kimselerin evleridir.
Bu hadis-i şerif, bir insanın üzerine Besmele çekilmiş olmak şartıyla başkasının
malından yemesinin caiz olduğunu ifade etmesi ve dolayısıyla bir insanın birisine
misafir olmasının caizliğine delâlet etmesi cihetiyle bir önceki babın tamamlayıcısı
durumundadır.

Aynı zamanda bu hadis, misafirperverliğin farz olmayıp sünnet-i meükkede olduğunu
söyleyen cumhurun görüşünü de te'ykl etmektedir. Çünkü hadiste geçen âyet-i kerime
de bir kimsenin başka birisinin yemeğini yemesinde bir günah olmadığını ifade
etmektedir. Oysa günah olmamak başka, farz olmak yine başkadır. Bir şeyin günah
olması vacib olmasını gerektirmez. Binaenaleyh eğer bir kimsenin misafir olduğu
kimsenin yemeğini yemesi onun kazanılmış bir hakkı, bu yemeği sunmak da ev sahibi
üzerine farz olsaydı o zaman "günah yoktur" kelimesi yerine bu farziyyeti ifade eden
daha açık ve kesin bir ifade kullanılırdı.

Bu durum misafire ikram etmenin farziyyetinin neshedildiğine de delâlet etmektedir.

1401

Bu bakımdan da bir önceki hadisin bir tamamlayıcısı durumundadır.
Bazı Hükümler

1. Bir kimse sahibinin izniyle başkasının yemeğini yiyebilir.



2. Bir kimse misafir olduğu ev sahibinin sunduğu yemeği yiyebilir.

3. Kitap ehlinin sunduğu yemeği yemek helâldir. Nitekim, "Kitap verilenlerin

lâll

yemekleri size helâldir." âyet-i kerimesi de bunu ifade etmektedir.
Ancak kitap ehlinin kestiklerinin yenebilmesi için hayvanı kesen kitap ehlinin Benî
Tağlıb kabilesinden olmaması, dininden dönmemiş olması, kestiği hayvanı kendileri
için kesmiş olması, keserken Allah'ın adını anarak kestiğinin bilinmesi, kestiği
hayvanın kendi dinlerince helâl olması gerekir. Bu hususlar bulununca onların kestiği

[421

hayvanın yenilebileceğinde ittifak vardır.

4. Bir kimsenin sunduğu yemeği yemenin caiz olabilmesi için onun Allah'dan başka
bir varlığın ismi çekilerek hazırlanmamış olması gerekir. Eğer Allah'dan başka bir
varlığın ismi çekilerek hazırlandığı bilinirse onu yemek haramdır. Bilinmediği
takdirde cumhura göre yenilmesi helâldir. Nitekim, "Üzerine Allah'ın ismi anılmayan

143]

şeyden yemeyin..." , "Eğer onun âyetlerine iman etmişseniz üzerine Allah'ın ismi

1441

anılan şeyden yiyiniz." âyetleri ile, "Kanı akıtılan ve üzerine Besmele çekileni

£451 1461
yeyiniz." mealindeki hadis-i şerif de bunu ifade etmektedir.

7. Üstünlüklerini Ortaya Koyabümek İçin Birbiriyle Yarışan Kimselerin
Yemeğini Yemenin Hükmü

3754... İbn Abbas (r.a)'m şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Peygamber (s. a), üstünlüklerini ortaya koyabilmek için yarışan kimselerin
yemeklerinin yenmesini yasaklamıştır.

Ebû Dâvud dedi ki; Bu hadisi, Cerîr (b. Hazm) 'den rivayet edenlerin ekserisi
rivayetlerinin senedinde îbn Abbas (r.a)'m ismini zikretmediler. (Ancak îkrime'nin
rivayet ettiği) bu hadiste olduğu gibi Harun en-Nahvî de (bu hadisi rivayet ederken)

1421

îbn Abbasfm ismini zikretti. Hammâd b. Zeyd ise İbn Abbas'in ismini zikretmedi.
Açıklama

İnsanların, başkalarına olan üstünlüğünü ortaya koyabilmek ve bu şekilde nefsine bir
pay çıkarmak gayesiyle bir takım yarışlara girişmesi riyadan başka bir şey olmadığı
için İslâmiyette bu gayeyle yapılan işler çirkin sayıldığı gibi, bu gibi kimselerin
yemeğini yemek de yasaklanmıştır. Çünkü onların yemekleri, "Mallarınızı aranızda

1481 ' [491
haksız sebeplerle yemeyin!" âyetinin şümulüne girmektedir.

8. Beraberinde Dinen Çirkin Sayılan Fiillerin Bulunduğu Bir Davete İcabet
Etmenin Hükmü

3755... Sefine Ebû Abdurrahman'dan rivayet olunduğuna göre;

Bir adam Ali b. Ebî Tâlib'i misafir etmiş ve ona bir yemek hazırlamış. (Orada hazır



bulunan) Fatıma (r. anha) da: "Keşke, Rasûlul-lah (s.a)'ı çağırsaydık. (Gelir) bizimle
beraber (bu yemekten) o da yerdi" demiş. Bunun üzerine Hz. Peygamberi de (o
ziyafete) çağırmışlar. Hz. Peygamber de (oraya) gelmiş. Elini kapının (iki tarafındaki)
söveleri-ne koyunca, evin bir köşesine yerleştirilmiş olan yünden yapılmış renkli
nakışlarla süslü ve üzerinde rakamlar bulunan ince bir kumaş görüp hemen geri
dönerek gitmiş. Hz. Fâtıma da Hz. Ali'ye:

Git, ona yetiş bak (bakalım) onun geri dönmesine sebep neymiş? demiş, Hz. Ali de
onun peşinden gitmiş. (Hz. Ali Hz. Peygarn-ber'e kavuşunca aralarında geçen
konuşmayı şöyle anlatmış. Ben Hz. Peygamber'e):

Ey Allah'ın Rasûlü, seni geri çeviren sebep nedir? diye sordum. "Benim için yahut da

[501

herhangi bir peygamber için nakışlarla süslü bir eve girmek yoktur" buyurdu.
Açıklama

Hadisin baş kısmında bulunan cümlesinin zahirine göre, bir adam Hz. Ali'yi evine
davet ederek ona yemek ikram etmiş. Fakat Sünen-i Ebû Davud'un bazı nüshalarında
bu cümle, şeklinde rivayet edilmiştir. Bu rivayete göre Hz. Ali o adamın evine misafir
olmamış, o adam bir yemek hazırlayıp Hz. Ali'nin evine göndermiş. Tıybî bu rivayetin
daha doğru olduğunu görüşündedir. Nitekim o yemekte Hz. Fâtıma'nm da bulunması
bu görüşü te'ykl etmektedir.

el-Mirkât'ta belirtildiği gibi, bu hadis, bir münkerin yani gayrı meşru durumun
bulunduğu davete icabet edilmeyeceğine delâlet eder.

Hafız da Feth'de, "Bir evde bir münkerin yani gayrı meşru durumun bulunmasının o
eve girilmesine dinen bir engel teşkil ettiği bu hadisten anlaşılır" demiştir.
İbn Battal da bu konuda şöyle der: "Allah ve Rasûlünün yasakladığı bir davete icabet
etmek caiz değildir. Hadis bunu ifade eder. Çünkü böyle bir davete icabet etmek böyle
bir duruma rıza göstermek anlamım taşır." İbn Battal daha sonra mesele ile ilgili
mütekaddim, yani ilk âlimlerin mezheplerini açıklar ki, bunun özeti şudur: Davet
edilen kişi davet edildiği yerdeki haram durumu giderirse oraya gitmesinde bir sakınca
yoktur. Şayet gidermeye gücü yetmezse geri döner.
Hanefî mezhebine mensup, el-Hidâye sahibi de şöyle demektedir:
"Bir kimse davet edildiği yere gittikten sonra orada münker, yani Allah ve Rasûlünün
yasakladığı bir durum meydana gelirse davet edilen zat, örnek edinilecek bir önder ise
ve duruma müdahale edip gidermeye gücü yetmezse orayı derhal terketmelidir. Çünkü
öyle bir mecliste dine leke sürülmüş olur ve bir günah kapısı açılmış olur. Şayet davet
edilen kişi örnek ve önder durumda değilse, oturmuş iken artık yemeği yiyip öyle
çıkmalıdır. Fakat davet edilen bir kimse henüz davet edildiği yere girmemiş iken orada
münker bir durumun olduğunu sezerse, örnek olsun veya olmasın geri dönme-
[51]

lidir."



9. Bir Kimseyi İki Kişi Birden Davet Edince Hangisi İcabete Daha Müstahaktır?
3756... Peygamber (s.a)'in sahâbîlerinin birinden rivayet olunduğuna göre;



Peygamber (s. a) şöyle buyurmuştur:

"İki kişi birden (seni) davet edecek olursa sen kapısı en yakın olan(m daveti)ne icabet
et. Çünkü kapısı en yakın olan en yakın komşu olandır. Eğer (davet eden bu iki
kişiden birisi diğerinden) daha önce davet etmişse, önce davet edenin davetine icabet
[521

et."

Açıklama

Hadis-i şerifte, aynı zamanda iki kişiden davet alan bir kimsenin bunlardan kapısı
kendisine daha yakın olanın davetim tercih edip onun davetine icabet etmesi gerektiği,
çünkü kapısı daha yakın olan kimsenin daha yakın komşu olması cihetiyle bu gibi
içtimai muamelelerde öncelik hakkı bulunduğu ifade edilmektedir.
Alkamî'nin açıklamasına göre, aynı anda davet eden kişilerin komşuluk bakımından
her ikisinin de eşit olmaları halinde; ilimce, dindarlıkça ve ahlâkça daha üstün olanın
daveti tercih edilir. Bu hususlarda eşit olmaları halinde ise, davet alan kimse aralarında

[531

kura çeker, kura hangisine isabet ederse onun davetine icabet eder.

10. Namaz (Vakti) Gelip Sofra Hazır Olunca Nasıl Hareket Edilir?

3757... Ibn Ömer (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Birinizin akşam yemeği (sofraya) konduğu sırada namaza da başlanmış olursa (o
kimse yemek yeme işini) bitirinceye kadar namaza kalkmaz."

(Bu hadisin ravilerinden Müsedded, rivayetine şunları da) ilâve etti: "Abdullah (b.
Ömer), akşam yemeği (sofraya) konunca -yahut ta akşam yemeği (sofraya) gelince-
ikameti de işitse, imamın okuyuşunu da işitse (yine de yemeğini) bitirinceye kadar

£541

(namaza) kalkmazdı.

3758... C âbir b. Abdillah (r.a)'dan Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet
olunmuştur:

1551

"Yemekten veya başka bir şeyden dolayı o namaz geciktiril(e)mez."

3759... Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr'den rivayet olunmuştur; dedi ki:
İbn Zübeyr zamanında babamla birlikte Abdullah b. Ömer'in yanında (bulunuyor)
idim. Abbâd b. Abdillah b. Zübeyr; "Biz, (kılınması için ezan okunup kamet getirilen
akşam) namaz(m)dan önce (ortaya konulmuş olan) akşam yemeğine başlanabileceğini
işittik" dedi. Abdullah b. Ömer de "Vah sana! Sen (Hz. Peygamber'in sahâbîleri olan)
o kimselerin akşam yemeklerinin nasıl olduğunu (biliyor musun)? (Onların akşam
yemeklerinin) babanın akşam yemeği gibi (zengin) olduğunu mu zannediyorsun?"
[56]

diye karşılık verdi.



Açıklama



3757 numaralı hadis-i şerifte, akşam yemeği hazırlanıp ortaya konmuşken akşam
namazı için ezanın okunması halinde cemaate gitmeyerek yemeği yemek ve namazı
yemekten sonra kılmak tavsiye edilirken; 3758 numaralı hadis-i şerifte namazın
yemekten dolayı geciktirilmesine asla izin olmadığı ifade edilmektedir.
Hattâbî, bu iki hadis-i şerifin arasını şöyle telif ediyor:

"Namazdan önce yemek yemeye izin veren hadis-i şerif, gönlü, ortaya konan yemeği
çok arzu eden ve o yemeği yemeye çok ihtiyaç hisseden kimseler içindir. Bu durumda
olan bir kimse ezanın okunması ve yemeğin de ortaya gelmesi halinde eğer namaz
vaktinin çıkma tehlikesi yoksa, yemeğe karşı olan bu iştahını teskin etmek için
yemekten biraz yer, namazını yemekten sonra kılar. Bu suretle namazı yemeğe gönlü
takılı bir şekilde kılmaktan kurtulup hakkıyla ifa etme imkânını bulmuş olur.
Ancak bu şekilde hareket etmek durumunda kalan bir kişi sofranın başına oturmaz ve
iyice karnını doyurmaz. Sadece ortaya gelen yemeklerden birer parça alıp açlığını ve
yemeklere olan arzusunu teskin edip namazını te'hir etmeden kılar. 3758 numaralı
hadis-i şerif ise, yemeğe karşı aşın şekilde arzu ve ihtiyaç duymayan ve namaz kılmak
için fazla vakti kalmayan kimseler içindir. Bu durumda olan bir kimsenin namazı
yemeğe takdim etmesi farzdır. Binaenaleyh bu iki hadis arasında bir çelişki yoktur."
Nitekim, 3759 numaralı hadis-i şerif de Hattâbî'nin bu görüşünü doğrulamaktadır.
Bazı hallerde akşam yemeğinin akşam namazına takdim edilebileceğini ifade eden bu
hadis-i şerifin hükmünü sadece akşam namazıyla akşam yemeğine tahsis etmek doğru
değildir.

Burada sadece akşam namazıyla akşam yemeğinden bahsedilmesinin sebebi, insanın
bu durumla genellikle akşam yemeği vaktinde karşılaşması olsa gerektir. Çünkü sabah
namazı vaktinde insanın böyle bir durumda kalması pek enderdir. Öğle vaktine
gelince, öğleyin yemek yeme âdeti Hz. Peygamber devrinde yoktu. Bu âdet sonradan
çıkmıştır.

Akşam yemeğinin ortaya gelmesiyle akşam ezanı vaktinin aynı zamana rastlaması
halinde yemeğin öne alınmasıyla ilgili bu emrin hükmü üzerinde ulema ihtilâf
halindeler.

Cumhuru ulemaya göre; bu emrin hükmü menduptur. Binaenaleyh bu emre göre
hareket etmek menduptur. Şâfıîlere göre bu emir yemek yemeye çok ihtiyacı olan
kimseler içindir. Bu durumda olmayan kimseler için geçerli değildir.
İmam Gazali, yemeğin bozulmasından korkan kimselerin de bu emrin şümulüne
girdiklerini söylemiştir. Süfyân-ı Sevrî ile İmam Ahmed ve İshak hazretleri de bu
görüştedirler. Zahiriye mezhebi imamlarından İbn Hazm'e göre ise, bu emre uymadan
namaza duran kimsenin namazı bâtıldır.

Bazılarına göre ise, hafif olarak yemek namaza takdim edilebilirse de hafif olmayan
bir yemek takdim edilemez.

Hafız Münzirî, İmam Mâlik'in bu görüşte olduğunu söylemiştir. Mâli-kî mezhebinden

olan diğer ulemaya göre kesinlikle namaz yemeğe takdim edilir. Fakat namaza

durunca bir an önce yemeğe başlama arzusunun namazda aceleciliğe sebep

olacağından korkulursa yemek öne alınır. Yemeğe bir an önce başlamak için alelacele

kılman bir namazı iade etmek de müstehabtır.

Bu mevzuda merhum Ö.N. Bilmen şöyle diyor:

"Mubah bir yemek hazır olduğu halde namaza başlamak mekruhtur.

Meğer ki vaktin çıkmasından korkulsun. Bu yemeğe iştahı olsun veya olmasın,



1571

müsavidir."



11. Yemekten Önce Elleri Yıkamanın Hükmü
3760... Abdullah b. Abbâs'dan şöyle rivayet olunmuştur:

Bir gün Rasûlullah (s. a) heladan çıkmış. (Orada bulunan sahâbîler) kendisine yemek
getirmişler ve:

Ey Allah'ın Rasûlü, (yemekten önce abdest alman için) sana abdest suyu da getirelim
mi? demişler. (Hz. Peygamber de):

£581

"Ben ancak namaza kalktığım zaman abdest almakla emrolundum" buyurmuştur.
Açıklama

Fahri Kâinat Efendimiz; "Ben ancak namaza kalktığım zaman abdest aımakja
emrolundum" sözüyle, "Ey inananlar, namaza dur(mak iste)diğîniz zaman yüzlerinizi,

[591

dirseklere kadar ellerinizi yıkayın..." âyet-i kerimesine işaret etmiş ve namaza
kalkmanın dışında hiçbir iş için abdest almakla emrolunmadığmı ifade buyurmuştur.
Hz. Peygamber'in, namaz için abdest almakla emrolunduğunu söylemekle beraber
Kur'an-ı Kerim okumak, Kabe'yi tavaf etmek gibi abâest almayı gerektiren fiillerden
bahsetmemesi; o günlerde bu fiiller için abdest alınmasıyla, igili emirlerin henüz
gelmemiş olmasıyla açıklanabileceği gibi, Hz. Peygamber'in maksadı yemekten önce
abdest almak gerekmediğini açıklamak olduğu için bu fiillerin hepsini zikre lüzum
görmemiş olmasıyla da açıklanabilir.

Şurasını unutmamak gerekir ki abdest almak ayrı bir şeydir, el yıkamak ayrı bir şeydir.
Hz. Peygamber burada yemekten önce abdest almakla emrolunmadığmı açıklamıştır.
El yıkamakla emrolunmadığmı söylemek istememiştir. 3761 numaralı hadis-i şerifte
de açıklanacağı üzere, aslında yemekten önce el yıkamak onun sünnet-i
seniyyesîndendir. Orada hazır bulu-nanlar.Hz. Peygamber'in devamlı olarak abdestli
gezdiğini bildiklerinden onur abdestsiz yemek yemeyeceğini zannedip kendisine
abdest alması için abdest suyu getirmek istemişlerdir. Hz. Peygamber de onlara
yemekten önce ab dest almak icab etmediğini açıklamıştır.

Belki de onların Hz. Peygamber'e, "abdest suyu getirelim mi?" diye sormalarından
maksatları, yemekten önce elini yıkamasını kendilerine hatırlatmaktı. Fakat Hz.
Peygamber abdestten söz açılmışken, yemekten önet abdest almanın hükmünü

[601

açıklamayı uygun bulmuş ve bu açıklamayı yapmıştır.

1611

Yemekten Önce El Yıkamanın Hükmü

3761... Selman (r.a)'den şöyle rivayet olunmuştur; dedi ki:

Ben Tevrat'ta, "Yemeğin bereketi, yemekten önce elleri ve ağ; yıkamaktır" (sözünü)
okumuştum. Bunu Peygamber (s.a)'e anlattırr Bunun üzerine (Hz. Peyamber);
"Yemeğin bereketi yemekten önce elleri, yemekten sonra da elleri ve ağzı yıkamaktır"



buyurdu. Süfyân (es-Sevrî), yemekten öne elleri yıkamayı mekruh görürdü.

[621

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadis zayıftır.
Açıklama

Bu hadis-i şerif yemekten Önce ve sonra elleri yıkamanın sünnet olduğunu söyleyen
Hanelilerin delilidir. İmam Mâlik ile Süfyân-i Sevrî bir önceki hadis-i şerifin zahirine
sarılarak yemekten önce elleri yıkamanın mekruh olduğuna, İmam Şafiî de yemekten
önce elleri yıkamayı terketmenin müstehab olduğuna hükmetmiştir.
Aslında bir önceki hadis-i şerifte Hz. Peygamber'in yemekten önce gereksiz gördüğü
şey abdest almaktır, elleri yıkamak değildir. Bununla birlikte yemekten önce abdest

' MI

almakta da bir sakınca yoktur.

Avnü'l-Ma'bûd yazarının açıklamasına göre, Ahmed b. Hanbel de yemekten önce el
yıkamanın müstehab olmadığı görüşünde idi.

Oysa Aliyyü'l-Kârî'nin açıkladığı gibi Hz. Peygamber, "Yemekten önce elleri yıkamak
fakirliği, yemekten sonra yıkamak da cinneti önler" buyurmuştur. Bu bütün
peygamberlerin sünnetidir. Bununla birlikte Süfyân-ı Sevrî'nin bunu mekruh görmesi
şaşılacak bir şeydir. Her halde Süfyan-ı Sevr'i bu sözü, elini daha önce iyice yıkadığı
için temiz olduğunu kesinlikle bilen kimseler için söylemiştir. Maksadı da su israfını
[641

önlemektir.

Bu bakımdan Hanefî uleması yemekten önce ve sonra elleri yıkamanın sünnet
olduğunu söylemişlerdir.

Bu mevzuda Dürrü'l-Muhtâr isimli eserde, "Yemeğin sünneti yemekten önce Besmele
çekmek, yemekten sonra Elhamdüllillah demektir" diye kaydedilmiştir. Mülteka isimli
eserde de bunlara, yemekten önce ve sonra ellerin yıkanması da ilâve edilmektedir.
Avnü'l-Ma'bûd yazarının dediği gibi, her zaman kirlenmeye ve mikrop kapmaya
müsait olduğundan, yemekten önce ellerin yıkanması yemeğin vücuda yaraması
yönünden çok lüzumludur.

Yemek esnasında yağlanmaları ve yemeğin bulaşması kaçınılmaz olduğu için de
yemekten sonra ellerle birlikte ağzı yıkamakta da çok büyük faydalar vardır.
Binaenaleyh bu sünnete uyularak yenen yemekte bereket olur. Bu şekilde yenen
yemek nefsin sükunet bulmasına yardımcı olduğu gibi ibadete koşmasına da sebep ve
yardımcı olur. Ayrıca bu şekilde yenen bir yemeğin, yiyenlerin doymasına yetecek

[65]

kadar maddeten artması da söz konusudur.

12. Beklenmedik Bir Anda Üzerine Varılıveren Bir Yemeği Yemenin Hükmü

3762... Câbir b. Abdillah (r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a) (bir
gün) abdest bozmuş olarak bir dağ geçidinden (bize doğru) eldi. Bizim önümüzde
(bulunan) "tirs" yahut da "hacefe" (denilen bir kalkan) üzerinde hurma vardı.
Kendisini davet ettik. (Gelip) bizimle birlikte (hurmadan) yedi ve elini suyla
[661

yıkamadı.



Açıklama



Hattâbî' bu hadis-i şerif hakkında yaptığı açıklamada şöyle diyor: "Bu hadis-i şerif,
yemeğinin yenmesinden memnun olacağı yenmediği takdirde de üzüleceği bilinen bir
kimsenin, beklenmedik bir anda takdim ettiği yemeği yemekte sakınca olmadığına
delâlet etmektedir. Fakat yemek sahibinin davetinde samimi olmadığının anlaşılması

1671

halinde durum bunun aksinedir. Böylesi bir yemeği yemek mekruh olur."

13. Yemeği Kötülemenin Çirkinliği

3763... Ebû Hureyre (r.a)'den şöyle dediği rivayet olunmuştur:

Rasûlullah (s. a) hiçbir zaman bir yemeği kötülememiştir. (Önüne gelen bir) yemekten

£681

hoşlanırsa onu yerdi, hoşlanmazsa yemezdi.
Açıklama

Bu hadis-i şerifte Rasûl-i Zîşan Efendimiz'in, önüne gelen bir yemeği kötülemediği
ifade edilmektedir.

Hadis-i şerif sarihlerinin açıklamasına göre, Hz. Peygamber'in bu tutumu mubah
yemekler içindi. Fakat haram yemekler karşısındaki tutumu böyle değildi. Onları
yemenin kötülüğünü anlatır ve ümmetini onları yemekten menederdi. Bu bakımdan

[691

âlimler mubah bir yemeği kötülemenin mekruh olduğunu söylemişlerdir.
Alimlerden bazıları, Allah'ın yarattığı bir nimet olarak herhangi bir yemeği
kötülemenin caiz olmadığını; fakat bir yemeğin, insanların pişirmesi ya da
hazırlamasından doğan kusurunu söylemekte bir sakınca olmadığını söylemişlerdir.
Ancak Hafız İbn Hacer'in açıkladığı gibi, yemeğin pişirilmesi veya hazırlanması ile
ilgili olarak yemeğe yöneltilen bir tenkid eğer onu hazırlayanın kalbini kıracaksa o
zaman bu neviden olan tenkidler de caiz olmaz.

Bu mevzuda İmam Nevevî şöyle diyor: "İnsanın önüne gelen bir yemeği; bu tuzludur,
ekşidir, tuzu kıttır, iyi pişmemiştir gibi sözlerle tenkit etmekten kaçınması yemek
âdabmdandır." İbn Battal da: "Dinen yenmesi meşru kılman hiçbir yemekte ayıp ve
kusur yoktur. Binaenaleyh helâl bir yemeği tenkidden kaçınmak İslâm âdabmdandır"
demektedir.

Ancak insanın tabiatı bazı helâl yemekleri yemekten hoşlanmayabilir. Böyle bir
durumda o yemeği yememesi gayet tabiidir. Kişi hoşlanmadığı bir yemekle
karşılaşınca Hz. Peygamber'in yaptığı gibi hareket eder, yani tenkit yöneltmeden

£7Q1

yemeği yemekten kaçınabilir.

14. Yemeği Toplu Halde Yemek

3764... Vahşî b. Harb (b. Vahşî b. Harb)'in dedesinden rivayet olunmuştur: Peygamber
(s.a)'in sahâbîleri (Hz. Peygambere):



Ey Allah'ın Rasûlü, biz (yemek) yiyoruz, fakat doymuyoruz, demişler.
(Hz. Peygamber de onlara):

"Her halde siz (yemeği) ayrı ayrı (kaplarda) yiyorsunuzdur (değil mi)?" demiş. (Onlar
da):

Evet, cevabını vermişler. (Bunun üzerine Hz. Peygamber):

"Yemeği toplu halde yeyiniz ve üzerine Besmele çekiniz. (O zaman) Allah o yemekte
sizin için bereket halk eder (de karnınız doyar)" buyurmuş.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bir düğün yemeğine gider de (önüne) akşam yemeği konacak

I2İI

olursa, ev sahibi izin verinceye kadar (o yemekten) yeme.
Açıklama

Bu hadis-i şerifi rivayet eden Vahşî (r.a), Uhut'daHz. Hamza (r.a)'yı şehid eden ve
sonra Mekke'nin fethinde müslüman olan meşhur Vahşî' dir.

Kendisi müslüman olduktan sonra küfür döneminde işlediği cinayetten duyduğu
vicdan azabını peygamberlik iddiasında bulunan Müseylemetü'l -Kezzâb'ı katlederek
hafifletti. Tâif heyetiyle birlikte Hz. Peygamber'in huzuruna geldiği zaman Hz.
Hamza'yı nasıl şehid ettiğini anlattı. Hz. Peyamber onu affetti. Fakat onu görmek
kendisine çok sevdiği amcasının acı hatırasını hatırlattığı için ona: "Bir daha bana
görünme" diye emretti.

Bu hadis-i şerifte, bir sofra üzerine konan bir kaptan topluca yemek yemekte bereket
olduğu bildirilmekte, bir ailenin ayrı ayrı kaplarda yemek yemeleri yerine bir kaptan
yemek yemeleri tavsiye edilmektedir. Nitekim Ebû Ya'lâ'nm Müsned'inde, İbn
Hibbân'm Sahih'inde, Beyhakî'nin de Sünen'inde Hz. Câbir'den rivayet edilen merfu
bir hadiste:

[72]

"Yemeklerin Allah'a en sevimli olanı üzerinde ellerin en çok olanıdır"
buyurmuştur.

Taberânî'nin İbn Ömer'den naklen rivayet ettiği mevkuf bir hadis-i şerifte de şöyle
buyurulmuştur:

"İki kişinin yemeği dört kişiye dört kişinin yemeği de sekiz kişiye yeter. Binaenaleyh

' \m

yemeği toplu halde yeyiniz, dağılmaymız." Cenab-ı Hak her-şeyi bir sebebe
bağladığı gibi yemeklerin maddî manevî bereketini de o yemeğe uzanan ellerin
çokluğuna bağlamıştır.

Bir yemeğe uzanan ellerin adedi nisbetinde Allah o yemeğe bereketini ve yiyenlere de
feyz ve rahmetini indirir. Ehl-i basiret inen bu rahmeti açıkça müşahede ettiği halde
gafiller gerçeği göremediklerinden bu hadisteki tavsiyeye uymazlar.
Binaenaleyh, "Hep bir arada toplu olarak da dağınık olarak da yemek yemenizde bir

sakınca yoktur." âyet-i kerimesinde de açıklandığı üzere ayrı ayrı kaplarda ve
sofralarda yemek yemek caiz olmakla beraber, bir sofra üzerinde ve bir kaptan topluca
yemek yemek menduptur. Musannif Ebû Dâvûd (r.a), hadis-i şerifin sonuna eklediği
açıklama ile bir düğün yemeğine giden insanın akşam yemeği vaktinde getirilen
yemek hususunda çok dikkatli olması gerektiğini ifade etmek istemiştir. Çünkü akşam
öğünü belli bir öğün olduğundan bu vakitte getirilen yemeğin düğün yemeği olmayıp



ev halkı için hazırlanması mutad olan her günkü yemeklerden olması mümkündür. Bu
bakımdan ev sahibi izin vermedikçe o yemeğe yanaşmamak gerekir. Çünkü bu

£251

yemeğe ortak olunduğu takdirde ev halkı aç kalabilir.
15. Yemeğe Başlarken Besmele Çekmek

3765... Ebu'z-Zübeyr'den rivayet olunduğuna göre, Câbir b. Abdullah (r.a) Peygamber
(s.a)'i şöyle derken işitmiştir:

"Bir adam evine girerken Besmele çekerek girerse ve yemek yerken de (Besmele
çekerek yerse), şeytan (arkadaşlarına): (Burada) sizin için gecelemek (imkânı da) yok,
akşam yemeği de yok, der. Eğer (adam evine) girerken Allah'ı anmadan girerse şeytan
(arkadaşlarına: Burada) gecelemek (imkânm)a kavuştunuz, der. Eğer yemeği yerken
de Allah'ın adını anmamışsa (şeytan arkadaşlarına: Burada) geceleme ve akşam

£761

yemeği (yeme imkânı)na kavuştunuz, der."
Açıklama

Bu hadis-i şerifte şeytanların Besmelesiz girilen eve girmeye muvaffak oldukları,
Besmeleyle girilen eve ise girmeye muvaffak olamadıkları, aynı şekilde Besmelesiz
yenen yemeğe onların da ortak oldukları, Besmeleyle yenen yemeğe ise asla ortak
olamadıkları ifade edilmektedir.

Her ne kadar burada sadece evlere Besmeleyle girmek ve yemeğe Besmeleyle
başlamaktan bahsedilmekle yetinilmişse de aslında Besmele çekmek sadece bu iki fiile
mahsus değildir. Bütün fiillerin başında Besmele çekmek sünnet-i müekkededir.
Yemeğin başında Besmele çekmenin vacib, sonunda Elhamdülillah demenin müstehab
olduğunu söyleyenler de vardır.

İhyâu Ulûmiddîn'de açıklandığı üzere, her lokmanın başında Besmele sonunda
Elhamdülillah demek daha iyi olur. Şöyle ki birinci lokmanın başında Bismillah
somunda Elhamdülillah der ikinci lokmanın başında Bismil-lahirrahman, sonunda
Elhamdülillâhi Rabbilâlemin, üçüncü lokmanın başında Bismillâhirrahımânirrahim,
sonunda Elhamdülillâhi Rabbil âlemin er-rahmânirrahîm denir. Lokmalar bu şekilde
üçer üçer hesab edilir. Eğer

lokmaların Besmelesiz yendiği yemeğin sonunda hatırlanacak olursa, "Bis-millahi alâ

im

evvelihi ye âhirini" demekle yetinilir.

Hanefî ulemasına göre, yemeğin başında Bismillah sonunda da Elhamdülillah demek
sünnettir. Eğer Besmele yemeğin başında unutulmuş da yemek bitmeden hatırlanmışsa
hatırlandığı anda "Bismillahi alâ evvelihi ve âhirini" der. Nitekim Peygamber
Efendimiz: "Kendisine yemek getirilince yemeğin başında Besmele çekip sonunda

[781 '

Elhamdülillah diyen bir mü'min-den Allah razı olur" buyurmuştur.
3766... Huzeyfe (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Biz Rasûlullah (s. a) ile birlikte bir yemekte bulunmuştuk. Rasûlullah (s. a) ile birlikte
sofrada hazır bulunduğunuz halde içimizden hiçbir kimse ondan önce elini sofraya



uzatmadı. Derken bir bedevi sanki (arkasından yemeğe doğru) itilmiş gibi (hızla) gelip
el. ini daldırmak üzere yemeğe götürdü. Rasûlullah (s. a) da hemen onun elini tuttu.
Sonra bir cariye sanki (arkasından) itiliyormuş gibi (hızla) gelip yemeğe sokmak üzere
elini uzattı. Rasûlullah (s. a) onun elini de tuttu ve şöyle buyurdu:
"Gerçekten şeytan, üzerine Allah'ın ismi anılmayan (Besmele çekilmeyen) yemeği
yemeye imkân bulur. (O bu yemeği kendisine) helâl kılmak için önce kendisine âlet
edebileceği şu bedeviyi getirdi. Ben de onun elini tuttum, (şeytana imkân vermedim).
Sonra (bu yemeği kendisine) helâl kılmaya âlet etmek üzere bu cariyeyi getirdi. Ben
(onun da) elini tuttum. Varlığım elinde olan zâta yemin olsun ki, şeytanın eli bedevi ve

[791

cariyenin eli ile birlikte benim elimdedir."
Açıklama

Bu hadis-i şerif, yemeğe başlarken Besmele çekmenin sünnet olduğuna delâlet
etmektedir.

Merhum A. Davudoğlu bu hadisle ilgili olarak yaptığı açıklamada şöyle diyor:
"Şeytanın yemeği helâl saymasından murad bazılarına göre hakikaten helâl olacağına
itikad etmesidir. Bir takımları, bundan murad, yemeğin bereketini kaldırmaktır; böyle
bir yemeği diyen doymaz, demişlerdir. Nevevî de şunları söylemiştir: "Helâl sayar
cümlesinin manası, yemeğe imkân bulur, demektir. Yani bir insanın Besmelesiz
başladığı yemeği şeytan yer. Fakat Besmeleyle başlarsa veya sofradakilerden bazıları
Besmele çekerse o yemekten yiyemediği gibi henüz kimsenin yemediği yemekten de
yiyemez. 1"' Sonra kelâm ve fıkıh uleması ile muhaddislerin gelmiş geçmiş cumhuruna
göre, bu hadis ile şeytanın yemek yediğine dair varid olan diğer hadisler zahirî ma-
nalarına hamledilmiştir. Yani şeytan hakikaten yemek yer. Çünkü bunu akıl imkânsız
görmediği gibi şeriat da inkâr etmemiş, bilâkis ispat eylemiştir.

mm

Binaenaleyh kabulü ve itikad olunması vâcibtir."

3767... Aişe (r. anha)'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Biriniz ye(mek yemek iste)diği zaman (yemeğe başlarken) yüce Allah'ın ismini
ansın. Eğer (yemeğin) başında yüce Allah'ın ismini anmayı unutursa 'Bismillâhi

181]

evvelehü ve âhirehü: Başında da sonunda Allah'ın ismiyle başlarım' desin."

3768... Rasûlullah (s.a)'ın sahâbîlerinden Ümeyye b. Mahşî (r.a)'den şöyle rivayet
olunmuştur:

Rasûlullah (s. a) oturuyordu. Bir adam da (orada) yemek yiyordu. (Adam yemek

yerken) Besmele çekmedi. Yemekten sadece bir lokma kalmıştı. (Adam) o lokmayı

ağzına kaldırdığı sırada, 'Bismillâhi evvelehü ve âhirehu: Başına da sonuna da

Bismillah' dedi. Bunun üzerine Peygamber (s. a) gülmeye başladı. Sonra:

"Şeytan bu adamla beraber yemeye devam ediyordu. (Adam) Aziz ve Celîl olan

Allah'ın ismini anınca (şeytan yediği yemekten) karnında ne varsa (hepsini) kustul'

buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu hadisin râvilerinden olan) Câbir b. Subh, Süleyman b. Harb'in



1821

anne cihetinden dedesidir.



Açıklama

Bu hadis-i şerifler; bir kimsenin yemeğe başlarken Besmele çekmesi gerektiğini
belirtmektedir. Eğer yemeğe başlarken unutmuş da biraz sonra bunun farkına varmışsa
o anda, "Bismillâhi evvelehü ve âhirehü: (Bu yemeğin) başına da sonuna da bismillah"
demesi gerektiği, eğer başında Besmele çekmediği gibi ortasında veya sonunda da
Besmele çekmeyecek olursa o yemeği onunla birlikte şeytanın da yiyeceği ifade edil-
mektedir.

Haleften ve seleften hadis ulemasının cumhuruna göre; şeytanın da insanlar gibi iki eli
ve iki ayağı vardır. Onların da erkekleri ve dişileri vardır. İnsanlar gibi yer ve içerler.
Ancak şeytan yemeği sol eliyle yer. Binaenaleyh hadis-i şerifte söz konusu edilen,
şeytanın yemek yemesinden maksat hakiki manada yemek yemesidir. Yediği yemeği
kusmasından maksat da hakiki kusmasıdır.

Bazıları, "Şeytanın yemek yemesinden maksat yemeğin bereketini alması,
kusmasından maksatsa aldığı bereketi geri bırakmasıdır" demişlerse de, Şevkânî'nin
Neylü'l-Evtâr'da açıkladığı gibi, bu kelimeleri hakiki manasından çıkarıp mecazî
manaya hamletmeyi gerektiren hiçbir sebeb ve karine mevcut değildir.
Biz yemeğe başlarken Besmele çekmenin hükmünü 3765 numaralı hadisin şerhinde

[831

açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.

16. (Bir Yere) Dayanarak Yemek Yeme Konusundaki Hadisler

3769... Ali b. el-Akmer'den rivayet olunduğuna göre; Ebû Cuhayfe, Rasûlullah (s.a)'m

[841

şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Ben (yemeğimi) dayanarak yemem!"

3770... (Şuayb b. Muhammed b. Abdi İlah b. Amr'ın) babasın-. dan şöyle dediği
rivayet olunmuştur:

Rasûlullah (s.a)'m hiçbir zaman (bir yere) dayanarak (yemek) yediği görülmemiştir.

L85J

Arkasında iki adamın yürüdüğü de görülmemiştir.

3771... Mus'ab b. Süleym'den şöyle dediği rivayet olunmuştur; Ben Enes'i (şöyle)
derken işittim:

Peygamber (s. a) beni (bir yere) göndermişti. Döndüğüm zaman kendisini geriye

£861 '

yaslanmış halde hurma yerken buldum.
Açıklama

Hattabı nın açıklamasına göre; pek çok kimseler metinde geçen kelimesinin sağa ya da
sola yaslanmak anlamına

geldiğini zannetmişlerdir. Bu sebeple bazı kimseler hadîs-i şerifi bu yönden ele alarak,
sağa veya sola yaslanarak yemek yemenin yemek borusu üzerine yapacağı basınç



sebebiyle insanı doyurmayacağı ve bu şekilde yenen yemeğin mideye inmesinin
zorlaşacağı gibi birtakım tıbbî yorumlara girmişlerdir. Halbuki bu kelime bir tulum
veya kesenin ağzını bağlamaya yarayan bağ anlamına gelen kökünden gelmiştir. Bu
bakımdan metinde geçen kelimesi "bağlayarak" anlamına gelir. Burada bu kelimeyle
anlatılmak istenen, minder gibi kaba bir şey üzerine oturmak suretiyle midenin ka-
panmasına sebeb olma halidir.

Gerçekten bu şekilde kaba ve yumuşak bir şey üzerine oturan kimse midesinin ağzını
bağlamış ve yemeğe kapatmış olur. İşte Hz. Peygamber'in bu hadis-i şerifte ümmetini
sakındırmak istediği şey, yemeği bu şekilde oturarak yemektir. Sağa ya da sola
yaslanarak yemek yemek değildir.

İbnü'I-Kayyım el-Cevzî ise, Zâdü'l-Meâd isimli eserinde "ittikâ" kelimesinin:

1) Bağdaş kurarak oturmak,

2) Bir şeye dayanarak oturmak,

3) Sağa veya sola dayanarak oturmak manalarına geldiğini; bu oturuşlardan üçüncüsü
mideye zararlı olduğu için, diğer ikisi de zalimlerin oturuşu olduğu için bu oturuşların
üçünün de yasaklanmış olduğunu söylemiştir.

Bezlü'l-Mechûd yazarına göre; "Hanefî ulemasından İbn Abidin, yemek yerken bir
yere yaslanarak ya da bir yere dayanarak oturmanın hiçbir sakıncası olmadığı
görüşündedir. Fetâvâ-yı Hindiyye'de de böyle denilmektedir."

Ancak yemek yerken bir şeye dayanmakta bir sakınca olmaması bu dayanmada bir

£871

büyüklenme hissinin bulunmamasına bağlıdır.

3771 numaralı hadiste geçen kelimesine gelince, bu kelime arkaya yaslanmak
manasına gelir. Bu bakımdan musannif Ebû Dâvûd bu hadisi bu babta zikretmeyi
[881

uygun görmüştür.

17. Yemeği Tabağın Ortasından Yemekle İlgili Hadisler

3772... İbn Abbas (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):
"Biriniz yemek yerken tabağın ortasından yemesin, fakat kenarından yesin. Çünkü

[891

bereket tabağın ortasına iner" buyurmuştur.
3773... Abdullah b. Büsr dedi ki:

Peygamber (s.a)'in "el-Garrâ" isimli bir yemek kabı vardı ki onu (ancak) dört kişi
taşıyabilirdi. (Müslümanlar) kurban bayramı gününe girip de kurban bayramı
namazını kıldıkları vakit, bu kab içine tirit konmuş olduğu halde getirildi. (Halk)
hemen onun etrafında toplandı. (Yemeğin etrafında toplanan halk) çoğalınca
Rasûlullah (s. a) da diz çöküp oturdu. Bunun üzerine (orada bulunan) bir bedevi (Hz.
Peygambere):

Bu şekilde oturuş(un manası) nedir? diye sordu. (Hz. Peygamber de):

"Şüphesiz ki Allah beni mütevazi bir kul olarak yetiştirdi. Zalim ve inatçı (bir insan)

olarak yetiştirmedi." cevabını verdi. Sonra;

"(Haydi, yemeğin) kenarlarından yeyiniz. Bereketin üzerine indiği tepesin(den yemey)

mm

i bırakınız" buyurdu.



Açıklama



el-Garrâ kelimesi, aslında beyaz anlamına gelir. Hz. Peygamber'in bu isimle anılan ve
dört kişi tarafından taşınabilen bu kabının beyaz renkli, kazan büyüklüğünde hacimli
bir tencere olduğu anlaşılıyor.

3773 numaralı hadis-i şerifte geçen kelimesini cimin kesri ile okumak gerekir. Çünkü
bu kelime masdar-ı nevidir ve dolayısıyla "bir oturuş çeşidi" anlamına gelir ki, diz
çökerek oturmak kastedilmektedir.

Avnü'l-Ma'bûd yazarı bu hadis-i şerifler hakkındaki açıklamasında şöyle diyor: "Bu
hadis yemeği ortasından değil de kenarından yemenin meşruluğuna delâlet etmektedir.
Râfıî ve başkalarının açıklamasına göre, yemeği tabağın ortasından ve başkalarının
Önüne gelen yerden yemek mekruhtur. Fakat meyvelerde başkasının önünden alıp
yemekte bir sakınca yoktur. Esnevî ise bu görüşe itiraz ederek, yemeği tabağın
ortasından veya başkalarının önünden yemenin mekruh değil haram olduğunu
söylemiştir. Bu mevzuda İmam Gazali şunları da ilâve ediyor: Aynı şekilde bir
ekmeğin kenarını bırakıp da ortasından yemek de meşru değildir. Fakat ekmek
küçükse onu ortasından kırıp yemek caizdir. Yemeği ortasından yemeyerek
kenarından yemenin hikmeti ise bereketin yemeğin ortasına inmesidir. Bereket oraya
indiği için yemeğin ortasından alınmaz, bu sayede bereket sofranın ortasından her
tarafına dağılır."

Hattâbî'nin açıklamasına göre, yemeği ortasından yemenin yasaklanmasmdaki hikmet
üzerine bir başka görüş daha vardır. Bu ikinci görüşe göre bu yasak yalnız başına
yemek yiyenler için geçerli değildir. Toplu halde yemek yiyenler için geçerlidir.
Genellikle yemeğin en güzel yeri orta kısmıdır. Toplu halde yemek yiyenlerden birisi
kabın ortasından yemeye başlayacak olursa yemeğin en iyisini almış ve kendisini
yemek arkadaşlarına tercih etmiş durumuna düşer. Bu tutumunsa âdabı muaşeret
kaidelerine aykırı olduğunda şüphe yoktur.

İşte bu, âdaba aykırı olduğu için yemeği ortasından yemek yasaklanmıştır. Fakat
yalnız başına yemek yiyen kimse için böyle bir âdaba riayet sözkonusu olmadığından

bu yasak yalnız başına yemek yiyenler için geçerli değildir.

18. Üzerinde Yenmesi Haram Olan Bir Takım Yiyecek Veya İçecek Bulunan Bir
Sofraya Oturmak

3774... Saliru'in babası (Abdullah b. Ömer)'in şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Rasûlullah (s. a) (ümmetine) iki yemeği yasaklamıştır:

1- Üzerinde şarap içilen bir sofrada otur(arak yemek ye)meyi,

2- Kişinin karnı üzerine (yüzü koyun) yatarak (yemek) yemesini. Ebû Dâvûd dedi ki:
Bu hadisi Cafer b. Burkan, ZührVden işitmemiştir. Dolayısıyla bu hadis münkerdir.
[92]



3775... Harun b. Zeyd b. Ebi'z-Zerkâ'mn, babasından naklettiği rivayete göre; Cafer

[93]

(b. Bürkân), bu hadisi ez-Zührî'den aldığını söylemiştir.



Açıklama



Bu hadis-i şerifler, üzerinde yenmesi ve içilmesi helâl olmayan yiyecek ve içecekler
bulunan bir sofraya oturarak veya yüzükoyun yatarak yemek yemenin caiz olmadığını
ifade etmektedir.

Ancak Musannif Ebû Davud'un da belirttiği gibi, ravi Cafer b. Bürkân, her ne kadar bu
hadisi Zührî'den duyduğunu ifade etmişse de, aslında Cafer bu sözünde yanılmıştır.
Çünkü Cafer'in bu hadisi Zührî'den aldığı sabit değildir. Aslında Cafer güvenilir bir
ravidir fakat bu hadisi Zührî'den rivayet ettiğini söylerken yanılmıştır. Nitekim Ahmed
b. Hanbel (r.a) ile Yahya b. Mâin de onun bu rivayetinde yanıldığım söylemişlerdir.

[94]

Bütün bu gerçekler gösteriyor ki, Cafer bu hadisi aslında Zührî'den de başka bir

[95]

raviden almıştır. Fakat onu Zührî'den aldığını zannetmiştir.
19. Yemeği Sağ Elle Yemek

3776... Abdullah b. Ömer (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):
"Biriniz (yemek) yediği zaman sağıyla yesin, (bir şey) içtiği zaman da (yine) sağıyla

[961

içsin. Çünkü şeytan soluyla yer ve soluyla içer" buyurmuştur.
Açıklama

Bu hadis-i şerif yemeği sağ elle yemenin vacib olduğunu söyleyenlerin delilidir.

Çünkü hadisin zahiri burada emrin vücûb ifade ettiğine delâlet etmektedir.

Nitekim Müslim'in rivayet ettiği şu hadis-i şerîf de bu görüşü te'yid etmektedir:

"Bir adam Rasûlullah (s.a)'m yanında sol eliyle yemek yemeye başlayınca (Hz.

Peygamber) ona:

"Sağ elinle ye!" buyurdu. Adam:

Beceremiyorum, deyince Efendimiz:

"Beceremiyesin! İşte bu adamı (benim emrime uymaktan) ancak kibri menetti"

197]

buyurdu. O adam bir daha elini ağzına kaldıramadı."

İmam Gazali, sağ elle yemenin yemek yeme âdabından olduğunu söylemiştir. Yemeği
sol elle yemenin sakıncası, yemeği sol elle yiyen şeytana benzemektir. İnsanın,
Allah'ın rahmetinden kovulmuş olan şeytana benzemesini Önlemek için sol elle
yemek yasaklanmıştır.

Hadis-i şerif aynı zamanda şeytanın hakiki manada eli olduğunu ve yemeği sol eliyle
yediğini de ifade etmektedir. Nitekim bu mevzuya 3766 numaralı hadisin şerhinde de
temas etmiştik.

Hanefi ulemasından Aynî'nin açıklamasına göre, şeytanların hepsi değil de ancak bir
kısmı yerler ve içerler. Bazıları şeytanların hepsinin yeyip içtiğini söylemişlerse de bu
doğru değildir.

Bezlü'l-Mcchûd yazarının da ifade ettiği gibi, bu mevzuda çözülmesi gereken bir



müşkil vardır; o da Hz. Peygamber'in yaş hurmayı sağ eliyle, karpuzu ise sol eliyle
yediğine dair Tirmizî'nin Şemâil'de rivayet ettiği hadistir. Tirmizî'nin bu hadisi
mevzumuzu teşkil eden hadise aykırıdır.

Ancak aadis âlimleri, Şemâil'deki hadisin senedi zayıf olduğundan mevzumuzu tekşil

198]

eden hadisi ona tercih etmişlerdir.
Bazı Hükümler

1. Sağ elle yiyip içmek müstehab, sol elle yeyip içmek -bir özrü bulunmadıkça-
mekruhtur.

2. Şeytan fiillerine benzeyen işlerden kaçınmak gerekir.

[991

3. Şeytanın iki eli vardır, onlar da insanlar gibi yerler ve içerler.

3777... Ömer b. Ebî Seleme'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):

Liffl

"Ey oğulcuğum; yaklaş, Besmele çek, sağ elinle ve önünden ye" buyurmuştur.
Açıklama

İmam Nevevî'nin dediği gibi, bu hadis-i şerifte yemek yemenm uç sünnetine birden
temas edilmektedir:

1) Yemeğe başlarken Besmele çekmek,

2) Sağ elle yemek,

3) Önünden yemek. Çünkü başkasının önünden yemek, terbiyesizlik ve
mürüvvetsizliğe delâlet eder. Ayrıca çorba ve tirit gibi sulu yemeklerde önünden
yemek alman kişiyi nefret ettirir. Yenilen şeyin hurma gibi, aynı cinsten olan
yiyeceklerden olması halinde insanın başkalarının önünden yemesinde bir sakınca
olmadığını söyleyenler varsa da, doğrusu mevzumuzu teşkil eden bu hadisteki nehyin
bütün yemek çeşitlerine şâmil olmasıdır. Çünkü bir nehy-deki umumun tahsis
edildiğine hükmedebilmek için onu tahsis eden bir delile dayanmak icab eder. Burada

ımı

ise böyle bir delil yoktur.
Bazı Hükümler

1. Sağ elle yiyip içmek müstehab, sol elle yiyip içmek mekruhtur. Meğer ki özür
buluna.

2. İyiliği emir, kötülükten nehy müslümanlarm bütün hallerde hatta yemeklerde bile
vazifesidir.

£102]

3. Anne ve babaların çocuklarına yemek yeme âdabını öğretmeleri gerekir.
20. Et Yeme Hakkındaki (Hadisler)

3778... Aişe (r.anhâ)'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a):



"Eti bıçakla kesmeyiniz. Çünkü bu ecnebilerin işidir. Onu siz dişlerinizle kopararak
yeyiniz. Çünkü böylesi daha lezzetli ve hazmı daha kolaydır" buyurmuştur.

Lİ03J

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadis sahih değildir.
Açıklama

İbnü'l-Cevzî bu hadisi Mevzuat isimli eserinde uydurma hadisler arasında zikretmiştir.
Ahmed b. Hanbel; bu hadisin sahih olmadığını, bu hadisi Ebû Ma'şer el-Medinî'den
başka rivayet eden bir ravi daha bulunmadığını söylemiş ve kendisinin, Ümeyye ed-
Dâmrî'den Rasûlullah (s.a)'m boğazlanmış bir koyunun omuz kısmından bıçakla kesti-

£1041

ğine dair bir hadis rivayet ettiğini ifade ettikten sonra şöyle demiştir: "Eğer Ebû
Ma'şer'in rivayet ettiği hadisin sahih olduğu kabul edilirse o hadisin pişmiş et
hakkında söylenmiş olması gerekir. Hz. Peygamber'in bir koyunun omuz kısmından
bir bıçakla.kesip aldığım ifade eden Ümeyye hadisinin de pişmemiş etler hakkında

£1051

söylenmiş olması ihtimali vardır."

3779... Safvân b. Ümeyye'den, şöyle dediği rivayet olunmuştur:

Peygamber (s. a) ile birlikte (et) yiyiyordum. Eti kemikten elimle (sıyırıp) alıyordum.
Bunun üzerine;

"Kemiği ağzına yaklaştır, (etini dişlerinle) kopararak ye. Çünkü böylesi daha tatlı ve
daha yarayışlıdır" buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu hadisin ravilerinden) Osman (b. Ebî Süleyman) Safvân 'dan

[1061

(hadis) işitmemiştir; (binaenaleyh) bu hadis mürseldir.

3780... Abdullah b. Me'sûd (r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a)'m en

£1071

sevdiği kemik koyun kemiğiydi.
Açıklama

Metinde geçen kelimesi hakkında lügat âlimleri şöyle diyorlar: Ibnü'1-Esîr, en-Nihâye
isimli eserinde der ki: "el-Urk kelimesi, etinin çoğu sıymlmış da birazı kalmış etli
kemik anlamına gelir. Bu kelimenin çoğulu "urâk" gelir. Ancak bir kelimenin
çoğulunun bu kalıpta gelmesi çok nâdirdir."

Kamus mütercimi Asim Efendi de bu kelime hakkında şöyle diyor: "Eti üzerinde olan
kemiğe urk, eti soyulup yenen kemiğe de "el-urâk" denir. Ala-kavlin ikisi de

£108]

zikrolunan iki manaya ıtlak olunur.

Bu hadisin bab başlığıyla ilgisi Hz. Peygamber'in etli kemikleri çok sevdiğine ve bu
kemikleri dişleriyle sıyırıp yediğine delâlet etmesidir.

Çünkü Hz. Peygamber'in bu kemikleri sevmesi demek, onlardaki etleri dişleriyle
sıyırıp yemesini severdi demektir. Bu cümlenin bu etleri bıçakla yemesini severdi
anlamına geldiği söylenemez. Çünkü kemiklerin etleri sıyrılınca kemiklerden söz



etmeye lüzum kalmaz. Kemikten sıyrılan etlere "kemik" denmez, "et" denir.
Hz, Peygamber'in kemikleri yarı etli atmayıp da onları dişleriyle sıyırmasında nimete
karşı olan ihtiyacının ve nimete karşı saygısının ifadesi vardır. Zamanımızda nimet
israfının yol açtığı maddî zararlar düşünüldüğü zaman Hz. Peygamber'in, Allah'ın
verdiği nimetlere karşı gösterdiği bu saygılı ve mütevazi tutumundaki hikmet daha
[1091 ' ^

kolay anlaşılır.

3781... (Abdullah b. Mes'ûd) dedi ki:

(Hayvanın) kol kısımları Peygamber (s.a)'in hoşuna giderdi. Yahudilerin kendisini bir

hm

ön butla zehirlediklerine inanırdı.
Açıklama

Bilindiği gibi Hz. Peygamber Hayber'i fethedip dinlenmekte bulunduğu bir sırada
Sellâm b. Mişkem'in karısı ve Hâris'in kızı Zeyneb tarafından sunulan zehirli bir kol

[HU

kemiği ile zehirlenmek istenmişti.

21. Kabak Yemek

3782... İshak b. Abdillah b. Ebî Talha'dan (rivayet olunduğuna göre; Enes b. Mâlik'i
şöyle derken işitmiştir: Bir terzi Rasûlullah (s.a)'ı hazırlamış olduğu bir yemeğe
çağırmıştı. Bu yemeğe Rasûlullah (s. a) ile birlikte ben de gittim. Rasûlullah (s. a) bir
arpa ekmeğiyle içinde kabak ve pastırma bulunan bir çorbayı benim önüme
yaklaştırdı. Ben (yemek esnasında) Rasûlullah (s.a)'m, (yemek içerisinde bulunan) ka-
bakları araştırmakta olduğunu gördüm. O günden itibaren kabağa olan sevgim devam

DJL21

etmektedir.
Bazı Hükümler

1. Davete icabet gerekir.

£113]

2. Peygamberimiz kabağı çok severdi.

22. Tirit Yemek

3783... İbn Abbas'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: Rasûlullah (s.a)'m ekmekten
(yapılan) yemekler içerisinde en sevdiği tirit idi. Tirit; hurma ve keş, yağ, un karışımı

£114]

yemeklerdendir. Ebû Dâvûd der ki: Bu hadis zayıftır.
Açıklama



Avnü'l-Ma'bûd yazarının açıklamasına göre; metinde geçen "ekmekten yapılan



yemekler içerisindeki tirit" sözüyle kastedilen yemek, çekirdeği çıkarılan hurmanın
yağ ve un gibi maddelerle karıştırılıp yoğurulması neticesinde meydana gelen bir
hamurdur.

İbn Esîr, Nihâye'de; tiritin hurma, keş, yağ ve undan meydana gelen bir yemek
olduğunu söylemiştir. Aslında tirit, ekmeğin küçük parçalar halinde doğranıp çorba
suyuyla ıslatılması neticesinde meydana gelen yemektir.

Hadis-i şerifte Hz. Peygamber'in hamur aşları içerisinde en çok sevdiği yemeğin tirit
olduğu ifade edilmektedir. Ancak Musannif Ebû Davud'un da ifade ettiği gibi bu hadis

ÜJL51

zayıftır. Çünkü senedinde kimliği bilinmeyen Bas-ralı bir adam vardır.

23. Bazı Yiyeceklerin Temiz Olup Olmadığı) Hususunda Şüpheye Düşmenin
Doğru Olmadığı

3784... (Kabîsa b. Hülb'ün) babasından rivayet olunmuştur; dedi ki:
Rasûlullah (s.a)'ı, "Yemeklerin bazılarım (yemek)ten (kalbimde) bir endişe
hissediyorum" diyen bir adama (şöyle) cevap verirken işittim: "Gönlünde hiçbir
endişe doğmasın. (Eğer helâlliği şer'î delillerle sabit olan bir yemeğin yenip
yenmeyeceği hususunda gönlünde doğan bir şüphe üzerine o yemeği yemeyi

£1161

terkedecek olursan) bu konuda hiristiyanlara benzemiş olursun."
Açıklama

Metinde geçen cümlesi mahzûf bir şart cümlesinin cevabı olabileceği gibi,
kendisinden önceki "şey'ün" kelimesinin sıfatı da olabilir. Biz tercümemizde birinci
ihtimali nazar-ı itibara aldık.

İkinci ihtimale göre cümle, "Bazı yemekleri yemekten dolayı hiristiyanlığa
benzeyeceğine dair içinde bir korku belirmesin" anlamına gelir ki, netice itibariyle her
iki mana da meşruluğu kesin delillerle sabit olan bir yemek hakkında kalbde doğan
şüphelere itibar edilmemesi noktasında toplanmaktadır. Çünkü kesin deliller

imi

karşısında şüphenin bir kıymeti yoktur. Nitekim "Şekk ile yakın zail olmaz."
kaidesi vardır.

Ancak bu meseleyi şüpheli şeylerden kaçınma meselesiyle karıştırmamak lâzımdır.

£1181

Çünkü bu iki mesele asıl itibariyle birbirlerinden tamamen farklıdırlar.

24. Pislik Yiyen Hayvanların Etlerini Yemek Ve Sütlerini İçmek Yasaklanmıştır
3785... İbn Ömer (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Rasûlullah (s. a), pislik yemeyi alışkanlık haline getirmiş olan hayvanin etini) yemeyi

£1191

ve sütlerini (içmeyi) yasakladı.

3786... İbn Abbas (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre;

Peygamber (s. a), pislik yemeyi alışkanlık haline getirmiş olan hayvanın sütünü



im

(içmeyi) yasaklamıştır.



3787... İbn Ömer (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a) pislik yemeyi
alışkanlık haline getirmiş olan develere binmeyi ve sütlerinden içmeyi yasaklamıştır.

[İH]
Açıklama

Bu mevzuda Hattâbî şöyle diyor:

"Celiâle, pislik yiyen deve demektir. Böyle bir alışkanlığı olan devenin etini yemek ya
da sütünü içmek tenzihen mekruhtur.

Çünkü bu gibi hayvanlarm'yemiş oldukları pisliklerin kokuları bu hayvanların etlerine
siner.

Ancak bu durum yedikleri yemlerin ekserisini pislik teşkil eden hayvanlar için söz
konusudur.

Gıdalarının ekserisini temiz yemlerin teşkil ettiği hayvanların etleri ya da sütleri bu
hükme dahil değildir. Böyle ekseriyetle temiz yemlerle beslenen veya temiz otlarda
yayılan hayvanların ara sıra pislik yemeleri onları celiâle sınıfına sokmaz. Bahçelerde
otlarken ara sıra pislik yiyen tavuk, kaz, ördek, koyun, keçi vs. hayvanlar gibi, bunlar
da cellâleden sayılmazlar.

Celiâle sınıfına giren hayvanların etlerinin ve sütlerinin yenilip yenilemeyeceği
konusunda âlimler ihtilâf etmişlerdir.

İmam Ebû Hanife (r.a) ile taraftarlarına, İmam Şafiî ve Ahmed b. Han-bel'in
görüşlerine göre; bu gibi hayvanlar hapsedilip günlerce temiz gıda ile beslenmedikçe
etleri yenilemez ve sütleri içilemez. Ancak günlerce hapsedilip temiz yemlerle
besledikten sonra üzerlerine sinen pisliklerden temizlenmeleri neticesinde etlerini
yemede ve sütlerini içmede bir sakınca kalmaz. Nitekim bir hadis-i şerifte; "Sığır kırk
gün yemle beslendikten sonra eti yenebilir" buyurulmuştur. Abdullah b, Ömer, pislik
yemeye alışmış bir tavuğun etinin yenebilmesi için üç gün hapsedilip temiz yemlerle
beslenmesi gerektiğini söylerdi.

İshak b. Râhûyeh ise, cellâlenin etinin yıkandıktan sonra yenebileceğini söylerdi.
Hasan-İ Basrî ise cellâlenin etini yemekte hiçbir sakınca görmezdi. İmam Mâlik de bu
görüşte idi."

İbn Reslân, Şerhü's-Sünen isimli eserinde şöyle diyor:

"Aslında celiâle sayılan hayvanların etlerinin ve sütlerinin temiz sayıla-bilmesi için
kesilmelerinden önce ne kadar hapsedilmeleri gerektiğine dair belirli bir süre yoktur.
Bazıları deve ve sığır cinsinden olan cellâlelerin kırk gün, tavuk cinsinden olan
cellâlelerin de üç gün hapsedilmeleri gerektiğini söylemişlerdir."
Bu mevzuda merhum Ömer Nasuhi Bilmen şöyle diyor:

"Temiz olmayan şeyleri yemiş olan tavuk, koyun, sığır, deve gibi hayvanların etleri bir
müddet hapis edilmeksizin hemen kesildikleri takdirde mekruhtur. Çünkü bu halde
etleri fena bir kokudan hali olmaz. Hapis müddeti tavuklar için üç, sığırlar ile develer
için de on gündür.

Hayvanların terleri ile salyaları hüküm itibariyle artıkları gibi olduğundan, pislik
yemekten çekinmeyen koyun, keçi, deve gibi temiz hayvanların artıklarını kullanmak



mekruh olduğu gibi; böylesi hayvanların üzerine binmek de mekruhtur. İmam Azam'a

£1221

göre atlar ile eşek ve katırların terleri de temizdir."
25. At Eti Yemenin Hükmü

3788... Câbir b. Abdillah'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s. a), Hayber

£123]

günü bize (ehlî) eşek etini (yemeyi) yasakladı, at etini yememize izin verdi.

3789... Câbir b. Abdillah'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Biz Hayber (savaşı) günü
bir takım atları, katırları ve (ehlî) eşekleri kesmiştik. Rasûlullah (s. a), bize katırlarla

£1241

eşekleri(n etlerini yemeyi) yasakladı, (fakat) atlan(n etini yemeyi) yasaklamadı.
3790... Halid b. Velîd'den rivayet olunduğuna göre;

Rasûlullah (s. a), atların, katırların ve eşeklerin etlerim yemeyi yasaklamıştır.

(Bu hadisi rivayet edenlerden) Hayve, (rivayetine şu sözleri de) ilâve etti: "Köpek dişi

olan yırtıcı hayvanların tümünü(n etlerini) de (yasakladı)."

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu (hadisin ifade ettiği hüküm imam) Mâlik'in görüşüdür.
(Aslında) at etîeri(nin yenmesinde bir sakınca yoktur; ve amel bu hadis üzerinde
değildir. (Çünkü) bu (hadis) neshedil-miştir ve Peygamber (s.a)'in sahâbîlerinden bir
cemaat at etlerini yemiştir, îbn Zübeyr, Fedâle b. Ubeyd, Enes b. Mâlik, Esma binti
Ebi Bekr, Süveyd b. Gafele ve Alkame bunlardandır. Rasûlullah (s. a) zamanında

£125]

Kureyşliler atları keserlerdi.
Açıklama

Bu konuda Hattâbî şöyle diyor:

"Hz Peygamber'in at etini helâl kıldığını ifade eden (3788 nolu) Câbir b. Abdillah
hadisi hasen bir sened ile rivayet olunmuştur. At etinin haram kılmdığnı ifade eden
(3790 numaralı) Halid b. Velid hadisi ise, çeşitli yönlerden tenkide müsaid olan zayıf
bir senetle rivayet olunmuştur. Ayrıca bu hadisin senedinde bulunan Salih b. Yahya b.
el-Mikdâm b. Ma'dî kerb, onun babası Yahya b. el-Mikdâm ve dedesi el-Mikdâm b.
Ma'dîkerb gibi râvilerin birbirinden hadis işittikleri kesin olarak tesbit edilmiş değildir.
Bu bakımdan ulema at etini yemenin helâl olup olmadığı konusunda ihtilâfa
düşmüşlerdir. İbn Abbas (r.a)'m at etini yemenin mekruh olduğunu söylediği rivayet
edilmiştir. İmam Ebû Hanîfe ile ashabı ve İmam Malik de bu görüştedir.
el-Hakem ise, "Binmeniz ve süs için alları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha

£1261

sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır." âyeti kerimesini delil getirerek at
eti yemenin Kur'an-ı Kerim' de haram kılınmış olduğunu söylemiştir.
Bazıları ise at eti yemenin helâl olduğunu söylemişlerdir ki, Şüreyh, Hasan-ı Basrî,
Atâ b. Ebi Rebâh, Saîd b. Cübeyr, Hammâd b. Ebî Süleyman bunlardandır. İmam Şafiî
ile İmam Ahmed ve İshak hazretleri de bu görüştedirler.

Bazılarının iddia ettiği gibi Nahl sûresinin 8. âyetinin at etini haram kılması



meselesine gelince; aslında bu âyette at etinin haram olduğuna delâlet eden bir ifade
yoktur. Bu âyette atların binilmek ve süs için yaratıldıklarından bahsedilmesi, onların
etlerinden yararlanmanın caiz olmadığı anlamına gelmez. Onların binilmek ve süs için
yaratıldıklarından bahsedilmesi onların en çok binmeye ve süs olarak kullanmaya
yaramalanndandır. Onların daha ziyade bu maksatlarla kullanılmaları ise etlerinin
yenmesine engel değildir.

£1271

Nitekim, "Leş, kan, domuz eti... size haram kılındı." âyeti kerimesinde domuzun
sadece etinin haram kılındığından bahsedilmiş, diğer taraflarının haram olduğundan
bahsedilmemiştir. Nasıl ki, domuzun sadece etinin haramlığmdan bahsedilip de diğer
taraflarının haramlığmdan bahsedilmemesi onun diğer taraflarının helâl olduğu
anlamına gelmezse, atların da binilmek ve süs olarak kullanılmak için yaratılmış
olmalarından bahsedilmesi onların etlerini yemenin, üzerlerinde yük taşımanın haram
olması anlamına gelmez. Nitekim şu âyet-i kerimeler atın üzerinde yük taşımak gibi
daha birçok faydaları olduğuna delâlet etmektedir:

1. "Onlarda sizin için isinma(nızı sağlayan şeyler) ve daha birçok yararlar

£1281

vardır."

[1291

2. "O hayvanların üzerinde ve gemiler üzerinde taşınırsınız."

3. "Ağırlıklarınızı öyle uzak yerlere taşırlar kî (onlar olmasa) siz (canlarınızın) yarısı

LİM

tükenmeden oraya varamazdınız."

Nasıl ki Nahl sûresinin 8. ayetinin atlar üzerinde yük taşımanın helâl olduğundan
bahsetmemesi, atlar üzerinde yük taşımanın haram olmasını gerektirmemişse, yine
aynı âyette atların etinin helâl olduğundan bahsedilmemesi de at etinin haram olmasını
gerektirmez.

el-Hasen'den gelen bir rivayette İmam Ebû Hanîfe'nin at etini yemenin haram
olduğunu söylediği ifade ediliyorsa ;da, Zâhirü'r-Rivâye'de imamın, at eti yemenin
mekruh olduğunu söylediği belirtilmiştir. Bu mevzuda gelen hadisler oldukça farklı
olduğundan Ebû Hanife at eti yemenin haram olduğunu söylememiştir. İmam Ebû
Hanîfe'nin bu mevzudaki delili yukarıda me-, alini sunduğumuz Nahl sûresinin 8.
âyetidir. Sünnetten delili de bu babda gelen Hz. Peygamber'in at etini yasakladığını
ifade eden hadis-i şeriftir.

Bu mevzuda merhum Ö. Nasuhi Bilmen şöyle diyor:

"Beygirler cihada yarayan kıymetli hayvanlardır. Bu cihetle bunların etlerini yemek
İmam A'zam'a göre tahrimen veya tenzihen mekruhtur. İmameyn'e göre de tenzihen
mekruhtur.

Ehlî merkeplerin ve anaları merkep olan katırların etleri haramdır veya tahrimen
mekruhtur. Vahşi merkeplerin ve anaları sığır olan katırların etleri ise haram değildir.
Hayvanlar analarına tabidirler.

İmam Mâlik'den bir rivayete göre, ehlî merkeplerin etleri mekruh; bir rivayete göre de
haramdır. Meşhur olan kavle göre, beygirlerin etleri de haramdır. İmam Şafiî ile İmam

£131]

Ahmed'e göre beygirlerin etleri mekruh değildir."

Hanefi mezhebine göre, "Azı dişleriyle kapıp avlayan, parçalayan ve kendisini



£1321

müdafaa eden hayvanların etleri haramdır, yenilmez."

Bezlü'l-Mechûd yazarının da dediği gibi, bazı sahâbîlerin at eti yediklerinden
bahsedilen hadisler, onların zaruret halleriyle ilgili olması gerektir. Esasen Hz. Hâlid,
Hayber savaşından sonra müslüman olduğuna göre, at etinin haram olduğunu bildiren
3790 numaralı hadisin, helâl olduğunu bildiren 3789 numaralı hadisi neshetmiş olması
gerekir. At eti yemenin helâl olduğunu kabul edenler de at etini yemeyi yasaklayan
hadislerin neshedildi-ğini söylerler.

Musannif Ebû Davud'un, hadisin sonunda yaptığı açıklamadan kendisinin de bu
görüşte olduğu anlaşılmaktadır. Fakat Hz. Halid'in Hayber'den sonra müslümanlığı
kabul ettiği düşünülürse, at etini yasaklayan hadislerin mubah olduğunu ifade eden

[133]

hadisleri neshettiği anlaşılır.
26. Tavşan Eti Yemek

3791... Enes b. Mâlik'den rivayet olunduğuna göre; dedi ki: Ben ergenlik çağma
yaklaşmış becerikli bir çocuktum. (Bir gün) bir tavşan avlayıp onu kızarttım. Ebû
Talha, (bu tavşanın) arka tarafını benimle Peygamber (s.a)'e gönderdi. Ben onu

£1341

Peyamber (s.a)'e getirdim, (Hz. Peygamber de) onu kabul etti.

3792... Muhammed b. Halid dedi ki: Ben babam Halid b. el-Huveyris'i (şöyle) derken
işittim:

Abdullah b Amr, Sıfah (denilen yer) de bulunuyordu. -Muhammed (b. Halid, Sıfah

denilen bu yerin) Mekke'de (bulunan) bir yer olduğunu söyler.- Bir adam bir tavşan

avlamıştı. (Bu adam Abdullah b. Amr' a):

Ey Abdullah b. Amr, (sen tavşan hakkında) ne dersin? dedi.

(Abdullah da şöyle) cevap verdi:

(Bir gün) Rasûlullah (s.a)'a bir tavşan getirilmişti. Ben de (orada) oturuyordum. (Hz.
Peygamber) onu yemedi, (fakat) yenmesini de yasaklamadı ve onun (o anda) hayız

[135]

görmekte olduğunu söyledi.
Açıklama

Alimlerin büyük çoğunluğu tavşan eti yemenin caiz olduğuna hükmetmişlerdir. Ancak
sahâbîlerden Abdullah b. Amr b. As (r.a) ile tâbiûndan İkrime, fıkıh âlimlerinden
Muhammed b. Ebî Leylâ, tavşan etinin yenmesini kerih görmüşlerdir. Şârih Aynî,
"Hanefîlerden bazı mekruh addedenler varsa da sahih olan görüş ammenin içtihadıdır

£1361

ve tavşan etinin mubah olduğuna delâlet eden birçok hadisler vardır" diyor.
Tavşan etinin mekruh olduğunu söyleyenler 3792 numaralı hadise da-yanmışlarsa da
Avnü'l-Ma'bûd yazarının da belirttiği bu hadis zayıftır. Sahih olduğu kabul edilse bile

£1371

bu hadiste tavşan etinin kerahetine delâlet eden bir ifade yoktur.



27. Keler (Etini) Yemek



3793... İbn Abbas'dan rivayet olunduğuna göre; dedi ki: (İbn Abbas'm) teyzesi,
Rasûlullah (s.a)'a yağ, birkaç keler ve kurumuş peynir hediye etmiş. (Hz. Peygamber
de) yağ ile peyniri yemiş, (fakat) tiksindiğinden dolayı kelerleri bırakmış. (İbn Abbas'a
göre), eğer (keler eti yemek) haram olsaydı Rasûlullah (s.a)'ın sofrasında (keler)
£1381

yenmezdi.

3794... Hâlid b. Velid'den rivayet olunduğuna göre: Kendisi (bir gün) Rasûlullah (s. a)
ile birlikte Meymûne'nin evine girmiş. (O sırada Rasûlullah (s.a)'a kızartılmış bir keler
getirilmiş. Rasûlullah (s. a) da (alıp yemek üzere) ona elini uzatmış. Bunun üzerine (o
sırada) Meymûne'nin evinde bulunan bazı kadınlar; "Peygamber (s.a)'e yemek istediği
şeyin ne olduğunu haber yerin" demişler. Orada bulunanlar da: "Bu kelerdir" demişler.
Rasûlullah (s. a) da hemen elini çekmiş.

(Halid b. Velid sözlerine devamla şöyle) dedi: Ben (kendisine): Ey Allah'ın Rasûlü, bu
(kelerin etini yemek) haram mıdır? diye sordum./

"Hayır (haram değildir), fakat o benim kavmimin toprağında bulunmaz ve ben ondan
tiksinti hissediyorum" buyurdu.

Bunun üzerine ben kızarmış keleri (önüme) çektim ve Rasûlullah (s.a)'m gözünün
£1391

önünde yedim.

3795... Sabit b. Vedîa'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: Rasûlullah (s. a) ile beraber
bir askeri birlik içerisinde bulunuyordum. Derken birkaç keler yakaladık. Ben
onlardan birini kızartıp Rasûlullah (s.a)'a getirdim ve önüne koydum. (Hz. Peygamber)
bir çöp alıp onunla (kelerin) parmaklarını saymaya başladı; sonra:
"İsrail oğullarından bir topluluk yerde yürüyen hayvanlar şekline çevrilmiştir. Ancak
ben (onların çevrildiği) bu hayvanın hangi hayvan olduğunu bilmiyorum" buyurdu ve

£1401

(bu keleri) yemedi, (yenmesini de) yasaklamadı.

3796... Abdurrahman b. Şibl'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a) keler etini

yemeyi yasaklamıştır.

Açıklama

ed-Dabbü: Sürüngenlerden, dört ayaklı ve kuyruğunda boğumlar bulunan,
kertenkeleye benzer fakat ondan biraz daha büyük olan bir hayvandır.
Avnü'l-Ma'bûd yazarının açıklamasına göre, bu hayvan asla su içmez, yedi yüz sene
yaşar, kırk günde bir damla idrar akıtır. Dişlerinin tümü tek bir bütün halinde
olduğundan dişleri dökülmez;

BezIü'I-Machûd yazarının DümeyrîninHayâtü'İ-Hayevân isimli eserinden naklettiğine
göre, bu hayvanın dişisinin de erkeğinin de cinsel organları çift olur. Bazen erkek
kelerler, yavruları yumurtadan çıktığı zaman yumurtaları bozduklarını zannederek
onları yerler.



Görüldüğü gibi bu babda gelen hadislerden 3793 numaralı hadis-i şerifte Hz.
Peygamber'in keler yemediği fakat sofrasında keler yendiği halde neh-yetmediği ve
sükutla karşıladığı; 3794 numaralı hadiste Hz. Peygamber'in keler etinin haram
olmadığını söylediği, fakat şer'îbir sakıncadan dolayı değil de kendi tabiatından gelen
bir tiksintiden dolayı onu yemediği ifade ediliyor.

3795 numaralı hadis-i şerifte ise Hz. Peygamber'in keler yemeyişinin bir başka sebebi
daha açıklanıyor ki, o da İsrailoğullarmdan hayvan suretine çevrildiği bilinen
kimselerin keler suretine çevrilmiş olması ve dünya yüzünde yaşayan kelerlerin o
insanların neslinden gelmiş olması ihtimalidir. Gerçekten keler cinsinin o insanların
neslinden geldikleri kesin olarak bilinecek olursa bu hayvanların asılları insan olması
cihetİyle etlerinin haram olması gerekir.

3796 numaralı hadis-i şerifte ise Hz. Peygamber'in keler etinin yenmesini kesinlikle
yasakladığı ifade ediliyor.

Bu babda gelen hadisler farklı olduklarından ulema bu meselede ihtilâfa
düşmüşlerdir.

Bu mevzuda Şafiî ulemasından İmam Nevevî şöyle diyor:

"Müslümanlar keler eti yemenin mekruh olmadığında İcma etmişlerdir. Ancak Ebû
Hanîfe ile ashabının keler etinin mekruh olduğunu söyledikleri rivayet edilmiştir.
Kâdî de ulemadan bir kısmının onun haram olduğunu söylediklerini rivayet etmiştir.
Fakat ben sözü geçen ulemanın bu görüşte olacaklarına ihtimal vermiyorum. Eğer
onlar bu mevzuda böyle diyorlarsa, ilgili nasslara ve aktedilen icmâa ters düşüyorlar
demektir."

Her ne kadar İmam Nevevî böyle diyorsa da Hafız İbn Hacer, Nevevî'-nin bu sözlerine
itiraz ederek; "Hz. Ali'nin keler etinin mubah olduğunu söylediği Münzirî tarafından
rivayet edilmekte iken, keler etinin mekruh olmadığına dair bir icmâ olduğundan
bahsedilemez" diyor.

Nitekim Ebû Cafer et-Tahavî de, Şerhu Meâni'l-Asâr isimli eserinde şöyle diyor:
"Ulemadan bir topluluk, keler eti yemenin mekruh olduğuna hükmetmişlerdir. Ebû
Hanîfe ile Ebû Yusuf ve Muhammed b. el-Hasen de bu görüştedirler. Ebû Dâvûd da
bu mevzuda Abdurrahman b. Şibî yoluyla bir hadis rivayet etmiştir.
Hafız İbn Hacer de ravilerinİn hepsinin güvenilir kimseler olması dolayısıyla bu
hadisin hasen olduğunu söylemiş ve hadisin senedini tenkid eden Hattâbî ile İbn
Hazm'ı, Beyhakî'yi ve İbn Cevzî'yi tenkid etmiştir.
İbn Hacer, bu mevzuda gelen hadislerin arasını şöyle te'lif etmiştir:'
"Hz. Peygamber, önceleri yeryüzünde mevcut olan kelerlerin İsrâilo-ğullarmdan
hayvan suretine çevrilen kişilerin neslinden türemiş olabileceklerinden korkuyordu.
Çünkü o kimselerin hangi hayvanın suretine çevrildiklerini bilmediği gibi, onların üç
günden fazla yaşamadıklarını da bilmiyordu. İşte bu sıralarda keler yemeyi
yasaklamıştı. Hatta pişirilen keler etlerini yere döktürmüştü. Sonra bunun aslını iyi
öğrenmek için beklemeye başladı. Bu sırada da keler yiyenlere ses çıkarmıyordu.
Sonra İsrâiloğullarmdan suretleri değişen kişilerin üç günden fazla yaşamadıklarını
öğrenince, kendisi tiksindiği için onu yemedi, ama başkasına onu haram kılmadı ve
yemelerine izin verdi. Bu durum keler yemenin helâl olduğuna, yani tiksinenler için
bunu yemenin tenzihen mekruh, tiksinmeyenler için de helâl olduğuna delâlet
£142]

eder."

Hanefi ulemasından Ebü Cafer et-Tahavî'nin bu ifadesinden kendisinin de Hafız İbn



Hacer'in bu görüşünü paylaştığı anlaşılmaktadır.
Bezlü'I-Mechûd yazan ise bu mevzuda şöyle diyor:

"Bence Hafız İbn Hacer'in hadislerin arasım telif sadedinde söylemiş olduğu bu
sözler, hakikatten son derece uzak sözlerdir. Doğrusu şu ki, Rasûlullah önceleri keler
etinin yenmesini mubah kılmıştı fakat kendisi tiksindiği için onu yiyemiyordu.
Sonra onun suretleri değişen İsrailoğullarımn neslinden gelmiş olabileceği ihtimali
üzerinde durarak kendisi yemedi fakat başkalarının yemesine de engel olmadı. Çünkü
eşyada asıl olan mübahlıktır. Fakat daha sonra onun haram olduğunu anladığı için onu
yasakladı. Bunun üzerine keler eti haram oldu. Bilindiği gibi bir meselede haram ile
helâl hükümleri karşılaştığı zaman haram hükmü galib gelir."

Hanefi ulemasından Burhaneddin el-Merginânî el-Hidâye isimli eserinde Hanefîlerin

[143]

göüşünü açıklarken, keler yemenin mekrub olduğunu söylemektedir.
Bu hadisleri açıklarken merhum Ahmed Davudoğlu, suret değiştiren İs-râiloğulları
hakkında şu görüşlere yer veriyor: "DümeyrîHayâtü'l-Hayevan adlı eserinde şunları
söylüyor: Ulema, şekil değiştiren insanların yaşayıp yaşamadığında ihtilâf etmişlerdir.
Bir kavle göre yaşarlar. Zeccâc ile Kadı Ebû Bekir İbn Arabi bu kavli tercih
etmişlerdir. Cumhur ulemaya göre böyle bir şey yoktur. İbn Abbas; şekli değişmiş
insan üç günden fazla asla yaşayama-mış ve yeyip içmiştir, demiştir ki bu söz merfu

Lİ441 ^

hadis hükmündedir."

3793 numaralı hadis-i şerifte Hz. Peygamber'e keler hediye ettiğinden bahsedilen İbn
Abbas'm teyzesinin, Ümmü Hafîd binti el-Hâris b. Harb el-Hilâliyye olması ihtimali

£1451

kuvvetlidir. Çünkü kocası çöl araplarmdandı, kendisi de çölde yaşardı.

28. Toy Kuşunun Etini Yemek

3797... (Büreyh b. Ömer b. Sefîne'nin) dedesinden şöyle dediği rivayet olunmuştur:

£1461

Ben Rasûlullah (s.a) ile beraber toy kuşu eti yedim.
Açıklama

Toy: Kül renginde, tavuktan büyük kazdan küçük, uzunca boyunlu, süratli uçan bir
kuştur.

Ulema bu hadis-i şerife dayanarak toy etinin helâl olduğunu söylemişlerdir. [Bk.

£1471

Abdurrahman efendi tercüme-i hayatü'l-hayvan 1/299]

29. Yerde Yaşayan Küçük Hayvanları Yemek

3798... (Milkâm b. Telibb'in) babasından rivayet olunmuştur; dedi ki:
Ben Peygamber (s.a) ile (uzun süre) birlikte bulundum. (Ondan) küçük canlıların

[1481

haram olduğuna dair (hiçbir söz) duymadım.



3799... (İsa b. Nümeyle'nin) babasından rivayet olunmuştur; dedi ki:

Bir gün ben İbn Ömer'in yanında iken, kendisine kirpi (eti) yeme(nin hükmü) soruldu

da (bu soruya cevap olmak üzere);

"De ki: Bana vahyolunanda (bu haram dediklerinizi) yiyen kimse için haram edilmiş

[1491

bir şey bulamıyorum.." (mealindeki) âyeti okudu. (Orada İbn Ömer'in) yanında
(bulunan) yaşlı bir zat şöyle dedi:
(Ama) ben Ebû Hureyre'yi:

Peygamber (s.a)'in yanında kirpiden söz edildi de (Hz. Peygamber): "O pis
hayvanlardan biridir" buyurdu, derken işittim.

Bunun üzerine İbn Ömer; "Eğer Rasûlullah (s. a) bunu söylemişse o (kirpi) onun dediği

Lİ501

gibidir; demek ben bilmiyormuşum" dedi.
Açıklama

Haşere: Tarla faresi, keler, kirpi gibi yerde yaşayan, küçük hayvanlardır.

Hattâbî'nin dediği gibi; 3798 numaralı hadis, haşereleri yemenin helâl olduğuna

delâlet etmez. Çünkü Telibb'in Hz. Peygamber'den haşerelerin haram olduğuna dair

bir söz duymamış olması başkasının da duymamış olmasını gerektirmez.

Bir başka ifadeyle, haşerelerin haram olduğunu Hz. Peygamber'den Telib duymamış

olabilir ama bunu başkaları duymuştur. Nitekim 3799 numaralı hadis-i şerifte ifade

edildiği üzere, Ebû Hureyre Hz. Peygamber'i haşereden olan kirpinin pis olduğunu

söylerken işittiğini haber vermiştir. Pis olan hayvanları ise İslâmiyet haram kılmıştır.

Ü5U

Bu bakımdan 3799 numaralı hadis-i şerif, kirpinin haram olduğunu söyleyen
İmam Ebû Hanîfe ile İmam Mâlikin delilidir. Şâfiîlere göre ise kirpi eti helâldir.
İlim adamları, eşyada asi olanın helâl mı yoksa haram mı olduğunda ihtilâfa
düşmüşlerdir. Bazılarına göre eşyada ası! olan helâldir, bazılarına göre de haramdır.
Bazılarına göre de, "Eşyada asıl olanın helâl ya da haram olduğunu söylemek doğru
değildir. Çünkü eşyanın bir kısmı helâl, bir kısmı da haramdır. Ancak biz hangisinin
haram hangisinin helâl olduğunu bilemeyiz. Ancak delille bilebiliriz."
Ulema helâlin sınırlarını tesbit konusunda ihtilâfa düşmüşlerdir. İmam Mâlik ile İmam
Şafiî'ye göre, haram olduğuna dair bir delil bulunmayan her şey helâldir. İmam Ebû
Hanîfe'ye göre ise, helâl olduğuna dair delil bulunan herşey helâldir. Hakkında haram
veya helâl olduğuna dair şer'î bir açıklama bulunmayan şeyler ise İmam Malik ile
Şafiî'ye göre affedilmişlerdir ve dolayısıyle helâl kılınmışlardır. Delilleri yukarıda
mealini sunduğumuz En'-âm sûresinin 145. âyet-i kerimesidir. İmam Ebû Hanîfe'ye

£1521

göre hakkında nass bulunmayan şeylerin hepsi helâl değildir.

Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, haram sadece Kur'an-ı Kerim'de
açıklanan haramlardan ibaret değildir. Bunlara yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'in dışında
Rasûlüne bildirdiği yani vahiy mahsulü olan hadislerde açıklanan haramları da ilâve
etmek icab eder. "Bana vahy olundu..." âyet-i kerimesinde kastedilen de budur.
Bu mevzuda İbn Nüceym şöyle diyor:

"İmam Şafiî'ye göre eşyada asi olan mübahlıktır. Binaenaleyh bir şeyin haram
olduğuna dair şer'î bir delil bulunmadıkça o şeyin helâl olduğuna hükmedilir. İmam



Şafiî'nin açıklamasına göre, İmam Ebû Hanîfe'ye göre eşyada asi olan haramlıktır.
Binaenaleyh bir şeyin helâl olduğuna dair şer'î bir delil bulunmadıkça o şeyin haram

£1531

olduğuna hükmedilir."

el-Bedâyiu'l-Muhtâr isimli eserde de şöyle deniyor: "Şeriî hükümler gelmeden önce
insanların fiilleri hakkında bir hüküm verilemez, verilse de geçersizdir ve bâtıldır. Her
ne kadar Allah'ın insanların fiilleriyle ilgili hükmü ezelî ise de Allah peygamberlerini
göndermedikçe bu hükmünü insanların fiillerine taalluk ettirmemiş. Çünkü insanlar
kendilerine bir peygamber gönderilmedikçe fiillerinden sorumlu sayamadıklarından,
Allah'ın bu ezelî hükmünün insanların fiillerine taalluk etmesinde bir mana yoktur."
îbn.Nüceym, Menâr üzerine yazmış olduğu şerhte de şöyle diyor: "Hanefılerden
bazılarına göre de eşyada asi olan mübahlıktır. Ebu'l-Hasen el-Kerhî bunlardandır.
Hadis ehlinden bir kısmına göre ise eşyada asi olan ha-ramlıktır. Bizim mezhebimize
göre eşyada asi olan, hakkında şer'î bir hüküm gelinceye kadar beklemek, yani haram

£1541

veya helâl olduğuna dair kesin bir hüküm vermemektir."

Hanefî fakihlerinden el-Merginânî de el-Hidâye isimli eserinde talâk bölümünün "el-

£155]

hidad" babında, eşyada asi olanın mübahlık olduğunu söylemiştir.
Şevkânî bu mevzudaki görüşleri özetlerken şöyle diyor:

"Hulasa, bir delil olmadıkça eşya hakkında hüküm verilemez. Binaenaleyh bir şeyin
helâl olduğuna dair şer'î bir delil bulunmadıkça onun haram olduğuna hükmedilir.
Cumhur ulemanın görüşü budur.

Şâfıîlerden bir cemaate ve bazı fıkıh âlimlerine göre ise, eşyada asıl olan ibâhedir.
Muhammed b. Abdillah b. Abdilhakem de bu görüştedir. Müte-ahhirîn ulemasından

£1561

bazıları cumhur ulemanın da bu görüşte olduğunu söylemişlerdir."
Hanefî mezhebine giren hayvanlar üç kısma ayrılır:

1- Kanı olmayan haşereler: Çekirge, arı, sinek, örümcek, akrep gibi böceklerdir.
Çekirgenin dışında bunların hepsi haramdır. Çünkü bu böceklerin hepsi de pistir.
İnsan tabiatı onlardan tiksinir. Ancak bunlardan çekirge, "Bize iki ölü helâl

£157]

kılındı" hadisiyle bu hükmün dışında bırakılmıştır.

2- Akan kanı olmayan hayvanlar: Yılan, zehirli keler, fare, kene, kirpi, keler, tarla
faresi gibi haşerelerdir. Bunların haramlığmda ihtilâf yoktur. Ancak keler hakkında
ihtilâf vardır. Nitekim 3793-3796 numaralı hadislerin şerhinde açıklandı.

3- Akan kanı olan hayvanlar. Bunlar da ikiye ayrılırlar:

a) Yırtıcı olmayan ehlî hayvanlar: Katır, eşek, at, deve, sığır ve koyun gibi. Bunlardan
katır ile eşek etinin haram olduğu ulemanın tamamına yakın bir kısmı tarafından kabul
edilmekle beraber, sadece Beşîr el-Medisi bunların etini yemekte bir sakınca
olmadığım söylemiştir. At eti ise Ebû Hanîfe ile Ebû Yusuf a göre mekruh, İmam
Muhammed ile İmam Şafiî'ye göre helâldir. Bu konuyu 3788-3790 numaralı hadislerin
şerhinde açıklamıştık.

b) Yırtıcı olmayan vahşi hayvanlar: Geyik, ceylan, yaban öküzü, yaban eşeği, yaban
devesi gibi hayvanlardır ki bunların etinin helâl olduğunda bütün müslümanlar ittifak
etmişlerdir.

Bu üçüncü gruba giren hayvanların bir de yırtıcı olanları ile kuş cinsinden olanları



vardır. Yırtıcı hayvanlar da ehli ve vahşi olmak üzere ikiye ayrılırlar:

1- Ehli hayvanlardan olanlar: Köpek, kedi gibi yırtıcı olanlardır.

2- Vahşi olanlar: Kurt, aslan, kaplan, sırtlan, pars, yaban kedisi, sincap, samur, ayı, fil,
maymun gibi, avlarını köpek dişleriyle parçalayan ve kendilerini savunan
hayvanlardır. Tilki ile sırtlanın dışında bu hayvanların tümünün etlerinin haram
olduğunda ittifak vardır.

Tilki ile sırtlan ise İmam Şafiî'ye göre helâldir.

Kuşlara gelince; bunlardan avını pençesi ile yakalayan doğan, atmaca, şahin, çaylak,
karga, gibileri haramdır. Tırnaklı olduğu halde bunlarla hayvanları avlamayan ise
helaldir; güvercin gibi.

Tavuk, kaz, ördek, hindi gibi kuş cinsinden olan kümes hayvanlarının etlerinin helâl

olduğunda ise ittifak vardır.

Bu mevzuda Ömer Nasuhi Bilmen şöyle diyor:

"Tabiatında vahşet ise denâet olmayan ve tab'an iğrenç görülmeyen hayvanların etleri
-şeraiti dairesinde- helâldir, yiyilebilir. Tavuk, kaz, ördek, zu-rafa, deve kuşu,
bağırtlan kuşu, güvercin, bıldırcın, koyun, keçi, deve, sığırcık kuşlarını yemekte beis
görülmemiştir.

Yarasanın yiyilip yiyilmediğinde haram veya mekruh olup olmamasında ihtilâf vardır.
Hüdhüdü yemek mekruh görülmüştür. Saksağan, kumru, bülbül, keklik kuşlarının
etleri esasen helâldir. Ancak bunların etlerini yiyenlere bir âfet isabet edeceğine dair
insanlar arasında bir kanaat mevcut olduğundan bunları yemek müstahsen
görülmemiştir.

Şâfıîlerce kırlangıç, tavus, hüdhüd, papağan kuşlarının etleri haramdır. Martı ve

Lİ581

balıkçıl kuşları ise helâldir."

30. (Kitap Ve Sünnette) Haram Olduğuna Dair Bir Açıklama Bulunmayan
Şeylerin Hükmü

3800... Ibn Abbas'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: Cahiliyye (dönemi) halkı bazı
şeyleri yerlerdi, bazı şeyleri de tiksindiklerinden dolayı yemezlerdi. Derken yüce
Allah, Peygamberini (s. a) gönderdi ve Kitab'ım indirdi. Helâlini ve haramını açıkladı.
Artık onun haram kıldığı haramdır, helâl kıldığı da helâldir. Hakkında açıklama
yapmadığı ise affedilmiştir. Sonra, "De ki: Bana vahyolunanda (bu haram

£1591

dediklerinizi) yiyen kimse için haram edilmiş bir şey bulamıyorum" âyetini

£1601

sonuna kadar okudu.
Açıklama

Bu hadis-i şerif, eşyada asi olan şeyin ibâhe olduğunu söyleyenlerin delilidir. Bu
neticeye göre her hangi bir şey veya menfaati yasaklayan sahih nass bulunmaz veya
bulunur da delâleti kat'î olmazsa o şey hakkında haram hükmü de sözkonusu olmaz.
Şu âyet-i kerimelerden de bu gerçeği Öğreniyoruz: "Yerde olanların hepsini sizin için

E1611

yaratan odur." "Göklerde olanları, yerde olanları hepsini sizin buyruğunuz altına



£162]

vermiş."

Bazı Hükümler

1. Eşyada asi olan mübahlıktır.

2. Hakkmda haram ya da helâl olduğuna dair sahih nass bulunmayan şeyler
affedilmiştir. Allah, haklarında sükût ettiği bu eş-yaym hükümlerini unuttuğu için
değil, insanlara merhametten dolayı açıklamamış ve onlardan sorumlu tutmamıştır.
[163]

31. Sırtlan Eti Yemek

3801... Câbir b. Abdullah(r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a)'a
sırtlan (etin)i sordum.

"O bir av (hayvam)dır ve onu avlayan ihramlıya (keffaret olarak) bir koç (kurban etme

£1641

cezası) konmuştur" buyurdu.
Açıklama

Bu hadis-i şerif, sırtlan etini yemenin helâl olduğunu söyleyen Şâfıîlerin delilidir.
Hattâbî, bu hadisle ilgili açıklamasında şöyle diyor:

"Hz. Peygamber'in, sırtlanı av hayvanlarından sayması ve ihramlı iken bir sırtlan
öldüren kimsenin keffaret olarak bir koç kurban etmesi gerektiğini bildirmesi, sırtlanın
da zebra ve geyik gibi eti yenen hayvanlardan olduğuna delâlet eder. Çünkü,
"Yeryüzünde yürüyen hayvanlardan beş çeşit hayvan vardır ki, ihramda iken onları
öldürmek helâldir. Yılan, akrep, çaylak, fare, ısırıcı köpek" mealindeki (1846-1848)
numaralı hadisler, Haremde veya ihramlı iken eti yenmeyen bir hayvanı öldürmenin
cezası olmadığını ifade etmektedir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte ihramlı iken sırtlanı öldüren bir kimseye bir
oç kurban etmek gerektiği ifade edildiğine göre sırtlanın eti yenen hayvanlardan
olması icabeder.

Metinde geçen, "o av hayvanlarmdandır" mealindeki cümle, yırtıcı ve vahşi
hayvanlardan olup da, av hayvanı olmayan ve "İhramda olduğunuz sürece size kara
065]

avı yasaklandı" âyetinin kapsamına girmeyen hayvanların bulunduğuna delâlet
etmektedir. Sırtlan etinin helâl olup olmaması meselesinde fıkıh âlimleri ihtilâfa
düşmüştür. Sa'd b. Ebî Vakkâs (r.a)'a göre sırtlan etini yemek helaldir.İbn Abbas ile
Ata, İmam Şafii, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahuyeh ve Ebu Sevr hazretleri de bu
görüştedirler. Süfyan-ı Servi ile İmam Ebu Hanife ve taraftarlarıyla İmam malik ise
sırtlan eti yemenin mekruh olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş Said b. Müseyyeb'den
de rivayet olunmuştur. Delilleri ise bu hayvanın yırtıcı hayvanlardan olmasıdır.
Çünkü 3802 numaralı hadis-i şerifte açıklandığı üzere Rasûlullah (s. a.), köpek dişi

' £1661

olan yırtıcı hayvanların etini yasaklamıştır.



Bazı Hükümler



1. Sırtlan etini yemek helaldir.

2. Vahşi ve yırtıcı hayvanlardan av hayvanı olanlar bulunduğu gibi, av hayvanı
olmayanlar da vardır.

3. Yırtıcı bir havyanı öldüren kimseye bu hareketinden dolayı bir ceza gerekmez.

4. Av hayvanlarının öldüren kimseye verilen ceza hayvanın cinsine göre belirlenir,
hayvanın özel durumuna göre belirlenmez.Bir başka ifadeyle her hayvan cinsi için
ödenecek ceza bellidir.Binaenaleyh hayvan hangi cinsten ise mensup olduğu cins için
dince belirlenmiş olan ceza, öldüren öldüren kimse üzerine terettüb eder.Hayvanın
vücutça iri veya ufak olması bunu değiştirmez.

5. Haremde bir sırtlan öldürmenin cezası bir koç kurban etmektir.

6. Mevzumuzu teşkil eden Cabir hadisi, 3802 numaralı hadisin hükmünü tahsis

£1671

etmiştir. Şafiiler bu görüştedir.

32. Yırtıcı Hayvanlar(ın Etlerini Yemek) Yasaklanmıştır
3802... Ebu Sa'labe el- Huşeni 'denrivayet olduğuna göre;

Rasulullah (s. a.) köpek dişi olan yırtıcı hayvanlar(m etlerini) yemeyi yasaklamıştır.
[1681

3803... İbn Abbas'dan rivayet olunmuştur;

Rasulullah (s. a.), yırtıcı hayvanlardan köpek dişli olanları(n etini yemeyi) ve

£1691

kuşlardanda pençeli olanları(n etini yemeyi) yasaklamıştır.

3804... Mikdam b. Ma'dekeirb'den rivayet olduğuna göre; Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:

"Dikkatli olunuz! Yırtıcı hayvanlardan köpek dişli olanları(n etini yemek) helal
değildir. Ehli eşek (eti ile) anlaşmalı ecnebilerin kendilerine ihtiyaç duyulan buluntu
malları da helal değildir.

Herhangi bir adam bir kavme ,misafir olur da (o kavim) onu ağırlamazsa bu misafir

im

için yarın ahirete olanlardan bu misafirlik hakkının alma hakkı vardır.

3805... İbn Abbas'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a), Hayber (savaşı)
günü yırtıcı hayvanlardan köpek dişli olan her hayvanın, kuşlardan da pençeli olan her

imi

kuşun (etinin) yenmesini yasakladı.

3806... Halid b. Velid (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a) ile birlikte
Hayber savaşma katılmıştım. (Orada) yahudiler gelip, (müslüman) halkın (yahudilerin
koyunlarını yağma etmek üzere yahudilerin) ağıllarına koşuştuklarını (Hz.
Peygamber'e) şikâyet ettiler. Rasûlullah (s.a) da (müslümanlara hitaben):



"Dikkatli olun! Anlaşmalı olarak müslüman topraklarında yaşayan gayri müslimlerin
malları(nı) haksız yere (ellerinden almak) helâl olmaz. Ehli eşek (eti) size haram
olduğu gibi at ve katır da haramdır. Yırtıcı hayvanlardan her köpek dişli (hayvan) ile

tmı

kuşlardan her pençeli (kuş) da (haramdır)" buyurdu.

3807... Câbir b. Abdullah' dan rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a) kedi parasını
yasaklamıştır. (Muhammed) İbn Abdilmelik (ise bu cümleyi): "Kedi (etini) ve (kedi)

£173]

parasını yemeyi yasakladı" (şeklinde) rivayet etti.
Açıklama

Bu babda geçen hadis-i şeriflerde şu mevzular ele alınmaktadır:

1- Köpek dişli olan yırtıcı hayvanların etlerini yemek yasaklanmıştır.

2- Pençeli kuşların etlerini yemek yasaklanmıştır.

3- Anlaşmalı olarak müslüman topraklarına giren ya da orada yaşayan gayri
müslimlerin mallarını haksızlıkla ele geçirmek yasaklanmıştır.

4- Bir topluma misafir olan kimseyi ağırlamak o toplumun görevi, ağırlanmak da o
kişinin hakkıdır. O toplum bu görevini yerine getirmediği takdirde, misafir onlardan
hak talep edebilir.

5- Ehli eşek, at ve katır eti yemek yasaklanmıştır.

6- Kedi eti yemek yasaklanmıştır.

7- Kedi satıp parasını yemek caiz değildir.

Birinci maddede sözü geçen köpek dişli yırtıcı hayvanlardan maksat, köpek dişleriyle
saldıran aslan, kurt ve köpek gibi hayvanlardır.

Bezlü'l-Mechûd yazarının dediği gibi, metinde geçen "yırtıcı" kelimesiyle deve bu
sınıfın dışında bırakılmıştır. Çünkü her ne kadar.deve köpek dişli ise de yırtıcı
değildir.

Avnü'l-Ma'bûd yazan şunları kaydediyor:

"Nihâye müellifi İbnü'l-Esîr'e göre; köpek dişli yırtıcı hayvanlardan maksat, avını
yakalayıp zorla parçalayıp yiyen aslan, kaplan, kurt gibi hayvanlardır. Kamus yazarına
göre ise, parçalayıcı hayvanlardır. Haram olan bu yırtıcı hayvanların cinsi mevzuunda
fıkıh imamları ihtilâfa düşmüşlerdir.

fmam Ebû Hanîfe'ye göre; sırtlan, fil, tarla faresi ve kedi gibi et yiyen her hayvan bu
sınıfa girer ve etlerini yemek haram olur.

İmam Şafiî'ye göre ise, aslan, kaplan ve kurt gibi insanlara saldıran hayvanlardır.
Sırtlan ve tilki gibi insanlara saldırmayan yırtıcı hayvanlar ise bu sınıfa
girmediklerinden onların etlerini yemek helaldir."

İkinci maddede etlerinin yenmesi yasaklanan pençeli kuşlardan maksat ise, uçarken
avını havada yakalayıp pençesiyle parçalayan kartal, doğan, şahin gibi kuşlardır.
Pençesi olduğu halde başka hayvanları avlamayan kuşlar bu sınıfa girmediklerinden
helâldir. Bu sınıfa giren kuşların etleri İmam Şafiî, Ahmed ve Ebû Hanîfe'ye göre

1174i'

haramdır. İmam Mâlik'e göre ise helâldir.

Üçüncü maddede yer alan, anlaşmalı olarak müslüman topraklarında bulunan gayri
müslimlerin mallarını haksızlıkla almanın yasaklanması meselesine gelince; esasen



anlaşmalı olarak müslüman topraklarında yaşayan gayri müslimler ya zimmî olurlar ya
da pasaportlu olarak bulunurlar. Bilindiği gibi zimmîler, anlaşma şartlarını ihlâl
etmedikleri sürece, pasaportlular da pasaport süresi devam ettiği müddetçe İslâm
ülkesinde kalabilirler. Zimmîler, İslâm ülkesinde güvence ile yaşamalarına karşılık
müslümanlara cizye ödemek zorunda oldukları gibi, pasaportlu olanlar da yanlarında
bulunan ticaret mallarının onda birini müslümanlara vergi olarak vermek zorun-
dadırlar. İşte müslümanlarm kendi ülkelerinde yaşayan anlaşmalı gayri müslimlerden
bu vergileri almaları haklarıdır. Bunun dışında gayri müslimlerin mallarından bir şey
almaları haramdır. Onların bu mallan kaybolup da müslümanlarm eline geçmesi
halinde hüküm yine böyledir. Ancak onların ihtiyaç duymadıkları için terkettikleri
mallar bu hükmün dışındadır.

Beşinci maddede yer alan ehli eşek ve katıra gelince, bu hayvanların etleri Hanefî ve
Hanbelî mezheplerinde haranı olmakla beraber Mâliki mezhebinde bu hususta iki
görüş vardır. Birinci ve meşhur olan görüşe göre haramdır. İkinci görüşe göre ise
mekruhtur. Ancak Hanefî, Şafiî ve Hanbelî mezheblerine göre annesi inek yahut

£175]

babası vahşi eşek annesi kısrak olan katırların etleri helâldir.

Fakat eşek etiyle ilgili bu 3806 numaralı hadis zayıftır. Çünkü bu hadisi rivayet ettiği
söylenen Halid b. Velid, Hayber savaşında henüz müslüman olmamıştır. Ancak 3808-
3811 numaralı hadisler eşek etinin haramlığmı açıkça ifade etmektedir.
Yedinci maddede yer alan kedi eti yemek de haramdır. Çünkü kedi aslında birinci
madedde yer alan yırtıcı hayvanlar sınıfına girmektedir. Bu bakımdan kedi eti yemek

[176]

Hanefî, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre haram, Mâlikîlere göre mekruhtur.
33. Ehli Eşeklerin Etini Yemek

3808... Câbir b. Abdillah'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s. a) bize (ehli)
eşek eti yemeyi yasakladı ve at eti yememizi tavsiye etti.

(Bu hadisin ravilerinden) Amr (b. Dînâr, bu hadis hakkında şöyle) dedi: Ben bu hadisi
Ebû Şa'sâ'ya anlattım, (bana) şu cevabı verdi: "Bizim içimizde (bulunan) el-Hakem el-
Gıfârî de bu hadisten bahsederdi. (Ancak) Bahr bunu kabul etmezdi", (Ebû Şa'sâ,

£177]

deniz manasına gelen Bahr sözüyle) İbn Abbas'ı kastediyordu.
3809... Gâlib b. Ebcer'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Bize bir kıtlık (yılı) gelmişti. (Elimde bulunan) malın içerisinde (ehli) eşeklerden
başka âiieme yedirebiîeceğim bir şey yoktu. Rasûlul-lah (s. a) da ehli eşek etlerini
yasakladı. Peygamber (s.a)'e varıp;

Ey Allah'ın Rasûlü, bize bir kıtlık (yılı) gelip çattı. Benim mal(lar)ım içerisinde semiz
eşeklerden başka aile halkına yedirebiîeceğim bir şey yok; sen ise ehli eşek etini
yasaklamış bulunuyorsun, diye şikâyette bulundum.

"Sen aile halkına semiz eşek!er(in etin)den yedir. Çünkü ben on-ları(n etlerini) sadece

pislik yiyen hayvanlar oldukları için yasaklamıştım." buyurdu. Yani (bu hayvanları

etlerini) cellâle (oldukları için yasaklandığını anlatmak istiyordu).

Ebû Dâvûd dedi ki: (Hadisin senedinde bulunan) Abdurrahman, (Abdurrahman) b.

Ma'kil'dir.



Yine Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi ayrıca Şu 'be de Ubeyd Ebu 7-Hasen'den,
Abdurrahman b. Ma'kil'den, o da Abdurrahman b. Bişr'den Müzeyne (kabilesin)den
bazı kimselerden rivayet edilmiştir. (Bu rivayete göre) Müzeyne'nin efendisi olan
Ebcer yahutta Ebcer'in oğlu, Peygamber (s.a)'e (ehli eşek eti yemenin hükmünü)

Lİ281

sormuştur.

3810... (Şu'be'den rivayet olunduğuna göre; bu hadisi bir de) Müzeyne kabilesine
mensup iki adamdan biri diğerinden (rivayet etmiştir. Yani) Müzeyneü Abdullah b.
Amr b. Avim, Müzeyncli Gâlib b. el-Ebcer'den rivayet etmiştir. (Bu hadisin senedinde
bulunan) Mis'ar (şöyle) demiştir: "Peygamber (s.a)'e gelen kimsenin Gâîib (b. Ebcer)

Lİ791

olduğunu zannediyorum." (Ravi) şu (bir numara önce geçen) hadisi (şevketti).

3811... Amr b. Şuayb (b. Muhannned b. Abdullah b. Amr b. As)'m dedesinden rivayet
olmuştur; dedi ki:

Rasûlullah (s. a) Hayber (Savaşı) günü, ehli eşek ile pislik yiyen hayvanların

£1801

yenilmesini ve (üzerine) binilmesini yasakladı.
Açıklama

Bu babda yer alan hadisi şerifte ehli eşek eti ile cellâle denilen pislik yemeye alışkın
hayvanların etlerini yemenin ve üzerlerine binmenin yasaklandığı ifade edilmektedir.
Pislik yemeye alışmış olan hayvanların ellerini yemenin ve üzerlerine binilmesinin
hükmünü 3785-3787 numaralı hadislerin şerhinde, ehli eşek eti yemenin hükmünü de
bir önceki hadisin şerhinde açıkladık.

Hattâbî'nin dediği gibi; "İbn Abbas'm dışında tüm İslâm âlimleri ehli eşek eti yemenin
helâl olmadığını söylemişlerdir. Ancak büyük bir ihtimalle, ehli eşek elinin
yasaklanması haberi kendisine ulaşmayan İbn Abbas onların etini yemenin helâl
olduğunu söylemiştir."

Hz. Peygamber'in ehli eşek eli yemeye izin verdiğini ifade eden 3809 numaralı ibn
Ebcer hadîsine gelince, Musannif Ebû Davud'un süz konusu hadisin sonunda bizzat
açıkladığı gibi bu hadis çok karışık yollarla rivayet edilmiştir. Bu bakımdan hadisin
senedinde ihtilâf vardır. Dolayısıyla itimada şayan değildir.

Nevevî; bu hadisin senedinde ihtilâf bulunduğunu, hadisin sahihliği kabul edilse bile
Hz. Peygamber'in eşek etinin yenilmesine dair verdiği bu iznin zaruret halinde
olduğunu kabul etmek icab ettiğim söylüyor.

Nitekim Beyhakî de bu hadisin senedinde izdırab bulunduğunu söylemiştir.

İbn Abdilberr'in de ifade ettiği gibi, aslında Hz. Ali, Abdullah b. Ömer, Abdullah b.

Amr, Câbir, Berâ, Abdullah b. Ebî Evfâ, Enes, Zahir el-Eslemî gibi pek çok sahâbîler

Hz. Peygamber'den ehli eşek etinin haram kılındığına dair sahih ve hasen hadisler

rivayet etmişlerdir. Bu bakımdan 3809 numaralı muzdarib bir hadisin böylesine

sağlam hadisler karşısında bir hüccet teşkil etmesi düşünülemez.

Bu hadisin sahih olduğu kabul edilse bile Hz. Peygamber bu izni kıtlık yılı sebebiyle

arız olan umumi açlık dolayisıyle vermiş olabilir.

Hâzimî ise, Hz. Peygamber'in ehli eşek etinin yenmesine bir süre izin verdikten sonra



onu tekrar yasaklamasını bir nesih olayı olarak değerlendirir. İbn Şahin de sadece biri
müsbet, biri nehiy ihtiva eden iki haberi vermekle iktifa eder. Nesihten söz etmez.

um



34. Çekirge Yemenin Hükmü

3812... Ebû Ya'fûr'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: İbn Ebî Evfâ'ya çekirge
(yeme)yi sordum da;

Ben Rasûlullah (s. a) ile birlikte altı ya da yedi savaşa katıldım. Biz (bu savaşlarda)

£1821

kendisiyle birlikte çekirge yerdik, cevabını verdi.

3813... Selmân (r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:
Peygamber (s.a)'e çekirge(nin yenilip yenilmeyeceği) soruldu.

"(Çekirge) Allah'ın ordularının en çoğu(nu teşkil etmekte)dir. Ben onu yemem ve
haram da kılmam" buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi (bir de) Mu 'temir, babası ve Ebû Osman kanadıyla

LİMİ

Peygamber (s. a)'den rivayet etti (fakat) Selman'ı anmadı.
3814... Selmân (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre;

Rasûlulîah (s.a)'a (çekirgenin yenilip yenilmeyeceği) sorulmuş, (bir önceki hadiste
geçen) cevabının aynısını vermiş:

"(Çekirge) Allah ordularının en çoğu (nu oluşturmaktadır" demiş.

(Musannif Ebû Davud'un şeyhi) Ali (b. Abdillah) dedi ki: Ebû Avvâm'm (ismi)

Fâid'dir.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi (bir de) Hammâd b. Seleme, Ebû'l-Avvâm'dan, o Ebû
Osman'an, o da Peygamber (s.a)'den rivayet etti. (Hammâd bu rivayetinde) Selmân'ı

£1841

anmadı.
Açıklama

Cerâd: Çekirge cinsidir. Tekili cerâde gelir. Cerâde kelimesi hem erkek, hem de
dişi çekirge için kullanılır.

Bu böcekler vardıkları yerde ekin ve ot adına ne varsa yiyip bitirdikleri ve orayı ekin
ve ottan soyup çırılçıplak bıraktıkları için bu ismi aldıkları söylenmektedir.

£1851

Kur'an-ı Kerim' de, "...Etrafa yayılan çekirgeler gibi" âyet-i kerimesinde onların

bu özelliğine işaret buyurulmaktadır.

Bir şeyden soyulan şeye de "el-cürâde" ismi verilir.

3812 numaralı hadis-i şerifte, "Hz. Peygamber ile altı ya da yedi savaşa katıldım"
cümlesindeki tereddüt ifadesi ravilerden Şu'be'ye aittir. Yani ravi Şu'be, bu hadisi
kendisine rivayet eden Ebû Ya'fûr'un, "altı" kelimesini mi yoksa "yedi" kelimesini mi
söylediğini iyice hatırlayamadığını belirtmek için böyle tereddüt ifade eden bir kelime
kullanmıştır. Söz konusu hadisi bizzat Hz. Peygamberden rivayet eden Ebû Evfâ'nm,



"Biz (bu savaşlarda) kendisiyle birlikte çekirge yerdik" anlamındaki sözünden, Hz.
Peygamber'in bu savaşlarda ashabıyla birlikte çekirge yediğini anlamak mümkün
olduğu gibi Hz. Peygamber'in bizzat çekirge yemeyip sahâbileri çekirge yerken
kendisinin bizzat onların yanında bulunduğunu anlamak da mümkündür. Hafız İbn
Hacer'in de ifade ettiği gibi, Ebû Nuaym'm Tıb kitabında rivayet ettiği bir hadis-i
şerifte Hz. Peygamber'in de ashabıyla birlikte çekirge yediğinden bahsedilmesi birinci
ihtimali kuvvetlendirmekte ise de, rivayetlerin ekserisinde "kendisiyle birlikte" sözü
geçmediği dikkati çeken bir husustur.

Çekirge yemenin hükmü konusunda îmam Nevevî şöyle diyor:

"Müslümanlar çekirge yemenin helâl olduğunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Şafiî île
İmam Ebû Hanîfe ve ulemanın büyük çoğunluğu, çekirge yemenin helâl olduğunu, bu
hususta çekirgenin kesilerek başının koparılıp koparıl-maması arasında bir fark
olmadığı gibi kendi kendine ölmüş olması veya bir müslüman ya da bir mecûsi
tarafından avlanmış olmasının önemli olmadığını söylemişlerdir. Kendi kendine veya
bir sebepten dolayı ölmüş olması da bu hükmü değiştirmez.

İmam Mâlikin meşhur olan kavline ve Ahmed b. Hanbel'den gelen bir kavle göre; bir
tarafı koparılıp haşlanmış veya diri iken ateşe atılmak gibi bir sebeple ölen çekirgeyi
yemek caizdir. Kendi kendine ölen bir çekirgeyi yemekse helâl değildir.
Hanefî ulemasından el-Aynî'nin açıklamasına göre; Mâlikî uleması çekirgenin helâl
olabilmesi için kesilmiş olmasını şart koşmuşlardır. Ayrıca çekirgenin nasıl kesileceği
de Mâlikîler arasında ihtilaflıdır. Bazılarına göre onun kesilmesi başının
koparılmasından ibarettir. İbn Vehb, "Onun kesilmesi yakalanmasıdır" demiştir. İmam
Mâlike göre ise yakalanıp başının koparılması ya da haşlanması veya kızartılması

Lİ861

onun kesilmesi demektir.

Mâliki ulemasından İbnü'I-Arabî, Endülüs çekirgelerinin zararlı oldukları için
yenilmelerinin caiz olmadığını söylemiştir.

Hz. Peygamber'in, "Ben onu yemem" buyurması şer'î bir sakınca olduğu için
yemediğini ifade etmez. Çünkü eğer çekirge yemede şer'î bir sakınca bulunsaydı
ümmetini de bundan nehyetmesi gerekirdi.

Bu bakımdan Hz. Peygamber'in çekirge etini yemekten çekinmesinin şer'î bir
sakıncadan dolayı değil de şahsî yaratılışından ileri gelen çekirgeye karşı duyduğu
isteksizlik ve tiksintiden doğduğunu kabul etmek gerekir.

Her ne kadar bu hadis bazen Selmân atlanarak mürsel olarak rivayet edilmişse de
tabiînin mürselleri makbul olduğundan bunun önemi yoktur.

Hz. Peygamber'in, "Çekirgeler Allah'ın ordularının sayıca en çok olanlarıdır"

£1871

mealindeki sözüne gelince; gerçekten "Rabbinin ordularını ancak kendi bilir."
âyet-i kerimesinde de açıklandığı gibi Allah'ın orduları sayılamayacak kadar çoktur.
Gazap ettiği milletler üzerine bu ordularım göndererek onlardan intikamını alır.
Çekirgeler de Allah'ın ordularmdandır. Allah gazap ettiği kavimler üzerine çekirgeleri
göndermek suretiyle onları açlık ve kıtlığa mahkum eder. Ancak sahih hadislerde
açıklandığına göre Allah'ın yaratıkları arasında sayıca en çok olanı melekler
olduğundan mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte geçen "Çekirgeler Allah'ın sayıca
en çok olan ordularıdır" sözünü, "Allah'ın ordularından olan çekirgeler yine Allah'ın

£1881

ordularından olan kuşlardan daha çokturlar" şeklinde anlamak gerekir.



35. (Suda Kendi Kendine Zahiren Sebepsiz Olarak Ölüp) Suyun Yüzüne Çıkan
Balıkları Yemenin Hükmü

3815... Câbir b. Abdullah' dan, Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet
olunmuştur:

"Denizin (sahile) attığı veya (deniz sularını) kendisinden geri çektiği (için açıkta
kalan) şeyleri yeyiniz. (Fakat) denizde (kendiliğinden zahiri bir sebep olmaksızın ölüp
de) su yüzüne çıkan şeyleri yemeyiniz."

Ebû Dâvûd dedi ki: Süfyan es-Sevrî, Eyyub ve Hammâd da hadisi Ebu'z-Ziibeyr'den
rivayet etti fler ve bunların üçü de rivayet zincirini) Câbir üzerinde durdurdular, (Hz.
Peygambere kadar uzandıramadılar). Bazen bu hadis (in rivayet zinciri) zayıf bir
şekilde îbn Ebî Zi'b, Ebu'z-Zübeyr ve Câbir yoluyla Hz. Peygamber (s.a)'e dayandı-

£189]

rılarak rivayet edilmiştir.
Açıklama

Bu hadis-i şerif, "Suda kendi kendine, zahiren sebepsiz olarak olup de suyun yuzune

LİM

çıkan balıklar yenmez diyen Hanefîlerin delilidir.

Bu görüş Câbir (r.a) ile İbn Abbas (r.a) dan da mevkuf olarak rivayet olunmuştur.
Mîrkât yazarının da ifade ettiği gibi, haram ve helâl konularında sahabeden gelen
mevkuf rivayetler merfu hadis hükmündedir.

Hidâye müellifinin dediği gibi, zahiren sebepsiz olarak kendi kendine ölen bir balığı
yemek Hanefîlere göre mekruh; İmam Mâlik ile İmam Şafiî ve İmam Ahmed ve
Zahirîlere göre böyle bir balığı yemek helâl olmakla beraber yememek evlâdır.
Bu görüşte olan fıkıh imamlarının ve taraftarlarının Kitap'tan delilleri;"Hem kendinize
hem de yolculara bir geçimlik olmak üzere deniz avı ve onu yemek, size helâl

imi

kılındı" âyet-i kerimesidir. Çünkü bu âyet-i kerime deniz hayvanlarının insanlar
tarafından avlanarak yakalananlarını İçerisine aldığı gibi kendiliğinden ölerek
insanların eline geçeni de kapsamına almaktadır.

Sünnetten delilleri ise, "Bize iki ölü (hayvan) helâl kalındı: Birisi balık, diğeri
£192]

çekirge" mealindeki hadis-i şerifle, "Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir"

mealindeki 83 numaralı hadis-i şeriftir. Çünkü bu hadis-i şeriflerde, zahiren sebepsiz
olarak ölüp de su yüzüne çıkan balıkla, insanlar tarafından avlanarak veya zahirî bir
sebeple öldükten sonra ele geçen balıklar arasında bir ayırım yapılmamaktadır.
Hanefî ulemasının delili ise mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifle Hz. Ali'nin,
"Bizim çarşımızda kendiliğinden ölüp de su yüzüne çıkan balık alışverişi yapmayın"
sözü ve İbn Abbas'm, rivayet ettiği, "Deniz öldürdükten sonra su yüzünde sürüklenip
dururken bulduğunuz deniz hayvanlarını yemeyiniz" mealindeki hadislerdir.
Aynî'nin de açıkladığı gibi, mevzumuzu teşkil eden Câbir hadisi çeşitli rivayetlerle
te'yid edilmiştir.

Bu görüşte olan Hanefi âlimlerine göre, aksi görüşe sahip olan fıkıh âlimlerinin delil
olarak sarıldıkları Mâide sûresi 96. âyetinde onların görüşlerini isbatlayan bir ifade



mevcut değildir.

Hidâye yazan Merginânî'nin açıkladığı üzere sahâbilerden bir topluluk da bu
£1931

görüştedirler.

36. Leş Yemek Zorunda Kalan Kimse

3816... Câbir b. Semüre'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Bir adara (Medine'de, siyah taşlarıyla meşhur olan) Hârre isimli yere ailesi ve çocuğu
ile birlikte konakladı. (Orada bulanan) başka bir adam (ona), "Benim (burada) devem
kayboldu, eğer bulursan onu yakala" dedi. Kısa bir süre sonra (o kimse bu) deveyi
buldu. (Fakat devenin) sahibi bulunamadı. Derken (elinde kalan) deve
hastalandı.. Karısı ona "Bunu kes" dediyse de adam kabul etmedi. Deve öldü. (Bu sefer
kadın kocasına), "Bunu kes, yağını ve etini pastırma yapar yeriz. (Çünkü biz çok açız,
zaruret halindeyiz)"- dedi. (Adam): "(Hayır), Rasûlullah (s.a)'a danışmcaya kadar
(bunu kabul edemem)" dedi. Sonra Rasûlullah (s.a)'a gelip bunu sordu. (Hz.
Peygamber de):

"Senin yanında seni buna muhtaç olmaktan kurtaracak (bir şey) var mı?" diye sordu.
(Adam) "Hayır" cevabını verdi, (Bunun üzerine);
"(Öyleyse) onu yeyiniz" buyurdu.

(Tam o sırada devenin) sahibi çıkageldi. (Adam da başından geçen) olayı anlattı.
(Devenin sahibi olayı öğrenince adama), "Onu kes-şeydin ya!" dedi. (Adam

[1941

da),' "Senden utandım (da kesemedim)" karşılığını verdi.

3817... el-Fücey' el-Amirî'den rivayet olunduğuna göre;
Kendisi Rasûlullah (s.a)'a gelip;

(Ey Allah'ın Rasûlu), bize ölü (hayvan eti) helâl kılınmadı mı? demiş. (Hz. Peygamber
de ona):

"t Sizin yemeğiniz nedir." diye sormuş, (el-Fücey 'de): "Akşamleyin bir bardak,
sabahleyin de bir bardak süt içeriz" cevabını vermiş.

(Musannifin hadis rivayet ettiği kimselerden olan) Ebû Nuaym (künyesiyle tanınan el-
Fazl b. Dükeyn) dedi ki: Ukbe (b. Vehb) bana (metinde geçen) "İğtibâk" kelimesini,
sabahleyin bir bardak (süt içmek); "el-ıstıbah" kelimesini de akşamleyin bir bardak
(süt içmek) diye açıkladı. -
(Hz. Peygamber de):

"Yemin olsun ki (bu hal) açlıktır. (İçilen bu kadarcık süt açlığı gidermeye yetmez)"
buyurmuş ve (bu halleri devam ettiği sürece, ölmeyecek kadar) o leşi (yemelerini)
onlara helâl kılmış.

Ebû Dâvûd dedi ki: (Metinde geçen kelimesinin kökü olan) "el-ğabûk", gündüzün son

£1951

vakit(ler)idir. kelimesinin kökü olan) "sabûh" ise, gündüzün ilk anlarıdır.
Açıklama

Bu babda bulunan hadis-i şerifler de insanların, açlık gibi bir zaruret halinde
başkalarına ait haram ligayrihi bir yiyeceği ve leş gibi haram liaynihi olan bir yiyeceği



yemelerinin caiz olduğunu ifade etmektedir.

Fıkıh âlimleri, zaruret halinin çeşitli tariflerini yapmışlarsa da bu tarifler içersinde en
özlü olanı Mecelle şârihi Ali Haydar Efendi'nin yapmış olduğu şu tariftir: "Bir kimse
memnu'u tenâvül etmediği (almadığı) takdirde helaki müstelzim olan (gerektiren)
haldir."

Hattâbî bu hadisle ilgili açıklamasında şöyle diyor:

"Sabahleyin ve akşamleyin içilen bir bardak süt aslında insanın yaşamasını sağlamaya
yettiğinden burada zaruret hali söz konusu değildir. Ve dolayısıyla bu hadis-i şerif
insanın açlığını giderinceye kadar leş yemesinin helâl olduğuna delâlet eder. Nitekim
Mâlik b. Eıies bu görüştedir. İmam Şafiî'den gelen iki rivayetten birine göre İmam
Şafiî de bu görüştedir.

Gerçekten böyle yemeye İhtiyacı olan bir kişiyi bundan menetmek, onu mubah olan
bir fiilden menetmek olacağı için asla caiz değildir. Bu görüştekilere göre; böyle bir
kimsenin durumu, nikahlamak için hür bir kadın bulamadığından zina etme
tehlikesiyle karşı karşıya kalan ve bu durumdan kurtulmak için bir cariye ile evlenmek
isteyen hür bir adamın haline benzer. Bu adamın, iffetini en aşağı seviyede bile olsa
korumuş olmak için cariyeyi nikahlaması nasıl menedilemezse, bütün gıdası sabah ve
akşam içtiği bir bardak sütten ibaret olan bir kimse de leş yemekten menedilemez.
İmam Ebû Hanîfe'ye göre ise, bir kişinin leşten yemesi ancak zaruret halinde caiz olur.
Yani leşten yemediği takdirde hayatını devam ettiremeyecek duruma düştüğü zaman
bu leşten yiyebilir ve sadece ölmeyecek kadar viyebilir. Zaruret haline düşmeyen bir
kimsenin leş yemesi caiz olmadığı gikendisini ölümden kurtaracak miktardan fazla
yemesi de caiz değildir. Şafiî imamlarından el-Müzenî de bu görüştedir. Aynı görüş
Hasan-i Ba-sî'den de rivayet edilmiştir."

Bezlü'l-Mechûd yazarının, hocası Muhammed Yahya'dan naklettiği gibi, Musannif
Ebû Dâvûd herhalde bu hadis-i şerifleri burada mensub olduğu Şafiî mezhebinin bu
mevzudaki görüşünü te'kid etmek için zikretmiştir.

Bu hadislerde başkasına ait bir hayvanı kesip yemenin helâl olabilmesi ve bir leşin
yenebilmesi için zaruret halinin bulunmasından bahsedilmemiş olmasını bu
mevzudaki görüşlerine bir delil saymak istemiştir. Bu hadis-i şeriflerden böyle bir
hüküm çıkarmak isteyenlere verilecek cevap şudur:

1- Her ne kadar birinci hadiste, kişinin başkasına ait bir hayvanı kesip yemesi için
yemediği takdirde ölecek duruma düşmüş olması kaydı yoksa da bu hadisin umumi
ifadesi âyet ile kayıtlanmış ve ölümden kurtulacak kadar leş yiyen bir kimsenin leşten

£196]

daha fazla yemesinin haram olduğu âyet-i kerimede hükme bağlanmıştır.
Binaenaleyh usûlde mukarrer olduğu veçhile sözü geçen âyet-i kerimedeki kayıt
mutlak olan bu hadisin hükmünü de kayıtlar.

2- Sabah akşam birer bardak süt içen bir aileye leş yemeleri için ruhsat verildiğini
ifade eden ikinci hadisle ilgili cevap şudur:

Şurasını iyi kavramak gerekir ki, hadis-i şerifte anlatılmak istenen sabah akşam içilen
birer bardak süt ailenin tümünün içtiği süttür. Yani ailenin tüm fertlerinin sabah akşam
aldıkları gıdanın tümü iki bardak sütten ibarettir, her birisi sabah akşam birer bardak
süt içiyor değildir. Bu durumda olan bir ailenin açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya
bulunduğunda ise şüphe yoktur.

Hadis sarihleri, insana haram yemeyi mubah kılan açlık meselesiyle ilgili olarak şu
yedi mesele üzerinde durmuşlardır:



1) Haramı muvakkaten helâl kılan açlığın ölçüsü nedir?

Cumhur ulemaya göre, açlıktan dolayı haram yemenin muvakkaten de olsa caiz
olabilmesi için, bu açlığın devam etmesi halinde sahibini ölüme götürecek dereceye
ulaşması lâzımdır.

2) Bu duruma düşen bir kimsenin haramdan yiyebileceği miktar nedir?

Hanefîlere göre bu miktar zaruret haline düşen kimseyi ölümden kurtaracak kadar olan
miktardır. Bu mevzuda imam Ahmed ve Şafiî'den gelen rivayetlerden meşhuru budur.
İmam Mâlik'ten gelen güvenilir rivayete ve İmam Şafiî ile îmam Ahmed'ten gelen
meşhur olmayan rivayete göre, bu-duruma düşen bir kimsenin haramdan karnını
doyuruncaya kadar yemesi caizdir.

3) Bu duruma düşen kimsenin eline geçen bir haramdan yemesinin hükmü nedir? Farz
mıdır, mubah mıdır?

İmam Şafiî ve İmam Ahmed'den gelen iki rivayetten daha sağlam görülenine göre
farzdır. İmam Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik de bu görüştedirler. Ancak Ebû Yusuf a
göre mubahtır. Bu görüş Şâfü ile İmam Ahmed'den de rivayet olunmuştur.

4) Bu hüküm hem sefer hem de hazarda geçerli midir? Yoksa sefer haline mi
münhasırdır?

Cumhuru ulemaya göre bu hüküm hem sefer, hem de hazar hali için geçerlidir. İmam
Ahmed'den bir rivayete göre ise bu hüküm sadece sefer halinde geçerlidir.

5) İslâm devletine isyan ederek sefere çıkıp da bu yolculuklarında zaruret derecesine
ulaşan bir açlığa düşen kimseler için de bu ruhsattan yararlanma hakkı var mıdır, yok
mudur?

Hanefî ulemasına göre bu durumda olan kimselerin bu ruhsattan yararlanma hakları
yoktur. Ancak İmam Şafiî ile İmam Ahmed ve İmam Mâlik'e göre bu kimseler için de
bu ruhsat geçerlidir.

6) Bu duruma düşen kimselerin leş yemeleri ile şarap içmeleri arasında bir fark var
mıdır?

Hanefîlere göre bir fark yoktur. Usûlüne göre her ikisinden de faydalanılabilir. İmam
Mâlik ve İmam Şafiî'ye göre ise şaraptan faydalanılamaz.

7) Bir kimse, ileride düşeceği şiddeti açlık halini düşünerek eline geçen bir leşi yanma
azık olarak alabilir mi?

İmam Ahmed'den gelen iki rivayetten en sahih olanına göre, bu durumda olan
kimsenin eline geçirdiği bu leşi yanma azık olarak alması caizdir. İmam Şafiî ile îmam
Mâlik de bu görüştedirler. İmam Ahmed'den gelen diğer bir görüşe göre ise caiz

değildir.

37. Bir Sofraya İki Çeşit Yemeği Birden Koymanın Hükmü)
3818... İbn Ömer'den rivayet olduğuna göre; Rasûlullah (s.a):

"(Şu anda) Önümde esmer buğday (unun)dan (yapılmış); yağ ve sütle karışık beyaz bir
ekmek olmasını ne kadar arzu ederdim" demiş.

Bunun üzerine (orada bulunan) cemaaten biri kalkıp bu ekmeği hazırlayıp (Hz.

Peygamber' in önüne) getirmiş. (Hz. Peygamber ekmeği görünce onu getiren zata):

"Bu (yağ) neyin içerisinde (bulunuyor) idi?" diye sorunca;

Keler (derisin)den (yapılmış) bir kap içerisindeydi, diye cevap vermiş.

(Bunu işiten Hz. Peygamber):



"Onu (derhal önümden) kaldır" buyurmuş.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadis münkerdir.

Yine Ebû Davûd dedi ki: (Senedinde bulunan) Eyyub, (Eyyub) es-Sahtiyânî değildir.
£1981

Açıklama

Bu hadis-i şerif, bir öğünde birden fazla katık yemenin caiz olduğuna delâlet
etmektedir.

Çünkü her ne kadar Hz. Peygamber yağ ve sütle karıştırılmış olan bir ekmeği,
sofradan kaldırtmışsa da bunun sebebi, iki katığın bir arada bulunması değil, ekmekte
bulunan yağın keler derisinden yapılmış bir tulum içerisinde olmasıdır.
Hz. Peygamber yemeğin önüne getirilmesiyle, onda çirkin bir koku duymuş olmalı ki
hemen bu yemeğin yağının nerede muhafaza edilmekte olduğunu sormuş ve gerçeği
öğrenince yemeği yememiştir.

Bu durum Hz. Peygamber'in bir öğünde birden fazla yemek yemeyi caiz gördüğünü
ifade eder.

"Ancak iki yemeği birden yemenin caizliğinde ulema arasında ihtilâf vardır.
Gerçekten de seleften bazılarının bunu caiz görmediklerine dair bir rivayet vardır ama
onların bu görüşü kerahet-i tenzihiyyeye hamledilmiştir. Her ne kadar selef-i sâlihîn,
dinî bir maslahat bulunmaksızın çeşitli yemekler yemeyi alışkanlığa ve gevşekliğe yok
açabileceği endişesiyle pek iyi karşılamamışlarsa da, bir sofrada birden fazla katık
yemekte bu sakıncaların dışında bir sakınca görmemişlerdir. Çünkü çeşitli yemekler
yiyen kimselerin tüm organları bu yemeklerden bir haz aldıkları ve şükrünü dile
getirdikleri için çeşitli yemekler yemekte bir sakınca olduğu söylenemez.
Hatta selef-i sâlihînin de bir sofrada birden fazla yemek bulundurdukları
bilinmektedir.

Burada önemli olan, iki yemeği bir anda ağza koymamaktır. Yemeğin birinden alman
lokmayı yutmadıkça diğerinden ağza almamaktır. Meselâ, etle ekmeği bir anda yiyen
kimse ağzındaki eti yutmadan ekmeği, ekmeği yutmadan da eti ağzına koymamalıdır.
Nitekim Türkler buna riayet etmektedirler. Çünkü bu Hz. Peygamber'in sünneti
[199]

idi."

Esasen, "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haranı
r2001

etti?" âyet-i kerimesiyle, Hz. Peygamber'in yaş hurma ile birlikte hıyar yediğini
ifade eden 3835 numaralı hadis ve tereyağı ile kuru hurmayı birlikte yemeyi sevdiğini



ifade eden 3837 numaralı hadis de bunu ifade etmektedir. Hadis-i şerifte söz
konusu edilen keler yemenin hükmü ise 3793 numaralı hadisin şerihinde geçtiğinden
burada tekrara lüzum görmüyoruz.

Musannif Ebû Davud'un bu hadisin münker olduğunu söylediği halde onu Sünen'ine
almasının sebebine gelince; Bezi yazarının da dediği gibi, Taberanî'nin zayıf bir
senetle rivayet ettiği, "Hz. Peygamberce, içinde bal ve süt bulanan bir kap
getirildiğinde; Ben iki katığı bir arada yemem ama başkalarının yemesini de
yasaklamam" dediğine dair zayıf bir hadisin zayıflığını isbatlamak için olsa gerektir.



Çünkü buradaki hadis iki yemeğin bir sofrada yenebileceğini ifade ettiği için

r2021

Taberanî'nin rivayet ettiği hadisin zayıflığını bir ölçüde isbatlamaktadır.



38. Peynir Yemek

3819... İbn Ömer'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Peygamber (s.a)'e Tebük (seferin)de bir (parça) peynir getirildi. (Hz. Peygamber de)

r2031

bir bıçak istedi, sonra Besmele çekip (bıçakla peyniri) kesti.
Açıklama

Peynir yemenin helâl olduğunu ifade eden bu hadis-i şerif aynı zamanda) bir işe
başlarken Besmele çekmenin sünnet olduğuna, peyniri bıçakla kesmenin caiz
olduğuna ve sütün peynir olması için kullanılan mayanın temiz olduğuna da delâlet
etmektedir. Çünkü mayasız peynir olmayacağına göre, peynirin temiz olması mayanın

[204]

da temiz olmasını gerektirir.

39. Sirke Hakkında Gelen Hadisler

3820... Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):

[2051

"Sirke ne güzel katıktır" buyurmuştur.

3821... Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a): "Sirke ne güzel

r2061

katıktır" buyurmuştur.
Açıklama

Sirke de Hz.Peygamber'in beğendiği ve övdüğü katıklardandır. Çünkü temini kolay ve

ekonomiktir. Kanaatkar insanların yediği bir katıktır.

Hattâbî, mevzumuzu teşkil eden bu hadisi açıklarken şöyle demiştir:

"Hz. Peygamber bir katık olarak sirkeyi överken aslında yemeklerde tutumlu olmayı,

israftan ve oburluktan kaçınmayı, nefsin var gücüyle yemeye sarılıp ona güvenmekten

uzak kalmasını övmüştür.

Fahr-i Kâinat Efendimiz bu sözüyle sanki şöyle demiştir: "Sirkeyi ve sirke gibi ucuz
ve kolaylıkla temin edilen katıkları, diğer katıklara tercih ediniz. Fazla pahalı
yemekler yemeye kendinizi alıştırmayınız. Çünkü ağır yemekler şehveti artırır, şehvet
ise hem dine hem de vücuda zararlıdır." Hz. Peygamber'in sirkeyi güzel bir katık
olarak nitelendirmesi sebebiyle fıkıh âlimleri; hiç katık yememek üzere yemin eden
bir kimsenin ekmekle sirke yemesiyle yemininin bozulacağını söylemişlerdir."
Bu mevzuda Bezlü'l-Mechûd yazarı da şöyle diyor:

"Hattâbî'nin; "bu hadiste övülmek istenen aslında yemeklerde iktisatlı olmaktır" sözü;
aslında burada övülmek istenen bizzat iktisattır, sirke ise dolaylı olarak övülmektedir



anlamına gelir. Nevevî ise; hadis-i şerifte övülmek istenen bizzat sirkedir. İktisat,
şehvetleri terk gibi dinî esaslar ise bu hadisle değil başka hadislerle açıklanmıştır,
diyor ki doğrusu da budur."

Mevzumuzu teşkil eden bu hadisler mana bakımından aynı oldukları halde Musannifin

r2071

onları ayrı ayrı rivayet etmesinin sebebi senetlerin farklı olmasıdır.
Bazı Hükümler

1. Sirkeye katık denebilir.

2. Sofraya oturanları iştahlandırabilmek için yiyeceklerden söz edilebilir.

3. Bir şeyin aslı değişince hükmü de değişir. Şıra şarap olunca pis ve haram olur, sonra

r2081

sirkeye çevrilince temiz ve helâl olur.
40. Sarmısak Yemek

3822... Câbir b. Abdillah (r.a) Rasûlullah (s.a)'m;

"Sarımsak veya soğan yiyen kimse bizden uzak dursun. -Yahutta mescidimizden uzak
dursun- ve evinde otursun" buyurduğunu söyledi. (Yine Câbir şöyle dedi):
Hz. Peygamber (s.a)'e (bir gün) içinde taze sebze bulunan bir tabak getirildi de onda
(çirkin) bir koku duydu, (bu kokunun ne olduğunu) sordu. (Bunun üzerine) tabakta
bulunan sebzelerin neler olduğu kendisine haber verildi. (Tabaktaki sebzelerin neler
olduğunu anlayınca) yanında bulunan sahâbîlerden birine (işarette bulunarak); "Bu
sebzeleri şuna görürünüz" buyurdu. (O sahâbî de, Peygamber (s.a)'in bu hareketini)
görünce (bu sebzeleri) yemek istemedi.
(Hz. Peygamber):

"Sen ye,(benim yemediğime bakma). Çünkü ben senin konuşmadığın kimselerle
konuşuyorum" buyurdu.

(Ravi Ahrnedb. Salih) dedi ki: İbn Vehb, (metindegeçen) "bedr" kelimesini "tabak"
r2091

diye tefsir etti.

3823... Ebû Saîd el-Hudrî şöyle dedi:

Rasûlullah (s.a)'m yanında sarmısak ve soğandan bahsedildi ve;
Ey Allah'ın Rasûlü, bunların hepsinin (içinde kokusu) en fazla olanı sarımsaktır.
(Artık) sen onu bize haram kılıyor musun? diye soruldu. Peygamber (s. a) de;
"Onu yiyiniz, (fakat) onu yiyen kimse kokusu kendisinden gidinceye kadar şu mescide

12101

yaklaşmasın" buyurdu.

3824... Huzeyfe'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a) üç defa şöyle
buyurmuştur:

"Kıbleye tüküren kimse kıyamet gününde (Allah'ın huzuruna) tükürüğü iki gözünün
arasında olarak gelir. Kim de şu pis (kokulu) sebzeyi yerse (bizim) mescidimize
1211]

yaklaşmasın."



3825... İbn Ömer (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a):

1212]

"Şu bitkiden yiyen kimse mescidlere yaklaşmasın" buyurmuştur.
3826... Muğîre b. Şu'be'den rivayet olunmuştur:

Bir gün sarımsak yiyip (namaz kılmak üzere) Peygamber (s.a)'in mescidine varmıştım,
(Ben) mescide girince Peygamber (s.a) (herhalde benden) bir koku hissetti(ki),
namazım bitirince;

"Her kim şu (sarmısak ismi verilen) bitkiyi yerse kokusu (kendisinden iyice) gidinceye
kadar (mescidimize) yaklaşmasın" buyurdu.
Namazı tamamlayınca yanma varıp;

Ey Allah'ın Rasûlü, Allah için elini bana vereceksin, dedim. (Elini lütfedip bana verdi,
ben de) elini (tutup) yenimin arasından göğsüme götürdüm. O sırada ben göğsü sarılı
idim. (Göğsümün sarılı olduğunu anlayınca);

mu

"Senin özrün var" buyurdu.

3827... (Muaviye b. Kurre'nin) babasından rivayet olunduğuna göre;

Peygamber (s.a) (sarmısak ve soğan diye bildiğimiz) şu iki bitkiyi yasaklamış ve şöyle

buyurmuştur:

"Bunları yiyen mescidlerime yaklaşmasın. Eğer mutlaka yemeniz gerekiyorsa
pişirmek suretiyle onlar (da bulunan ağır kokular) i gideriniz (de ondan sonra
yiyiniz)."

(Bu hadisin ravisi Muaviye) dedi ki: (Hz. Peygamber, "iki bitki" kelimesiyle) soğan ve

£2141

sarmısağı kasdetmiştir.

3828... Şüreyk (b. Hanbel)'den rivayet olunduğuna göre; Ali (a.s):

"Pişirilmiş olması dışında sarımsağın yenmesi yasaklanmıştır" buyurmuştur.

Ebû Dâvûd dedi ki: (Senette ismi geçen) Şüreyk '(ten maksat, Şüreyk) b. Hanbel'dir.

£2151

3829... Ebû Ziyâd Hıyar b. Seleme'den rivayet olunduğuna göre; Kendisi Aişe
(r.anha)'ye soğanı sormuş da (Hz. Aişe): "Rasûlullah (s.a)'in yediği son yemek, içinde

'12161

soğan olan bir yemekti" cevabını vermiş.
Açıklama

Her ne kadar Arapçada, "Şecer" kelimesinin gövdesi ve dalı olan ağaçlar için
kullanıldığı bilinmekte ise de efsahu'l-fusahâ olan Fahr-i Kâinat Efendimiz'in bu
kelimeyi soğan ve sarmısak için de kullanması; bu kelimenin gövdesi, dalı budağı
olmayan sarmısak ve soğan gibi bitkilere de şamil olduğunu gösterir.
"Bedr" kelimesi ise, aslında dolunay anlamına geldiği halde burada ay gibi yuvarlak
olması sebebiyle mecazen "tabak" anlamında kullanılmıştır.



kelimesi, "göğsü isâbe, yani sargı ile sarılı" demektir.

İbnü'l -Esîr'in en-Nihâye isimli eserinde açıkladığı gibi, araplar acıkıp da açlıklarını
giderecek bir çare bulamadıkları zaman karınlarına bir sargı bağlayıp sargının altına
birtaş koyarlardı. Aşağıda da açıklayacağımız gibi burada karnı sanlı denmeyip göğsü
sanlı dendiğine göre bu sargıyı sarmanın sebebinin karın açlığı olmayıp tansiyon
yükselmesi gibi kalp atışlarının düzensizliği ile ilgili bir rahatsızlık olması gerekir.
Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimizin, "Senin mazeretin var" buyurması da bunu
gösterir.

Hafız İbn Hacer'in açıklamasına göre, 3822 numaralı hadis iki ayrı hadisi ihtiva
etmektedir. Ancak her iki hadis de birbiri ile ilgili oldukları ve ravileri de aynı olduğu
için bir arada ve bir senet altında rivayet edilmişlerdir.

Aslında hadisin başından kelimesine kadar olan kısımda zikredilen olay Hayber'de;
daha aşağı kısımda zikredilen olay da hicretin ilk zamanlarında olmuştur ki iki olay
arasında en az altı yıl vardır.

Bu, hicretin ilk zamanlarında Hz. Peygamber'e sarımsak yemenin hükmü ile ilgili

olarak soru yöneltilmesi hadisesi Hafız İbn Hacer'e göre Hz. Peygamberdin Ebû

Eyyub el-Ensârî'nin evinde kaldığı sırada ve onun evinde olmuştur.

Görüldüğü gibi bu gelen hadisler sarmısak yemenin yasaklandığını İfade

etmektedirler.

Ancak hadisler bazı Zâhirîlerce farklı anlaşıldıklarından onlar sarmısak yemenin
hükmü konusunda farklı bir neticeye vararak çiğ sarmısak yemenin haram olduğunu
söylemişlerdir. Bunların dışında kalan fıkıh ulemasına göre, çiğ sarmısak yemek
haram değil mekruhtur. Bu kerahatin illeti insanlan rahatsız eden kokusudur. Hatta

[2171

Câbir'den gelen, "İnsanların rahatsız olduğu şeyden melekler de rahatsız olur"
meâlindeki hadis-i şerifte de ifade edildiği üzere bu koku sadece insanlara ulaşmakla
kalmaz meleklere kadar ulaşır.

Nitekim 3822 numaralı hadis-i şerifte geçen, "Çünkü ben senin konuşmadığın
kimselerle konuşurum" mealindeki cümlede meleklerin sarmısak kokusundan rahatsız
oldukları ifade edilmektedir.

'Sarımsağın haram olmadığının delili ise, "Ey cemaat, Allah'ın bana helâl kıldığı bir
şeyi haram etmek benim elimde değildir. Şu var ki ben bu bitkinin kokusundan
[2181

hoşlanmıyorum meâlindeki hadistir.

Çiğ sarımsağın hükmü böyle olmakla beraber pişmişi mekruh değildir. Nitekim 3827-
3 829 numaralı hadislerin üçü de bunu açıkça ifade etmektedir. Merhum Ahmed Naim
Efendi'nin açıklamasına göre, "soğan, pırasa, turp gibi fena kokulu sebzeler de
12191

sarmısak gibidir." Nil.ekim 3822 numaralı hadis ile, "Rasûlullah (s.a) soğan ve

r2201

pırasa yemeyi yasakladı" mealindeki hadis-i şerif ve Tabaranî'nin Câbir'den

* 12211
rivayet ettiği bir hadis-i şerif de bunu ifade etmektedir.

İmam Mâlik'den rivayet olunduğuna göre, turp kokusu duyulursa sarmısak gibidir.
Mâliki fukahasmdan Kadı Iyâz, "geğirme ile kokusu çıkarsa" kaydını koymuştur.
Binaenaleyh sarmısak gibi çirkin kokulu sebzeleri çiğ olarak yemek mekruhtur.
Bunları yiyenler kokuları kayboluncaya kadar, mescide giremezler. Zâhirİyye



ulemasına göre, bu gibi sebzeleri yemek cemaati terke sebebiyet vereceğinden
haramdır.

Sarmısak gibi fena kokulan yiyen kimselerin, bu koku kendilerinden gidinceye kadar
mescide gitmeleri caiz olmadığı gibi, ilim ve zikir meclisi gibi toplantılara gitmeleri
de caiz değildir. Mescidin çevresi de bu mevzuda mescid gibidir. Ancak bu nehiy
sokağa, çarşı ve pazara şamil değildir.

Kadı Iyaz, "Cemaatte hazır olanların hepsi de bu gibi sebzeleri yemiş iseler bu kerahat
kalkar" demiş ise de aslında mescid boş olsa bile melâike-ye hürmet etmek gerekir.
Bu gibi sebzeleri yiyenlerin mescide girmelerinin yasaklanması sebebi, oradaki
insanları ve melekleri rahatsız etmek olduğundan, kıyas yoluyla; ağzı ve yarası ağır
kokanların, kasap, balıkçı, cüzzâmlı, alaca hastalığına yakalanmış kimselerin cemaata

f2221

devam etmemelerine fetva verilmiştir.

3824 ve 3825 numaralı hadislerde sarmısak yiyenin mescidlerden uzak durması
emredildiğinden mescidlerle ilgili bu emrin sadece Hz. Peygamber'in mescidine

f2231

mahsus olmayıp bütün mescidlere şamil olduğu anlaşılır.
Bazı Hükümler

1. Çığ sarmısak yiyerek mescide gelmek mekruhtur.

2. Sarmısak gibi kerih kokan soğan, pırasa, turp gibi şeyler de sarmısak hükmündedir.

3. Sarmısak ve benzeri sebzeleri yiyenler mescide gelmemelidirler.

4. Hadislerde sarmısakla soğanın zikredilmesi çok yenildikleri içindir.

5. Ulemadan bazıları bu hadisi delil göstererek cemaata devamın farz olmadığını
söylemişlerdir.

f2241

6. Sarmısak soğan gibi şeyleri yemek cemaati terk hususunda özür sayılabilir.
41. Hurma Yemek

3830... Yusuf b. Abdullah b. Selâm'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur;

Ben Peygamber (s.a)'i, bir ekmek parçası alıp üzerine de bir hurma koymuş (olduğu)

halde:

[2251

"Bu bunun katığıdır" derken gördüm.

3831... Aişe (r.anha)'dan rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):

f2261

"İçinde hurma bulunmayan bir evin halkı açtır" buyurmuştur.
Açıklama

Tıybî'nin açıklamasına göre, kuru hurmanın başlı başına bir yemek olduğu bilindiği
fakat onun bir katık olarak yendiği halk arasında bilinmediği halde burada ondan katık
diye bahsedilmesi, onun müstakil bir yiyecek olmakla beraber katık olarak da
yenmeye müsait bir yiyecek olduğunu gösterir.



Bir başka ifadeyle Bezi yazarının da dediği gibi, hurma aslında yalnız başına yenen
müstakil bir yiyecek olmakla beraber ondan katık diye bahsedilmesi mecaizdir.
3831 numaralı hadîs-İ şerifte, içerisinde hurma bulunmayan bir ev halkının aç
olduğundan bahsedilmesi; bütün geçim kaynağını hurma teşkil eden Medineliler
içindir. Çünkü Hz. Peygamber devrinde Medinelilerin yegâne geçim kaynağı hurma
idi, hurması olmayan bir aile açtı. Hz. Peygamber bu sözüyle o günkü Medine halkının
ekonomik yapısını dile getirmiş olabilir.

Tıybî'nin açıklamasına göre ise, Hz. Peygamber bu sözü ile ülkelerinde bol hurma
yetişen milletleri hurmanın kıymetini bilmeye ve kanaatkar olmaya davet etmek
istemiş de olabilir.

Bazıları da, "Hz. Peygamber bu sözüyle hurmanın diğer meyveler arasındaki

r2271

üstünlüğünü ifade etmek istemiştir" dediler.

42. (İçerisinde) Kurtlu Hurma (Bulunan Hurmaları) Yerken (İçlerinde Kurt
Bulunup Bulunmadığını İyice) Araştırmak (Gerekir)

3832... Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Peygamber (s.a)'e (geçen
seneden kalma) ekşimiş bir hurma getirildi de (içinde bulunan kurtlan) çıkar(ip at)mak

r2281

üzere bu hurmayı iyice bir gözden geçirmeye başladı.

3833... İshak b. Abdillah b. Ebî Talha'dan rivayet olunduğuna göre;
Peygamber (s.a)'e (bazen) içinde kurt bulunan hurmalar getiriirdi de... (Ravi İshak

f2291

sözlerine devam ederek bir önceki hadisin manasını (ifade eden sözler) söyledi.
Açıklama

Bu hadis-i şerifler içindeki kurtları çıkarmadan kurtlu hurma yemenin caiz olmadığını
ifade etmektedir. Çünkü kurtar pistir. Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'inde, "...Onlara güzel

[2301

şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar" âyetiyle pis şeyleri haram kılmıştır. Bu
mevzuda Aliyyü'I-Kârî şöyle diyor:

"Taberanî, hasen bir senetle İbn Ömer'den Hz. Peygamber'in hurmaların içinde kurt

[231]

araştırmayı yasakladığına dair merfu bir hadis rivayet etmişse de bu hadis yeni
hurmalar hakkındadır ve vesveseyi önlemek içindir. Hurmayı gözden geçirmeden
yemenin caiz olduğunu bildirmek için de öylemiş olabilir."
Bezlü'l-Mechûd yazan ise şöyle diyor:

"Her ne kadar Aliyyü'I-Kârî böyle demişse de, hadis-i şerifte kurtlu hurmaları
yemenin mekruh olduğu bildirildiğine göre; içinde kurt bulunması ihtimali kuvvetli
olan bir hurmayı iyice kontrol etmeden yemenin mekruh olması fakat içinde kurt
bulunması ihtimali zayıf olan bir hurmayı kontrol etmeden yemenin ise caiz olması,
içinde kurt bulunduğu kesin olarak bilinen bir hurmayı ayıklamadan yemenin de

r2321

haram olması gerekir. Bunun caiz ve tenzihen mekruh olduğu söylenemez."



43. (Toplu Halde) Yemek Yerken İki Hurmayı Birden Yemek

3834... İbn Ömer'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s. a), (iki hurmayı)
birleştirerek yeme) yi yasakladı ve: "Ancak (sofrada bulunan yemek) arkadaşlarının

[2331

izin vermeleri müstesnadır" buyurdu.
Açıklama

İmam Nevevî bu hadisi açıklarken şu görüşlere yer veriyor: "Bu hadisteki iki hurmayı
birden yemekle ilgili yasağın hükmü üzerine ulema ihtilâfa düşmüştür. Bazıları bu
yasağın haram ifade ettiğini ileri sürerken, bazıları kerahat ifade ettiğini, bazıları da bu
yasağa uymanın âdabtan olduğunu ileri sürmüşlerdir. Doğrusu ise bu yasakla ilgili
hüküm, duruma göre değişir.

Eğer hurma sofrada bulunan kimselerin ortak malı ise sofrada bulunan cemaatin
tümünün rızası olmadıkça iki hurmayı birleştirerek yemek haramdır. Cemaatin
rızaları, açıkça söylemek yahut sarahat yerini tutacak bir karine veya nazı geçme gibi
bir şeyle olabilir. Hepsinin razı olup olmadığında şüphe varsa çifter çifter yemek
haramdır.

Yiyecek içlerinden birine ait olursa yalnız onun rızası şarttır. Onun rızasını almadan
ikişer yemek haramdır. Fakat yiyecek sahibinin ikişer ikişer yemesi caizdir. Bununla
beraber sofrada bulunan kimselerden izin alması müstehabtır. Eğer yiyecek azsa ev
sahibinin misafirlerle beraber, eşit olarak yemiş olmak için, ikişer ikişer yemekten
kaçınması iyi olur. Yemek artacak kadar çok ve acele yemeyi gerektiren bir işi varsa o
zaman ikişer ikişer yemekte bir sakınca yoktur. Ancak edeb, açgözlülük ifade eden bu
tür davranışlardan kaçınmayı gerektirir."

Hattâbî, "Hurmayı veya başka bir yiyeceği ikişer ikişer kaldırarak yemenin
yasaklanması, müslümanhğm ilk devirlerinde yiyecek sıkıntısı çekildiği dönemlere
aittir. Bugün bu sıkıntı geçtiğinden söz konusu yasak da yürürlükten kalkmıştır"
demişse de İmam Nevevî, Hattâbî'nin bu görünüşünü reddederek kendi görüşünün

12341

doğru olduğunu beyan etmiştir.

44. Bir Sofrada İki Sebze Ve Meyveyi Birlikte Bulundurmak

3835... Abdullah b. Ca'fer'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a), hıyar ile yaş

12351

hurmayı birlikte yermiş.

3836... Aişe (r.anha)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s. a) karpuzla yaş
hurmayı birlikte yerdi ve;

"Şunun sıcağını şunun soğuğuyla, şunun soğuğunu da şunun sıcağıyla kırıyoruz"
[2361 '

buyururdu.



3837... Büsr'ün Sülem kabilesine mensub (Abdullah ve Atiyye isimlerindeki) iki



oğlundan rivayet olunmuştur; dediler ki:

Rasûlullah (s. a) (bir gün) yanımıza geldi. (Kendisine) tereyağı ve kuru hurma ikram

r2371

ettik. Tereyağı ile kuru hurmayı (birlikte yemeyi çok) severdi.
Açıklama

Kıssa: Acur ve hıyar manalarına geldiği için burada bu iki manadan biri kastedilmiş
olması gerekir.

el-Bittüı: Kavun ve karpuz anlamına geldiği gibi kendisinden sonra ah-dar (yeşil)
sıfatı getirilirse karpuz, asfarr (sarı) sıfatı getirilirse kavun anlamına gelir.

r2381

Ancak Hafız Ibn Hacer, bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber'in kavunla hurmayı
birleştirerek yediğinden bahsedilmesine bakarak, burada bu kelimeyle karpuz değil
kavun kastedilmiş olması gerektiğini söylemektedir.

Fakat kavundaki soğukluk özelliği karpuzda da bulunduğundan burada bu kelimeyle

karpuz ve kavun kastedilmiş olması neticeyi değiştirmiş olmaz.

Bu hadis-i şerifler bir yemekte iki çeşit meyve veya sebze yemenin caiz-liğine delâlet

etmektedir.

İmam Kastalânî'nin açıklamasına göre, ulema bir yemek vaktinde iki çeşit sebze veya
meyve yemenin caizliğinde ittifak etmişlerdir.

Şurasını da ifade etmek isteriz ki bu bab ile 37. babı karıştırmamak gerekir. Çünkü bu
babda işlenen, bir yemek vaktinde iki çeşit sebze veya meyve yemek konusudur. 37.

r2391

babda işlenen ise bir yemek vaktinde iki çeşit yemek yeme konusudur.
45. Ehli Kitabın Kaplarında Yemek Yemek

3838... Câbir (r.a)'den şöyle dediği rivayet olunmuştur: Rasûlullah (s. a) ile birlikte
savaşa çıkar (ve savaşta) müşriklerin (yemek) kaplarından ve su kaplarından bazılarını
ele geçirirdik. (Yemek pişirirken ve su içerken) onlardan yararlandık. Bu hareketimiz-

[240]

den dolayı (Hz. Peygamber) bizleri hiç ayıplamadı.

3839... Ebû Salebe el-Huşenî'den rivayet olunduğuna göre;
Kendisi Rasûlullah (s.a)'a:

Biz (bazen) ehl-i kitapla karşılaşıyoruz, tencerelerinde domuz (eti) pişiriyorlar,
bardaklarında şarap içiyorlar. (Bu durumda bizim onların kaplarım kullanmamız caiz
olur mu)? diye sormuş. Rasûlullah (s. a) da:

"Eğer onlardan başka kaplar bulursanız bulduğunuz kaplarda yiyiniz içiniz. Fakat
başka kaplar bulamazsanız onların kaplarını suyla yıkayınız ve (onlarda) yiyiniz,
I24TI

içiniz" buyurmuş.
Açıklama



Hattâbî'nin açıklamasına göre, 3838 numaralı hadis-i şerif müşriklerin yemek ve su



kaplarından yemek yemenin ve su içmenin caizliğini ifade etmekle beraber, aslında bu
cevaz mutlak değildir. Bu bakımdan söz konusu cevazın 3839 numaralı hadiste
yeralan "başka bir kap bulamama" ve bir de "yıkama" şartlarıyla kayıtlı olduğunu
unutmamak gerekir. Binaenaleyh müşriklerin kaplarını kullanmanın caiz olabilmesi
için onlardan başka bir kap bulamamış olmak, ikinci olarak da onları temiz su ile iyice
yıkamak şarttır.

Onların suları ile elbiselerine gelince; eğer onlar pislikten sakınmayan, elbise
temizlemede idrar kullanan kavimlerden değillerse suları ve elbiseleri temiz sayılır.
Aksi takdirde pislik değmediği kesin olarak bilinmedikçe pis sayılır.
Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, Şerhu'l-İkna' isimli eserde şöyle
deniyor:

"Eğer bu müşrikler ibadetlerini bir takım necasetler kullanarak yapmıyorlarsa onların
kaplarını kullanmak caizdir. Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz, müşrik bir kadının
yolculukta kullandığı bir su kabından abdest almıştır."

Hz. Peygamber'in hicret yolculuğu esnasında Hz. Ebû Bekir'in müşrik bir çobana
sağdırdığı sütü o çobanın kabından içmesi de bunu gösterir.

Muğnî yazarı İbn Kudâme, mecûsilerle puta tapanların ehl-i kitap olmadıklarını
söylemiş; Mâliki ulemasından Kâdî de onların yemeklerinin ve yedikleri etlerin ölü
hayvan etinden hâli olmayacağı cihetle onların kullandıkları kapları kullanmanın caiz
olmayacağını bildirmiştir.

Ebu'l-Hattâb ise bu mevzuda ehl-i kitapla ehl-i kitap olmayan müşrikler arasında bir
fark görmemiştir ki İmam Yâfıî'nin görüşü de budur. Delili ise Hz. Peygamber'in ve
sahâbîlerinin müşrik bir kadının yolculukta kullandığı su kabından abdest almalarıdır.
Ahmed b. Hanbel'in bu mevzudaki görüşü de Kâdî'nin görüşü gibidir.
Hanefî ulemasından el-Aynî de bu mevzuda şöyle diyor: "Aslında ehl-i kitap ile
mecusilerin kapları temizdir. Bununla beraber yıkanması müstehaptır. Pis olduklarının
kesin olarak bilinmesi halinde bu kapları yıkamak icab eder."

Nitekim 3839 numaralı hadiste, "Onlar tencerelerinde domuz pişiriyorlar... (onların
kaplarını kullanalım mı)?" sorusuna karşılık Hz. Peygamber'in,"Başka bir kap
bulamazsanız onları yıkayınız ve onlardan yiyiniz, içiniz"
karşılığını vermesi de bu görüşü teyid eder.

Bu hususta Ahmed Davudoğlu ise şöyle demektedir: "Bu tafsilat, başka kap
bulunduğu zaman ehl-i kitabın kaplarım kullanmanın mekruh olmasını iktiza eder.
Halbuki fukaha ehl-i kitabın kaplarından başkası bulunsun bulunmasın, yıkamak
şartıyle bu kaplardan yiyip içmenin kerahatsiz caiz olduğunu söylemişlerdir.
Bu meselenin cevabı şudur: Yasaklanmadan murad içerisinde domuz eti pişirilen
kaplarla şarap kaplarıdır. Bunlar yıkandığı halde kullanılmasının yasak edilmesi,
iğrençliğinden ve pislik konmak için hazırlanmış olduklanndandir. Fukahamn muradı

\242]

ise, küffârm ekseriyetle necasette kullanmadıkları kaplardır."
46. Deniz Hayvanlarının Etlerini) Yemek
3840... Câbir (r.a)'den rivayet olmuştur; dedi ki:

Rasûlullah (s. a) bizi (Habat gazasına) göndermişti. Ebû Ubeyde b. el-Cerrah'i da
başımıza komutan tayin etmişti. Kureyş'in bir kervanı ile karşılacaktık. Bir dağarcık
hurmayı bize azık olarak vermiş, verecek başka bir şey de bulamamıştı.



Ebû Ubeyde b. el-Cerrah, her birimize bu hurmalardan (sadece) birer tane veriyordu.
Biz de onu çocuğun meme emdiği gibi emiyorduk, sonra da üzerine bir su içiyorduk.
Bu bize o gün geceye kadar yetiyordu. Bir de sopalarımızla (selem) ağac(mm)
yaprağına vuruyorduk; (düşen) yaprağı su ile ıslatıp yiyorduk. (Nihayet) denizin
kenarına vardık. (Denizin kıyısında) kum yığını gibi büyük bir cisim yükselmeye
başladı. Yanma vardığımız zaman bir de ne görelim, anber denilen balıkmış. Ebû
Ubeyde (onu görünce); "Bu bir leştir ve bize helâl değildir" dedi. Sonra, "Hayır, biz
Rasûlullah (s.a)'m elçileriyiz ve Allah yolunda (sefere çıkmış durumda)yız; ve siz
buna şiddetle muhtaçsınız. Binaenaleyh (bunu) yiyiniz" dedi. Biz orada bir ay kadar
kaldık. Üç yüz kişi idik. Hatta bu balıktan yiye yiye semizleşmiştik. (Rasûlullah)
(s.a)'a dönünce bu durumu ona anlattık.

"O Allah'ın sizin için çıkardığı bir rızıktır. Yanınızda onun etinden biraz var mı ki
ondan bize de yediresiniz" buyurdu.

[243]

Bunun üzerine biz (ondan bir kısmım) gönderdik, (Hz. Peygamber de onu) yedi.
Açıklama

Hadis-i şerifte anlatılan hâdise, hicretin 8. senesinde yapılan Sîfu'l-Bahr (deniz
kenarı) gazvesi diye anılan sefer sırasında vuku bulmuştur. Sefer sırasında sahâbiler
açlıktan ağaç yaprakları yedikleri için bu askerlere Ceyşü'l-Habat (yaprak askerleri) ve
bu sefere Habat Gazvesi de denir.

Bu sefer müslümanlarla savaş halinde bulunan Cüheynelilerle çarpışmak ve
müslümanlarla barış halinde bulunan Kureyşlilere ait bir kervanı Cü-heynelilere karşı
korumak için yapılmıştır.

Gerçi Hudeybiye Muahedesi, Kureyş kervanını korumak vazifesini müs-lümanlara
yüklemiyordu ama Kureyş kervanının Cüheynelilerin eline geçmesi bunları
güçlendireceği için müslümanlar bu kervanın onların eline geçmesini önlemek

f2441

mecburiyetinde idiler.

Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, ihtimal ki Ebû Ubeyde ve etrafındaki
sahâbiler, ölü hayvan eti yemenin haram olduğunu biliyorlar, fakat deniz
hayvanlarının ölüsünü yemenin helâl olduğunu bilmiyorlardı. Sonradan, kendilerinin
zaruret halinde bulunduklarını göz önünde bulundurarak bu yolculukta onu
yiyebileceklerine hükmettiler ve yediler. Hz. Peygamber, o balıktan yemek suretiyle
ölü balık etinin zaruret hali olmadan da yenilebileceğini göstermiş oldu.
Eğer zaruret haline binaen böyle bir ictihadda bulunmuş olsalardı, "zaruretler kendi

12451

miktarlarmca takdir olunurlar" kaidesince ondan doyasıya yememeleri gerekirdi
diye itiraz edilirse; "Onlar Allah yolunda ve Allah ve Rasûlünün hizmetinde
bulundukları sürece bundan doyasıya yiyebileceklerine dair ictihadda bulunarak böyle
hareket etmiş olabilirler" şeklinde cevap verilebilir.

Esasen 3817 numaralı hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi, zaruret halinde bulunan
bir kimsenin açlığını giderinceye kadar leşten yiyebileceğini söyleyen fıkıh âlimleri de
vardır. Bu yönüyle bu hadis-i şerif bu görüşte olan ulemanın görüşünü teyid
etmektedir.

Bu mevzuda gelen hadislerde, söz konusu sefere katılan sahâbilerin yanlarına aldıkları



yiyecekler konusundaki rivayetler çeşitlidir. Kimisinde "yiyeceklerimizi boynumuzda
[2461

taşıyorduk" derlerken, kimisinde "Ebû Ubeyde yiyeceklerini bir kaba

f2471

topladı" kimisinde de, "bize birer tutam verdi, sonra birer hurma vermeye
[2481

başladı" denilmektedir.

Kadı Iyaz bu ifadelerin arasını şöyle uzlaştirmıştır: "Peygamber (s. a) bu zevatın
yanlarında olan yiyeceklerinden başka kendilerine bir kap kuru hurma vermişti.
İhtimal ki onların yiyecekleri arasında bu dağarcıktan başka hurma yoktu. Ebû
Ubeyde'nin onlara birer hurma vermesi yanlarındaki yiyecekler bittikten
T2491

sonradır."
Bazı Hükümler

1. Orduya mutlaka bir komutan lâzımdır.

2. Asnab-ı kiram son derece kanaatkar ve sabırlı idi.

3. Peygamber zamanından sonra da olduğu gibi onun zamanında da ictihad yapmak
caizdir.

4. Denizde yaşayan hayvanların ölüsü mubahtır. Balık hususunda söz yoksa da
denizde yaşayan diğer hayvanlar hakkında ihtilâf vardır.

İmam A'zam'a göre balıktan başka deniz hayvanı yenmez; balığın da sebepsiz öleni
yenmez. Şâfiîlere göre kurbağa yenmez. Çünkü öldürülmemesi hakkında hadis vardır.
Kurbağadan maada hayvanların yenilip yenilmeyeceği hususunda üç vecih vardır.
Essah olan veçhe göre hepsi yenir.

Kurbağadan gayri deniz hayvanlarının etlerini yemenin mubah olduğu Hz. Ebû Bekir,
Ömer, Osman ve İbn Abbas (r.a)'dan rivayet olunmuştur. İmam Mâlike göre kurbağa

12501

da dahil olmak üzere bütün deniz hayvanları yenir.

47. İçine Fare Düşen Yağı Yemenin Hükmü

3841... Meymûne (r.anha)'den rivayet olunduğuna göre;

Bir fare yağ içine düşmüş ve (hâdise) Peygamber (s.a)'e haber verilmiş. Bunun üzerine
(Rasûlullah);

[251]

"(Fareyi ve) etrafını atınız ve (kalan kısmı) yiyiniz" buyurmuştur.

3842... Ebû Hureyre(r.a)'denRasûlulllah (s.a)'m şöyle dediği rivayet olunmuştur:
"Yağ içine bir fare düştüğü zaman (bakınız) eğer (yağ) sıvı ise ona
yaklaşmayınız."

(Bu hadisin ravisi) Hasen (b. Ali) dedi ki: Abdürrezzak (şöyle) dedi: "Bu hadisi
genellikle Ma'mer ZührVden o da Übey b. Abdullah' dan o da Meymûne (r.anha)'dan o

I252J

da Peygamber (s.a)'den rivayet etmiştir."



3843... İbnü'I-Müseyyeb'den rivayet edilen bir önceki Zührî hadisinin bir benzerini de
Ahmed b. Salih ile Abdürrezzak (şu senetle) rivayet ettiler: Abdurrahman b.
Bûzeveyh, Ma'mer, ez-Zührî, Ubeydullah b. Abdullah, İbn Abbas, Meymûne,
1253]

Peygamber (s. a).
Açıklama

Hattâbî, bu hadis-i şerifleri açıklarken şöyle diyor:

"Metinde geçen "ona yaklaşmayınız" sözü iki manaya gelebilir:

1) İçine fare düşen erimiş bir yağa asla yaklaşmayınız. Binaenaleyh onu yiyip içmek
caiz olmadığı gibi aydınlanmak için lamba gazı olarak ya da gemileri yağlamakta yağ
veya boya olarak kullanmak veya satmak da caiz değildir.

2) Böyle bir yağı sakın yeme ve içmede kullanmayınız, ama yeme ve içmenin dışında
ondan faydalanabilirsiniz."

Tuhfe yazarı da bu mevzuda şu görüşlere yer veriyor: "Bu hadis-i şerif, suyun
dışındaki sıvıların, az olsun veya çok olsun, içlerine bir fare düşmekle pisleneceklerine
delâlet etmektedir.

Ancak su böyle değildir. Çünkü az sular içlerine fare düşmekle pislenirlerse de çok
sular farenin düşmesiyle renklen, kokulan ve tatlarında bir değişme olmadıkça
pislenmezler.

Zeytinyağına gelince, içine fare veya başka bir pislik düşerse onun da pisleneceğine ve
bu haliyle yenmeyeceğine ulema-ittifak etmişlerdir. Fakat böyle bir zeytinyağını
satmanın caiz olup olmadığı ulema arasında ihtilaflıdır. Ulemanın ekserisine göre onu
satmak da caiz değildir. Ancak İmam Ebû Hanîfe, onun satışını caiz görmüşlerdir.
Ondan yeme içme dışında faydalanmanın caiz olup olmadığı meselesi de ulema
arasında ihtilaflıdır. Ulemadan bir topluluk, "ona yaklaşmayınız" sözüne bakarak,
ondan başka türlü faydalanmanın da yasak olduğunu söylemiştir. İmam Şafiî'nin bu
mevzuda ileri sürdüğü iki farklı görüşten biri böyledir.

Ulemadan diğer bir topluluğa göre ise ondan aydınlanmada lamba gazı, boyacılıkta
yağ olarak faydalanmak caizdir.

İmam Ebû Hanîfe'nin görüşü böyle olduğu gibi, İmam Şafiî'den gelen rivayetlerin en

12541

sağlamı da böyledir."

Hanefî mezhebinde içerisine pislik düşen sıvıların temizlenmesi için bir de kaynatma
ve oyma yolları vardır ki bunu merhum Mehmed Zihni Efendi şöyle anlatır:
"Yüzeyi yüz arşından küçük olan sıvı maddelere necaset isabet etmesinde; meselâ
pekmez, bal ve süt gibiler üç defa kendi misli kadar su ile kendi miktarları kalıncaya
kadar kaynatmakla temizlenir.

Oyarak temizleme: Bu türlü temizlik donmuş yağ gibilerde yapılır. Donmuş olan yağ
ve ağda gibilere necaset isabet ettiğinde yalnız orası pislendiğinden çevresiyle birlikte
oyularak alınıp atılır. Gerisi temiz kalır.

Yağın sıvısı katısından çok oldukça necasetin dokunması hepsini pislendirmiş
olacağından ancak su ile yıkanarak temizlenir. Pekmez gibi olanlar ise kaynatılarak
temizlenir. Meğer ki A ağ ve pekmez havz-ı kebir büyüklüğünde ola. O takdirde havz-ı

[2551

kebir hükmüne göre amel edilir."



Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre; "Eğer farenin düştüğü anda yağın erimiş
halde mi katı halde mi yoksa yarısı katı yarısı sıvı halde mi olduğu kesin olarak
bilinmiyorsa farenin yağa, katı iken düştüğü kabul edilir. Çünkü Hz.Peygamber böyle
yapmıştır.

Bir pisliğin bir yağın içine ne zaman düştüğü bilinmediği zaman ise, "Bir emr-i

[256]

hadisin akreb-i evkatma izafeti asıldır" kaidesine uyularak o anda düşmüş

12571

olduğuna hükmedilir."

48. İçine Kara Sinek Düşen Bir Yemeği Yemek

3844... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Birinizin (içinde sulu yemek bulunan) kabına kara sinek düştüğü vakit onu (tamamen
yemeğin içine) batmniz. Çünkü onun bir kanadında hastalık (yapan mikrop), diğerinde
de şifa vardır ve o (tehlikelerden) içinde hastalık bulunan kanadıyla korunur. (Bu
nedenle yemeğe bu kanadıyla düşer, diğer kanadı ise dışarda kalır). Binaenaleyh (şifalı
kanadındaki şifayı yemeğe bırakarak öbür anadıyla bıraktığı hastalığı tesirsiz hale

12581

getirmek için) onun her tarafını (yemeğe) hatırınız."
Açıklama

Bu hadis-i şerifi açıklarken Hattâbî şöyle diyor:

"Hadis-i şerif, köpek gibi hakkında pis olduğuna dair şer'î bir delil bulunmayan tüm
hayvanların vücutlarının temiz olduğuna ve sinek gibi akar kanı olmayan canlıların,
içine düştükleri sıvıları pisletmeyeceklerine delâlet etmektedir.

Ulemanın pek çoğunun görüşü budur. Ancak İmam Şafiî'nin bu mev-zudaki iki
görüşünden birine göre, bu canlılar içine düştükleri az miktarda sulan pisletirler.
Yahya b. Ebû Kesîr'in de akrebin içine düştüğü az suyu pislediğini söylediği rivayet
edilmiştir. Ulemanın büyük çoğunluğu ise aksi görüştedir.

Bazı kimseler, sineğin bir kanadında zehir bir kanadında da şifa bulunmasını akıllarına
siğd ıramı yarak bu hadisi tenkid etmeye yeltenmişlerdir.

Oysa bunun sayılamıyacak kadar örnekleri vardır. Her hayvanın vücudunda soğuk ve
sıcak, kuruluk ve yaşlılık gibi birbirine zıt unsurların bulunduğu herkesin malumudur.
Yüce Allah bu zıt unsurların arasını uzlaştırarak sahipleri için faydalı bir kuvvet haline
getirmiştir. Akıllı insana düşen; karnında bal iğnesinde zehir taşıyan arıya bal ve petek
yapmasını öğreten yüce Allah'ın, sineğe kendisini zehirli kanadıyla savunmasını
öğretebileceğim kabul ederek hak ve hakikati inkâra yeltenmemek, hâdiselere ibret

£2591

nazariyle bakmaktır. Kulluğun ve imtihanın gereği de budur."

49. Yere Düşen Lokma(Yı Yemek)

3845... Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayet edildiğine göre;

Rasûlullah (s. a) yemek yediği zaman parmaklarını üç defa yalar ve şöyle buyururdu:



"Biriniz lokması (yere) düştüğü zaman (bulaşan toz, toprağı) ondan gidersin ve onu
yesin. Şeytana bırakmasın." Sonra bize yemek kabını silmeyi emrederek şöyle
buyurdu:

"Şurası bir gerçek ki, hiç biriniz yemeğinin neresinin kendisi için bereketli olduğunu
r2601

bilemez."
Açıklama

Hadis-i şerifte, yemek yerken şu üç şeye riayet edilmesi gerektiği ifade buyuruluyor:

1- Kişi yemekten sonra parmaklarına bulaşan yemek artıklarını yalaman, bu artıkları
kendi hallerine bırakmamalıdır.

2- Yere düşen lokmayı yerden alıp üzerine bulaşan tozları giderdikten sonra onu
yemeli, şeytana bırakmamalıdır.

3- Yemek kabının dibinde kalan artıkları iyice silip yemelidir. Hadis-i şerifte bu
şekilde hareket etmemizi gerektiren hikmet ise, "Hiç

biriniz yemeğinin neresinin kendisi için bereketli olduğunu bilemez" cümlesiyle
açıklanmaktadır.

Bu durumda yemek yiyen kimsenin, yediği yemeğin parçalarından kalan kısımları,
kırıntıları toplayıp yemesi gerekir. Bu hem yemekteki manevi bereketi elde etmemizi
sağlar, hem de nimete şükür borcunun ödenmesine ve dolayısıyla nimetin

[26i]

ziyadeleşmesine vesile olur.
Bazı Hükümler

1. Zararlı hayvanın zararından sakınmak için onları öldürmek caizdir.

2. Yemeğin bereketini elde etmek için yemekten sonra kendileriyle yemek yenen
parmaklan yalamak müstehaptır. Zahirîlere göre farzdır.

3. Yemekten sonra yemek kabında kalan artıkları orada bırakmayıp yemek ve yere
düşen lokmayı alıp tozunu silkerek yemek müstehaptır.

4. İnsanlar gibi yiyip içen şeytanlar vardır.

f2621

5. Şeytanlar insanlara daima musallat olmaya çalışırlar.
50. Hizmetçinin Efendi(si) İle Birlikte Yemek Yemesi

3846... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre, Rasûlul-lah (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Birinizin hizmetçisi, dumanına ve sıcağına katlanarak kendi- sine'bir yemek hazırlayıp
getirecek olursa (yemeği kendisi ile birlikte) yemesi için onu yanma .oturtsun. Şayet

I263I

yemek az olursa eline bir yada iki lokma koyuversin.
Açıklama



Bu hadis-ı şerifte, bir insanın, kendisine bir takım güçlüklere katlanarak yemek



hazırlayıp gelen hizmetçisini yanma oturtup yemeği onunla beraber yemesi, yemeğin
az olması halinde ise hiç olmazsa yemekten birkaç lokmayı onun eline
tutuşturuvermesinin müstehab olduğu anlatılmaktadır.

Hadis-i şerifte, yemeğin az olması halinde efendinin hizmetçisinin eline bir iki lokma
tutuşturuvermekle sorumluluktan kurtulacağı ifade edildiğinden, Hattâbî bu hadisin;
efendinin kendi yediğini aynen hizmetçisine yedirmesinin farz olmadığına, fakat
müstehab olduğuna delâlet ettiğini söylemiştir. Hattâbî'ye göre, efendiye farz olan
hizmetçinin karnını doyurmak ve avret mahallerini örttürüp soğuk ve sıcaktan
koruyacak şekilde giydirmektir. Kaliteli yemek yedirmek ve kaliteli giydirmekle
mükellef değildir.

İbn Münzir'in açıklamasına göre, tüm İslâm uleması hizmetçiye bulunduğu çevrede

[264] '

herkesin yediği yiyeceklerden yedirmenin farz olduğunu söylemişlerdir.
51. (Yemekten Sonra Eli) Mendil(le Sümek)

3847... İbn Abbas (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Biriniz (yemeğini) yediği zaman elini yalamadıkça yahutta yalatmadıkça mendille
[2651

silmesin."

3848... (Abdurrahman b. Kâ'b b. Mâlik'in) babasından rivayet olunduğuna göre;

f2661

Rasûlullah (s. a), (yemeğini) üç parmakla yermiş ve yalamadıkça elini silmezmiş.
Açıklama

Bu babda geçen hadis-i şerifler yemeği üç parmakla yemenin ve yemekten sonra elleri
yıkamadan veya mendile silmeden önce ele bulaşmış olan yemek kırıntılarını
yalamanın Hz. Peygamber'in âdet-i seniyyelerinden olduğu ifade buyurulmaktadır.
Hanefî ulemasından Aliyyü'l-Kârî'nin açıklamasına göre;

"Bir veya iki parmakla yemek kibir alâmetidir. Dört parmakla yemek ise yemeğe
düşkünlük ve hırs alametidir. Şeytan yemeğini iki parmağı ile yer. Bu bakımdan
Rasûl-i Zişan Efendimiz yemeklerini sürekli üç parmağıyla yermiş. Ancak mazeret
hallerinde veya üç parmağın yeterli olmadığı bazı yemekleri dört parmakla yemenin
caiz olduğunu göstermek için dört parmakla yediği de olmuştur.
Bu sebeple ulema yemeği üç parmakla yemenin müstehab olduğunu, zaruret
olmadıkça dördüncü ve beşinci parmaklan kullanmaktan kaçınılması gerektiğini
[2671

söylemişlerdir.

Yemekten sonra parmaklan yalamak ise 3845 numaralı hadisin şerhinde de
açıkladığımız gibi, yemeğe saygı ile ilgili olduğu kadar yemeğin bereketinin neresinde
olduğu yani yenen kısımda mı, yoksa parmaklara bulaşan kısımlarda mı olduğunun
bilinememesiyle ilgilidir. Binaenaleyh yemeğin bereketi şayet parmağa bulaşan
kısımda ise onu yalamadan silen kimse bu yemeğin feyzinden mahrum kalacaktır.
Meselenin ehemmiyetine binaen müslümanlar yemekten sonra parmaklarını yalamaya



teşvik edilmiş ve bir hadiste; "Yemekten sonra yemek kabını ve parmaklarını yalayan

r2681

kimseyi Allah dünyada da âhiretle de doyurur" buyurulmuştur.

Ulema bu emre uymanın müstehap olduğunu söylemiştir. Hadis-i şerifte geçen,
"yahutta yalatmadıkça" anlamındaki söz, insanın yemekten sonra elindeki bulaşığı

um

koyun keçi gibi bir hayvana yalattırmasmm da caiz olacağına delâlet etmektedir.
52. Kişi Yemeğini Yiyince Nasıl Dua Eder?

3849... Ebû Ümame (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Sofra (üzerinde bulunan
yemekler yenip kaplar) kaldırılınca, Rasûlullah (s.a);

"Çok samimi, bereketli, (bizim kusurumuzdan dolayı da) yetersiz (olan),
bırakılamayan ve kendisine ihtiyaçtan kurtulmak mümkün olmayan hamd Allah'adır,

T2701

(ey) Allah(im)" diye dua edermiş.

3850... Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a) yemeğini
bitirince şöyle dua edermiş:

"Bizi doyuran, bize içiren ve bizim müslümantardan olmamızı sağlayan Allah'a
£2711

hamdolsun."

3851... Ebû Eyyub eî-Ensârî'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a) (bir şey)
yediği veya içtiği zaman;

"Yediren, içiren ve yedirip içirdiği şeyi kolaylıkla boğazdan geçirip hazmettiren ve

r2721

artıkları için bir çıkış yolu yaratmış olan Allah'a hamdolsım" diye dua ederdi.
Açıklama

Hattâbî, metinde geçen kelimesinin "Allah" kelimesinin sıfatı olduğunu kabul ederek:

r2731

"...yediren (fakat kendisi) yedırilmeyen" âyetinin ışığı altında bu kelimeye, "O
Allah ki, herşeye yeter, yedirir, içirir, fakat kimse ona yedirip içiremez ve yetemez"

r2741

manasını vermiştir, kelimesine ise, "Rabbin seni bırakmadı ve danlmadı"
âyetinin ışığında, "O Allah ki, kendisinden istemek, elinde bulunan nimetlere rağbet
etmek asla terkedilemez." manası vermiştir.

Yine Hattâbî'ye göre metinde geçen kelimesi "Her zaman kendisine müracaat edilen"
anlamına gelmektedir ki kastedilen yüce Allah'dır.

Ancak bazı sarihler bu kelimelerin "el-hamdu" kelimesinin mefulu mut-lakı

12751

durumunda olan mahzuf bir mastarın sıfatı olduğunu kabul etmişlerdir.
Tercümemizde biz de bu görüşü esas aldık.

Bütün bu hadis-i şerifler yemekten sonra Allah'ın vermiş olduğu dünyevî nimetlere ve
uhrevî nimetlerden olan iman nimetine şükretmenin ve bu nimetleri dile getirmenin



müstehap olduğuna delâlet etmektedir. Bu ise "El-hamdülillahillezi et'amane ve
sekâna ve caalenâ minel müslimîn" demekle
yerine gelmiş olur.

Bu konuda İsmail Lütfı Çakan şöyle demektedir:

"Fesahat, muktezây-i hale göre ifade-i meramda bulunmak, belagat ise kavuşulan
nimete göre teşekkürde bulunmak, dua etmek de Allah katında makbuliyet demektir.
Yemek bir nimettir. Doymuş olmanın değerini açlık çekene sormak gerekir. Yemeğin
boğazdan rahatlıkla geçmesi ve hazmedil-mesi en az yemek bulabilmek kadar hatta
ondan da büyük bir nimettir. Lokması boğazında kalmış bir insanın ızdırabmı tasavvur
etmek veya yediği yemeği hazmedemiyen bir sindirim sisteminin vereceği elemi hayal
etmek yapılacak en güzel duanın Hz. Peygamber'in yaptığı bu dualar olduğunu
anlamak için yeterlidir.

Bütün bunların ötesinde boşaltım aygıtının bulunması ve normal olarak görev yapması
başlıbaşma fevkalâde bir nimettir. Yiyen, hazmeden ve fakat artıkları dışarı atamayan
bir vücudun elem ve ızdırabmı ifade edebilmek mümkün değildir.
Seçili ve kafiyeli, uzun uzun ve müretteb sofra dualarında böylesine kısa ve fakat

12761

ihatalı, gerçekten şükür ifade eden bir dua bulmak mümkün müdür?"

53. Yemekten (Sonra) El Yıkama

3852... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Elinde yemek artığı ve kokusu varken onu yıkamadan uyuyup da (uykusu esnasında)
kendisine zararlı bir böcek ilişen kimse, (başına gelenden dolayı) kendisinden başka

f2771

kimseyi suçlamasın."
Açıklama

Gamar; yağ, kir ve et kokusu anlamlarına gelen bir kelimedir. Türkçede yemek artığı
ve yağları olarak ifade edilir.

Yemek bulaşıklarından hoşlanan bazı haşereler, yemek yeyip ellerini yıkamadan
uyuyan bir kimsenin uykuda bulunmasını fırsat bilerek üzerine çullanırlar ve elinde
bulunan yemek bulaşıklarını yemek isterler. Bu sırada onun vücudunu da ısırarak
kendisini zehirleyebilirler.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif; özellikle uykuya varacak kişilerin yemekten
sonra ellerindeki yemek artıklarını yıkamalarının diğer yemeklerden sonra el

r2781

yıkamaya nisbetle daha da büyük bir önem kazandığına dikkati çekmektedir.

54. Yemekten Sonra Yemek Sahibine Dua Etmek
3853... Câbir b. Abdullah' dan rivayet olunmuştur; dedi ki:

Ebu'i-Heysem b. et-Teyyihân, Peygamber (s. a) için bir yemek hazırlamıştı. Peygamber
(s. a) ile sahâbîlerini (bu yemeğe) çağırdı. (Yemeği) bitirdikleri zaman (Hz. Peygamber
sahâbîlerine):



"Kardeşinizi (bu ziyafetten dolayı) mükâfatlandırınız" buyurdu. (Sahâbîler):
Ey Allah'ın Rasûlü, onu mükâfatlandırmak nasıl olur? dediler. (Hz. Peygamber de):
"Bir adamın evine gidilir, yemeği yenir, içeceği içilir; sonra (yiyip içen kimseler) ona

f2791

dua ederlerse, işte bu onu mükâfatlandırmaktır" buyurdu.
3854... Enes (r.a)'den rivayet olduğuna göre;

Peygamber (s. a), Sa'd b. Ubâde'ye (misafir olarak) gelmiş. (Sa'd da) kendisine ekmek
ve zeytinyağı ikram etmiş. Peygamber (s. a) (bunları) yedi(kten) sonra:
"Sizin yanınızda oruçlular iftar ettiler. Yemeğinizi salih kimseler yedi ve melekler de

r2801

sizin için dua ettiler" buyurmuş.
Açıklama

Bu hadis-i şerifler, bir yemeğe davet edilen kimsenin yemekten sonra ev sahibine dua
etmesinin müstehab olduğunu, bu duanın ev sahibine büyük manevî mükâfat
kazandıracağını; müslümanlara ziyafet veren kimselere meleklerin de duacı olduğunu
[281]

ifade etmektedir.



m

Buharı, nikâh 71; Müslim, nikâh 96, 97,98; İbn Mâce, nikâh 25; Dârimî, nikâh 23; Mu-vatta, nikâh 49; Ahmed b. Hanbel, II, 20, 22, 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/363.

m

Müslim, nikâh 98; İbn Mâce, nikâh 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/363-364.

LU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/364.

İÜ

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/364.

[51

Müslim, nikâh 105, 106; İbn Mâce, sıyâm 47.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/364.
[61

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/365.

LU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/365.

[8]

Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih, XI, 348.

[21

Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, VII, 308-309.
[10]

Aynî, el-Binâye, IX, 202.

LLU

Yeniçeri, C, el-İhtiyâr Tercümesi, 308.

[121

ÖN. Bilmen, Büyük tslâm İlmihali, 302.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/365-367.
1131

Buharî, nikâh, 68, 69; Müslim, nikâh 90, 91 ; İbn Mâce, nikâh 24; Ahmed b. Hanbel, III, 172, 227.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/367-368.
UH

Tirmizî, nikâh II; İbn Mâce, nikâh 24.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/368.
[151

el-İhtiyar li talilil Muhtar, IV- 176.

[161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/368-369.



[17]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/369-370.

um

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/370.

ri9i

Dr. Ahmed eş-Şerbasî, Yes'ehmeke, V, 101.

[201

Celâl Yeniçeri, el-İhtiyâr Tercümesi, 308.

[21]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/370-371.

[22]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/371.

[23]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/371.

[211

Buharı, edeb 31, 85, rikâk 23; Müslim, lükata 14, 15, iman 74, 75, 77; Tirmizî, birr 43, kıyâme 50; İbn Mâce, edeb 5; Dârimî, et'ime 11; Muvatta,
sıfâtü'n-nebî 22; Ahmed b. Hanbel, Fi, 174, 267, 269, 433, 463, III, 76, IV, 3 1, V, 412, VI, 69, 384, 385.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/371-372.
[25J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/372-373.

[26J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/373.

[271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/373-374.

[281

Ebû Dâvûd, edeb 1 6.

£221

el-Münavî Abdurrauf, Feyzü'l-Kadîr, IV, 260-261.

[30]

Davudoğlu, A., Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VIII, 445.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/374-375.
[31]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/375.

[32]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/375-376.

1331

Ebû Dâvûd, lukâta, 1, hudûd 40; Tirmizî, buyu 54; Nesâî, kat'üssârik 12, ticârât 67.

[341

Avnü'l-Ma'bûd, X, 217.

[35]

Davudoğlu, A., Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VIII, 446.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/376-377.
[36J

Nisa, (5) 29.

[371

Nûr, (24)61.

[381

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/378-379.

[3£1

Şu'ara, (26) 100-101.

[40]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/379-380.

[411

Mâide, (5) 5.

[42]

Meylani Ahmed, Bidâyetü'l-Müctehid Tercümesi, 1,670.

[431

En'am, (6) 121.

[44]

En'am, (6) 118

[451

Buharı, şerîket 3, 6, zebâih 15; Müslim, edâhi 20.

[46]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/380-381.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/381.

[481

Bakara, (2) 188.

[491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/382.

[501

İbn Mâce, et'ime 56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/382-383.



[511

Hatipoğlu, H, Sünen-i İbn Mâce terceme ve Şerhi, IX, 112-113.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/383.
[52]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/384.

[531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/384.

[541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/385.

[551

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/385-386.

[561

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/386.

[571

Ö. N. Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 226.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/386-388.
[581

Tirmizî, et'ime 40; Nesâî, tahâre 100; İbn Mâce, et'ime 5; Ahmed b. Hanbel, I, 283, 359.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/388.
[591

Mâide, (5) 6.

[601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/388-389.

[611

Concordance'da bu bâb'a numara verilmemiştir.

[621

Tirmizî, et'ime 39; Ahmed b. Hanbel, I, 441.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/389.
[63J

Aliyyü'l-Kârî, Şerhu' Ayni'l-İlm ve Zeyni' 1 -Hilm, I, 273.

[641

A.g.e., 272.

[651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/390.

[661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/391.

[621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/391.

[681

Buharı, et'ime 21, menâkıb 23; Müslim, eşribe 187, 188; Tirmizî, birr 84; Ahmed b. Hanbel, II, 467, 474, 479, 481, 495.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/391-392.
[6?J

AliyyüT-Kârî, AynüT-İIim, I, 272.

[701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/392.



İbn Mâce, et'ime 17.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/392-393.
[721

el-Münavî, Feyzu'l-Kadîr, I, 172; Ziyâüddin el-Gümüşhanevî, Levâmiü'l-Ukûl, I, 122.

[731

Süyûtî, Câmiü's-Sağîr, II, 56.

[741

Nûr, (24)61.

[751

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/393-394.

[761

Müslim, eşribe 103; İbn Mâce, dua 19; Ahmed b. Hanbel, III, 346, 383.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/394-395.
[771

Aliyyü'l-Kârî, a.g.e., 277.

[IH

Mevsılî, el-İhtiyâr, IV, 174.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/395-396.
[791

Müslim, eşribe 102; Ahmed b. Hanbel, V, 383, 398.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/396-397.
[M

Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 317.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/397.
[811

Tirmizî, et'ime47; İbn Mâce, et'ime 7; Dârimî, et'ime 1 ; Ahmed b. Hanbel, VI, 143 208, 246, 265.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/397-398.



İM

Nesâî, Amelü'I- Yevmi ve'l-Leyleti, s, 262, hadis no; 282.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/398-399.
[83J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/399.

[841

Buharı, et'ime 13; Tirmizî, et'ime 28; İbn Mâce, et'ime 6; Dârimî, et'ime 31; Ahmed b. Hanbel, IV, 508, 309.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/399.
İM

Buharı, ahkâm 43; tbn Mâce, mukaddime 21; Ahmed b. Hanbel, II, 125, 127.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/400.
[86J

Müslim, eşribe 148; Ahmed b. Hanbel, III, 180.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/400.
[871

Allyyü'l-Kârî, Aynü'l-İlm ve Zeynü' 1 -Hilm, I, 275.

İM

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/400-401.

[891

Tirmizî, et'ime 12; Ibn Mâce, et'ime 12; Dârimî, et'ime 16; Ahmed b. Hanbel, I, 270, 343, 345, 364, III, 490.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/401-402.
[901

İbn Mâce, et'ime 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/402.
[911

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/403.

[921

İbn Mâce, et'ime 62.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/403-404.
[931

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/404.

[941

ez-Zehebî, Mîzanü'l-İ'tidâl, I, 403.

[951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/404-405.

[96J

Müslim, eşribe 105-107; İbn Mâce, et'ime 8; Tirmizî, et'ime 9; Muvatta, sıfârü'n-nebî 5, 6;Dârimî, et'ime 9; Ahmed b. Hanbel, II, 8, 33, 80, 106,
128, 135, 325, 349, III, 202, 254, 293, 297, 322, 327, 334, 344, 357, 362, 387, IV, 45, 46, 50, 383, V, 311, VI, 77.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/405.
[971

Müslim, eşribe 107.

[981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/405-406.

[921

Davudoğlu, A. Salih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 324.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/406.

rıooı

Buhan, nikâh 64, et'ime 2, 3; Müslim, eşribe 108, 109; Tirmizî, el'ime 47; Nesâî, nikâh 84; İbn Mâce, et'ime 11; Dâritnî, et'ime 1, 15; Muvatta,
sıfâtün'n-nebî 32; Ahmed b. Hanbel, IV. 26, 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/406.

[îoıı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/407.

[102]

A. Davudoğlu, A.g.e., IX, 324.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/407.
[103]

Tirmizî, et'ime 32; Nesâî, sıyâm 43; Dârimî, et'ime 30; Ahmed b. Hanbel, III, 400, VI, 465.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/407-408.
11041

Buharı, vudû 50, ezan 43, cihâd 92, et'ime 20, 26, 58; Müslim, hayz 92, 93; Tirmizî, et'ime 33; Dârimî, vudû 52; Ahmed b. Hanbel, I, 365, IV,
139, 179, V, 288.
[105]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/408.

no6i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/408.

[1071

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/409.

[108]

Asım Efendi, Kamus Tercümesi, II, 21.

rıo9i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/409.

LU0i

Buharı, enbiyâ 3, tefsir sûre (17) 5; Müslim, iman 327, 328; Tirmizî, et'ime 34, kıyâme 10; İbn Mâce, et'ime 28; Ahmed b. Hanbel, I, 397, II, 331,

345.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/409-410.

rnn

Asım Koksal, İslâm Tarihi, VII, 200.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/410.

rıi2i

Buharı, et'ime 36, 38, büyü 30; Müslim, eşribe 144, 145; Dârimî, et'ime 19; Tinnizî, et'ime 40.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/410.

n i3i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/410.

rıi4i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/411.

n ısı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/411.

UM

Tirmizî, siyer 16; İbn Mâce, cihâd 26, Ahmed b. Hanbel, V, 226.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/411-412.

anı

Mecelle, madde: 4.

rı ısı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/412.

n i9i

Ebû Dâvûd, cihad 47, et'ime 33, eşribe 14; Tirmizî, et'ime 24; Nesâî, dahâyâ 43, 44; İbn Mâce, zebâih 1 1; Muvatta, edâhi 28; Ahmed b. Hanbel,
1,219,226, 241,253,321, 339.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/412-413.
[120]

Ebû Dâvûd, cihad 47, et'ime 33, eşribe 14; Tirmizî, el'ime 24; Nesâî, dahâyâ 43, 44; İbn Mâce, zebâih 1 1; Muvatta, edâhi 28; Ahmed b. Hanbel,
1,219,226,241,253,321,339.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/413.

ri2iı

Ebû Dâvûd, cihad 47, et'ime 33, eşribe 14; Tirmizî, et'ime 24; Nesâî, dahâyâ 43, 44; İbn Mâce, zebâih 1 1; Muvatta, edâhi 28; Ahmed b. Hanbel,
1,219,226,241,253,321,339.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/413.
[122]

Ö. Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 416.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/414-415.
11231

Buharı, zebâih 28, hums 20, megâzi 38, nikâh 31; Müslim, nikâh 30-32, sayd 23-25, 27, 30, 31, 37; Tirmizî, nikâh 29, sayd 9, 1 1, et'ime 6; Nesâî,
nikâh 71, sayd 69-71, 81; İbn Mâce, zebâih 13, 14; Dârimî, edâhi 21, 22, nikâh 16; Ahmed b. Hanbel, II, 21, 102, 143, 144, 219, IV, 48, 89, 90, 127,
193-195, 301,355,383.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/415.
[124]

Müslim, sayd 36-38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/415.
[125]

İbn Mâce, zebâih 14; Tirmizî, sayd 11; Ebu Dâvûd, et'ime 32; Nesâî, sayd 69-71; Ah-med b. Hanbel, III, 323, 356, 362, IV, 89, 90.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/415-416.
[126]

Nahl, (16) 8.

11271

Mâide, (5) 3.

H281

Nahl, (16)5.

[129]

Mü'minûn, (23) 22.

[130]

Nahl, (16)7.

H311

Ö. Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihâli, 418.

[132]

Bilmen, A.g.e., 417.

[1331

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/416-418.

[1341

Buharı, hibe 5, zebâih 10, 32; Müslim, sayd 53; Tirmizî, et'ime 2; Nesâî, sayd 25; İbn Mâce, sayd 17; Dârimî, sayd 7; Ahmed b. Hanbel, III, 118,
171,232, 291.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/419.
11351

Buharî, zebâih 36; Ebû Dâvûd, edâhi 14; Tirmizî, eî'ime 2; Nesâî, siyam 84, sayd 25, dahâyâ 18; İbn Mâce, zebâih 5; sayd 7; Ahmed b. Hanbel, I,
31,11,336,346,111,471.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/419-420.
H361

Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercemesi, VIII, 13. (Birinci baskı)

T1371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/420.



[138]

Buharı, hibe 7, et'ime 8, 16, megâzî 38, i'tisam 24; Müslim, sayd 46; Nesâî, sayd 26, nikâh 79; Ahmed b. Hanbel, I, 225, 259, 366, II, 329, 340,
347, IV, 4.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/420-421.
£1391

Buharî, zebâih 32; Müslim, sayd 43; Nesâi, sayd 62; İbn Mâce, sayd 16; Muvatta, Istil zân 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 89.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/421.
11401

Nesâî, sayd 62; İbn Mâce, sayd 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/422.
£1411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/422.

£1421

İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XII,

£1431

el- Aynî, el-Binâye, IX, 73.

£144]

Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 193.

£145]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/422-425.

11461

Tirmizî, et'ime 62.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/425.
£1471

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/425.

11481

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/425-426.

11491

En'am, (6) 145.

11501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/426.

11511

A'râf, (7) 158.

11521

el-Erbaîne Hadisen en-Nevevîyye, bişerhi Abdilmecid eş-Şernubî el-Ezherî, 26.

11531

Elhamevî Gamzü Uyâni'l-besair 1/223.

11541

İbn Nüceym, el-Eşbâh ve'n-Nezâir, 66.

11551

el-Aynî, el-Binâye fi Şerhi T-Hidâye, IV, 708.

11561

Şevkânî, İrşâdü'l-Fuhûl, 284.

11571

İbn Mâce, sayd 9, et 'ime 31; Ahmed b. Hanbel, II, 97.

11581

Ö. N. Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 416-417.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/426-429.
11591

En'am, (6) 145.

11601

Buharı, tefsir 99; Müslim, zekât 24; Tirmizî, libas 6; İbn Mâce, et'ime 60.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/429-430.
11611

Bakara, (2) 29.

11621

Câsiye, (45) 13.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/430.
11631

Aüyyü'l-Kârî, Mirkâtü'l-Mefâtih, IV, 385.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/430.
11641

Tirmizî, hacc 28, et'ime 4; Nesâî, menâsik 89, sayd 27; İbn Mâce, sayd 15; Ahmed b. Hanbel, III, 297, 318, 322, V, 195.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/431.
11651

Mâide, (5) 96.

11661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/43 1-432.

11671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/432.

11681

Buhari, zebaih 28, 29, tıbb 57; Müslim, sayd 1 1-15; Tirmizi, sayd 9, 1 1, et'ime 7, siyer 11; Ebu Davud, et'ime 25; Nesai, büyu 79, sayd 28, 30,
31, 33; İbn Mace, sayd 13; Darimi, edahi 18, Muvatta, sayd 13, 14; Ahmed b. Hanbel, I, 244, 289, 302, 326, 327, 333, 339, 373, II, 236, 366, 418, III,
323, IV, 89, 90, 131, 132, VI, 445.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/432.
[169]

Müslim, sayd 15, 16; Tirmizi, sayd 9, 11; Nesai, sayd 86; İbn Mace, sayd 13; Darimi, edahi 18; Ahmed b. Hanbel, I, 147, 244, 289, 302, 327,
332, 339, 373, III, 323, IV, 89, 90, 127.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/433.
ÜM

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/433.

[171]

Müslim, sayd 15, 16; Tirmizi, sayd 9, II; Nesâî, sayd 86; İbn Mâce, sayd 13; Dârimî, edâhi 18; Ahmed b. Hanbel, I, 137, 244, 289, 302, 327, 332,
339, 373, III, 323, IV, 89, 90, 127.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/433-434.
[172]

Nesâi, sayd 86; İbn Mâce, zebâih 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/434.
11731

Ebû Dâvûd, büyü 62; Tirmizi, büyü 49; İbn Mâce, ticârât 9, sayd 20; Ahmed b. Hanbel, III, 297, 317, 339, 349, 353, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/435.
ri741

el-Cezerî, Kitabü'l-Fıklı ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, II, 1 .

[1751

Cezerî, A.g.e, II, 2.

[1761

Cezerî, A.g.e, II, 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/435-436.
[1771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/437.

[1781

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/437-438.

[1791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/438-439.

[180]

Nesai, dahâya 43, 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/439.

rı sn

Koçkuzu A. Osman, Hadiste Nâsih ve Mensûh, 327.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/439-440.
[1821

Buharı, zebâih 13; Müslim, sayd 52; Tirmizi, et'ime 22; Nesâî, sayd 37; Dârimî, s 5; Ahmed b. Hanbel, IV, 353, 357, 380.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/440.
[183]

İbn Mâce, sayd 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/441.
[184]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/441-442.

H851

Kamer, (54) 7.

11861

Aynî, Umdefü'l-Kârî, XXI, 109.

[187]

Müddessir, (74) 31.

[188]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/442-443.

H891

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/443-444.

ri9oı

Bilmen ö. Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, 418.

[1911

Mâide, (5) 96.

[1921

İbn Mâce, sayd 9, el'ime 31; Muvatta, sıfatü'n-nebî 30; Ahmed b. Hanbel, II, 97.

ri93i

el-Aynî, el-Binâye, IX, 98-99.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/444-445.
[194]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/445-446.

£1951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/446-447.

£1961

Bakara, (2) 173.

£1971

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/447-449.

£1981

İbn Mâce, et'ime 47.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/450.



[199]

Alâuddin Abidin, el-Hediyyetü' 1 -Alâiyye, 216.

r2001

A'raf, (7) 32.

T2011

Aliyyü'I-Kârî, Şerhu Ayni'l-İlim ve Zeyni'l-Hilim, I, 281.

T2021

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/450-452.

[203]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/452.

[204]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/452.

[205]

Müslim, eşribe 164-169; Ebû Dâvûd, eşribe 10; Tirmizî, et'ime 35; Nesâî, eymân 21, eşribe 33; İbn Mâce, et'ime 33; Dârimî, et'ime 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/452-453.
r2061

Müslim, eşribe 164-169; Ebû Dâvûd, eşribe 10; Tirmizî, et'ime 35; Nesâf, eymân 21, eşribe 33; İbn Mâce, et'ime 33; Dârimî, et'ime 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/453.
12071

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/453.

12081

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/453-454.

12091

Buharı, ezan 160, et'ime 49, i'tisam 64; Müslim, mesâcid 73; Tirmizî, et'ime 13; Nesâî, mesâcid 16, 17; Ahmed b. Hanbel, III, 65, 85, 374, 387,
400, IV, 194.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/454-455.
[210]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/455.

[2111

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/455.

[2121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/456.

[2131

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/456.

[214]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/457.

[2151

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/457.

[216]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/457-458.

[2171

Müslim, mesâcid 74.

12181

Müslim, mesâcid 76.

[219]

Ahmed Naim, Tecridi Sarih, II, 751.

12201

Müslim, mesâcid 72.

12211

el-Müttakî, Kenzu'l-Ummâl, XV, 270. Hadis No: 40928.

12221

Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih, II, 751-752 (Hadis no: 472).

12231

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/458-460.

[2241

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/460.

12251

Ebû Dâvûd, eymân 8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/460.
12261

Müslim, eşribe 153; Tirmizî, et'ime 17; îbn Mâce, et'ime 38; Dârimî, et'ime 26; Ahmed b. Hanbel, VI, 179.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/460-461.
12271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/461.

12281

İbn Mâce, et'ime 42.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/461-462.
12291

İbn Mâce, et'ime 42.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/462.
12301

A'raf, (7) 157.

[23İ1

Heysemî, Mecmau'Zevâid, V, 4.



T2321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/462-463.

[233]

Buharı, et'ime 44, mezâlim 14; Müsüm, eşribe 15; Ahmedb. Hanbel, II, 7,44, 46, 81.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/463.
[2341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/463-464.

[235]

Buharı, et'ime 39, 45, 47; Müslim, eşribe 148; Tinnizî, et'ime 37; İbn Mâce, et'imt 37; Dârimî, et'ime 24; Ahmed b. Hanbel, I, 203.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/464.
[236]

Tirmizî, et'ime 36; İbn Mâce, et'ime 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/464-465.
[2371.

İbn Mâce, et'ime 43; Ahmed b. Hanbel, I, 374.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/465.
f2381

Ahmed b. Hanbel, III, 142, 143.

T2391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/465.

[2401

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/466.

[2411

Buharî, zebâih 4, 10, 14; Müslim, sayd 8; Ebû Dâvûd, edâhi 23; Tirmizî, sayd 1, et'ime 7, siyer 11; İbn Mâce, sayd 3; Dârimî, siyer 55; Ahmed b.
Hanbel, II, 184, 193, 194, 195.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/466-467.
[2421

Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 157.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/467-468.
[2431

Buharı, zebâih 12, meğazî 65; Müslim, sayd 17; Nesâî, sayd 35; Ahmed b. Hanbel, II, 309, 311.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/468-469.
[2441

Koksal M.A., İslâm Tarihi, VIII, 121-123.

[2451

Mecelle, md: 22.

[2461

Müslim, sayd 20.

[2471

Müslim, sayd 2 1 .

[2481

Müslim, sayd 18.

[2491

Davudoğlu, A, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 168.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/469-470.
[2501

Davudoğlu, A, A.g.e., IX, 170.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/470-471.
[2511

Buharî, zebâih 34, vudu 67; Tinnizî, et'ime 8; Nesâî, fer' 10; Dârimî, vudû 60; Muvatta, isti'zan 60; Ahmed b. Hanbel, II, 233, 265, 490, VI, 329,
330, 335.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/471.
12521

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/471-472.

[253J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/472.

[2541

el-Mübarekfürî, Tuhfetü'l-Ahvezî, V, 516.

[2551

Nimet-i İslâm, 132-133.

[2561

Mecelle, mad. 11.

[2571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/472-473.

[2581

Buharı, bedü'l-halk 17, tıbb 58; Nesâî, fer' II; İbn Mâce, tıbb 31; Dârimî, et'ime 12; Ahmedb. Hanbel, II, 229, 246, 263, 340, 355, 388, 398, 443,
III, 24.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/474.
[2591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/474-475.

[2601

Müslim, esribe 136, 137; Tinnizî, et'ime II; Ahmed b. Hanbel, III, 177, 290.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/475.
[2611

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/475-476.



12621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/476.

[263]

Buharı et'ime55; Müslim, eymân42; Tirmizî, et'ime 19, 44;1 Dârimî, et'ime 33; Ahmed b. Hanbel, I, 288, 442, II, 277, 283, 299, 316.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/476-477.
[264]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/477.

[265]

Buharı, et'ime 52; Müslim, eşribe 134, 137; Tirmizî, et'ime 10; İbn Mâce, et'ime 9; Dârimî, et'ime 5, 6, 10; Ahmed b. Hanbel, I, 221, 293, 346,
370, II, 341, 415, III, 301, 331, 337, 366, 394, VI, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/477.
[2661

Müslim, eşribe 131; Ahmed b. Hanbel, II, 7, 1 1 1, 177.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/477-478.
12671

AIiyyül-Kârî, Şerhu Ayni'l-İlm ve Zeyni'l-Hilm, I, 278.

[2681

AIiyyüT-Kârî, A.g.c, 279.

[2691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/478.

[2701

Buharî, et'ime 54; Tirmizî, da'vât 55; İbn Mâce, et'ime 16; Dârimî, et'ime 3; Ahmed b. Hanbel, V, 252, 256, 261, 267.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/479.
12711

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/479.

12721

Tirmizî, da'avât 55.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/480.
12731

En'am, (6) 14.

12741

Duha, (93) 3.

[2751

Muhammet b. Allan, el-Fatûhâtu'r-Rabbâniyye, V, 223.

[276J

Çakan, İsmail Lütfü, Eyüb Sultan Hazretlerinden Kırk Hadis, 173.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/480-481.
12771

Tirmizî, et'ime 48; İbn Mâce, et'ime 22; Dârimî, et'ime 27; Ahmed b. Hanbel, II, 263, 344, 527.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/481.
12781

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/481-482.

12791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/482.

12801

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/483.

[2811

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/483.



33- YÜZÜK KONULARININ BAŞI

1. Mühür (Yüzük) Edinme Konusundaki Hadisler

2. Yüzüğü Terketmek Konusu

3. Altın Yüzük Konusundaki Hadisler

4. Demir Yüzük Konusunda Varid Olan Hadisler

5. Yüzüğün Sağ Veya Sol Ele Takılması Konusu

6. Zil Konusunda Varid Olan Hadîsler

7. Dişleri Altınla Bağlamak

8. Kadınların Altın Kullanması



33- YÜZÜK KONULARININ BAŞI



1. Mühür (Yüzük) Edinme Konusundaki Hadisler
4214... Enes b. Malik (r.a) şöyle demiştir:

Rasûlullah (s. a) bazı yabancılara mektup yazmak istedi. Kendisine, "Onlar mühürsüz
mektubu okumazlar" denildi, bunun üzerine gümüşten yüzük bir mühür edindi. Ve ona



(Muhammedün Rasûlullah) Muhammed Allah'ın Resulü' dür" cümlesini kazıttı.
Açıklama

Hadisin Buharî'deki bir rivayetinde Hz. Peygamber (s aym yabancılardan bazılarına
mektup yazmak istediği, diğer bir rivayetinde de Romalılara mektup yazmak istediği
ifâde edilmektedir. Buharî'deki başka bir rivayette "Muhammedün Resûlullah"
cümlesinin üç satır halinde nakşedilmiş olduğu her satırda bir kelimenin yer aldığı
ifade edilmektedir. Aynı hâdîs'in Sahîh-i Müslim'de üç rivayeti vardır. Bunlardan
birisinde Efendimiz'in Acem'e diğer birisinde de Kisrâ, Kaysar ve Necâşi'ye mektup
yazmak istediği belirtilmektedir. Ayrıca bazı rivayetlerde Hz. Enes sonunda "sanki
onun beyazlığını görür gibiyim" demektedir.

Ebû Davud'un rivâyetindeki "Eacim" kelimesinin "yabancılar diye terceme edilmesi,
bu rivayetlerin hepsine şamil olur kanaatindeyiz.

"Yüzük" diye terceme ettiğimiz kelimesini, hâtem şeklinde de, hatim şeklinde okumak
mümkündür. Kamûs'ta bu

kelimenin yedi lügati olduğu ifade edilmekte ve bunlar teker teker sayılmaktadır. Biz,
o lûgatlarin hepsini buraya aktarmaya lüzum görmedik.

Hâtem veya Hâtîm: Mühür, yüzük, bir şeyin sonu, bir milletin veya grubun sonuncusu,
atın ayağındaki hafif sakarlık, kısrağın memelerinden karnına doğru olan kısım
manalarına gelmektedir. Rasûlullah (s.a)'in mührü, yüzüğünün kaşına nakşedilmiş
olduğu için, bu bâbdaki mühür kelimesi, aynı zamanda yüzük mânâsını da içine
almaktadır.

Hâdîs-i şerifte, Rasûlullah (s.a)'in bazı yabancılara mektup yazmak istediği
bildirilmektedir. Bunlardan maksat, yabancıların liderleridir. Yani Roma İmparatoru,
İran kisrası ve Habeş necaşisi'dir.

Hz. Peygamber (s.a)'in mektup yazmasından maksat, mektup yazdırmasıdır. Bu söz
şekline mecaz denilir. İşin yapılmasını emreden, yaptıran kişi; onu bizzat yapmış gibi
ifâde edilir. Meselâ, Süleymaniye Camii 'ni Sultan Süleyman yaptı, denilir. Halbuki
camiyi o yapmamış yaptırtmıştır. İşte bu anlatım şekli mecazdır, Karine de örftür. Bu
izaha göre, Hz. Peygamber (s.a)'in yazı yazmayışma delâlet eden haberlerle, bu hadis
arasında bir çelişkinin olmadığı görülür. Ayrıca Rasûlullah'in önceleri yazı yazmayı
bilmezken daha sonra öğrenmiş olması da muhtemeldir.

Metinde görüldüğü üzere Sahâbîler, Efendimiz'e yabancıların mühürsüz mektuplara
itibar etmediklerini söylemişler, O da kaşı üzerinde "Muhammedün Rasûlullah"
Muhammed Allah'ın rasûlüdür, ibaresi bulunan gümüşten bir yüzük yaptırmıştır.
Yabancıların mühürsüz mektuplara itibar etmeyiş sebepleri, mühürün mektubu yazana
delâlet etmesi, mektuba başkaları tarafından bir takım ilâvelerin yapılmasını
engellemesi ve mektuba ciddiyet kazandırmasıdır.



Hâdis-i şerif yüzük takmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir. Bu konudaki fıkhı

m

hükümlere babın son hadisinin izahı esnasında temas edilecektir.
Bazı Hükümler

1. Yazışma yoluyla da Lslamı tebliğ caizdir.

2. Gayri müslimlere mektup yazmak caizdir.

3. Gümüş yüzük takınmak caizdir.

Ol

4. Yüzüğün üzerine sahibinin isminin kazınmasında dinen bir mahsur yoktur.

4215... Vehb b. Bakiyye, Halid'den; o, Said'den; Said, Katade'den; Katade'de Enes'ten,
İsa b. Yunus hadisini rivayet etmiştir. (Halid rivayetinde) şunları da ilâve etmiştir:
O yüzük, Rasülullab vefat edinceye kadar elinde idi. (Daha sonra) vefat edinceye
kadar Ebubekir'in elinde, (Ondan sonra vefat edinceye kadar Ömer'in elinde idi. Sonra
Hz. Osman'ın elinde idi, fakat Osman bir kuyunun yanında iken kuyuya düşüverdi.

[41

Kuyunun suyunun boşaltılmasını emretti ve boşaltıldı, fakat onu bulamadı.
Açıklama

Haberin BuhaıTdeki rivayetinde, Rasûlullah'm yüzüğünün kendisinden sonra sırayla
Hz. Ebu Bekir'e, Hz. Ömer'e ve Hz. Osman'a intikal ettiğine temas edilmekte fakat
"Vefat edinceye kadar" ifadesi yer almamaktadır. Yine BuharîMeki rivayette Hz.
Osman'ın yüzüğü düşürdüğü kuyunun Eriş kuyusu olduğu belirtilmektedir.
Bezlü'l Mechûd'da Eriş kuyusunun, Küba kuyusu diye bilindiğine işaret edilmiştir.
Hz. Osman'ın yüzüğü kuyuya düşürüşü şöyle olmuştur:

Hz. Osman, Eriş kuyunun başında dalgın bir vaziyette yüzüğü bir parmağından çıkarıp
öbürüne takıyordu. Bu esnada yüzük kuyuya düşüverdi. Bulmak için kuyunun suyunu
çekerek üç gün aradılar fakat bulamadılar. Bunun üzerine Hz. Osman (ra) yine
üzerinde "Muhammedun Rasulullah" yazısı bulunan başka bir gümüş yüzük
yaptırmıştır.

İbn Hacer, bazı ulemâya nisbet ederek Hz. Peygamber (s.a)'in yüzüğünün Hz.
Süleyman'ın yüzüğüne benzediğini bu yüzüklerde bir sırrın bulunduğunu, Hz.
Süleyman'ın yüzüğünü kaybetmesini saltanatının sonu olduğunu, Osman'ın
kaybetmesi ile de Haricîlerin isyan edip fitnenin başladığını söyler.
Hatırlatmaya bile gerek yok ama Askalanî'nin naklettiği bu görüş ne âyete ne de
hâdise dayanmamaktadır. İslâm'ın görüşü değil; katılmak zorunda olmadığımız bazı



indi görüşlerdir.

4216... Enes (r.a); şöyle demiştir: Rasülullah(s.a)'in yüzüğü gümüşten kaşı da Habeş

£61

işi idi.



Açıklama



Hadisin, Müslim'deki bir rivayetinin sonunda Efenivia dimiz'in yüzüğü sağ eline

taktığı ve kaşını avucu içine getirdiği belirtilmektedir.

Tirmizî "Bu hadîs hasen sahiîhtir. Bu vecihten gariptir." demektedir.

Hâdîs-i şerifte, Rasulullah (s.a)'in yüzüğünün kaşının "Habeşî"' olduğu beyân

edilmektedir. Bu kelimenin birkaç mânâya gelme ihtimali vardır.

1- Yüzüğünün kaşı Habeş yapısı, yani Habeşlilerin yüzüklerinin kaşı gibidir.

2- Yüzüğün kaşım yapan usta Habeşli idi.

3- Kaşın taşı Habeş taşı idi, yani göz boncuğu veya akikden idi. Çünkü bunların
ikisinin madeni de Habeşistan'dan veya Yemen'den geliyordu.

4- Kaşın rengi Habeşî yani siyahı idi.

Hâdîs'teki "Habeşî" kelimesini, yukarıdaki vicihlerden ilk. ikisine
3- hamledersek, Aşağıda gelecek olan rivayetlerle bir çelişki söz konusu olmaz.
Çünkü aşağıdaki rivayette, Efendimiz'in yüzüğünün ve kaşının gümüşten olduğu ifade
edilmektedir. Kaşın gümüşten olup Habeşli bir usta tarafından veya Habeşi usûlüne
göre yapılmış olması mümkündür. "Habeşî kelimesi Habeş taşı, göz boncuğu veva
akik manasına alırsak, aşağıda gelecek olan rivayetle bir çelişki ortaya çıkmaktadır. O
zaman, Rasû-lullah'm birden fazla yüzüğü olduğunu, birisinin kaşının gümüşten,
öbürününde taş, veya akikten olduğunu söylemek gerekir. Nitekim Beyhakî'den böyle

İZİ

rivayet edilmiştir.

4217... Enes b. Mâlik (r.a)'dan; şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a)'in yüzüğünün tamamı

m

gümüştendi.
Açıklama

Tirmizî bu hadis için "Bu, hasen sahihtir, bu vecihle garjptir" demektedir.
Bu rivayet Peygamber Efendimiz'in yüzüğünün tamamının ve kaşının gümüşten
olduğunu bildirmektedir. Efendimiz'in yüzüğünün kaşının "Habeşî" olduğunu bildiren
önceki rivayetle, bu rivayetin telifine yukar-daki rivayetin izahında işaret ettik. Ancak
4224 numaralı hadiste, Hz. Peygamber'in demirden yapılmış ve üzerine gümüş
kaplanmış bir yüzüğünün olduğu beyan edilmektedir. O zaman, üzerinde durduğumuz
bu rivayetle, işaret edilen hadis arasında bir çelişki göze çarpmaktadır. Aska-lanî bu
çelişkiyi, Rasûlullah'm birden fazla yüzüğünün bulunduğunu, birisinin gümüşten

121

birinin de gümüş kaplanmış demirden olduğunu söyleyerek tevil eder.
4218... İbn Ömer (r.a) demiştir:

Rasûlullah (s. a) altından bir yüzük edindi. Kaşını avucunun içine denk getirdi. Kaşa
"Muhammedun Rasûlullah" cümlesini kazıttı. Bunun üzerine sahabîler de altın
yüzükler edindiler. Rasûlullah (s. a) onların altın yüzük edindiklerini görünce, onu attı
(bıraktı) ve "Artık onu ebediyyen takmayacağını" buyurdu. Daha sonra gümüşten bir
yüzük edindi ve ona "Muhammedun Rasûlullah" ibaresini nakşettirdi. Efendimiz'den
sonra o yüzüğü Ebû Bekir ondan sonra, Ömer; Ömer'den sonra da Eriş kuyusuna
düşünceye kadar Osman taktı.



Ebû Davûd der ki: Yüzük kuyuya düşünceye kadar, İnsanlar Hz. Osman'a karşı
£101

çıkmadılar.



Açıklama

Hadisin Buhari ve Tirmizî'deki rivayetlerinde Rasûlullah (s.a)'in altın yüzük
yaptırdıktan sonra sahabîlerin yaptırdıklarını görünce, minbere çıktığı ve "Bunu ben
yaptırmıştım, ben onu artık takmayacağım" deyip attığı ve sâhâbîlerin de attıkları
ifade edilmiştir.

Sahîh-i Müslim'deki rivayette ise, gümüşten yaptırdığı yüzüğe "Muhammedun
Rasûlullah" cümlesini kazıttıktan sonra "Ben bu yüzüğümün nakısı üzerine kimse
nakış yapmasın" buyurduğu belirtilmektedir. Bu ilâve, Ebû Davud'un bundan sonra
gelecek olan rivayetinde de vardır. Ayrıca Müslim'de Efendimiz'in yüzüğünün,
Muaykıp kuyuya düşürünce-ye kadar Hz. Osman'da kaldığı söylenmiştir. Bu rivayete
göre, yüzüğü kuyuya düşüren Muaykıp'ır. Halbuki meşhur rivayetlerde yüzüğü
düşürenin bizzat Hz. Osman olduğu beyan edilmektedir. Müslim sarihleri bu rivayetler
arasındaki çelişkiyi şu şekilde gidermişlerdir.

Rasûlullah'm yüzüğü genelde, Said b. Ebi'-l As'm azatlısı Muaykıp'da durur, halifeler
zaman zaman ondan alıp, teberrüken takınırlardı. Hz. Osman'la Muaykıp, Eriş
kuyusunun başında iken Hz. Osman yüzüğü istemiş, Muaykıp verirken yüzük kuyuya
düşmüştür.

Buharî'nin rivayetinde de Hz. Osman'ın yüzüğü elinde oynarken dalgınlıkla kuyuya
düşürdüğü ifâde edilmektedir.

Hz. Peygamber (s.a)'in altından yüzük yaptırması, Altının erkeklere haram kılınmadan
önce olması gerekir. Çünkü Altının erkeklere haram olduğunu bildiren Rasûlullah'm,
kendisinin altın takması düşünülemez. Altının daha Önce mubah olduğu halde, Hz.
Peygamber'in bu hareketiyle haram kılınmış olması mümkündür. Hz. Peygamber'in
sâhâbilerinde altın yüzük yaptırdıklarını görünce onu çıkarması iki sebebe
bağlanabilir.

1- Sâhâbîler altın yüzük takarak kibirleniyorlar, onunla övünüyorlardı. Onun için
çıkardı.

2- Altın Mübadele aracıdır ve azdır. Bir kısmının da yüzük yaptırılıp pasif hale
sokulması piyasada para darlığına, dolayısıyla ekonomik sıkıntıya sebep olacaktır.
Peygamber Efendimiz bunun için altın yüzüğü atmıştır.

Hz. Peygamber (s.a)'in altın yüzüğü atmasından maksat, onu telef etmesi değil, başka
bir maksatla kullanmasıdır.

Hadisden anladığımız diğer bir nokta da, Rasûlullah Efendimizin yüzüğü sağ elinin
parmağına taktığı ve kaşını avucunun içine denk getirdiğidir. Bu meselenin izahı 4226



ve devamındaki hadîslerde gelecektir.
Bazı Hükümler

1- Erkeklerin altın yüzük takmaları caiz değil gümüş yüzük takmaları ise caizdir.

2- Salih kulların fiilleri ile teberrükte bulunmak caizdir.

3- Rasûlullah'a kimse mirasçı olmamıştır. Olsa idi, yüzüğü Hz. Ebu-bekir almaz,



varislerine intikal ederdi.

4- Yüzüğün üstüne sahibinin veya Allah ism-i Celâlinin yazdırılması caizdir. Ancak

£121

üzerinde Allah yazılı olan yüzükle helaya girmek mahzurludur.

4219... Bize Osman b. Ebî Şeybe haber verdi, Bize Eyyûb b. Musa'dan naklen Sufyân
b. Uyeyne haber verdi. Eyyûb, Nâfi'den o da İbn Ömer'den bu (yukarıdaki) haberi
nakledip; şöyle dedi:

Rasûlullah (s. a) ona "Muhammedün rasulullah" sözünü kazıttı ve "Benim bu
yüzüğümün nakşı üstüne (bunun benzerini) kimse kazıtmasın" buyurdu.

£131

Ravî sonra hadîsi şevketti.
Açıklama

Bu rivayet, yukarıdaki hadisin biraz farklı bir naklidir. Bu rivâyette Hz. Peygamber
(s. a) kendi nakşı üstüne başka birisinin nakış kazıtmasını nehyetmiştir. Nevevî'inin
bildirdiğine göre, buna sebep şudur: Peygamber Efendimiz, yüzüğüne ismini, yazdığı
mektuplarını mühürlemek için kazıttı, Şayet başkaları da aynısını yaparsa, onlar da
yazdıkları mektupları mühürlerler ve bir takım karışıklıklar çıkabilirdi.
Bu karışıklığa meydan vermemek için, başkaları da mühür kazıtma-malıdır. Tabiatıyla
o günün tekniği, bugünkü ile kıyaslanamaz. Bu gün resmi kurumların mühürleri, yine
belirli kurumlar tarafından hazırlanır. Mühürlerin yazıları nettir. Karışıklık pek söz
konusu olmaz. Halbuki Hz. Peygamber devrinde durum farklı idi teknik geri, mühürler
ilkeldi.

Hadîs'in ibaresinden nehyin, Hz. Peygamber'in yüzüğüne başka bir nakşın kazınmasını
nehy olduğu zannedilmemelidir. Kanatimizce maksat, "Benim ismimi, benim

£141

nakşınım benzerini başkası kazıtmasın" mânâsıdır.

4220... Bize Muhammed b. Yahya b. Faris haber verdi. (Dedi ki) bize Muğîra b.
Ziyâd'dan naklen Ebû Asım haber verdi. Ebû Asım, Nâfi'den; Nâfî'de İbn Ömer
kanalıyla Rasulullah (s.a)"den bu haberi rivayet etti. (Bu rivayette) Ravî şöyle dedi:
Sâhâbiler, o (kuyuya düşen) yüzüğü aradılar, ama bulamadılar. Bunu üzerine, Osman
bir yüzük yaptırdı ve üzerine "Muhammedün Rasulullah" sözünü kazıttı. Hz. Osman

[15]

onu takınırdı.
Açıklama

Bu rivayette öncekilerden farklı olarak, Hz. Osman'ın Kasûlullah'm yüzüğünü
düşürdüğü ve tekrar bir yüzük yaptırıp üzerine "Muhammedün Râsulullah" sözünü ka-
zıttığı görülmektedir. Rasûlullah'm yüzüğü kaybolduğu ve yeni yaptırılan yüzüğün,
onun yerine geçeceği için Hz. Osman'ın yaptığı iş yukarıdaki hadîs'te varid olan
Nehye muhalefet sayılmaz.

Bu babdaki hadîslerin hepsi Rasûlullah (s. a)' 'in gümüşten yüzük edindiğinde
müttefiktirler. Bunun sonucu olarak ulema erkeklerin gümüş yüzük takmalarını caiz



görmüştür. Bazı eski Şam âlimleri, hükümdardan başkalarının yüzük takmasının
mekruh olduğunu söylemişlerdir. Nevevî bu görüşün şâz olduğunu belirtir. Ancak
Hanefî fıkhına göre, Sultanın yüzük takması sünnet olduğu halde, ihtiyacı

£161

olmayanların takmamaları daha efdâldir.

Kadınların da gümüş yüzük takmaları caizdir. Ancak erklerin taktıkları yüzüğün,
kadınların yüzüklerine benzememesi ve ağırlıklarının üç gramdan daha az olması
[17]

gerekir.

Altından yapılan yüzüğü erkekler takamaz. Konu, 4222 numaralı hadîsin izahı
yapılırken anlatılacaktır. Demir, bakır, kurşun, tunç gibi madde lerden yapılan yüzüğe
ait, hükümlerde ilgili bilgi de 42223 ve devamındaki hadîslerin izahı esnasında
gelecektir.

Bu babdan istifâde ettiğimiz diğer bir hüküm de yüzüğün kaşına isim kazıtmasının
caiz oluşudur. Ulema yüzüğün kasma, Allah'ın, Peygamber'in veya kişinin kendi
ismini kazıtmasının caiz olduğunu söylemişlerdir. Fakat insan veya hayvan gibi bir
canlı varlığın resmini işlemek caiz değildir. Kaşında, Allah'ın veya Hz. Peygamber'in
ismi nakşedilmiş yüzükle helaya giren kişi onu gizlemelidir. Şayet yüzük sol elde ise

081

taharetleneceğinde çıkarmalıdır.
2. Yüzüğü Terketmek Konusu
4221... Enes b. Mâlik (r.a) rivayet edildi ki:

O bir tek gün Rasûlullah (s.a)'in elinde gümüş bir yüzük gördü (onu gören) insanlar da
yüzük yaptırıp takındılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s. a) yüzüğü attı, insanlar da
attılar.

Ebû Davûd der ki:

Bu hadîsi Zührî'den Ziyad b. Sa'd, Şuayb ve'İbn Müsafır rivayet etti ve hepsi "gümüş
£191

yüzük" dedi.
Açıklama

Hadîsin Buharî ve Müslim'deki rivayetlerinde "İnsanıar da gümüşten yüzükler
yaptırdılar" cümlesi yer almaktadır. Hadisin siyakı, Hz. peygamber (s.a)'in
başkalarının da yaptırıp takındıklarını görünce, takinmakda olduğu gümüş yüzüğü
attığı anlayışını vermektedir. Halbuki vakıa bu değildir. Çünkü meşhur rivayetlerde
belirtildiğine göre, Hz. Peygamber'in takındıktan sonra attığı yüzük, gümüşten değil,
altından idi. Tüm ulemâ Rasûlullah'm gümüş yüzük takındığında ve bunu
terketmediğinde müttefiktir. Ancak, bu hadîsi tevil ya da diğer rivayetlerle telifte
farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Bu görüşleri şu maddelerde toplayabiliriz:

1- Hadîsin rivayetinde yanlışlık yapılmıştır. Doğrusu "gümüş yüzük" değil, diğer
rivayetlerde olduğu gibi "altın yüzüktür"

Nevevî, Kâdî İyâz'a tebean "tüm ehl-i hadîs bunun İbn-i Şihâb'dan bir vehim
olduğunu, çünkü atılan yüzüğün altın yüzük olduğunu söylerler." demektedir.

2- Hz. Peygamber (s. a) altın yüzüğün haram olduğunu bildirmek isteyince gümüşten



bir yüzük yaptırdı. Onun mubah olduğunu anlatmak için, o gün, halka gösterdi sonra
da altın yüzüğü atıp onun haram olduğunu bildirdi. Bunun üzerine insanlar da eskiden
ellerinde olan altın yüzükleri attılar. Buna göre bu hadîsteki "yüzüklerini attılar"
sözünün mânâsı "altından olan yüzüklerini attılar" demektir.

Nevevî bu tevilin sahih olduğunu ve hadiste bu anlayışa engel teşkil edecek bir
noktanın bulunmadığını söylemektedir.

Bu tevile Buharî'deki ve Müslim'deki "İnsanlar da gümüşten yüzükler edindiler"
şeklinde varid olan cümle, itiraz olarak ileri sürülebilir. Nevevî bu itiraza şu cevabı
vermektedir. "Muhtemeldir ki, Hz. Peygamber (s.a)'in gümüşten bir yüzük yaptırmak
istediğini öğrenince, onlar da gümüşten yüzükler yaptırdılar, ve altın yüzükleri
ellerinde kaldı. Rasûlullah (s. a) altın yüzüğünü atınca, onlar da altın yüzüklerini
attılar".

3- Hadîs'teki "yüzüğünü attı" sözündeki yüzükten maksat altın yüzüktür.

4- Hadîste, Rasûlullah'm attığı yüzüğün, gümüş yüzük olduğunu gösteren bir kayıt
yoktur. Aksine o mutlaktır. Rasûlullah'm altın yüzüğünü attığına hamledilir.

Bu son iki tevile, Buharı haşiyesinde Sindî nakletmekte ve uzak birer tevil olduğuna
işaret etmektedir.

5- Zührî'nin hadisi muhtasardır. Asıl maksadın anlaşılmasını engelleyen bir hazîf
vardır. Akla ilk gelen mânâ değildir.

Aksine mânâ şudur: Rasûlullah (s. a) ve Sâhâbîler daha önceden alim yüzüklerini
atmışlardı' 1 ancak bu anlayışı verecek olan kısım hazfedilmiştir.
Bu izahı Bezlü'l Mechûd sahibi Sehâr Nefurî, Muhammed Yahya'dan nakletmiştir.
Onu bu anlayışa sevkeden amil, Ebû Davud'un hadisin sonuna aldığı talikin hadiste
vehm olduğu ihtimaline meydan vermeyişidir. Çünkü Ebû Davûd tâîikinda, hadîsi
Zührî'den nakleden tüm ravîlerin "gümüş" diye naklettiklerini söylemektedir.
Hadîsteki vehmin, İbrahim b. Sad'den kaynaklandığı söylense, Ebû Davud'un taliki ile
karşı çıkılabilir. Ama alimler vehmi İbn Şihâb ez-Zührî'ye nisbet etmişlerdir.

6- Hz. Peygamber'in attığı yüzük gümüştendir. Rasûlullah, halkın gümüş yüzük
takarak kibirlenmelerinden korktuğu için yüzüğünü çıkartıp atmıştır. Yahut attığı
yüzük gümüş kaplanmış, demir yüzüktür.

Bu tevili Şemail şerhinde Kârî, Begavî'den nakletmiştir. Ancak Ulema arasında pek
rağbet gördüğü söylenemez.

Bu tevillerden sonuncusu hariç hangi tevil kabul edilirse edilsin kesin olan şudur: Hz.
Peygamberin (s. a) halkın da takındıklarını görünce çıkartıp attığı yüzük gümüşten
[201

değil, altından idi.

3. Altın Yüzük Konusundaki Hadisler

4222... İbn Mes'ud (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah (s. a) şu on şeyi kerih gördü.



1- Sufrayi, yani halûk sürünmeyi,

2- Beyaz kılları değiştirmeyi,

3- Eteği sürümeyi,

4- Altın yüzük takınmayı,

5- Mahalli olmayan yerde zineti göstermeyi,

6- Zar atmayı,



7- Muavvizat'm dışında bir şeyle rukye yapmayı,

8- Nazar boncuğu takmayı,

9- Meniyi mahallinden başka yere akıtmayı,

10- Çocuğu(nsütünü) bozmayı,

[22J

Bu sonuncusunu haram kılmadan kerih gördü.
Açıklama

Hadîs-i şerifte Hz. Peygamber (s. a) on hasleti kerih gördüğü, onlardan hoşlanmadığı
beyan edilmektedir. Hadîs'in metninde bu on şey teker teker sayılmaktadır. Ancak
çoğu izaha muhtaçtır. Onun için biz bu on maddeyi ele alıp kısa kısa açıklamak
istiyoruz.

1- Sufra, yâni halûk sürünmek: Aslında Rasûlullah'm kerih görüğü şey Suf-radır. İbn
Mes'ud veya daha sonraki râvîlerden birisi bunu "halûk" diye tefsir etmiştir. Halûk,
zaferan ve daha başka kokuların karıştırılmasından elde edilen bir esanstır. Rengi
kırmızıya ve sarıya çalar. Mekruhluğu erkeklere hastır. Bu konuda geniş bilgi için
4176 ve devamındaki hadislere bakılabilir.

2- Beyaz kılları değiştirmek: Mekruh olan, beyaz kılları yolmak ve siyaha boyamaktır.
Kına yakmak veya kırmızıya, sarıya boyamak caizdir. Bu konudaki 4202 ve 4212
hadislerde geçmiştir.

3- Eteği sürümek: Bundan maksat, kibirlenerek yürümek, büyüklenmek maksadıyla
uzun elbise giymektir. Ama tesettür için kadınların eteklerini yere kadar uzatmaları
mahzurlu değildir.

Rasûlullah (s. a) devrinde erkeklerin giydikleri, entari şeklinde olduğu için Efendimiz,
eteği sürümek şeklinde ifade buyurmuştur. Yukarıda temas edildiği gibi, Efendimiz'in
hoş görmediği, davranış böbürlenmek maksadıyla elbise giymektir. Bu konu 4084 ve
devamındaki hadislerde geçmiştir.

4- Altın yüzük takmak: Hz. Peygamber (s.a)'in kerih gördüğü altın takmak erkeklere
hastır.

Erkeklerin altın yüzük takmaları dört imama göre de haramdır. İbn Hazm'e göre haram
değildir. Sâhâbe ve tabîundan bir grubun altın yüzüğü caiz gördükleri rivayet
edilmiştir. Altın yüzüğün erkekler için haram oluşunun delili, bu ve buna benzer
birçok hadistir. Kadınlar ise, ayrı bir nass ile bu hükümden istisna edilmiştir. Çünkü
Hz. Peygamber (s. a) altın ve ipeğin erkekler için haram, kadınlar için ise helâl
olduklarını ifade buyurmuştur.

Erkeklerin altın yüzük takabileceklerini söyleyenlerin delili Tahavî'nin Meani'l Asâr
Şerhi'nde Muhammed b. Malike muttasıl bir senetle rivayet ettiği şu hadistir:
"Ben Bera'in parmağında altın bir yüzük gördüm. Kendisine niçin o yüzüğü taktığı
soruldu, o da şu karşılığı verdi: Bu, Rasûlullah (s.a)'m bana bir hediyesidir. Bunu bana
o taktı, ve "Allah'ın ve Rasûlunün sana ihsan ettiği bu yüzüğü tak" buyurdu.
Görüldüğü gibi bu haber erkeklerin altın yüzük takabileceklerine delalet etmektedir.
Altın yüzüğün erkeklere haram olduğu görüşünde olan fukaha bu hadise iki şekilde
cevap vermişlerdir.

I- Mubah kılan nas ile haram kılan nas tearuz ettiği zaman haram kılan nass tercih
edilir. Bu külî bir kaidedir. Dolayısıyla Erkeklerin altın yüzük takmalarının
haramlığma delalet eder. Nasslar karşısında bu haberin kıymeti yoktur.



II- Altın yüzüğün cevazına işaret eden bu hadis, daha altın yüzük haram kılınmadan
önce vârid olmuştur.

Ancak ulema bu ikinci cevabı pek kuvvetli bulmamışlar, Bera'in parmağmdaki
yüzüğün garipsenip sebebinin sorulmasının, hadisenin altın yüzük haram kılındıktan
sonra vuku bulduğuna delâlet ettiğini, söylemişlerdir. Az ipeğe kıyasla nişan
yüzüğünü caiz görenler olmuştur. Altından olan nişan yüzüğünün cevazı ile ilgili bir
mütalaa için, Tecrid-i Sarih Terceme ve şerhine bakılabilir. (c:IV, sn: 288, 289

5- Mahalli olmayan yerde zineti göstermek: Bu, kadınlarla ilgilidir. Maksat kadınların
kocalarından başkaları için süslenmeleridir. "Zineti göstermek" diye terceme ettiğimiz
"teberrüc" aslında kadının güzelliğini erkeklere göstermesidir. Kur'an-ı Kerim'de
kadınlara hitaben:

1231

Eski Cahilîyyede olduğu gibi açılıp saçılmayın buyurulmuştur.

Kadınlar, hilkaten süslenmeye heveslidirler. Dinimiz hilkat dini olduğu için, kadının
süslenmesini yasak etmemiş, ancak onu disiplin altına almıştır. Kocalarına karşı
süslenmelerine, onların beğenisini kazanmak için gayret göstermelerine izin vermiştir.
Yabancılar için süslenmek ise caiz değildir.

Çünkü bu nefislerin meyline; hoş olmayan düşünce ve hareketlerin belirmesine
sebeptir.

6- Zar atmak: Bundan maksat tavla oynamaktır. Ulema genelde tavla oynamanın
haram olduğu görüşündedir. Rasûlullah (s. a) ve (sahâbîler onu kötülemişlerdir.
Rasûlullah (s. a) bir hadisinde "Tavla oynayan kişi Allah'a ve Rasulüne isyan etmiştir."
buyurmuştur.

Tavla kumar olarak oynandığı takdirde haramdır. Bunun aksini iddia eden yoktur.
Ancak karşılıksız olarak oynandığı takdirde hükümde ihtilâf edilmişti. İbn Mugafferin
hanımlarıyla tavla oynadığı rivayet edilmiştir. İbn Müseyyeb'in de kumar olmadığı
takdirde tavlayı mubah saydığı rivayet edilmiştir.

Hanefîlere göre, kumar için olmadığı takdirde tavla ve satranç oynamak tahrimen
mekruhtur. Yukarıda naklettiğimiz hadisin yanı sıra, Rasûlullah'm, kişinin hanımıyla
oynaması, ok atması ve atını terbiye etmesi dışındaki tüm oyunların haranı olduğunu
bildiren hadîs'de tavlanın caiz olmayışına delildir. Tavla ile kumar oynamakta olan
birine selam verilip verilmeyeceğini tartışmışlardır.
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi çoğunluğa göre tavla haramdır.

7- Muavvizâtm dışında bir şeyle rukye: Yani Felâk, Nâs süreleriyle onlara benzeyen
ayetlerden başka ayetlerle rukye yapmak. Bazı alimler. muavvizâtin; Felâk, Nass, İhlâs
ve Kâfirim sûreleri olduğunu söylerler.

Bu sûreler okunarak, Allah'ın isimleri söylenerek hastalara şifa istemek dua etmek
caizdir. Rukye konusu, Kitabü'-t -Tıbb'm 18 ve 19 bab-larmda işlenmiştir. Geniş

1241

malûmat için oraya müracaat edilmelidir.

8- Nazar boncuğu takmak: Bu mânâya verdiğimiz terkip, Bezlü'l Mec-hûd'da bu
şekilde açıklanmıştır. Avnü'l Ma'bûd'da ise bu ikinci tefsir olarak işaret edilmiştir.
Avnü'l Ma'bûd'daki birinci izaha göre

" maksat, şeytanların isimlerini anarak mânâsı bilinmeyen sözlerle cahiliyye adeti
üzerine efsun yapmaktır. Zamanımızda, bir mânâ ifâde etmeyen, ne dediği
anlaşılmayan garip şekiller çizip muska yapmak, bunları hastalara asmak da caiz
olmayan rukyeler cümlesine girer. Göz değmesi haktır, ancak göz değmesinden



korunmak için göz boncuklan takmak bid'attır. Bu hâdîs-i şerif göz boncuğu takmanın
caiz olmadığına delâlet etmektedir. Zaten bunun hiç bir şeye faydası yoktur.

9- Meniyi mahallinden başka yere akıtmak: Bundan maksat azl yapmak yani erkeğin
cinsi temas esnasında boşalmadan çekilmesi, dışa boşaltılması dır. Bunun yasak
oluşunun hikmeti neslin kesilmesine neden oluşudur.

Ulema erkeğin hanımının izni olmadan dışa boşalamayacağmı, izni olduğu takdirde
ise haram olmadığını söylemektedir. Ancak Rasûlullah (s.a)'den azle izin verdiğini
gösterenlerin yanı sıra, azli çocuk ödürmeye benzeten rivayetler de gelmiştir. Onun
için zaruret olmadığı takdirde bu yola tevessül etmemek muvafıktır.

10- Çocuğun (sütünü) bozmak: Bundan maksat kişinin küçük bebeği olan hanımıyla
cinsî temasta bulunmasıdır. Çünkü cinsî temasta bulunduğu takdirde hanımın tekrar
hamile kalması ve sonuç itibariyle sütünün bozulması hatta çekilmesi muhtemeldir.
Çocuğun sütünün bozulması ise çocuğun bozulmasıdır.

Hadisin sonunda "Haram kılmadan" kaydı yer almıştır. Bazı alimler bu kaydı sadece
sonuncu maddeye tahsis, etmişlerdir. Terceme de bu izaha uygun olarak yapılmıştır.
Bazı âlimler ise bu kaydın on maddenin tamamıyla ilgili olduğunu dolayısıyla

1251

bunların hepsinin haram değil mekruh olduğunu söylerler.
4. Demir Yüzük Konusunda Varid Olan Hadisler

4223... Abdullah b. Burey'de, babası Büreyde (r.a)'den şöyle rivayet etmiştir.
Rasûlullah'a parmağında pirinçten yüzük olan bir adam geldi. Rasûlullah (s. a) adama:
Sende niçin putların kokusunu buluyorum? dedi. Adam o yüzüğü attı, sonra da
demirden bir yüzükle geldi. Bu defa Efendimiz:

Sende niçin cehennemliklerin şeklini görüyorum? buyurdu. Adam onu da attı ve,
Yâ Rasûlullah öyleyse yüzüğü neden yaptırayım? dedi. Rasûlullah (s.a):

[261

Onu gümüşten edin ve bir miskale vardırma, buyurdu. Muhammed "Abdullah b.

[271

Müslim" demedi, Hasep de "Es-Sülemî El-Mefyezî" demedi.

4224... İyaz b. Haris b. Muaykıp - İyaz'm anne tarafından dedesi Ebû Zûbabtır -
Dedesi fmuaykıp (r.a) şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Rasûlullah (s.a)'in yüzüğü, üzerine gümüş kaplanmış demirdendi. O yüzük bazen
benim elimde otururdu.

[281

(İyaz veya başka bir râvî) Muaykıp, Rasûlullah'm yüzüğünün emini idi. dedi.
Açıklama

Bu iki hadisten birincisi Hz. Peygamber (s.a)'in emir yüzük takmayı men ettiğine,
ikincisi ise Efendimiz'in yüzüğünün demirden olduğuna delâlet etmektedir.
Dolayısıyla bu şekliyle görünüşte aralarında bir çelişki olduğu izlenimi belirmektedir.
Onun için bu iki hadîsin açıklamasını birlikte yapmayı uygun bulduk.
Birinci hadisten anladığımıza göre, Rasûlullah (s.a)"e parmağında pirinç madeninden
yapılmış bir yüzük olan bir adam gelmiş. Efendimiz onu doğru bulmayarak, pirinç



yüzüğün caiz olmayışını putların kokusuna benzeterek ifade buyurmuştur. Buradaki
benzetmedeki ilgi Hattabî'nin dediğine göre putların pirinçten yapılmalarıdır. Gelen
zat Rasûlullah'm pirinç yüzüğü hoş görmediğini anlayınca hemen onu atmış daha
sonra da parmağında demirden yüzük olduğu halde gelmiştir. Fakat bu sefer de
Efendimiz, adamın halini, cehennemliklerin haline benzetmiştir. Bu benzetmedeki
alâka da, cehennemliklerin bağlı olduğu zincir ve bukağıların demirden olmasıdır.
Andan sâhâbi, Efendimizin bu tavrı karşısında demir yüzüğü de atarak hangi
madenden yüzük edinebileceğini sormuş, Efendimiz de, gümüşü tavsiye etmiş, ama
yüzüğün bir miskalden (takriben dört gr.) daha az olmasını tenbih etmiştir.
Bu hadisin zahiri, demir ve pirinçten imâl edilen yüzüklerin caiz olmadığına delalet
etmektedir. Ancak ikinci, yani 4224. hadis Hz. Peygamber (s.a)'in yüzüğünün
demirden olduğuna delâlet etmektedir. Ayrıca Buharı ve Müslim'de yer alan bir

[291

hadiste Hz. Peygamber (s. a) Vâhib'e, kısasında, "Demirden de olsa bir yüzük bul"
buyurmuştur. Bu, ikinci hadisi takviye etmektedir.

Bu farklı rivayetlerden dolayı ulemanın demir yüzük takınmanın hükmü konusundaki
görüşleri farklı olmuştur. Bu konuda bazı alimlerden nakledilen görüşler şu şekildedir:
Aliyü'l-Kârî" demir yüzüğün mekruh olduğunu alimlerimiz açıkça belirtmişlerdir."
der. Nevevî, Mühezzeb şerhi'nde İbâne müellifinden demir ve pirinçten yapılan
yüzüklerin mekruh olduğunu, Mütevelli'dert ise onun mekruh olmadığım nakletmiş ve
ikincisinin daha sahih olduğunu söylemiştir. Yine Nevevî, Müslim şerhi'nde "Bizim
ashabımızın demir yüzüğün mekruh olup olmadığı konusunda iki görüşü vardır,
Bunlardan mekruh olmadığı tarzındaki görüş daha sahihtir Çünkü demir yüzüğü nehy
eden hadîs zayıftır." demiştir. Askalanî ise, yukarda Buharı ve Müslîm-den
naklettiğimiz Vahibe hadisesindeki "Demirden de olsa bir yüzük al" hadisinin onun
cevazına delil olmayacağım, yüzük almanın yüzük

takmak manasına gelmediğini, çünkü Hz. Peygamber (s.a)'in kadının, yüzüğün
kıymeti ile menfaatlanmasım murat edmesinin muhtemel olduğunu söyler.
Askalâni'nin bu sözünden onun da demir yüzüğü meşru görmediği sonucu
çıkartılabilir.

Büceyramî'de, esah olan; bu görüşe göre kurşun, bakır ve demir yüzüğün mubah
olduğunu söyler.

Şamî ise Cevheriden naklen demir yüzük takınmanın mekruh olduğunu söylemektedir.
Maliki ve Hanefî mezhebine göre, hem erkeklerin hem de kadınların demir, bakır,
pirinç gibi madenlerden yapılan yüzük takınmaları mekruhtur. Delilleri, üzerinde
durduğumuz hadislerden birincisidir. Her ne kadar bu hadîs hakkında Nevevî zayıf
demiş, daha başka bazı alimler de bazı yönlerden tenkit etmişlerse de. Munavî, onun,
"hasen" derecesinden daha aşağı olmadığını söyler. Ayni'de, demir yüzük takmayı
men eden başka rivayetler zikreder.

İbnü'l Arabi'de. Tirmizî Şerhi'nde bu konudaki hadîslerin sahîh olduklarını, sahîh
olmasa bile demir yüzük takmanın fiilen terkedilişinin bu hadîsi kuvvetlendirdiğini
söyler.

Üzerinde durduğumuz hadislerden ikincisi hakkında ise, bu görüş sahipleri, onun
gümüşle kaplı olduğunu, yasak olanın, sırf demir veya benzeri bir maddeden
yapılanlar olduğunu söylerler.

Birinci hadiste bahsi edilen diğer bir konuda gümüş yüzük takmanın meşru olduğu ve
bu yüzüğün bir miskalden daha az olmasının gerekliliğidir. Gümüş yüzük takmanın



kadınlara da, erkeklere de, helâl olduğu; ancak zaruret yoksa, yüzük takınmanın pek
uygun olmadığı daha Önce geçmişti. Burada, yüzüğün bir miskalden daha az olması
konusuna temas etmek istiyoruz.

Kârî'nin Cemiu'l-Vesâü'deki nakline göre konu Şafıîler arasında ihtilaflıdır. Yani
bazılarına göre yüzüğün ağrlığı bir miskalden daha az olmalıdır, bazılarına göre ise
böyle bir ayırım yoktur.

Neylü'l Meârib'de bir miskalden fazla bile olsa erkeklerin de kadınların da gümüş
yüzük takabilecekleri zikredilmektedir. Kari bunu Tahâ-vî'nin şerhlerinden de
nakletmiştir.

Malikîlere göre, iki dirhemden daha ağır olan yüzüğü takmak haramdır. Hanefî fıkıh
kitaplarından îhtiyar'da "Sünnet olan, yüzüğün bir mıskal kadar veya daha aşağı
olmasıdır." denilmektedir.

4224, hadîsin isnadında ravîlerden birisi, İyas'm anne tarafından olan dedesinin Ebû
Zübab olduğunu söylemiştir.

Bunu söylemekten maksadı, hadisin işitenlerin, İyâs'in hadisi annesi tarafından olan
dedesinden mi, yoksa babası tarafından olan dedesinden mi rivayet ettiği tarzında bir
şüpheye kapılmamasıdır. Yani İyâs, hadîsi, babası tarafından olan dedesi Muykip'den
[301

rivayet etmiştir.
Bazı Hükümler

İki hadis birlikte mütalâa edildiğinde şu hükümler çıkartılabilir

1- Demirden veya pirinçten yapılmış olan yüzükleri takmak meşru değildir.

2- Caiz olmayan bir şeyi yapanın davranışlarını, gayri müslimlerin veya
cehennemliklerin davranışlarına benzetmek caizdir.

3- Gümüş yüzüğün bir miskalden daha az olması gerekir.

£311

4- Üzerine gümüş kaplanmış demir yüzük takmak caizdir.
4225... Ali (r.a) şöyle demiştir:

Rasûlullah s. a) bana: "Allah'ım! bana hidâyet ver, beni doğrult de.
(Ondan) hidâyeti (istediğinde) yolun doğrusunu zikret. (Ondan) doğruluk (istediğinde)
oku (hedefe nasıl) doğrulttuğunu hatırla", buyurdu.Hz. Ali devamla şöyle dedi:
Rasûlullah (s. a), beni yüzüğü şu veya şu, yani işaret veya orta parmağıma Asım hangi
parmak olduğunda şüphe etti - takmaktan, kassiye ve Mîsera'dan nehyetti"Ebû Bürde
dedi ki:

Hz. Ali'ye "Kassiye nedir?" diye sorduk "Şam'dan veya Mısır'dan gelen, üzerinde
kaburga kemiği gibi geniş turunca benzer şekiller bulunan bir kumaştır. Mîsera'da

[32J

kadınların kocaları için yaptıkları bir şeydir" dedi.
Açıklama

Hâdîs-i şerifin Buharî'deki rivayetinde sadece Ebû Bûrde'nin Kassi ve Misera
konusundaki Hz. Ali'ye sorduğu soru ve Ali (r.a)'in cevabı yer almıştır. Buharî'nin bu
rivayetinde Kıs-sî'nin kaburgaya benzeyen çizgilerinin ipekten olduğuna işaret edilmiş



ve Ebû davûd'daki: (ûtrüc) kelimesi orada (ûtrünc) şeklinde varid olmuştur. Ayrıca,
Misera'nm kadınların kocaları için yapıp sarıya boyadıkları kadifeye benzer bir kumaş
olduğu ifâde edilmektedir.

Müslim'in libas'taki bir rivayetinde Misera'nm kadınların kocalarının eğerleri üzerine
koymaları için ergovan kadifesinden yaptıkları bir kumaş olduğu söylenmektedir.
Bu hadîsin Sahîh-i Müslim'deki bir rivayetinde de sadece baş tarafındaki dua kısmı
vardır.

Hâdîs-i şerifte, Hz. Ali (r.a), Rasûlullah (s.a),'in kendisine bir dua öğrettiğini haber
vermektedir. Bu duayı, Hattabî'nin yaptığı bazı takdirleri de göz önüne alarak terceme
etmeye çalıştık. Ancak, duada kullanılan kelimelerdeki maksadın açılması için
Hattabî'nin bu konuda söylediklerinin tamamını aktarmak istiyoruz.
Hattabî duanın, "(Ondan) hidâyeti (istediğinde) yolun doğruluğuna" diye terceme
ettiğimiz cümlesi ile ilgili olarak şöyle demektedir:

"Bu sözün mânâsı şudur: Bir yola veya çöle giren kişi, geniş yolu takip eder; caddeden
ayrılmak istemez. Kaybolmaktan korktuğu için sağa sola sapmaz, bu şekilde, hidayete
erer ve selâmete çıkar. Rasûlullah (s. a), buyuruyor ki, "Allah'tan hidayet istediğin
zaman, aklına yolun doğrusunu getir; yola girdiğinde, doğru olanı araştırdığın gibi
allah'dan hidayeti ve istikameti iste."

Yine Hattabî "(Ondan) doğruluk (istediğinde) oku (hedefe nasıl) doğrulttuğunu
hatırla" diye terceme ettiğimiz " cümlesi hakkında da şunları söylemektedir:
"Bu cümlenin mânâsı şudur: Ok atan kişi, bir hedefe ok attığı zaman, oku tam hedefe
yöneltir. Okun hedeften sapmaması ve gayretinin boşa gitmemesi için sağa sola
dönmez. Rasûlullah buyuruyor ki: "Allah'tan doğruluk istediğin zaman, istediğinin ok
atarken yaptığın gibi olması için bu mânâyı hatırla"

Hattabî'nin bu söylediklerinden, Rasûlullah (s. a) dua konsunda Hz. Ali'ye bulunmuş
olduğu tavsiyelerinin daha iyi anlaşıldığını zannediyoruz.

Hadîs-i şerifin devamında Hz. Ali (r.a), Rasûlullah'm kendisini işaret veya orta
parmağından birisine yüzük takmaktan nehy ettiğini söylemiştir. Burada "veya"
edatiyla ifâde ettiğimiz mânâ "şek" içindir. Bu şek'de râvîlerden Asım'a aittir. Yani
Ebû Büreyde, Hz. Ali'den işaret veya orta parmaktan birisini aktarmış, fakat Asım
bunun hangi parmak olduğunu hatırlayarnamış, onun için "işaret veya orta parmak"
şeklinde rivayet edilmiştir.

Müslim'in bir rivayetinde ise, Hz. Ali'nin orta parmakla yanmdakine işaret ederek
"Rasûlullah beni bunlara yüzük takmaktan menetti" demiştir. Müslim'in bu rivayetine
göre bir şek söz konusu değildir.

Hâdîs-i şerif, işaret veya orta parmağa yüzük takmanın kerahatine delâlet etmektedir.
Nevevî, "Bu hadîsten dolayı yüzüğü orta parmağa veya onun yanıdakilerine takmak
mekruhtur. Müslümanlar yüzüğün küçük parmağa takılması gerektiğinde
müttefiktirler" demektedir. Kevkebu'd-dûrrî, Şerhu'l - İkna ve Neylü'l-Meârîb gibi
eserlerde, yüzüğün küçük parmağa takılmasının efdal, başka bir parmağa takmanın
mekruh olduğu ifâde edilmektedir. Neylü'l - Mearib'de bunun hikmetinin küçük
parmağın elin uç tarafında oluşu ve iş yaparken müdahalesinin bulunmayışı olduğu
söylenmiştir.

Aliyyü'l - Kârı de Mîrek'ten naklen şunları söylemektedir: "Baş parmak ve yüzük
parmağı konusunda Rasûlullah'tan herhangi bir haber vâ-rid değildir. Öyle olunca,
yüzüğü küçük parmağa takmanın mendup olduğu ortaya çıkmış demektir. Şafiî ve
Hanefîler de buna meyletmişlerdir."



Bu konuda söylenenlerin en güzeli, Aliyyü'l - Kârî'nin bu söyledikleri olsa gerektir.
Hadîsin sonunda Hz. Ali, Efendimizin kendisini kasiyye ve misara denilen kumaşları
giymekten de men ettiğini bildirmektedir. Bu kelimelerin ne mânâya geldiği bizzat
Hz. Ali tarafından açıklanmıştır. Biz, buna ilaveten, Buharî ve Müslim'in
rivâyetlerindeki bazı farklılıkları da izah bölümünün baş tarafında vermiştik. Sindi,
Buharî Hâşîyesinde, kaysî denilen kumaşa bu ismin veriliş sebebinin, bu kumaşın
Dimyat yakınlarında deniz sahilindeki Kays köyüne nisbetle olduğunu söyler.
Hz. Peygamber (s.a)'in bu kumaşları giymekten men edişine sebep, içerisinde ipek
[331

oluşudur.

Bazı Hükümler

1. Allah'a dua ederken, ondan bazı şeyler isterken temsil getirmek tevessül de bulun-
mak caizdir.

2. Yüzüğü orta veya işaret parmağına takmak mekruhtur. Konu yukarıda
açıklanmıştır.

3. İçerisinde ipek bulunan kumaştan yapılmış olan elbisenin erkekler tarafından

041

giyilmesi caiz değildir.

5. Yüzüğün Sağ Veya Sol Ele Takılması Konusu

Gerek Rasûlullah'iri, gerekse sahâbî ve tabiîlerin yüzüğü sağa da sola da taktıklarına
delâlet eden haberler vârid olmuştur. Musannif Ebû Davûd bu haberleri birbirlerine
tercih etmediği için bab başlığında meylini izhar etmemiştir.

Biz bu babdaki hadislerin hepsinin tercemelerini verip, daha sonra izahlarını birlikte
135]

yapacağız.

4226... Hz. Ali (r.a); şöyle demiştir:

[361

Şureyk, bana Ebû Seleme b. Abdurrahman şöyle haber verdi, dedi.

1371

"Rasûlullah (s.a) yüzüğü sağ eline takardı."
4227... İbn Ömer (r.a)'den rivayet edildiğine göre:

Rasûluîlah (s.a) yüzüğü sol eline takardı. Yüzüğünün kaşını da avucunun içine alırdı.
Ebû Davûd der ki:

İbn İshak ve Üsâme yani İbn Zeyd - Nâfî'den (Onun isnadı ile) (Rasûlullah'm

İM

yüzüğünü) sağ eline (taktığını) rivayet ettiler.

MI

4228... Nafı'den rivayet edildi ki İbn Ömer (r.a) Yüzüğünü sol eline takardı.



4229... Muhammed b. İshak şöyle demiştir:



Salt b. Abdullah b. Nevfel b. Abdilmuttalib'in sağ elinin küçük parmağında bir yüzük

gördüm ve:

Bu da ne?! dedim.

"îbn Abbas'ı yüzüğünü böyle takarken gördüm" dedi ve yüzüğün taşını elinin üst
tarafına denk getirdi.

(Muhammed b. İshak devamla şöyle) dedi. "Salt: îbn Abbas'm Rasû-lullah'ın

1401

yüzüğünü böyle takındığını söylediğini zannediyor.
Açıklama

Hadîslerin tercemesine başlamadan önce de işaret ettiğimiz gibi bu babda varid olan
hadîslerin bir kısmı Rasûluîlah (s.a)'in yüzüğünü sağ eline, bir kısmı da sol eline taktı-
ğına delâlet etmektedir. Bu konuda sâhâbîler tarafından nakledilen başka haberler de
vardır. Bu haberlerden birkaçını daha aktarmak istiyorum.
Enes b. Malik demiştir ki:

Rasûluîlah (s. a) eline Habeşi kaşı, olan gümüş bir yüzük taktı. Kaşını avucunun içine
HU

denk getirdi." Abdullah b. Cafer şöyle demiştir : "Rasûluîlah (s. a) yüzüğünü sağ

1421

eline takardı" Enes b. Malik (r.a); demiştir ki:

Rasûluîlah (s. a) yüzüğü şunda idi". Enes, bunu söylerken sol elinin küçük parmağını
1431

işaret etti.

Cafer b. Muhammed babasından şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hasen ve Hüseyin

[441

yüzüklerini sol ellerine takarlardı. Alimler biribirine muhalif görünen bu
hadislerin arasını telifte değişik şeyler söylemişlerdir.

Bazı alimler her iki tarafın da eşit olduğuna meyletmişler, yani sağa da sola da
takmanın caiz olduğunu ve birini öbürüne tercihe delil bulunmadığını söylemişlerdir.
Ebu Davud'un baba verdiği isim ve bu bab'm altına biribirine muhalif hadisleri alması,
onun da bu görüşte olduğuna delâlet eder.

Bazıları da Peygamber (s.a)'in yüzüğü önceleri sağ eline taktığını, ama bilâhare bu
adetini değiştirip sol eline takmaya başladığını söylerler.Bu görüş sahipleri, Ebû Şeyh
ve İbn Adiyy'in, îbn Ömer'den rivayet ettikleri "Rasûluîlah (s. a) yüzüğü sağ eline
taktı, sonra onu sol eline değiştirdi, "mânâsmdaki habere istinad ederler.
Hafız ,"Eğer bu sahih ise ortada niza kalmaz, ama onun senedi zayıftır" der. Nevevî'de
ulemanın yüzüğü sağa veya sola takmanın cevazında müttefik olduklarım fakat,
hangisinin daha efdal olduğunda ihtilâf ettiklerine işaret ettikten sonra, İmam Malik'in
sol ele takmayı müstehap, sağa takmayı ise mekruh gördüğünü kendi mezheplerin de
(şafiîler'de) ise sağ elin daha efdâl olduğunu söyler.

Bu konu ile ilgili olarak Fethü'l Vedûd'ta şöyle denilmektedir; "Rasûluîlah (s.a)'in
yüzüğünü hem sağ hem de sol eline taktığı gerçektir. Bazı âlimler her iki ele de
takmanın caîz, zinet olduğu için, sağ ele takmanın ise daha efdal olduğunu söylerler.
Çünkü zineti sağ ele takmak daha evlâdır. Başka alimler ise Peygamber (s.a)'in
önceleri yüzüğünü sağ eline taktığı halde sonraları bunu değiştirip sol eline takdığmı
bildiren bazı zayıf rivayetlere dayanarak, sağ ele takmanın nesh edildiğini söylerler.



Diğer bazı alimler ise, her ikisini de caiz görmekle birlikte, sola takmayı tercih
ederler"

Hanefî alimleri ise Rafiziler'den olan ehl-i bid'ate benzeyeceği için sola takmayı uygun
bulmamışlardır. Çünkü kafire benzemek haram olduğu gibi ehl-i bidate benzemek de
haramdır. Zira alimler her ne kadar onlara kafir demenin caiz olup olmayışında ihtilâf
halinde iseler de fasıklığmda icma halindedirler. Fasıklann yaptıklarını yapmak caiz
değildir.

Bütün bu nakillerden anlaşıldığına göre yüzüğü sağ ele de sol elede takmak caizdir.
Ancak hangisinin daha efdal olduğu ihtilaflıdır.

Hanefî ve Şafıîlere göre sağ ele takmak daha efdal, Malikîlere göre ise sola takmak
efdaldir.

Yüzük sol ele takıldığı zaman taharet esnasında parmaktan çıkartılır, çünkü sol elle
taharat edilir.

Yüzüğün hangi parmağa tması gerektiği bundan önceki babın son hadîsinde geçmiştir.
[451



Bazı Hükümler

1. Yüzüğü sağ ele de sol ele de takmak caizdir.

[461

2. Kişi bildiği bir şeyin âksi bir hareketle karşılaşınca, bunun sebebini sormalıdır.
6. Zil Konusunda Varid Olan Hadîsler

4230... Ali b. Sehl b. Zübeyr'den rivayet edildi ki:

Kendilerine ait olan bir cariye, Zübeyr'in, ayağında ziller olan kızını Ömer b. el-
Hattab'a götürdü. Ömer, zilleri kesti ve:

[471

"Rasûlullah (s. a) 'i her zille birlikte bir şeytan var" buyururken duydum" dedi.

[481

4231... Abdurrahman b. Hassan el-Ensarî' nin cariyesi, Bünane'den rivayet edildi
ki;

O (Bûnâne) Hz. Aişe (r.a)'mn yanında iken üzerinde sesler çıkartan ziller bulunan bir
câriye, Hz. Aişe'nin yanma katıldı.
Hz. Aişe (r.a):

" Onun zillerini kesmeden (çıkarmadan) benim yanıma sokmayınız. Ben, "Rasûlullah

[491

(s. a) 'i "içerisinde zil bulunan eve melekler girmez" derken işittim" dedi.
Açıklama

Bu hadîsin Hz. Aişe'nin "RasûlullahMan naklettiği bölümü Kitâbü'l Cihâd'da

1501

"Melekler, içerisinde köpek ve çan olan yolcularla arkadaşlık etmezler" lâfzi ile
geçmiştir. Hadis bu şekli ile Müs-lîm, Libas, 103 ve Tirmizi, Cihâd 25'de de yer



almıştır.

Gerek Hz. Ömer'den rivayet edilen birinci hadis, gerekse Hz. Aişe'den rivayet edile
ikinci hadis, kadınların kendilerine zinet olarak, ses çıkaran zinet takmalarının caiz
olmadığına delâlet etmektedir. Müslim'in Ebü Hureyre' (r.a)'dan rivayet ettiği bir
hadiste de Hz. Peygamber (s. a) "zil, şeytanın düdüklerindendir" buyurmuştur. Bu
hadîs de zilin caiz olmayışına delâlet etmektedir.

Hadîslerin zahirine göre ister büyük, ister küçük olsun ve hangi maddeden yapılmış
olursa olsun ses çıkaran her türlü çanın caiz olmadığına delâlet eder. Buna göre ses
çıkaran bütün zinetler çan hükmündedir ve kadınlar tarafından kullanılması caiz
değildir.

Meleklerin, içerisinde zil bulunan eve girmeyişlerinin hikmeti, bazı alimlere göre
kilise çanına benzedikleri içindir. Bazı alimler ise buna sebebin, çanların çirkinliği
olduğunu söylerler. Kanatımızca, çan ses çıkardığı için dikkat çektiğini ve nehyin

£511

hikmetleri arasında bununda göz önünde tutulması gerekir.
7.Dişleri Altınla Bağlamak

4232... Abdurrahman b. Tarafe'den şöyle rivayet edilmiştir;

Külab gününde dedesi Arfece b. Esad'm burnu kesildi. Arfece'de gümüşten bir burun
yaptırdı, ama o, koku yaptı. Bunun üzerine "Rasûlullah (s. a) kendisine altından bir

[521

burun yaptırmasını emretti.

4233... Bize Hasen b. Ali haber verdi, bize Yezîd b. Harun ve Ebû Asım haber
verdiler. Onlar, "Bize Ebûl - Eşheb, Abdurrahman b. tarafe'den o da Arfece b.
Esad'dan önceki hadisin mânâsını haber verdi" dediler.
Yezid der ki:

Ebu Eşheb'e, "Abdurrahman b. Tarafe dedesi Arface'ye yetişti mı?"
dedim.

I53J

"Evet" dedi.

4234... Bize Müemmel b. Hişâm haber verdi. Bize İsmail, Ebü'l - Eşheb'ten, O,
Abdurrahman b. Tarafe'den, Abdurrahman, Arfece b. Esed'den O da babasından

[541

(şüphesiz Arface diye) önceki hadîsi mânâsı ile rivayet etti.
Açıklama

Bu babdaki üç rivayet aslında tek hadistir. Rivayetlerin isnacimdaki farklılıktan
dolayı, Musannif, bunları ayrı hadîsler şeklinde kitabına almıştır.
Kûlâb: Cahiliye devrinde Arapların iki kere savaştığı bir yerin adıdır. Burasının Küfe
ile Basra arasında ve Yemame'ye yedi günlük bir mesafede olduğu söylenmektedir.
Tirmizî Şerhi, Arızatü'l - Ahvezi'de, Kûlâb savaşının iki kez vuku bulduğu bunlardan
birincisinin Bekir ve Tağlib kabileleri arasında, ikincisinin ise Temim ve Ehl-i Hecr
arasında olduğu belirtilmektedir. Hadiste adı geçen Arfece, bu savaşlardan ikincisine



katılmıştır.

Yukarda da temas edildiği gibi Arfece'nin burnunun koptuğu Kûlâb savaşı
Rasûlullah'dan önce, Câhilîyye devrinde olmuştur.

Metinde görüldüğü üzeri, Arfece savaşta kopan burnunun yerine gümüşten bir burun
taktırmış ama bu burun zamanla koku yapmaya başlamıştır. Burnunun koku yapması
Rasûlullah'm Peygamberliği döneminde olmuş Efendimiz de gümüşün yerine altından
bir burun taktırmasını emretmişti.

Hadîs altından burun taktırmak ile ilgili olduğu halde, musannif bunu, "altın ile diş
bağlatmak" adı altında vermiştir. Herhalde buna sebep, halk arasında yaygın olanın
burun taktırmak değil, altından diş taktırmak veya diş bağlatmak oluşudur. Ebû Davûd
buruna kıyasla, sallanan dişleri altın, ile bağlatmanın cevazına kail
olmuştur.

Ulema bu hadîse istinad ederek, zaruret halinde altının erkekler tarafından kullanışının
caiz olduğunu söylemişlerdir.

Hanbelî Ulemasından îbn Kûdame bu konuda şöyle demektedir: "Burnu kesilenin,
burnunu taktırması gibi, zaruretin gerekli kıldığı yerlerde altın kullanmak mubahtır.
İbn Kudame devamla, Ahmed b. Hanbel'in sallanan dişlerin düşmemesi için, dişi
altınla bağlatmanın caiz olduğunu söylediğini nakleder. Bu alimin naklettiğine göre
Esrem; Ebu Râfî, Sabit el - Bûnânî, İsmail b. Zeyd b. Sabit ve Muğire b. Abdullah'ın
dişlerini altınla bağladıklarını rivayet etmiştir. Ayrıca Hasen, Zühri ve Nehâî buna
155]

ruhsat vermiştir.

Üç büyük mezhebin hepsine göre, sallanan dişlerin altın bir telle bağlanması veya
altından diş yaptırıp takılması caizdir. Ancak Hanefî alimleri arasında ihtilaf vardır.
[561

Hanefî mezhebinin imamı, Ebû Hanife'ye göre sallanan bir dişin altınla bağlanması
caiz değildir. Bu şekilde bir dişin gümüşle bağlanması gerekir. İmam Muhammed'e
göre ise, hem altınla hem de gümüşle bağlanması caizdir. Zahirrü'r - Rivâye
eserlerinden el- Camiu's - sağîr'da İmam Ebû Yûsufun görüşü verilmemiş daha
sonraki alimler de onun İmam-ı Azamla mı yoksa, imam Muhammed'lemi olduğu
konusunda ihtilâf etmişlerdir.

Bazı Hanefî kitaplarında ise, sallanan bir dişin altınla ya da gümüşle bağlanmasının

1571

Ebu Hanif e ve Ebû Yûsuf a göre de caiz olduğu belirtilmektedir.
Görüldüğü gibi üç mezhebe göre ihtilafsız, Hanefî mezhebinde de ihtilaflı olarak
salanan dişlerin altınla bağlanması caizdir. Diş doldurmak da diş bağlatmak gibidir.
Hanifî mezhebi imamlarından nakledilen ihtilaf, diş doldurmanın veya diş taktırmanın
caiz olup olmayışında değil, bu işi altınla yaptırıp yaptırmamanın caiz olup
almayışıdır. Yani diş doldurmak veya diş taktırmak bütün ulemaya göre caizdir.
İslâmiyet fıtrat dinidir. İnsanların dünya nimetlerinden meşru sınırlar içerisinde
yararlanmalarına izin verir. Hastalananları tedavi olmaya teşvik eder. Durum böyle
olduğu halde ve bütün müctehidler caiz olduğunu söylerlerken, mücerret bir vehimden
dolayı diş doldurmanın caiz olmadığını söylemek takılan dişleri söktürmek, insanları
dişsiz bırakmak, İslâm'ın ruhuna uygun bir davranış değildir. İslam'a hizmet

[581

maksadıyla yapıldığı zannedilen ama aslında İslâm'a zarar veren bir davranıştır.



8. Kadınların Altın Kullanması
4235... Aişe (r.a), şöyle demiştir:

Hz. Peygamber (s.a)'e Necâşî'nin kendisine hediye ettiği zinet getirildi. O zinetin
içerisinde Habeş işi kaşı olan bir de yüzük vardı. "Rasûlullah (s. a) yüzüğü, ondan uzak
durarak, bir çubukla veya bir parmağı ile aldı sonra, Ebü'I As'm kızı - kızı Zeyneb'in

[591

kızı - Ümame'yi çağırdı, ve "Bunu sen takın kızcağızım" buyurdu.
Açıklama

Hz. Peygamber (s.a)'e zinet gönderen "Necâşî, Habeşistan hükümdarı Eshame'dir.
"Rasûlullah (s. a) 'e gelen yüzüğün kaşı Habeş işinden idi. Sarihler bundan maksadın,
göz boncuğu veya akik olduğunu, çünkü, bunların Yemen veya Habeşistan'da bu-
lunduğunu söyler. Habeş işinden maksadın ne olduğu konusunda başka görüşler de
vardır. Bu görüşler için 42 1 6 nolu hadîse bakılmalıdır.

Hadîste görüldüğü üzere, Hz. Peygamber fs.a) altın yüzüğü görünce ondan yüz
çevirmiş, bir çubukla veya parmağı ile onu almış ve torunu Ümame'ye vermiştir.
Ancak Râvî Efendimiz'in yüzüğü çubukla mı, yoksa bir parmağı ile mi aldığında
tereddüt etmiştir.

"Rasûlullah (s. a) 'in yüzüğü eline almak istemeyişi ve onu bir kız olan torununa verişi
altının erkekler için caiz olmadığı, kadınlar için ise caiz olduğuna delildir. Çünkü altın
kadınlar İçin de haram olsa idi, Efendimiz onu torununa vermezdi. Altının erkeklere
haram, kadınlara ise helâl olduğunu gösteren başka haberler de vardır. Meselâ, Ebû
Davûd, Ahmed ve Nesaî'nm Hz. Ali'den rivayet ettikleri şu hadîs bunlardandır. "Bir
gün "Rasûlullah (s. a) sağ eliyle ipek, sol eliyle de altın alarak "Şüpesiz bunlar üm-

İM

metimin erkeklerine haram, kadınlarına ise helaldir," buyurdu."
Bundan sonra gelecek olan bazı hadîslerde, "Rasûlullah'in, kadınların altın
kullanmasında men ettiğini bildiren haberler varittir. Yeri gelince temas edileceği
üzere, ulema, bunu, ya neshe yada zekâtı verilmeyen miktara hamletmişlerdir. Yani ya
önceleri kadınların da altın kullanmaları caiz değildi, bilâhare bu yasak neshedildi, ya
da kadınlar için caiz olmayan altın zinet, fazla miktarda olup da zekâtı verilmeyen

£611 '

zinettir.

Bazı Hükümler

1- İslâm hükümdarının başka milletlerle muahedeler yapması, onlarla hediyeleşmesi
caizdir.

2- Kişinin, kullanılması caiz olmayan bir şeyi küçümsemesi, ondan uzak kalmaya
çalışması gerekir.

[62J

3- Erkeklerin altın yüzük edinmeleri caiz değil, kadınların edinmeleri ise caizdir.



4236... Ebû Hûreyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre; "Rasûlullah (s. a) şöyle



buyurmuştur:

"Sevdiğine ateşten bir halka takmayı seven kişi ona altından bir halka taksın,
sevdiğine ateşten bir bilezik takmak isteyen kişi ona altından bir bilezik taksın. Ancak

' [63]

siz gümüşü alınız, onu (istediğiniz gibi) kullanınız."
Açıklama

Hâdis-i şerif, kişinin sevdiği çocuğunu ve ailesini nasıl ateşe atmak istemezse, onlara
altından yapılmış yüzük, küpe ve bilezik takmaktan da kaçınmasını istemektedir. Ha-
dîs'in zahirine göre hüküm hem erkekler hem de kadınlar için aynıdır. Çünkü
mutlaktır. Ancak, kadınların altından mamul zinet eşyaları takınmalarının caiz olduğu
önceki hadiste geçmişti.

Hadis-i şerifte Efendimiz, altından sakındırırken gümüşü de teşvik etmiştir. İrâde'nin
mutlak oluşu, gümüşün her türlü zinete şâmil olduğuna işaret eder. Ancak alimleri
beyanına göre erkekler gümüşten ancak yüzük, kılıç süsü ve benzeri şeylerde
yararlanabilirler.

Şevkânî, el-Veşyu'l - Merkum adındaki risalesinde bu hadîsle istidlal ederek, kadın
erkek herkes için altından zinet takmanın haram, gümüş zinet takmanın da helâl
olduğunu söylemiştir. Şevkanî, bu hadîsin isnadını sahîh, râvîlerinin rivayeti ile ihticac
edilenler olduğunu söylemişlerdir.

Ahmed b. Hanbel'in rivayetinin sâhâbî râvisi Ebû Katede'dir. Hafız Heysemî, Ahmed

1641

b. Hanbel'in rivayetinin isnadını güzel bulmuştur.

165]

4237... Hüzeyfe (r.a)'m kız kardeşinden:

Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ey kadınlar topluluğu, sizin
süslenmenize gümüş kâfi değil mi? Dikkat edin, Sizden altınla süslenip de onu

[661

başkalarına gösteren hiç bir kadın yok ki o altın sebebiyle azap edilmesin."
Açıklama

Bu hadîs-î şerifin sâhâbe tabakasından râvîsi Huzeyfe b El-Yeman'ın kız kardeşidir.
Tabiin tabasından olan râvîsi de Ribî b. Hıraş'in hanımıdır. İsnad'da bu hanımın ismi
de anılmıştır.

Bu hadîs'in zahiri, kadınların altından mamul zinetleri takmalarının caiz olmadığına
delalet etmektedir. Ancak aksine delalet eden başka hadislerin bulunuşu ve bu hadisin
cümle dizilişi sebebiyle ulema, bu hadisi, değişik biçimlerde tevil etmişlerdir. Bu
tevillerin belli başlıları şunlardır. :

1- İbn Abdil Berr'e göre bu hadis, bilâhere varid olan ve kadınların altınla
süslenmelerine izin veren hadislerle nesh edilmiştir. Yani bu hadis mensuhdur.
Mirkatü's Suııt'ta da bu ve benzeri hadislerin mensuh olduğu söylenir.

2- Bu hadîs, altınla süslenip ele bunu başkalarına gösteren kadınlarla ilgilidir. Aliyyü'l
Kâri azabın, altınla süslenmek ve onu başkalarına göstermek üzere tereddüp ettiğini
söyleyerek bu tevili benimsemiştir.



3- Bu hadîs altından zinet edinip de onun zekatını vermeyenlere ilgilidir.

1671

4- Yasak olan, övünmek ve böbürlenmek maksadı ile takılan bileziklerle ilgilidir.



4238... Esma Binti yezid (r.a), Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Altından gerdanlık takman her bir kadının boynuna kıyamet gününde ateşten bir
benzeri takılır. Altın küpe takan her bir kadının kulağına da kıyamet günü bunun bir
[681

benzeri takılır.
Açıklama

Bu hadîsin zahiri de kadınlara altının Caiz olmayışına delalet etmektedir. Ancak
bundan önceki hadîs de ulemâca tevil edilmiştir.

Bu hadisle ilgili olarak Hattabî şunları söylemiş ve bunlar, daha sonraki sarihler
tarafından da nakledilmiştir: "Bu hadis iki şekilde tevil edilir.

1- Bu, İslâm'ın ilk devirlerin de idi Bilahere nesh edildi ve kadınların altınla
süslenmeleri mubah kılındı. Sabittir ki Rasûlullah (s. a) bir elinde altın, öbür elinde
ipek olduğu halde minbere çıktı ve "Bunlar ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına
helâldir" buyurdu.

2- Bu hadîsteki tehdid altının zekatını vermeyenler hakkında varid olmuştur. Zekâtı
verenleri için böyle bir tehdid söz konusu değildir."

Hattabî'nin bu söyledikleri, önceki hadiste belirtilen tevillerden ikisidir. Diğer iki

1691

tevilin de burada düşünülmesi mümkündür.

4239... Muaviye b. Ebî Süfyân (r.a)'dan rivayet edildi ki: Rasûlullah (s. a) kaplanlara
(derilerine) binmekten ve parçalanmış olanı hariç, altın takınmaktan nehyetti.
Açıklama

Münzirî bu hadiste fıki yerde inkita olduğunu söyler. Buharı: Meymunu'l - Kannad'm
Said b. Müseyyeb'den ve Ebû Kılabe'den Mürsel olarak irvâyet ettiğini söylemektedir.
Ebû Hatim er Râzî de, Ebû Kılâbe'nin, Muâviye b. Ebî Süfyan'dan birşey duymadığını
söylemiştir.

Hadis-i şerife göre Rasûlullah (s. a) iki şeyi men etmiştir. Bunlardan biri kaplan
derilerinin üzerine oturmaktır. Bundan maksat, atların eğerleri üzerine kaplan derisi
koyup üzerine oturmaktır. Nehye sebep de bunun bir kibirlilik alameti veya Acem
adeti oluşudur.

Hadisle nehy edilen ikinci konu: parça halinde olan hariç, altın takınmaktı. Bu nehye
göre, altının parça halindeki olan mubah, büyük olanı haramdır. Bu konuyu birçok
alim ele almış ve incelemiştir. Bu incelemelerden bazılarını buraya aktarmak istiyoruz.
Şevkanî, Neylü'l Evtâr'da: "Bu hadisteki parçaların, affedilen bir miktar ile
kayıtlanması gerekir. Muhtelif hadislerin arasını cem etmek için buna ihtiyaç vardır."
demektedir.

İbn Reslân'da şöyle der "Bu hadisteki nehyden maksat, çok olan altındır. Kadınlar için



küpe, yüzük veya erkeklerin kılıçlarını süsledikleri küçük parçalar değildir.
İsrafçılarm, büyüklük taslayan ve gösteriş peşin-dekilerin adeti olan çok altın ise caiz
değildir. Altının çoğu ile azı arasını ayıran ölçü, zekâtın farz olduğu nisap miktarına
varıp varmam asıdır".

Hattabî'de Mealimü's - Sünen'de buna benzer şeyler söylemiş ve buradaki istisnayı
kadınlara has kılmış ve şöyle demiştir.

"Çünkü altın cinsi, kadınlara haram değildir. Erkeklere ise azı da çoğu da haramdır."
İbnü'l Esîr, en - Nihâye adındaki eserinde, az önce İbn Reslân'dan naklettiklerimize
çok yakın şeyler söyledikten sonra şunları ilâve etmektedir: "Çünkü bazen altının
sahibi cimrilik yapıp, zekâtını vermez ve zi-nete zekâtı farz kılanlara göre günaha
girmiş olur.

İbnü'l Kayyîm'in, İbn Taymiye'den duyduğunu söyleyerek naklettiği şu cümlelerle
ulemadan yaptığımız nakillere son vermek istiyoruz: "Mutlak mânâda, altının mubah
oluşu konusundaki Muâviye hadisi, sırf altına değil, elbisedeki alem gibi başka şeye
tabî olan hakkındadır."

İbn-i Teymiye'nin bu sözleri; parça halinde olan altının, erkeğe mubah kabul edilmesi
haline aittir. Kadınlarla ilgili değildir.

Ebû Davud'un bu babda geçen hadisleri, müstakil olarak ele alındığından altından
yapılan takıların kadınlara da haram olduğu izlenimini vermektedir. Ancak, altının
kadınlara mubah olduğunu bildiren hâdis-i şeriflerle birlikte ele alındığı zaman,
hadisler arasındaki bir çelişki göze çarpmaktadır. Alimlerimiz bu çelişkiyi şu yollarla
tevil etmişlerdir.

1- Altım yasaklayan hadisler mensuhtur.

2- Yasak olan, zekâtı verilmemiş olanıdır.

3- Gösteriş ve kibirlilik için takıldığı takdirde caiz değil, aksi halde caizdir. Az ile



çoğun sınırı nisaba baliğ olup olmamasıdır.



Buharı, Libas 49. 52; Müslim, Libas 56; Tinnizî, İstizan 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/294.
[21

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/295-296.

121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/296.

m

Buhari, Libas 50.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/296.
[5]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/296-297.

[61

Müslim Libas 61, 62; Tirmizî, Libas 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/297.

lh

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/297-298.

[81

Buhari, Libas 48; Tinnizî. Libas 15; Nesai, Zinet 47. Ahmet/3-266.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/298.
[21

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/298.

rıoı

Buharı, Libas. 53; Müslim, Libas, 55, 57; Tirmizî, Libas 16; Nesai Zinet 33, 34; Mâlik, Sıfatını- Nebî 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/298-299.
üil

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/299-300.



[12]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/300.

[13]

Müslim. Libas 5: Nesaî. Zinet 50; İbn Mâce, Libas 39.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/300-301.
[14]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/301.

ri5i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/301.

ri6i

el Mevsilî, el-lhtiyar Ii ta'lili'l - Muhtar IV-159.

rnı

Alâuddin Abidin, el-Hedîyyetü'l - Alâiyye (1978), 318, el Cezirî, Kilabü'l Fıkh alel Mezahibi'l - Erbaa 11-16.

risı

İbn Abidîn.Reddü'l - Muhtar (İst 1233) V-3 17.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/301-302.
[19]

Buharî, libas 47; Müslim, Libas 59; Nesaî 47, 53, 77, 79, 80.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/302-303.
[20]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/303-304.

[21]

Bu tabirlerin her birinin izahı açıklama bölümünde gelecektir.

[22]

Bazı alimler "haram kılmadan" sözünün tın hasletin tümüne şamil olduğunu söylerler. Bezlü'l Mechüd'e uyarak sonuncusuna hasrettik.
Nesâî, Zinet 17; Ahmet 1,380,397,439.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/304-305.
[23]

Ahzâb, (33); 33.

[24]

bk. 3885 ve 3902 numaralar arasındaki hadisler.

[25]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/305-308.

[26]

Tirmizi, Libas 43: Nesai, Zinet 146; Bu hadisin açıklaması sonraki hâdîsinki ile yapılacaktır.

[271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/308-309.

[28]

Tirmizi, Libas 43; Ahmed b. Hanbel 1-21.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/309.
[29]

Buhari, libas 49.

[30]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/310-3 12.

[31]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/312.

[32]

Buhari, Libas 28: Müslim, Zikir ve Dua 78, Libas ve Zinet 64.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/312-313.
[33]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/313-314.

[341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/315.

[351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/315.

[36]

Hz. Ali'de, olan rivayet Müsned, Ebû Seleme'den olan müsneddir. her iki rivayetin lâfzı aynıdır. Tirmizi. Libas 16; Şemail hadis no:90; Ilın Mace,
Libas 42; Ahmed b. Hanbel. 1 1-204. 205.
[371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/315.

[381

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/315-316.

[391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/316.

[40]

Tirmizi, Libas/16; Tirmizî'nin rivayeti, Salt b. Abdullah b. Nevfel'den şu şekildedir. "Ben İbn Abbas'ı; yüzüğünü sağ eline takar gördüm. Onun
ancak Rasûlullah'ı yüzüğünü sağ eline takarken gördüm dediğini zannediyorum. "
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/316.
[ül

Müslim, Libas 2, ve Zinet 62.

[42]

İbn Mace, Libas 42.

[431

Müslim, Libas 63.



[441

Tirmizî, Libas 1 6.

[451

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/316-318.

[46J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/318.

[421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/318.

[481

Bir nüshada Abdurrahman b. Hayyam'dır.

[491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/319.

[501

Cihâd had No:2555.

[511

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/319.

[521

Tirmizî, Libas 31; Nesaî, Zinet 41; Ahmed b. Hanbel V-23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/320.
[531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/320.

[541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/320-321.

[551

bn Kudame, el Muğni II -607, 608.

[56J

El Cezîrî, Kitabiü'l Fıkıh ale'I - Mezahibi't, Erbaa II , 14, 16.

[571

Fetva-i Hindiye V -336.

[581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/321-322.

[591

İbn Mâce, Libas 40.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/322-323.
[601

Bkz. Hadis no: 4057.

[611

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/323.

[621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/323.

[63J

Ahmed b.Hanbel, 11-334, 378.IV-414.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/324.
[641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/324.

[651

Huzeyfe (r.a)'m, Rasülullah'ı göre, birden fazla kız kardeşi vardı. Bu hadîsi rivayet eden hanımın adının Fatma veya Hevlâ olduğu tarzında
görüşler var dır. Ebû Amr en-Nemrî, adının Falına olduğunu söylemiştir.
1661

Nesaî, Zinet / 39; Darimî, İstizan 17.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/324-325.
[671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/325.

[681

Nesaî, Zinet 39.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/325-326.
[6?J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/326.

[701

Nesaî, Zinet 40; Ahmed b. Hanbel, IV-92, 93, 95, 98, 99.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/326.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/326-327.



9. ZEKAT BÖLÜMÜ

2. Zekâta Tabi Mallar

3. Ticâret Malları Zekâta Tâbi Midir?

4. Kenzin Ne Olduğu Ve Zînet Eşyasının Zekâtı

5. Sâime (Mer'âda Otlatılan Hayvanlar)Nin Zekâtı

6. Zekât Memurunun Rızası

7. Zekât Memurunun Zekât Sahibine Duası

8. Deve Yaşlarının Beyanı

9. Malların Zekâtı Nerede Alınır?

10. Adamın, Kendi Sadakasını Satın Alması

11. Köle Zekâtı

12. Ekinin Zekâtı

13. Balın Zekâtı

14. Asmadaki Üzümün Miktarını Tahmin Etmek

15. Ağaçtaki Meyvenin Miktarını Tahmin Etmek

16. Ağaçtaki Hurmanın Miktarı Ne Zaman Tahmin Edilir?

17. Zekât Olarak Verilmesi Caiz Olmayan Meyveler

18. Fıtır Sadakası

19. Fıtır Sadakası Ne Zaman Verilir?

20. Fıtır Sadakasının Miktarı Nedir?

21. "Buğdaydan Yarım Sâ' " Diye Rivayet Edenler

22. Zekatı Vaktinden Önce Vermek

23. Zekât, Bir Beldeden Başka Bir Beldeye Nakledilir Mi?

24. Kime Zekât Verilir Ve Zenginliğin Ölçüsü Nedir?

25. Zengin Olduğu Halde Zekât Alması Caiz Olanlar

26. Bir Kimseye Ne Kadar Zekât Verilebilir?
Dilenmenin Caiz Olduğu Durumlar

27. Dilenmenin Çirkinliği

28. Isti'fâf (Dilenmeyip İffetli Yaşamak)

29. Haşimoğullarına Sadaka Vermek

30. Fakirin Zekat Malından Zengine Hediye Vermesi

31. Kişinin Sadaka Olarak Verdiği Mala Vâris Olması

32. Maldaki Haklar

33. Dilenenin Hakkı

34. Ehl-İ Zimmete Sadaka Vermek

35. Esirgenmesi Caiz Olmayan Şeyler

36. Camilerde Dilenmek

37. Allah'ın Zatı İçin Dilenmenin Çirkinliği

38. Allah İçin İsteyene Vermek

39. Kişinin Bütün Malını Sadaka Olarak Vermesi (Caiz Midir?)

40. Kişinin, Bütün Malını Tasadduk Etme Ruhsatı

41. Su Vermenin Fazileti

42. Faydalanmak Üzere Başkasına Ariyet Vermek

43. Vekâleten Vereceği Sadakayı Muhafaza Eden Kimsenin Ecri

44. Kadının Kocasının Evindeki Maldan Sadaka Vermesi (Caîz Midir?)

45. Sılay-ı Rahim (Akrabaya İyilik Etmek)

46. Cimrilik



9. ZEKAT BÖLÜMÜ



Zekât, birçok âyet ve hadislerde hemen namazdan sonra zikredüdiği için Buharı,
Müslim ve Ebû Dâvûd gibi hadis imamları, kitaplarında aynı tertibe riâyet etmişlerdir,
zekâ fiilinin masdarı olan zekâfm sözlük anlamı artma ve temizlemedir. Arab dilinde
kullanılan sözünden "mal arttı" mânâsı kast edilmektedir.

Istılahı mânâsı ise, Allah'ın hakkı olarak maldan çıkarılan miktardır. Bu miktara zekât
denilmesinin sebebi, o malın çoğalması, temizlenmesi ve manen bereketlenip
âfetlerden korunmasıdır. Zekât böyle tarif edildiği gibi şöyle de tarif edilmiştir: Zekât
malın belirli bir miktarını âyet-i kerimede geçen sekiz sınıftan bir veya daha fazla
sınıfa temlik etmektir.

Zekât hicretin II. yılında farz kılınmıştır. Bir görüşe göre Mekke'de farz kılınmış,
tafsilâtı Medine'de açıklanmıştır. Çünkü zekâta ait bazı âyetler, Mekke'de inmiştir.
Tercih edilen görüşe göre zekât, oruç ve fıtır sadakasından sonra farz kılınmıştır. Oruç
ve fıtır sadakasının Hicretten sonra farz kılındığı hususunda ise, âlimler arasında
ittifak vardır. Çünkü orucun farz olduğuna delâlet eden âyet-i kerime ittifakla
Medine'de inmiştir. Buna göre Mekkî âyetlerde zikredilen zekât, Medine'de farz
kılman nisab ve miktarı belli olan, müstehaklarına verilmesi için zekât memurları
tarafından toplanan zekâttan farklıdır. Mekke devrindeki zekât, mü'minlerin kendi
kardeşlerine karşı bir vazife olarak vermiş oldukları ve duygularına bırakılmış bir malî
yardımdır. Dolayısıyle belirli bir miktarı olmadığından bazı hallerde az bir miktar kâfi
geldiği halde, bazen de ihtiyaçlar ve durum daha fazla vermeyi gerektiriyordu.
Zekâtın farziyyeti Kitab, Sünnet ve icmâ' ile sabittir. Binaenaleyh onu inkâr etmek,
küfürdür.

m

Kitab'dan Delili "zekât veriniz." "onların mallarından kendilerini temizleyip

121

tezkiye edeceğin bir zekât al" gibi âyetlerdir. Kur'an-ı Kerim'de zekât seksen iki

yerde namazla beraber zikredilmiştir.

Sünnetten Delili: Bu bölümde göreceğimiz hadislerdir.

Zekâtın farz kılınmasının hikmetleri:

a. Zekât fakirin, zenginin malındaki bir hakkıdır. Nitekim "onların mallarında dilenci

IH

ile mahrumun hakkı vardır." âyetinde, zekâtın fakirin hakkı olduğu bildirilmiştir.

b. Zekât mal nimetini veren Allah'a şükür için farz kılınmıştır.

c. Zekât Allah'a inanma hususunda kulun samimi olup olmadığım denemek için farz
kılınmıştır. Zekâtını veren zengin, Allah'ın emrini yerine getirmiş imtihanı kazanmış
olur.

d. Zekât, insanlık kadar eski olan fakirlik problemine İslâmm çâre olarak getirdiği
müesseselerden biridir. Zekât sayesinde fakirlerin sayısı azalır, dolayısıyla fakirlik
sebebiyle meydana gelen birçok olayın önü alınmış olur.

e. Zekât zenginleri cimrilik hastalığından korur, dolayısıyla onların feraha ermelerine
sebeb olur.

f. Zekât fakirleri rahatlatır, onlara toplumda normal yaşama imkânı sağlar.

g. Zekât zenginlerle fakirler arasında sevgi ve saygı duygularını artırmaya bir



vesiledir.

h. Zekâtın İslâmî devlet tarafından toplatılıp müstahaklarma verilmesi, onu
vermeyenlere müeyyideler uygulaması onun aynı zamanda siyasî bir nizâm olduğunu
ortaya koyar.

Zekât Kur' ân ve hadislerde bazan "sadaka" diye geçer. İsim ayrıdır, fakat mânâ birdir.
el-Mâverdi, el-Ahkâmus-Sultâniyye adlı eserinde şöyle demiştir: "Kur'ânMa geçen
sadaka kelimesi zekât manasınadır. Demek ki o devirde sadaka ile zekât kelimeleri
aynı anlamda kullanılıyordu. Sonraları sadaka kelimesi farz değil de tatavvul olarak
yapılan hayırlar için kullanılmaya başlandı."

Zekât, deve, davar, sığır, altın, gümüş, hububat, meyve ve ticâret mallarına düşer.
Zekâtın rükün, sebeb ve şartları hakkındaki malûmat, ait oldukları hadislerin

141

açıklamalarında gelecektir.

1556. ...Ebû Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: Resulullah (s. a.) vefat edip de ondan sonra
Ebû Bekir (r.a.) halife seçildiği ve araplardan bazıları dinden döndüğü zaman Ömer b.
Hattâb, Hbü Bekr'e:

Resûllah (s.a,); "İnsanlar, Allah'tan başka ilâh yoktur deyinceye kadar onlarla
savaşmakla emrolundum. Kim "Allah'tan başka ilâh yoktur" derse, malim ve canını
benden korumuş olur. Ancak İslâm'ın hakkı müstesna, Onun asıl hesabı ise Allah'a
kalmıştır" buyurduğu hâlde nasıl olur da sen insanlarla savaşırsın? dedi.
Ebû Bekir:

Allah'a yemin ederim ki namazla zekâtın arasım ayıranlarla mutlaka savaşacağım.
Çünkü zekât, malî bir haktır. Allah'a yemin ederim ki, Resulullah (s.a.)'e vermiş
oldukları bir (deve) yuları(nı) bile bana vermezlerse, vermemelerinden dolayı onlarla
muhakkak 'savaşırım, dedi. Bunun üzerine Ömer b. Hattâb:

Allah'a yemin ederim, iyice anladım ki Aziz ve celil olan Allah,Ebû Bekir'in gönlünü
savaş için genişletmiş ve (yine) anladım ki, onun görüşü haktır, dedi.
Ebû Dâvud dedi ki: Bu hadisi Rebâh b. Zeyd, Ma'mer'den, o da aynı senetle Zührf den
rivayet etmiştir ki, bazdan demişlerdir. îbn Vehb, Yunustan rivayet edip demiştir.
Ebû Dâvûd dedi ki: Şuayb b. EbîHamze, Ma'mer ve ez~Zübeydî Zührî'den bu hadisi:
"Bir oğlağı bile bana vermezlerse" diye rivayet etmişlerdir.

[5]

Anbese Yunus'tan, O da Zührî'den bu hadiste dediğini rivayet etmiştir.
Açıklama

Peygamber (s,a.) Hicretin 11. yılında Rebûülevvel aynım 12'sinde Pazartesi günü
öğleye doğru vefat etmiş, Me-
dine'yi bir matem havası bürümüştü. Bazıları bu acı habere inanmak istemezken
bazıları da Benû Sâide Sakifesi denen yerde Sa'd b.Ubâde ile beraber toplanarak
müslümânlara seçilecek halîfe konusunu görüşmeye başlamışlardı. Ensâr'm bir
kısmının Sa'd b. Ubâde'ye "Seni halîfe seçelim" diye teklif ettiklerini Hz.Ömer (r.a.)
duyunca, hemen Hz. Ebû Bekr'i yanma alarak oraya gitti. Konu tartışılıp
görüşüldükten sonra Ömer (r.a.) Hz. Ebû Bekr'e:

Ver elini, dedi ve ona biat etli. Ondan sonra da oradakilerin hepsi biat etti. Ancak şu
var ki bazı müslüman gruplar dinden dönmeye başladılar. Hattabî'ye göre bunlar iki



sınıftır:

1. Dinden tamamen dönenler. Ebu Hureyre'nin "araplardan bazıları dinden döndü"
sözüyle anlatmak istediği bunlardır ki iki taifeye ayrılmaktadırlar:

a. Müseylimetü'l-Kezzâb'm Peygamberlik iddiasını tasdik eden Benû Ha-nîfe ile el-
Esvedü'l-Ansî'ye uyanlardır. Bunların hepsi Muhammed (s.a.)'in Peygamberliğini
inkâr ediyorlardı. Hz. Ebu Bekir bunlarla savaşlı. Sonunda Müseylimetü'l-Kezzâb'ı
Yemâme'de, el-Ansî'yi de San'a'da öldürttü. Onlara uyanların çoğu da öldürüldü,
kalanlar ise, kaçtı ve dağıldı.

b. Dinin bütün hükümlerini inkâr edip narnaz-zekât gibi ibadetleri terk edenlerdir.
Bunlar câhiliyet devrindeki hallerine dönmüşlerdi.

2. Namazla zekâtı birbirinden ayıranlar. Bunlar namazın farz olduğunu kabul ediyor,
fakat zekâtı tanımıyorlardı. Bunların içinde zekât vermek isteyip de reislerinden
korktukları için veremeyenler de vardı. Meselâ Benû Yerbu' kabilesi kendi aralarında
zekâtlarını toplamış, tam Hz. Ebû Bekr'e göndermek üzere iken Mâlik b. Nuveyre
bunu duymuş ve toplanan zekâtları göndertmemiş, kabileye dağıtmıştır.

Bazıları da Allah (c.c.)'in, "Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin bir zekât



al" meâlinde kithitabı yalnız Peygamber (s.a.)'e mahsustur. Çünkü zekât sahibini
hiç bir kimse Resûlullah (s.a.) kadar temizleyemez" diye haklı olduklarını, âyet-i
kerimeyi yanlış te'vil ederek ileri sürmüş ve zekât vermek istememişlerdir.
Hz.Ömer'in Hz. Ebû Bekr'e olan itirazı bunlarla yani bu ikinci maddede anlatılanlarla
ilgilidir. Hz.Ömer'in itirazı, delil olarak ileriye sürdüğü hadisin zahirine bakıp
üzerinde fazla düşünmediği içindir. Hz. Ebû Bekir ise, namaz kılmayanlarla harp
edileceğine ashâb-ı kiramın icmaı bulunduğunu bildiği için, zekâtı namaza kıyas
etmiştir. Bu hâdise yani Hz.Ömer'in, hadisin umümuyla, Hz.Ebû Bekr'in ise, kıyasla
ihticâc etmesi, âmm bir hükmün kıyasla tahsis edilebileceğine delildir. Nitekim
Hz.Ömer, Hz.Ebû Bekr'in haklı olduğunu gösterdiği delilden anlayarak kabul edince,
harbin lüzumu konusunda ona tâbi olmuştur.
Buhârî'nin îbn Ömer'den rivayet ettiğine göre Resûlullah (s.a.):
"İnsanlar Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna
şehâdet edip ve namaz kılıp zekât verinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum.
Bunları yaparlarsa can ve mallarını İslâm hakkı hariç- benden korumuş olurlar.
Onların hesabı Allah'a kalmıştır" buyurmuştur.

Ebû Davud'un Kitâbu'I-cihâd'da Enes (r.a.)'den rivayetine göre Peygamber (s.a.):
"Allah'ımı başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in onun kulu ve Resulü olduğuna
şehâdet edinceye ve bizim kıblemize dönünceye, kestiklerimizi yeyinceye, bizim gibi
namaz kılmcaya kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunları yaparlarsa, onların
canları ve malları bize haram olur. Ancak İslâm'ın hakkı başka. Müslümanların lehine
olan onların da lehine, aleyhine olan, onların da aleyhinedir," buyurmuştur.
Görüldüğü gibi hadisin birkaç rivayeti var. Birinde ne namaz ne de zekâttan söz
edilmezken diğerinde namazdan, bir diğerinde de hem namaz hem de zekâttan söz
edilmektedir.

Bundan da anlaşılıyor ki, hem Hz.Ebû Bekir hem de Hz.Ömer, İbn Ömer ile Enes'in
rivayetlerindeki ziyâdeleri işitmemişlerdir. Çünkü Hz.Ömer, duymuş olsaydı, Hz.Ebû
Bekr'e itiraz etmez ve hadisi delil göstermezdi. Eğer Ebu Bekir (r.a.) işitmiş olsaydı,
kıyası değil de onları delil gösterirdi. Herhalde İbn Ömer, Enes ve Ebû Hüreyre (r.a,)
bu hadisi Peygamber (s.a.)'den aynı yerde işitmemiş olacaklar.



Ebû Hüreyre'nin rivâyetindeki "Allah'tan başka ilâh yoktur" cümlesinden maksadın,
"Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun Resulüdür," demek olduğu ve
makama uygun bir kısaltma yapıldığı îbn Ömer ile Enes (r.anhüma)'m rivayetlerinden
anlaşılıyor. Bununla beraber bu cümleyle Yahudi ve Hıristiyanlar değil, putperestler
kast edilmiştir. Çünkü ehl-i Kitab "Allah'tan başka ilâh yoktur" derler ama onlarla
savaşılır. Böylece yalnız "Allah'tan başkailâhl yoktur" deyip Muhammed (s.a.)'in,
Allah'ın Resulü olduğunu inkâr eden kişinin can ve malı korunmuş sayılmaz.
Hatta Nevevî bunun da (yani "Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun
resulüdür" cümlesinin) kâfi gelmediğine, bir de buna Peygamber (s.a.)'in getirdiği
şeylerin hepsine iman etmenin gerekli olduğunu söylemekte ve bunu Müslim'in
Kitâbü'l-İman'da Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği, "Allah'tan başka ilâh olmadığına,
benim Allah Resulü olduğuma ve getirdiklerime iman edinceye kadar..." hadis-i şerifi
ile delillendirmektedir.

Birkaç rivayeti olan bu hadis "açıklama" bölümünden önce zikredilenlerden başka

m

(dipnotta gösterdiğimiz) şu hadis kitaplarında da bulunabilir.

Hadîste geçen den maksad, -sözün gelişinden de anlaşıldığı gibi- İslâm hakkıdır.
Nitekim bu hadisin bundan sonraki rivâyetiyle Sahih-i Buhârî'deki rivayetinde açıkça
İslâm hakkı diye geçmektedir. Bunun mânâsı, haksız yere cana kıyma, zina etme ve
zekât vermeme gibi -ister mâl isterse başka şey olsun- İslâm'ın hakkı yani İslam'ın
emrini yerine getirmeme ve nehyinden kaçınmanın gerektirdiği hak hariç, onların mal-
ları ve canları korunmuştur, demek olur.

"Asıl hesabı Allah'a kalmıştır" cümlesinin anlamı ise, gizlice yaptıkları ve sakladıkları
şeylerin hesabını Allah görecektir, demek olur. Yani "Allah'tan başka ilâh yoktur,
Muhammed O'nun resulüdür" diyen kimselerin müslümân oluşuna hükmedilir. Bu
sebeple bunların İslâm hakkı hariç, can ve mallarının dokunulmazlığı vardır.
Gizledikleri şeyleri araştırmayıp onları Allah'a havale ederiz. Bunda, küfrü içinde
gizlediği halde dışından müslümân görünen kimsenin müslümanlığmm kabul
edileceğine delil vardır. Alimlerin çoğu bu görüştedirler. İmam Mâlik zındığın yani
küfrünü gizleyip de dıştan müslümân görünen kimsenin tevbesinin kabul edilmeyeceği
görüşündedir. Ahmed b. Habel'in de aynı görüşte olduğu söylenmektedir.
"Allah'a yemin ederim ki namazla zekâtın arasını ayıranlarla mutlaka savaşacağım"
cümlesinden maksad, "namaz kılıp zekâtı inkâr etmek veya vermemek suretiyle bu iki
ibâdeti birbirinden ayıranlarla mutlaka savaşacağım" demektir. İkisinin arasındaki
münâsebete, Kur'an-ı Kerim'-de 82 yerde beraber geçmesi ve namazın dinin direği,
zekâtın da İslâm'ın köprüsü oluşu kâfidir.

Hz.Ebû Bekir, "zekât, malî bir haktır" sözüyle, namaz nasıl bedenî bir farz ise, zekât
da mâlî bir farzdır, yani namaz kılmayan kimsenin nasıl can dokunulmazlığı yoksa,
zekât vermeyenin de mâl dokunulmazlığı yoktur. Binaenaleyh "onunla savaşırım"
demek istemiştir.

Hadiste geçen "ikâl" kelimesinin mânâsında ihtilâf edilmiştir. Lügat ve fıkıh
âlimlerinden bazıları bunun "bir senenin zekâtı" mânâsına geldiğini söylemişlerdir ki,
bu lügat mânâsına da uygundur. Bunlara göre devenin ayağını bağladıkları ipe de
"ikâl" denirse de, burada o manada kullanılmamıştır. Çünkü zekâtta ipi vermek
gerekmediği gibi ipten dolayı savaşmak da caiz değildir. Binaenaleyh bu hadisteki
"ikâl" kelimesini bu mânâya almak doğru değildir. Ebu Ubeyd, Müberred ve Kisâî
gibi lügat âlimleri bu görüştedirler.



Muhakkik âlimlerin çoğuna göre ise, buradaki "ikâl"den maksad, hayvanın bağlandığı
ip, yulardır. Yani zekât olarak alman hayvanın başına takılan iptir. Zira zekât memuru,
bu ipten tutarak zekât hayvanını teslim alır. İmam Mâlik ve İbn Ebî Zi'b'in bu görüşte
oldukları rivayet olunur. et-Tahrîr müellifi de bu görüşü savunup şöyle demektedir:
"İkâl*'den maksad, bir yılın zekâtıdır diyenler yanılmaktadırlar. Çünkü bu söz sıkıntı,
darlık ve mübalâğa makamında söylenmiştir. Binaenaleyh savaşa sebep gösterilen
şeyin az ve kıymetsiz olmasını gerektirir. Bir yılın zekâtı mânâsına alınırsa, bu mana
kaybolur."

Nevevî de bu görüştedir. Sahih olan görüşe göre yular değerinde olan bir zekâtın dahi
verilmemesi halinde onlarla savaşılacağı kast edilmiştir.

Bu kelime yani "ikâl" kelimesi, Rebâh b. Zeyd'in Ma'mer'den, O da Zührî'den,
Zührî'nin de aynı senetle -yani Ubeydullah b. Abdullah'tan-yaptığı nakilde "anâk'l
diye geçmektedir. Bunun için "bazıları "anak" yerine "ikâl" demişlerdir" denildi.
İbn Vehb'in Yunus'tan, O da Zührî'den yaptığı rivayette de "anâk" geçmektedir.
"Anâk" bir yaşma varmayan dişi oğlak manasına gelmektedir. Bundan maksad, -yine
mübalağa makamında söylendiğinden- dişi oğlak gibi az da olsa zekâtın verilmesinin
lâzım geldiği olabileceği gibi gerçek mânâsında kullanılmış da olabilir.
Hernekadar bu kelime, rivayetlerin çoğunda "anâk" diye geçiyorsa da, iki rivayet de
sahihdir ve aralarında bir çelişki yoktur. Hz.Ebû Bekr'-in, sözünü iki defa
tekrarlayarak birinde "İkâl" diğerinde "anâk" dediğine hamledilir. İmam-ı Buharı, "

[81

'anâk" rivayetini tercih etmiştir.
Bazı Hükümler

1. Bu hadis-i şerif, Hz.Ebû Bekr'in ilim, şecaat ve dini emirleri yerine getirmedeki
üstünlüğüne en büyük delildir. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı âlimler, Muhammed
(s.a.) ümmetinin en üstününün, Hz.Ebû Bekir (r.a.) olduğunda ittifak etmişlerdir.

2. Kıyas delildir ve onunla amel etmek caizdir.

3. Amm kıyasla tahsis edilebilir.

4. Gerekirse, yemin edilebilir.

5. Alimlerin bir konuyu tartışması caizdir. Hak belli olunca ona ters düşen görüşten
dönmek gerekir.

6. Hz. Ömer'in hak bildiği şeye olan bağlılığı tartışmasızdır.

7. Devlet başkanının namaz, zekât ve diğer İslâmî vecibeleri terk edenlere savaş
açması vâcibtir. Bundan dolayı Hanefî mezhebi müctehid-lerinden İmam Muhammed
b. Hasan eş-Şeybânî;

"Bir şehir veya köy ahalisi ezan okumamakta birleşecek olurlarsa, devlet başkanı
onlarla savaşır. İslâm şi'ârmdan olan her şeyin hükmü böyledir" demiştir.

8. Devlete isyan edenlerle savaşmak vâcibtir.

9. Mü'min olmak için mutlaka kelâm âlimlerinin gösterdikleri delilleri öğrenmek vâcib
değildir. İslâm dinine tereddütsüz imân etmek yeterlidir. Nitekim cumhurun görüşü de
budur.

10. Müslüman olduğunu söyleyip İslâm'ın emirlerini yerine getiren kimsenin -İslâm
haklarından olan kısas ve had gibi cezalar hariç- can ve mal dokunulmazlığı vardır.

11. Zındığın -küfrünü gizleyip de dıştan müslümân görünen kimsenin-küfrü ya
başkasının onun kâfir olduğuna şahidlik yapması veya kendisinin itiraf etmesiyle



bilinir. Bunun tevbesi konusunda ise, müctehidler ihtilâf etmişlerdir:

a. Zındığın tevbesi kabul edilmez, öldürülür. Ancak şu var ki, tevbe-sinde samimi ise,
âhirette tevbesinin faydasını görecek ve cennete girebilecektir. İmam Malik ile, bir
rivayete göre Imam-ı A'zâm ve Ahmed b. Hanbel bu görüştedirler.

b. Zındığın tevbesi kabul olunur. İmam Şafiî'den rivayet edilen görüşlerin en doğrusu
budur. Çünkü delili sahih hadislerdir.

c. Zındık, bir defa tevbe ederse, kabul edilir. Tekrar tekrar tevbe etmesi hâlinde kabul
edilmez.

d. Kendiliğinden tevbe ederse, kabul olunur. Ama idam edilmek üzere iken tevbe
ederse, kabul olunmaz. İmam Mâlik'ten rivayet edilen bir görüş de budur.

e. İslâm'dan başka bir görüşün propagandasını yapanlardan ise, tevbesi kabul edilmez,
değil ise, kabul edilir.

Şâfıîlerden bu, beş görüşün hepsi rivayet edilmişse de, İmam Şafiî'nin nassan
söylediği görüş ikinci görüştür.

12. Bir kâfirin müslümân olduğuna hükmedebilmek için kelime-i tevhidi yani
"Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun resulüdür" sözünü söylemesi gerekir.
Bunu söylemeyen kâfirlerle savaşmak vâcibtir.

13. İslâm, zahire göre hükmeder. Gizli olan şeylerin hesabım sormak kula değil
Allah'a aittir.

14. Ashab-ı kiramın büyükleri bile, sünneti bilmede eşit değil, birinin duyduğu hadis-i
şerifi diğeri duymamış olabilir. Bu sebeple ashabın sünnet bilgisi rivayet ettikleri hadis
sayısı ile ölçülemez.

15. İrtidat dinden dönen kimsenin üzerinden vermesi gereken zekâtı düşürmez.

1557. ...Yûnus Zührî'den (bu hadisi) naklederken onun şöyle dediğim rivayet etmiştir:
Ebû Bekir:

İslâm'ın haklarından birisi de zekât vermektir dedi. Yine Yunus, Zührî'nin ("anâk"

um

değil) "İkâl" dediğini haber vermiştir.
Açıklama

Bir önceki rivayette geçen "zekât vermek, mâlî bir hakdır"

cümlesi -görüldüğü gibi- bu rivayette "İslâm'ın haklarından biriside zekât vermektir"
şeklinde geçmektedir. Bununla İslâmm rükünlerinden birisi de zekât vermek olduğu
ifade edilmiş olmaktadır.

Hz.Ebû Bekir bu sözü söylemekle, Hz.Ömer'in itirazına cevap vermek istemiş ve
namaz kılmayanlarla savaşılacağını bildiğinden zekâtı, namaza kıyas etmiştir. Nasıl ki
namaz, İslâm'ın bir rüknü ise ve onu edâ etmeyenlerle savaşmak gerekiyorsa, zekât da
İslâm'ın bîr rüknüdür ve verilmediği takdirde savaşmak gerekir, demek istenmiştir.
Bu hadisi Zührî'den Ukayl, Ma'mer, Şuayb, ez-Zübeydî ve Yunus rivayet etmişlerdir.
Bir önceki Ukayl rivayetinde geçen "ikâl", Ma'mer; Şuayb ve ez-Zübeydî
rivayetlerinde *• 'anâk" diye geçmektedir. Yunus rivayetini ise, .Anbese " 'Anâk", İbn
Vehb de birinde " 'anâk", birinde de "ikâl" diye rivayet etmişlerdir. Görüldüğü gibi,
rivayetlerin çoğunda bu kelime "anâk" diye geçmektedir ki İmam Buhârî de bunu
tercih etmiştir. Ancak şu var ki, -daha önce de dediğimiz gibi- bu rivayetlerin ikisi de



sahihtir. Hz.Ebû Bekir bir defasında 'ikfıl", bir diğerinde de "anâk" demiş olabilir.
Buna manî hiç bir hal yoktur.

İbn Vehb'in Yûnus'tan rivayet ettiği bu hadisin senedinde Zührî ile Hz. Ebû Bekir
arasında geçen şahıstan yani Zührî'nin bu hadisi kendisinden rivayet ettiği şahıstan söz
edilmemektedir. Oysa ki Zührî, Hz.Ebv Bekir ile görüşmemiştir ve arada -önceki,
rivayete göre- Ubeydullah b Abdullah ve Ebu Hureyre bulunmaktadır. Bu nedenle de

im

bu hadis mu'daldir.
Bazı Hükümler

1. Zekat vermek, islam'ın bir ruknu, -şartlarım haiz- müslümanlarm bir
yükümlülüğüdür.

2. Az olsun çok olsun, İslâm'ın hakkım yerine getirmeyenle savaşmak vâcibtir.

3. İslâm'ın hakkı, devlet başkanı tarafından -savaşla bile olsa- alınmalıdır.

4. Ehil olanların kıyas yapmaları ve onunla amel etmeleri caizdir.

5. Zekâtla namazın hükmü birdir.Kirmânî'ye zekâtını bilerek vermeyenin hükmü
sorulunca: "Namazın hükmü ile birdir" cevabını vermiş ve "Ebu Bekir (r.a.)'in zekât

[121

vermeyenlerle savaşması bundan dolayıdır" demiştir.
2. Zekâta Tabi Mallar

1558. ...Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)den; demiştir ki: Resûlullah (s. a.) şöyle buyurdu:
"Beşten az olan devede zekât yoktur. Beş ukiyye'den az olan "gümüş"de zekât yoktur.

£131

Beş veskten az olan (hurma, üzüm ve hububat) da zekât yoktur."
Açıklama

"Zevd" âlimlerin çoğuna göre üçten ona kadar olan de-ve sürüsüne denir. Bazıları da
"ikiden dokuza kadar olan deve sürüşüdür" demişlerdir. Bu kelime arapçada müfredi
olmayan "kavm, raht" gibi cemilerdendir.

Sadaka, insanın başkasına sevap gayesiyle Allah rızâsı için verdiği şeydir. Burada ise
farz olan zekât manasında kullanılmıştır.

Buna göre hadisin "beşten az olan devede zekât yoktur" fıkrası, develerin nisabının
beş deve olduğuna delâlet etmektedir. Şu halde beşten az devesi olan kimse
develerinin zekâtım vermekle mükellef değildir.

Hadisin "beş ukiyyeden az olan "gümüş"de zekât yoktur" fıkrasına gelince:
"Evâk" kelimesini, Buhârî ile Ebû Dâvûd "ya" sız diye Müslim de "ya ve rivayet
etmişlerdir. Her ikisi de "ukiyye"nin çoğuludur ve Nevevî'nin dediği gibi her iki
rivayet de sahihtir. Arabcada bu kelimenin vakiyye diye kullanılmasını lügat âlimleri
hoş karşılamamışlar dır.

Ukiyye kelimesi her ne kadar dilimizde "okka" diye geçmekte ise de, ikisi ağırlık
yönünden farklıdır.

Alimlerin hepsi bir "ukiyye"nin kırk dirhem olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu,
Ehl-i Hicaz'ın ukiyyesi olduğundan, "Hicaz ukiyyesi" diye bilinmektedir. Her yerin



kendisine mahsus bir ukiyyesi vardır. Bazı yerlerde yedi miskâle, bazı yerlerde de
dokuz miskâle bir "ukiyye" demişlerdir. Fakat şer'an nisaba ölçü olan ukiyye, her
yerde kırk dirhemdir. Bu sebeple vaktiyle memleketimizde 400 dirhem olarak bilinip
kullanılan okka ayrı bir şeydir karıştırmamak gerekir.

Bir ukiyye kırk dirhem olduğuna göre, beş ukiyye iki yüz dirhem etmektedir ki bu,
gümüşün nisabı olmuştur.

Ukiyye ile dirhemin miktarı Peygamber (s.a.)'in muhatapları olan ashab-ı kiram
tarafından biliniyordu. Nitekim Kadı Iyâz şöyle der: "Hz.Peygamber "Beş ukiyye
gümüşte zekât vardır, iki yüz dirhem (gümüş)den beş dirhem zekât veriniz"
buyurduğu halde, O'nun zamanında ukiyye ile dirhemin miktarlarının bilinmemesine
imkân yoktur. Çünkü zekâtın bunlarla verileceğini bildiren bizzat Resûlullah (s.a.)'dır.
Sahih hadislerde de geçtiği üzere ahş- verişler nikâhlar hep bunlarla yapılıyordu.
Bundan anlaşılıyor ki, "Dirhemlerin miktarı Abdülmelik b. Mervân zamanına kadar
belli değildi. Onları âlimlerin görüşüne göre Abdülmelik topladı da her on dirhemin
yedi miskâl ağırlığında ve her dirhemin ağırlığım da altı dânık kabul etti." iddiasında
bulunanların sözü bâtıldır. Sıhhatli bir söz değildir. Ancak bunlar müslümanlar
tarafından belirli bir şekilde basılmış değildir.

Bazısı Acem, bazısı Rum basmasıydı, Yani bazıları büyük, bazıları küçük, bazıları da
hiç basılmamış ve nakşedilmemiş gümüş parçalarından ibaretti. Sonra bazıları Yemen,
bazıları da Mağrib'e aittiler. Böylece çok çeşitli dirhemler tedavülde idi. Nihayet halife
Abdülmelik, zamanındaki âlimlerin muvafakatini alarak bu değişik dirhemleri
toplayıp bunlar yerine İslâ-mî ve standart dirhem bastırdı. Artık basılan bu para
piyasaya sürülmekle değişik yabancı dirhemlere ve küçüklü büyüklü kesilmiş gümüş
parçalara ihtiyaç kalmadı. Binaenaleyh şübhesiz dirhemler, o zaman malum idi. Eğer
malum olmasaydı, zekât cezaları ve kul hakları nasıl dirheme ve ukiyyeye
bağlanırdı?"

Ebu Saîd el-Hudrî'nin rivayet ettiği bu (1558 no'lu) hadisten de anlaşıldığına göre
Peygamber (s.a.Vin kendilerine hitab ettiği şahıslar tarafından dirhemle ukiyye
biliniyordu. Aksi takdirde Hz. Peygamber onları mec-hûl bırakmaz, açıklardı.
Bu konuda Nevevî de şunları söylemiştir:

"Resûlullah (s.a.) zamanında dirhemlerin ağırlığı malumdu. Dirhem denildiği zaman
ilk akla gelen belirli ağırlıktaki dirhemdi. Zekât vs. hakların tealluk ettiği dirhem de
odur. Bu elbette o zamanlarda başka dirhem yoktu, mânâsına gelmez. Yani "dirhem"
kelimesi, mutlak olarak kullanılmadığında belirli ağırlığı olan dirhem kast ediliyordu.
Diğer dirhemler Ye-menî, Mağribî... diye mukayyed olarak zikrediliyordu. Peygamber
(s.a.)'hı onu mutlak olarak zikretmesi, bilinen dirhemi kaydettiğine hamledilmiş-tir. O
da, her "on dirhem = yedi mıskal" olanıydı. îlk asırda yaşayanlarla ondan sonrakiler
günümüze kadar bu hususta ittifak etmişlerdir ki onların Hz.Peygamber ile Hulefa-ı
Râşidîn'm zamanında olandan başka bir-şeyin üzerinde ittifak etmeleri caiz olmadığı
gibi öyle bir şey de düşünülemez."

Bu mevzu ile ilgili en geniş ve kıymetli bilgi Tefsir, Hadis, fıkıh ve lügat alanında
imam kabul edilen Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm'm "Kitâbu'l- Emval" adlı eserinin
"Sadaka ve ahkâmı" bahsinde verilmiştir. Şöyle denilmektedir:

"İslâmiyetten önce dirhemler irili-ufaklı idi. Her ikisinden de zekât veriliyordu.
Büyükleri (dirhem-i kebir) 8 dânık, küçükleri (dirhem-i sağîr) ise 4 dânık idi.
Müslümanlar dirhemleri basmak istediler. Büyük dirhemi küçük dirheme katarak iki
eşit dirhem yaptılar. Böylece altışar dâmklık iki dirhem meydana geldi. Sonra



dirhemleri miskallerle ölçtüler -ki mis-kal, eksilip artmayan belirli bir ölçüdür- bir
tanesi altı dânıktan ibaret olan on dirhemi miskalle tartınca yedi mıskal ağırlığında
geldiğini gördüler. Büyüklü küçüklü dirhemler arasında bu dirhem, ortayı teşkil
ediyordu ki, zekât konusunda Resûlullah (s.a.)'in sünnetine de uygun idi. Binaenaleyh
dirhem, ondan sonra öyle devam etti. Alimler de bunda ittifak etti. Artık bir dirhem
altı dânık olarak değişmeden devam etti. Halk zekâtını buna göre verip bundan hiçbir
suretle ayrılmadı. Ahş- veriş de buna göre cerayan etti."

Mâverdî'nin el-Ahkâmu's-Sııltâniyye adlı eserindeki "islâmiyette bir dirhemin 6 dânık
oluşu sabit olmuştur. Her on dirhem yedi miskâle eşittir" sözü ile aynı görüşü
desteklemektedir.

Bu nakillerden anlaşıldığına göre her on dirhemin, yedi miskal oluşunda bütün âlimler
ittifak halindedirler. Ancak şu var ki dirhem-i şer'î diye bilinen bu dirheme sonradan
gerekli ehemmiyet verilmemiş ve bazı memleketlerde başka ağırlıkta olan dirhemler
ihdas edilmişti. Bu durum, bazı âlimleri "her memlekette muteber olan dirhem, o
memleketin dirhemidir" demeye sevk etmiştir. Nitekim Hanefîlerin meşhur fıkıh ki-
taplarından olan "Dürr'adh eserde "Fetva, her memleketin kendine mahsus ölçüsünün
nazar-i itibâra alınmasına göredir." denilmiştir. İbn Abîdîn de bu görüşün
"Velvâliciyye" ve "Hülâsa'Ma İbnu'l-Fadl'a isnad edilerek zikredildiğini Serahsî'nin de
görüşünün bu olduğunu ve "Müctebd", "Cem'ün'-Nevazil ve '1-Uyûn", "Mi'râcu'd-
dirâye", "Hâniyye" ile "Fethu'l-Kadîr" adlı eserlerde bu görüşün tercih edildiğini
söylemektedir.

Böylece ortaya dirhem-i şer'îden başka bir dirhem çıkmış ki buna da dirhem-i örfî

denilmiştir. Ancak şu bilinmeli ki, cumhur "zekât, mehir, diyet ve hırsızlığın nisabında

muteber olan dirhemin, dirhem-i şer'î olduğu" görüşündedir.

Şer'î dirhemin kırat ve taneye göre ölçülmesine gelince bunda ihtilâf edilmiştir.

Hanefilere Göre: Bir dirhem-i şer'î, on dört kırattır. Bir kırat iseA. ortalama beş arpa

tanesi ağır İlgındadır. Buna göre bir dirhem-i şer'î, yetmiş arpa ağırlığmdadır.

Bir mıskal ise yirmi kırata eşittir ki, yüz arpa ağırlığına denktir.

Yedi miskal-i şer'î, on dirhem-i şer'îye eşit olduğuna göre bir dirhem-i şer'î ile bir

miskâl-i şer'î şöyle gösterilebilir:

Bir dirhem = 14 kırat = 70 arpa = 7/10 miskal,

Bir miskal = 20 kırat = 100 arpa = 3/7 dirhemdir.

Dirhem-i örfî ise, 1 6 kırattır. Bir kırat-i örfî de dört buğday tanesi ağırlığmdadır. Buna
göre bir dirhem-i örfî, altmış dört buğday tanesi ağırlığmdadır.

Bir miskâl-i örfî de 24 kırattır ki, doksan altı buğday tanesi ağırlığm-dadır. Buna göre
bir dirhem-i örfî ile bir miskâl-i örfî şöyle gösterilebilir:
Bir dirhem = 16 kırat = 64 buğday = 2/3 mîskai
Bir miskal = 24 kırat = 96 buğday - 1,5 dirhemdir.

Görüldüğü gibi dirhem-i şer'î ile dirhem-i örfî' nin ar asındaki fark çok azdır. Bu
farkın, -Mahmud Muhammed Hattab es-Sübkî'nin de el-Menhel'de dediği gibi-
buğday tanesinin arpa tanesinden biraz ağır olmasından ileri geleceği kuvvetle
muhtemeldir. Bu kuvvetli ihtimal göz önüne alındıca, iki dirhem arasında hakiki bir
fark kalmamış oluyor. Belki de Hanefi âlimlerinin dirhemi örfîyi nazar-ı itibara
almaları bu sebeptendir.

Dirhemlerin grama çevrilmesinin esası, ortalama buğday taneleri ile uçlarındaki
kılçıkları kesilmiş ortalama arpa tanelerinin tartılmasına bağlı olduğundan bir
dirhemin kaç gram olduğu hususunda neticeler farklıdır. Şöyle ki:



Menhel yazarı Hattâb es-Sübkî'ye göre bir dirhem-i örfî 3,12 gramdır. Gümüşün nisabı
iki yüz dirhem olduğuna göre 200 x 3,12 = 624 gramdır.

Miskal-i örfî de bir buçuk dirhem-i örfî olduğuna göre bir miskal-i örfî 4,68 gram
olmuş olur. Altının nisabı 20 miskal olduğuna göre: 20 x 4,68 = 93,6 gramdır.
Merhum Ömer Nasuhî Bilmen'e göre ise, bir dirhem-i örfî 3,2 gramdır. Bir dirhem-i
şer'î ise 2,8 gramdır. Buna göre gümüşün nisabı 200 x 2,8 = 560 gramdır. Buna göre
miskâl-i örfî 4,8 gram, miskal-i şer'î de 4 gramdır. Buna göre altının nisabı miskal-i
örfîye göre 20 x 4,8 = 96 gram, miskal-i şer'îye göre de 20 X 4 — 80 gramdır.
Bu konuya bir daha dönüleceği için şimdi de diğer mezheblere göre konunun
incelenmesine geçelim.

Mâtikî, Şafiî ve Hanbelîlere göre: Bu üç mezhep âlimlerinin meşhur kavline göre bir
dirhem-i şer'î 50 2/5 arpa tanesi ağır İlgındadır. Bir miskâl-i şer'î de 72 arpa tanesine
eşittir.

Bu üç mezhebin bazı âlimlerine göre ise, bir dirhem-i şer'î 57 3/5 arpa, bir miskâl-i
şer'î de 82 3/10! arpa ağır İlgındadır.

Meşhur kavil ile diğer kavil arasındaki bu ihtilâfın menşe'i, -Menhel yazarı Hattâb es-
Sübk-î'nin de dediği gibi- arpa tanelerinin hafiflik ve ağırlık, büyüklük ve küçüklük
yönünden bir birinden farklı oluşudur. Zira dolgun 50 arpa tanesi, 70-80 hafif arpa
tanesine eşit ağırlıktadır.

Bu üç mezheb âlimlerinin meşhur kavline göre gümüşün nisabını hesaplamak için
dirhem-i şer'îyi dirhem-i örfîye çevirmek gerekir. Menhel yazarı Hattâb es-Sübkî bu
hesabı şöyle yapmıştır:

Bir dirhem-i şer'î 50 2/5 arpa tanesi olduğuna göre, iki yüz dirhem-i şer'î arpaya
çevrildiğinde 200 x 50 2/5 = 10080 arpa eder. Bu rakam -bir dirhem-i örfi 64 buğday
danesi'ne eşit olduğundan -64'e bölündüğünde 157,5V çıkar. Buna göre gümüşün
nisabı: 200 dirhem-i şer'î = 157,5 dirhem-i örfî = 491,48 gramdır.
Altının nisabını da şöyle hesablamıştır:

Bir miskal-i şer'î 72 arpa, nisab da 20 miskal olduğuna göre 20 x 72 = 1440 arpa olur,
1440 arpa, miskâl-i örfî olan 96'ya bölündüğünde (1440:96) 15 miskal-i örfi çıkar.
Bir miskâl-i örfî bir buçuk dirhem-i örfi olduğuna göre 15 miskâl-i örfi 22,5 dirhem-i
örfî yapar. Bir dirhem-i örfi 3,12 gram, olduğundan (22,5 x 3,12) 70,2 gram. Buna
göre altının nisabı: 20 miskâl-i şer'î =15 miskâl-i örfîk'22, 5 1 dirhem-i örfi = 70,2
gramdır.

Hanefîlerle bu üç mezheb âlimlerinin arasındaki bu ihtilâfı son zamanlarda bu konuda
dirhem-i miskâle mukayese yoluyla inceleme yapanlar izâle edip bir neticeye
varmışlardır. Şöyle ki:

"Miskal cahiliye devrinde de İslâmiyet devrinde de birdi" noktasından hareket edilerek
doğu ve batıdaki müzelerde o zamanlardan kalma miskaller tartılmış ve ağırlığı
öğrenilmiştir. Her on dirhemin, yedi miskâle eşit ağırlıkta olduğunda ittifak olduğuna
göre, miskalinj ağırlığımı bilmek meseleyi halleder. Müzelerde yapılan tartma
işleminden bir miskalin 4,25 gram ağırlığında olduğu anlaşılmıştır. Buna göre bir
dirhem: 7 x 4,25 »4- 10 = 2,975 gramdır. Bu yol dirhem-i şer'î ve miskalin ağırlığım
bilmede hatadan en uzak olan yoldur. Buna göre gram olarak gümüşün nisabı:
2,975 x 200 = 595 gram, ' altının nisabı ise:
4,25 x 20 = 85 gramdır.

Bu duruma göre gümüşün nisabını 595 gram, altının nisabını da 85 gram olarak
hesaplamak daha uygundur.



Hadiste geçen "Evsuk" kelimesi, "vesk" veya "visk"in çoğuludur. Ancak vesk şeklinde
okunuşu daha meşhurdur. Vesk, aslında yük manasında kullanılmaktadır. Burada ise,
altmış sa' mânâsmdadır. Bununla ilgili ayrıntılı bilgi bundan sonraki hadiste
İMİ

verilecektir.
Bazı Hükümler

1. Devenin nisabı, 5 'tir. Yani beşten az devenin zekatı verilmez, ancak beş ve daha
tazla olursa zekâtını vermek farzdır.

2. Gümüşün nisabı beş ııkiyye (iki yüz dirhem)dir. Yani iki yüz dirhem (595 gram)dan
az olan gümüşün zekâtını vermek farz değil, daha fazlası olursa farzdır.

3. Gümüşün zekâtında, gümüşün kıymeti değil ağırlığı muteberdir.

4. Beş veskten az olan mahsûlün zekâtı verilmez. Daha fazla olursa vermek gerekir.
Yerden çıkan mahsûlün zekâtı yani öşür ile ilgili fıkhı hükümler, bundan sonraki
hadisin açıklanmasında gelecektir.

5. "Sadaka" kelimesi zekât mânâsına kullanılabilir.

1559. ...Ebû Saîd el-Hudrî'nin merfu' olarak rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.):
"Beş vesk'ten az olan (hurma, üzüm ve hubûbat)da zekât yoktur.Bir vesk damgalanmış

[161

altmış sa'dır" buyurmuştur.

Ebû Dâvûd dedi ki: Hadisin senedinde geçen Ebu'l-Bahteri, Ebû Saîd'den hadis

im

duymamıştır.
Açıklama

Bu hadis bir önceki hadiste geçen "beş vesk'ten az olan (hurma, üzüm ve hubûbat)da
zekat yoktur", fıkrasını te'yid ettiği gibi vesk'in miktarım da açıklamaktadır.
Daha önce belirttiğimiz gibi "evsuk" kelimesi, "vesk" veya "visk'-'in çoğuludur. Vesk
veya viskin anlamı deve, katır ve merkebin yükü demektir. Burada ise, altmış sa'
manâsında kullanılmıştır.

Bir vesk'in altmış sa' olduğu hususunda ittifak vardır. Sa' ise, dört müdde eşit olan bir
ölçektir. Müddün kaç rıtıl olduğu hususunda ise, fakihler arasında ihtilâf vardır.
Ebû Hanife, Muhammed ve Irak fakihlerine göre bir sa', sekiz rıtl-ı Bağdadî'ye eşittir.
Mâlik, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Ebû Yusuf ve Hicaz fakihlerine göre ise, bir sa', 5 1/3
rıtl-ı Bağdadî'dir.

Bazı âlimler demişler ki, bu ihtilâf su ile buğdayın özgül ağırlıkları arasındaki farktan
neş'et etmiştir. Yani bir sa'm sekiz ntl olduğunu söyleyen fakihler, bir sa'm aldığı
suya, itibar etmişlerdir. 5 1/3 rıtıl olduğunu söyleyen âlimler de onun aldığı arpa veya
hurmaya itibar etmişlerdir. Bir başka ifadeyle 8 rıtıl su, 5 1/3 rıtıl buğdaya muadildir.
Hal böyle olunca sa' ve müdd miktarı hakkında bir ihtilâf kalmıyor.
Hanelilerin muteber saydığı rıtla "rıtl-i Irâkî" veya "rıtl-ı Bağdadî" Malikî, Şafiî ve
Hanbelîler'in kabul ettiği rıtla da "Medine rıtlı" veya "Rıtl-ı Hicâzî" denilmektedir.
Rıtıl, sa' ve vesk'in dirhem ve gram olarak hesabı:



1. dirhem-i örfî (3,12 gr.)'ye göre:

a. Hanefılere göre bir rıtl-ı bağdadî, 130 dirhemdir.

Bir rıtl = 130 dirhem, bir dirhem-i örfî = 3,12 gr. Bir rıtıl = 130 X 3,12 = 405,6
gr-

Bir sa' = 8 rıtıl x 130 dirhem = 1040 dirhem.
Bir sa = 1040 dirhem x 3,12 = 3,244 kgr.
Bir vesk = 60 sa' x 1040 dirhem = 62400 dirhem
Bir vesk = 62400 x 3,12 - 194,688 kgr.
Beş vesk =5x194,688 = 973,440 kgr.

b. Şafiîlerle Hanbelîlere göre bir rıtıl 128 4/7 dirhemdir. Buna göre:
Bir rıtıl = 128 4/7 dirhem = 128,57 dirhem,

Bir rıtıl = 128,57 x 3,12 = 401.14 gr.

Bir Sa' = 5 1/3 rıtıl x 128 4/7 - 685 5/7 dirhem o da 685,71 dirhem'e eşittir.

Bir Sa' - 685,71 dirhem- X 3,12 = 2,140 kgr.

Bir Vesk = 60 sa' x 685,71 dirhem = 41 142,60 dirhem

Bir Vesk = 41 142,60 x 3,12 = 128,365 kgr.

Beş Vesk = 5 X 128,365 = 641,825 kgr.

c. Malikîler'e göre bir rıtıl, 128 dirhemdir. Buna göre: Bir rıtıl =128 dirhem.
Birrıtıî= 128 X 3,12 = 399,36 gr.

Bir Sa' = 5 1/3 rıtıl x 128 dirhem - 682,66 dirhem.

Bir Sa' = 682,66 dirhem X 3,12 = 2,130 kgr.

Bir Vesk - 60 sâ' x 682,66 dirhem = 40959,60 dirhem.

Bir Vesk = 40959,60 X 3,12 = 127,794 kgr.

Beş Vesk = 5 X 127,794 = 638,970 kgr.

2. Dirhem-i şer'î (2,8 gr.)'ye göre:

a. Henefîlere göre:

Merhum Ömer Nasuhî Bilmen'in hesabına göre, bir dirhem-i şer'î -2,8 gr.

Bir rıtıl =130 dirhem.

Bir rıtıl = 130 X 2,8 = 364 gr.

Bir Sa' = 8 rıtıl x 130 dirhem = 1040 dirhem

Bir Sa' = 1040 dirhem X 2,8 =2,912 kgr.

Bir vesk = 60 sa' X 1040 dirhem = 62400 dirhem

Bir vesk = 62400 X 2,8 = 174,720 kgr.

Beş vesk = 5 X 174,720 = 873,600 kgr.

b. Şafiîlerle Hanbelîlere göre:

Bir rıtıl = 128 4/7 dirhem = 128,57 dirhem

Bir rıtıl = 128,57 X 2,8 = 359,99 gr.

BirSa' -5 1/3 rıtıl x 128 4/7 = 685 5/7 = 685,7 l'dirhem.

Bir Sa' - 685,71 dirhem X 2,8 = 1,920 kgr.

Bir Vesk = 60 sa' X 685,71 dirhem - 41142,60 dirhem

Bir Vesk - 41142,60 X 2,8 = 115, 199 kgr.

Beş Vesk = 5 X 115,199 = 575,595 kgr.

c. Mâlikîlere göre:
Bir rıtıl =128 dirhem

Bir rıtıl = 128 X 2,8 = 358,4

Bir Sa' = 5 1/3 rıtıl X 128 dirhem = 682,66 dirhem



Bir Sa' - 682,66 dirhem x 2,8 = 1,911 kgr.

Bir Vesk = 60 sa' X 682,66 dirhem = 40959,60 dirhem

Bir Vesk = 40959,60 X 2,8 = 1 14,687 kgr.

Beş Vesk = 5 X 1 14,687 = 573,435 kgr.

3. Dirhemi miskale mukayese yoluyla grama çevirme:

a. Hanelilere göre:

Bir rıtıl =130 dirhem. Bir dirhem = 2,975 gr.

Bir rıtıl = 130 X 2,975 = 386,75 gr.

Bir sa' = 8 rıtıl x 130 dirhem = 1040 dirhem

Bir sa' - 1040 dirhem X 2,975 = 3,094 kgr.

Bir Vesk - 60 sa' x 1040 dirhem = 62400 dirhem

Bir Vesk = 62400 X 2,975 = 185,640 kgr.

Beş Vesk = 5 x 185,640 = 928,200 kgr.

b. Şafiîlerle Hanbelîlere göre:

Bir rıtıl = 128 4/7 = 128,57 dirhem

Bir rıtıl = 128,57 X 2,975 = 382,495 gr.

Bir Sa' - 5 1/3 rıtıl X 128 4/7 = 685 5/7 - 685,71 dirhem

BirSa' =685,71 dirhem x 2,975 = 2,034 kgr.

Bir Vesk = 60 sa' x 685,71 dirhem = 41142,60 dirhem

Bir Vesk =41142,60 X 2,975 = 122,399

Beş Vesk = 5 X 122,399 - 611,995 kgr.

c. Mâlikilere göre:
Bir rıtıl = 128 (Jirhem

Bir rıtıl = 128 X 2,975 =380,80

Bir sa' = 5 1/3 rıtıl X 128 dirhem - 682,66 dirhem

Birsa' = 682,66 dirhem X 2,974 =2,031 kgr.

Bir Vesk = 60 sa' x 682,66 dirhem = 40959,60 dirhem

Bir Vesk = 40959,60 X 2,975 - 121,855 kgr.

Beş Vesk = 5 X 121,855 = 609,275 kgr.

Dirhemi grama çevirmede en sıhhatli yol daha önce de belirtildiği gibi bir dirhemin
2,975 gr.' olmasıdır. Buna göre -mezhepler arası hesap farklılıkları da dikkate
alınarak- mahsûlde zekâtın nisabı:

a. Hanefîlere göre yaklaşık olarak 928,5 kgr,

b. Şafiîlerle Hanbelîlere göre yaklaşık olarak 612 kgr,

c. Mâlikîlere göre yaklaşık olarak 610 kgr. dır.

Netice olarak diyebiliriz ki; üzüm, hurma ve hububatın nisabında zikr edilen
rakamların en ihtiyatlısı 610 kg. olanıdır. Bundan az miktarda mahsulü olan zekât
vermekle mükellef değildir. Daha fazla olursa zekâtım vermelidir. Bu durum, bu
hadisle amel edenlere göredir. Daha doğrusu bu konuda da ihtilâf edilmiştir.
İmam Malik, İmam Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Ebû Yusuf ve İmam
Muhammed yerden çıkan mahsulün beş vesk olması halinde zekâtının verilmesinin
farz olduğu görüşündedirler. Yerden çıkan mahsûlün zekatına öşür denilmektedir.
İbn Abbâs, Nehaî ve Ebû Hanife'ye göre yerden çıkan mahsul az veya çok olsun, sun'î
şekilde veya yağmurla sulansın zekâtı verilir. Bundan dere boylarında biten kamış,
odun ve ot müstasnâdır.

Nevevî diyor ki: "Bu hadiste (yani bundan önceki hadiste) iki şeye değinilmiştir. Birisi
sayılanlarda zekâtın vâcib olması, diğeri bunlardan daha az miktarlarda zekâtın vâcib



olmamasıdır. Bu iki konuda müslümanlar arasında hilaf yoktur. Yalnız Ebu Hanife ile
seleften bazıları hububatın azma da çoğuna da zekât lâzım geldiğini söylemişlerdir ki,
bu görüş bâtıldır ve sahih hadislere ters düşmektedir."

Buhârî sarihi Aynî, Nevevî'riin bu sözüne Umdeiü'l-Kaari adlı eserinde şöyle karşılık
vermiştir:

"Bu çirkin bir sözdür. İlim, fazilet, zühd sahibi ve tâbmnun büyüklerine olan yakınlık
yönünden önde gelen bir imam hakkında böyle bir söz söylemek doğru değildir.
Bilhassa kendisi gibi halk arasında geniş ilmi, büyük zühd ve insafı ile tanınmış bir
zattan böyle yerlerde güzel sözler beklenir, âlimlere yakışan budur. Kötü sözler ancak
bâtılda direnen mutaassıblardan beklenir. Nevevî bu görüşün batıl oluşu ile sahih
hadislere muhalefetini, yalnız Ebû Hanife'ye değil, seleften bazılarına da nisbet etmiş-
tir. Seleften murad, Ömer b.Abdulaziz, Mücâhid ve Nehaî'dir."

Abdurrezzâk "MusanneP'inde senedini vererek Ömer b. Abdulaziz'den naklen şu
haberi tahrîc etmiştir:

"Ömer: yerden çıkan mahsûlün azma da çoğuna da öşür vardır" demiştir.
İmam Züfer de bu görüştedir.

Bunların delili "Sizin için yerden çıkardığımız rızıklardan da infak ediniz" ve "Hasat
günü yerden çıkan mahsûlün hakkını verin" âyetleriyle; Müslim, Nesaî ve Ahmed b.
Hanbel'in Câbir'den merfû olarak rivayet ettikleri "Nehirlerle 1 yağmur sularının
suladıkları mahsullerde Öşür, hayvanla sulanan mahsullerde de yarını öşür vardır"
hadis-i şerfıdir. (Ayrıca bk. Hadis no: 1596-1597)

Bunlar cumhurun delili olarak ileri sürdüğü "beş veskten az olan mahsulde zekât
yoktur" hadisini ise, ticâret zekâtına hamletmişlerdir. Veya-hutta "Amm ile hâs tearuz
edip de hangisinin sonra olduğu bilinmezse ihtiyaten âmm hassa takdim edilir"
kaidesine göre ictihâd etmişlerdir. Ancak Cumhura göre onların bu hadisi ticaret
zekâtına hamletmeleri hadisin zahirini delilsiz olarak başka mânâya çekmektir.
Ammın hassa takdimim ise, kabul etmemektedirler. Çünkü onlara göre hass, amma
takdim edilir.

Hadiste geçen "damgalanmış altmış sa' "dan murad, artırılıp eksiltilmesin diye üzerine
mühür vurulan ölçektir. Bunu Vaktiyle hükümdarlar öyle yaparlarmış. Altmış
sa'myani bir veskin kaç kg. olduğunu daha önce zikretmiştik.

Ebû Dâvûd, "Ebu'l-Bahterî, Ebû Said'den hadisi işitmemiştir" demekle, bu hadisin,
munkati olduğuna işaret etmiştir.

Nitekim İbn Mâce bu hadisi Câbir'den, Dârekutnî de Hz.Aişe'den zayıf senetlerle
rivayet etmişlerdir. Ayrıca Ebû Hatim'in, "Ebul-Bahterî, Ebû Saîd'm zamanına

£181

ulaşamamıştır" sözü de Ebû Davud'un bu beyanını te'yid etmektedir.
Bazı Hükümler

1. Beş veskten az olan mahsulde zekât yoktur.

£191

2. Bir vesk, altmış sa'dır.



1560. ...Mugîre (b. Mıksem)den rivayet edildiğine göre İbrahim (en-Nehai) şöyle
demiştir:



1201

Bir vesk, -Haccâc sa'ıyle- damgalanmış altmış sa'dır.



Açıklama

İbrahim'den murad, İbrahim en-Nehâî'dir. Haccâc'tan maksat da Haccâc-i Zâlim
dîye tanınan Haccâc b. Yu-

suftur. Bu haber bir önceki hadiste geçen "bir vesk, damgalanmış altmış sa'dır"
fıkrasını te'yid etmektedir.

Bir sa'm, müdd, rıtıl, dirhem ve gram olarak miktarı bir önceki hadisin açıklamasında



belirtilmiştir.

1561. ...Habîb el-Mâlikî'den; demiştir ki: Bir adam, İmrân b. Husayn'a;

Ya Ebâ'n-Necîd! Siz bize bir takım hadisler rivayet ediyorsunuz. (Halbuki) biz onlara

Kur'ân'dan asıl bulamıyoruz? dedi.

Bunun üzerine İmrân kızdı ve adama şöyle dedi:

Her kırk dirhemde bir dirhem (zekât) olduğunu Kur'ân'da buldunuz mu? Her şu kadar
koyundan bir koyun, her şu kadar deveden şu kadar deve (verileceğini) Kur'ân'da
buldunuz mu? Adam:
Hayır, dedi. İmrân:

Kimden öğrendiniz bunları? Bizden öğrendiniz, biz de Resülullah (s.a.)'den

I22J

öğrendik; ve buna benzer (daha bazı) şeyler söyledi.
Açıklama

Habib el-Mâlikî'nin "bir adam" dediği kişinin adı bilinmemektedir. Ebu'n-Necîd ise,
imrân b. Husayn'm künyesidir.

"Kur'anda onlar için asıl bulamıyoruz" sözüyle "Kur'anda aslı olmayan şeye nasıl
itimad edilir?" demek istemiştir.

Adamın Kur'ân'da açıkça zikredilmeyen bir çok hükümleri inkâr etmesinden ve
"Resülullah, size ne getirdiyse onu alın, sizi neden nehyettiyse ondan da sakının"
âyetini nazar-ı itibara almadığından İmrân, ona kızmış ve; "zekâtın hükmünü
tafsilatıyle Kur'ân'da buldunuz mu?" diye sormuştur.

Hükümlerin bir kısmı Kur'ân-ı Kerim'de açık bir şekilde zikredilmemiştir. Onları Hz.
Peygamber açıklamıştır. Çünkü Kur'ân İslâm'da nasıl bir delil ise, Sünnet de o surette
delildir. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerim'de hükmünü bulamadığımız meseleleri sünnetten

1231

araştırmalıyız. Kur'ân'da yok diye inkâr etmemeliyiz.
Bazı Hükümler

1. Bazı Hükümler, Kur'an-ı Kerimde sarahaten zikredilmemiştir. Onları Peygamber
(s.a.) beyan etmiştir.

1241

2. Kur'ân-ı Kerim gibi sünnet de delildir.



3. Ticâret Malları Zekâta Tâbi Midir?



1562. ...Semure b. Cündüb (r.a.)'ten; demiştir ki:

İmdi şüphesiz Resûlullah (s. a.) satış için hazırladığımız (eşyâ)dan zekât vermemizi
125]

emrederdi.
Açıklama

Ticaret mallarından maksad, altm-gümüş ve paranın dışında, kazanç sağlamak
amacıyla alış-verişi yapılan mallardır. Bunlara sayıma itibar edilerek zekâtı verilen
deve, sığır gibi hayvanlar dahil olduğu gibi gayr-ı menkûl dediğimiz taşınmaz mallar
da dâhildir. Fıkıhta bu mallara "urûzu't-ticâre" denilmektedir.

Hadiste geçen "emrederdi" ifâdesinden anlaşıldığına göre, Hz.Peygamber ticâret
mallarının zekâtını vermelerini onlara emir sıygasiyle bildirmiştir. Emir sıygası ise,
vücûba delâlet eder. "es- Sadaka" kelimesi de zekât manasında kullanılmıştır. Bu
sebeple ticâret mallarının zekâtını vermek vâcibtir.

Sahabe, tâbiûn ve ondan sonra gelen fakıhler ticâret mallarının zekâtını vermenin
yâcib olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Hatta İbnu'I-Münzir ile Ebû Ubeyd Kasım
b. Sellâm bu hususta icmâ' olduğunu söylemişlerdir. Ibnü'l-Münzir şöyle demektedir:
"İlim ehli, ticâret malları üzerinden bir yıl geçtiği zaman zekâtını vermenin vâcib
olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu vücûb Hz.Ömer, İbn Ömer ve îbn Abbas'tan
rivayet edilmiştir. Aynı zamanda fukahâ-yi seb'a, Hasan el-Basrî, Câbir b.Zeyd,
Meymûn b.Mihrân, Tâvûs, Nehaî, Sevrî, Evzâî, Şafiî, Ebû Ubeyd, İshâk, Ebû Hanife
ve arkadaşları da bu görüştedirler.

Zahirîler, bunlara muhalefet edip "ticâret mallarının zekâtı verilmez" demişlerse de
delilleri zayıf olduğundan onların bu görüşüne itibar edilmemiştir.
Ticaret mallarının zekâtını vermek için üzerinden hicrî takvim'e göre bir senenin
geçmiş olması (Hevelânü'1-havl) ve nisaba ulaşması şarttır.

Ticâret mallarının kıymeti, 200 dirhem gümüş veya 20 mıskal altına eşit olduğunda
nisaba ulaşmış sayılır. Bugün muhakkik âlimler, nisabta altına itibar etmektedir ki
onun da 85 gram olduğunu daha önce belirtmiştik. Yani 85 gram altın değerinde
ticâret malına sahib olan bir kimse malının 1/40'ım (%2,5) zekât olarak verecektir.
Ondan az olursa vermekle mükellef değildir.

Nisâb miktarının senenin başında mı, sonunda mı nazar-ı itibâra alınacağı hususunda
ihtilâf edilmiştir:

a. Nisab miktarına yalnız senenin sonunda itibar edilir. Meselâ, bir ticâret malı,
senenin başında nisaba ulaşmadığı halde, sene sonunda ulaşırsa, sene sonunda nisaba
ulaştığına bakılarak zekâtı verilir. Malik ile İmam Şafiî bu görüştedirler.

b. Nisab miktarının sene boyunca devam etmesine itibar edilir. Şayet nisab miktarı
senenin bir bölümünde eksilirse, o sene inkitaa uğramış olur. Hal .böyle olunca mal ne
zaman nisab miktarına ulaşırsa, sene o zamandan itibaren başlar.

Sevrî, Ahmed b.Hanbel, İshak, Ebû Ubeyd, Ebû Sevr ve İbnu'I-Münzir bu
görüştedirler.

c. Nisab miktarı, senenin başıyla sonunda nazara alınır. Sene arasında nisabın
eksilmesine bakılmaz. Mesalâ bir ticâret malı sene başında nisab miktarına bağlı iken



bir kaç ay sonra eksilip de sene sonunda yine nisab miktarına baliğ olursa, zekâta tâbi
olur.

Ebu Hanîfe ve arkadaşları bu görüştedirler.

Zekâtın ticâret mallarının kendisinden mi, kıymetinden mi verileceği konusunda
âlimlerin görüşlerini de şöyle sıralayabiliriz:

a. İmam Ebû Hanîfe ve İmam Şafiî'nin bir kavline göre tacir, muhayyerdir, isterse
malın kendisinden isterse kıymetinden verir. Meselâ kumaş satıyorsa, isterse kumaş
verir, isterse kıymetini para olarak verir.

b. İmam Şafiî'nin ikinci kavline göre, tacir malın yalnız kendisinden vermelidir.
Şafıîlerden Müzenî de bu görüştedir.

c. İmam Ahmed ve İmam Şafiî'nin diğer bir kavline göre tacir, malın yalnız
kıymetinden vermelidir.

Ebû Dâvûd ile Münzirî'nin bu hadisin sıhhati hakkında sükût etmeleri, İbn Hümam'm
dediği gibi onlar tarafından hasen kabul edildiğine alâmettir. Nitekim İbn Abdi' 1 -ben-
de onu hasen görmüştür.

İbn Hacer el-Askalânî ise, Bulûğu'l-Merâm adlı eserinde bunun isnadının leyyin
olduğunu söylemiştir.

İbn Hazm bunun senedinde geçen Cafer b. Sa'd, Hubeyb b. Süleyman ve Ebû
Süleyman'ın kim olduklarının belli olmadığını söylemişse de Ahmed Muhammed
Şakir Muhallâ'nın dipnotunda "onların kim olduklarının bilindiğini ve İbn Hıbbân'ın
onları sika râviler arasında zikrettiğini" söylemektedir.

Bu hadîs zayıf kabul edilirse de sahabenin icma'i ve mallardan zekâtın vâcib olduğuna
delâlet eden delillerin umûmu ile kuvvet bulmaktadır. Binaenaleyh ticaret mallarının

1261

zekâtını vermek vâcibtir. Bu konuda ehl-i ilim arasında ittifak vardır.
4. Kenzin Ne Olduğu Ve Zînet Eşyasının Zekâtı

1563. ...Amr b. Şu'ayb'm babası vasıtasıyla dedesinden rivayet ettiğine göre bir kadın,

kızı ile beraber Resûlullah (s.a.)'a geldi. Kızının kolunda kaim iki tane altın bilezik

vardı. Resûlullah (s.a.) kadına:

"Bunun zekâtını veriyor musun?" buyurdu. Kadın:

Hayır, dedi. Resûlullah (s.a.):

"Kıyamet gününde Allah'ın onların yerine sana ateşten iki bilezik takdırması hoşuna
gider mi?" deyince, kadın hemen onları çıkarıp Peygamber (s.a.)'e uzattı ve şöyle dedi:

[271

İkisi de aziz ve celil olan Allah'a ve Resulüne (ait)'dir.
Açıklama

Hadiste geçen "kadm"m Esma bint Yezid b. es-Seken olduğu söylenmiştir.

Bu hadis süs olarak kullanılan ziynet eşyasının zekâtını vermenin vâcib olduğuna

delâlet etmektedir.

Ebû-Hanife ve arkadaşları, Meymûn b. Mihrân, Mücâhid ve Zührî bu görüştedirler.
Aynı zamanda bu görüş, Hz.Ömer, İbn Mes'ûd, İbn Abbâs ve İbn Ömer'den de rivayet
edilmiştir. Ayrıca Saîd b. el-Müseyyeb, Saîd b. Cübeyr, Atâ, Muhammed b. Şîrîn ve
Tâvûs'un da görüşü budur.



Bunlar altın ve gümüş kapların da zekâtını vermenin vâcib olduğunu söylemişlerdir.
Delilleri bu hadis ile "Allınla gümüşü biriktirip onları Allah yolunda sarf etmeyenler

1281

(var ya) işte onlara elîm bir azabı müjdele!" âyetidir. Zira âyetin umumu ziynet
eşyasını da içine almaktadır. Onu delilsiz olarak âyetin umumundan istisna etmek caiz
değildir.

İmam Mâlik, İmam Şafiî, Kasım b. Muhammed, Şa'bî, Katâde, Mu-hammed b. Ali,
Ebû Ubeyd, İshak ve Ebû Sever, "süs olarak kullanmak için alman ziynet eşyası
zekâta tabi değildir" demişlerdir. Bu görüş aynı zamanda Câbir, Enes, Hz. Aişe, Esma
ve bir kavle göre, İbn Ömer'den rivayet edilmiştir. Delilleri Dârekutnî'nin Câbir'den
rivayet ettiği hadistir. Câbir'in merfu olarak rivayet ettiği hadis şudur: "Ziynet eşyası

1291

zekâta tabi değildir" Bu hadis, tenkid edilmiş senedlerle rivayet edilmiştir. Bir

başka delilleri Mâlikin Muvatta'da Abdurrahmân b. el-Kâsım'm babasından rivayet

ettiği, "Hz. Aişe, kardeşinin yetim kızlarına bakıyordu, onların ziynet eşyası olduğu

halde zekâtını vermiyordu" haberiyle Nâfı'den rivayet ettiği "Abdullah b. Ömer'in

kızları ile cariyelerinin ziynet eşyası vardı da onların ziynet eşyasından zekât

vermezdi" haberidir. Beyhakî de Amr b. Dînâr tarikiyle şunu rivayet etmiştir:

"İşittik ki İbn Halid, Câbir b. Abdullah'a:

Ziynet eşyasının zekatı var mıdır? diye sordu Câbir:

Hayır, dedi. İbn Hâlid:

Bin dinar olsa da mı? deyince, Câbir;

Daha fazla olsa da, cevabını verdi."

Bazıları da "ziynet eşyasının zekâtını vermek, Ömürde bir sefer vâcib-tir,"
demişlerdir. Bu kavi Enes'ten rivayet edilmiştir.

Hattâbî dedi ki, "âyetin zahiri onun vâcib olduğunu söyleyenlerin görüşünü
desteklemektedir ki, bu eser de onu te'yid etmektedir. Vâcib olmadığını söyleyenlerin
delili olarak bazı eserler vardır. Ancak ihtiyatlı olanı, verilmesidir."
İbn Kattan bu hadisin isnadının sahih olduğunu söylemiştir. Tirmizî de bunu İbn
Lehîatarikiyle Amr b. Şuayb'tan rivayet etmiş ve demjştirki: "bu, el-Müsennâ b. es-
Sabbah'm Amr b. Şuayb- hadisin bir benzeridir, el-Müsennâ b. es-Sabbâh ile İbn
Lehîa hadis rivayet etmede zayıftırlar. Bu konuda Peygamber (s.a.)'den rivayet edilen
sahih bir şey yoktur."

Netice olarak diyebiliriz ki, hadisten anlaşıldığına göre ziynet eşyası, zekâta tâbidir.
Bu konuda âlimler arasında ihtilâf vardır. İhtiyatlı olan görüş, onun zekâtını vermenin

om

vâcib olduğudur.

1564. ...Ümmü Seleme (r.anhâ)'dan; demiştir ki: Altından işlenmiş bir ziynet
takınmıştım da:

Ya Resûlullah! Bu, kenz midir? diye sordum. Resûlullah (s.a.):

"Bir şey zekâtı verilecek miktara ulaşır, zekâtı da verilirse, kenz değildir," buyurdu.





Açıklama



Ümmü Seleme, "bu kenz midir?" diye sormakla o ziynet eşyasının; "altın ve gümüşü
biriktirip de onları Allah yolunda sarfetmeyenler (var ya) işte onlara elim bir azabı
[321

müjdele!" âyetinin hükmüne dahil olup olmadığım, dolayısıyle ondan dolayı azab
edilip edilmeyeceğini öğrenmek istemiştir.

Hadisin "bir şey zekâtı verilecek miktara ulaşır, zekâtı da verilirse kenz değildir**
ifadesinden anlaşıldığına göre nisaba ulaşıp da zekâtı verilmeyen şey, azabı mûcib
kenz sayılmaktadır.

Bu hadis nisaba ulaşan ziynet eşyasında zekâtın vâcib olduğunu söyleyenlerin
görüşünü desteklemektedir. Binaenaleyh onların ileriye sürmüş oldukları delillerden
biridir.

[33]

Hadisin senedinde yer alan Attâb b.Beşir hakkında bazı tenkidler vardır.

1565. ...Abdullah b. Şeddâd b. el-Hâdî'den rivayet edildiğine göre o, şöyle demiştir:
Peygamber (s.a.)'in hanımı Aişe'nin huzuruna girdik. Aişe dedi ki:
Resûlullah (s. a.) yanıma girdi. Eller (parmaklar)imde büyük gümüş yüzükler gördü de:
"Bu nedir? ya Aişe!" dedi. Ben de:

Onları senin için süsleneyim diye yaptım, ya Resûlullah! dedim.
Resûlullah (sa.):

"Onların zekâtını veriyor musun?" diye sordu. Ben de:

Hayır (dadim) veya Allah'ın dilediği bir şey söyledim. O da: "O ateş(e girmen) için

041

sana yeter", buyurdu.
Açıklama

"Fetehât" kelimesi, "fetha" veya "feteha"nin çoğuludur. "Fetha" veya "Feteha" ise,
büyük yüzük veya câhiliyyet devrinde kadınların, el parmaklarına taktıkları kaşsız
yüzük manasında kullanılmaktadır.
"Verik", "verk" veya "virk" gümüş demektir.

Hadisin "Hayır, veya Allah'ın dilediği bir şey söyledim" fıkrasının manası, cevab
olarak ya "hayır" dedim, ya da o anda Allah'ın dilediği bir kelime söyledim
anlamındadır.

"O ateş(e girmen) için sana yeter" fıkrasından maksat ise "Cehennemde ta'zib edilmen
için yalnız onun zekâtını vermemen, sana kâfidir" demektir. Bu söz, ziynet eşyasının
zekâtını vermeyene büyük bir tehdittir.

Bu hadis de önceki hadisler gibi ziynet eşyasının zekâta tabi olduğunu söyleyenlerin
delillerindendir.

Hadisi Darekutnî, Muhammed b. Atâ'dan tahrîc etmiş ve onun meçhul olduğunu
söylemiştir. Beyhakî onun Muhammed b.Atâ değil de Muhammed b. Amr b. Atâ
olduğunu ve Dârekutnî'nin onu dedesine nisbet etmesinden dolayı onun meçhul
olduğunu zannettiğini söylemiştir. Nitekim Ebû Dâvûd da bu hadisin senedinde onu
Muhammed b. Amr b. Atâ olarak zikretmiştir.

İbnü'l-Kattân da Beyhakî'nin ifâdesine yakın bir ifade kullandıktan sonra "Muhammed
b. Amrb. Aîâ sikadır," demektedir.

Hâkim de bu hadisi müstedrek'de, aynı zattan yani Muhammed b. Amr. b. Atâ'dan o



da Abdullah b. Şeddâd b. el-Hadi'den tahriç edip Şeyhayn'm şartlarına göre sahih

I35J

olduğunu ancak onu tahric etmediklerini söylemiştir.

1566. ...Ömer b. Ya'lâ bu hadisi yüzük hadisi gibi anlatmıştır. Süfyân'a:
Onun zekâtını o (kadın) nasıl verir? denildi. O da:

[361

Onu başkasına ekler, dedi.
Açıklama

Yüzük hadisinden maksat, bir önceki Hz.Âişe hadisidir. Yanı Ömer b. Yala, rivayet
ettiği hadisi Hz.Aışe nm
hadisi gibi nakletti.

Ömer b. Ya'lâ, hadisi anlatınca Hz.Aişe'nin yüzüğünün nisaba ulaşmadığı hususu, orda
bulunanların dikkatini çekmiş bu sebeble Süfyân-es Levrî'ye onlar tarafından "nisaba
ulaşmadığı halde Hz. Aişe o yüzüğünün nasıl zekâtını veriyor?" diye sorulmuştu.
Süfyan es-Sevrî cevaben; "O yüzüğünü sahip olduğu başka ziynet eşyasına veya altın
gümüş parasına ekliyordu. Böylece diğerleri ile beraber nisaba eriyordu" demiştir.
Bu hadisi Beyhakî es-Sünenü'l-Kübrâ'da merfu olarak rivayet etmiştir.
"Ömer b. Ya'lâ" bazı nüshalarda "Amr b. Ya'lâ" diye geçmektedir. Doğrusu
birincisidir. Ahmed b. Hanbel, İbn Maîn, Nesâî, Ebû Hatim ve es-Sâcî onun
münkerü'l-hadis, Dârekutnî de metrûkü'l-hadis olduğunu söylemişler, Ukaylî da onu
zayıf râvilerden saymıştır.

Bu hadisten de ziynet eşyasının zekata tabi olduğu ve nisaba ulaşmadığı takdirde

[371

diğerlerine ekleyip öyle verileceği anlaşılmaktadır.
5. Sâime (Mer'âda Otlatılan Hayvanlar)Nin Zekâtı

1567. ...Hamraâd (b. Seleme)dan demiştir ki:

Sümâme b. Abdullah b. Enes'ten, Ebû Bekr'in Enes'i zekât toplamak için gönderdiği
zaman yazdığını ve üzerinde Resûlullah (s.a.)'in mührü olduğunu söylediği bir mektup
aldım. O mektupta şunlar vardı:

"Bu, Allah'ın, Peygamberine emrettiği ve Resûlullah(s.a.)'m müslümanlara takdir ve
tayin ettiği zekât farizası (hükümlerini beyân eden bir mektup)dur. Hangi
müslümandan buna uygun olarak zekât istenirse, onu versin; kimden de ondan fazlası
istenirse vermesin.

Yirmi beş deveden aşağısında (zekât olarak) davar verilir. Her beş devede bir koyun
verilir. Deve sayısı yirmi beşe ulaştığında otuz beşe ulaşıncaya kadar bir yaşını bitirip
iki yaşma basmış bir dişi deve verilir. Eğer onların içinde bir yaşım bitirip iki yaşma
basmış dişi deve yoksa iki yaşım bitirip üç yaşma basmış bir erkek deve . verilir.
Otuz altıya ulaştığında kırk beşe kadar iki yaşım bitirip üç yaşma basmış bir dişi deve
verilir.

Kırk altıya ulaştığında altmışa kadar erkek deveye çekilen üç yaşını bitirip dört yaşma
basmış dişi deve verilir.

Altmış bire ulaştığında yetmiş beşe kadar dört yaşını bitirip beş yaşma basmış bir dişi



deve verilir.

Yetmiş altıya ulaştığında doksana kadar iki yaşını bitirip üç yaşma basmış iki dişi
deve verilir.

Doksan bire ulaştığında yüz yirmiye kadar erkek deveye çekilen üç yaşını bitirip dört
yaşma basmış iki dişi deve verilir.

Yüz yirmiden fazla olduğunda her kırk devede iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir
dişi deve ve her elli devede üç yaşını bitirip dört yaşma basmış bir dişi deve verilir.
Kimin yanındaki (develerin) zekâtı dört yaşını bitirip beş yaşma basmış bir dişi deveye
ulaşır ve onun yanında bu yaşta bir devesi bulunmaz da üç yaşım bitirip dört yaşma
basmış bir dişi deve bulunursa, o (mal sahibi)nden (zekât olarak) bu deve kabul edilir.
Bir de (yaş farkının telâfisi için) yanında varsa onunla beraber iki koyun \e>a yirmi
dirhem (gümüş) verir.

Kimin yanındaki (develerin) zekâtı üç yaşını bitirip dört yaşma basmış bir dişi deveye
ulaşır, yanında böyle bir devesi bulunmaz da dört yaşını bitirip beş yaşma basmış bir
dişi devesi bulunursa, ondan o (deve) kabul edilir. Zekât memuru da ona ya yirmi
dirhem (gümüş) ya da iki koyun verir.

Kimin de (develerinin) zekâtı üç yaşını bitirip dört yaşma basmış bir dişi deveye ulaşır
ve onun yanında böyle bir devesi bulunmaz da iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir
dişi deve bulunursa, ondan o (deve) kabul edilir.

Ebû Dâvud: "buradan itibaren hadisi Musa'dan arzuladığım gibi zapt edemedim." dedi.
Ve ayrıca yanında varsa onunla beraber iki koyun veya yirmi dirhem (gümüş) verir.
Kimin (develerinin) zekâtı iki yaşım bitirip üç yaşma basmış bir dişi deveye ulaşır da
yanında yalnız üç yaşını bitirip dört yaşma basmış bir dişi devesi bulunursa, ondan o
deve kabul edilir.

Ebû Dâvûd, "hadisin buraya kadarını iyi zapt edemedim, sonrasını ise, iyi zapt ettim. "
dedi. Ve zekât memuru ona yirmi dirhem (gümüş) veya iki koyun verir.
Kimin (develerinin) zekâtı iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir dişi deveye ulaşır da
yanında yalnız bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bir dişi devesi bulunursa, ondan o
deve ile iki koyun veya yirmi dirhem kabul edilir.

Kimin yanındaki (develerin) zekâtı, bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bir dişi deveye
ulaşırsa ve yanında yalnız iki yaşım bitirip üç yaşma basmış bir erkek devesi
bulunursa ondan o (deve) kabul edilir. Onunla beraber başka bir şey (almak) yoktur.
Kimin yanında yalnız dört devesi varsa onlara zekât yoktur. Ancak sahibi isterse
(verebilir.)

Otlaklarda beslenen davarda ise kırktan yüz yirmiye kadarında bir koyun, yüzyirmiden
fazla olursa, iki yüze ulaşıncaya kadar iki koyun, ikiyüz birden üç yüze ulaşıncaya
kadar üç koyun, üçyüzbir-den fazla olduğunda her yüz koyunda bir koyun (zekât)
vardır. Zekâtta ne yaşlı ne ayıplı davar ne de (koç ve teke gibi) döl hayvanı alınmaz.
Ancak zekât memuru dilerse, bunları alabilir.

Zekât (artar veya eksilir) korkusuyla mufterik (ayrı olan mal), bir araya toplatılmaz.
Toplu olan (mal)da tefrik edilmez.

İki halîtin (ortak) malından alman zekât hususunda ikisi aralarında hisselerine göre
hesaplaşırlar.

Adamın otlaklarda beslenen koyunları kırka ulaşmıyorsa, onlarda (zekât olarak) hiçbir
şey yoktur. Ancak sahibi isterse, verebilir.

Gümüşte kırkta bir zekât vardır. Eğer gümüş yalnız yüz doksan (dirhem) ise, onda



138]

zekât yoktur. Ancak sahibi isterse verebilir.
Açıklama

Buharının rivayetinde, Ebu Bekir (r.a.)'in bu mektubu Enes b. Mâlike onu Bahreyn'e
zekât memuru olarak gön-
derdiği zaman verdiği açıkça belirtilmiştir.

Hadisin cümlesinin mânâsı, bu mektup farz zekâtı beyan eden mektuptur,
cümlesinde, müslümanlara zekâtı Hz.Peygamber (s.a.)'in farz kıldığı bildirilmiştir.
Aslında zekâtı farz kılan Allah'tır. Peygamber (s. a.) bunu tebliğ ettiği için farz kılma
fiili O'vna izafe edilmiştir. Allah, insanların O'na itaat etmesini farz kıldığı için O'nun
Allah'tan aldığı emri tebliğ etmesine farz denilmiştir, filinden "takdir ve tayin etti"
mânâsının kast edilmiş olması da muhtemeldir. Zira Peygamber (s. a.), zekâtın ahkâm
ve miktarlarını tafsilatıyla beyân ve tayin etmiştir. Nitekim bu fiil bu manada hem
Kur'ân-i Kerim hem de hadislerde kullanılmıştır.

"Hangi müslümandan buna uygun olarak zekât istenirse, onu versin, kimden ondan
fazlası istenirse, vermesin" fıkrasında anlatılmak istenen şudur:
Zekât memuru tarafından mektupta bildirilen miktarlardan fazlası istenecek olursa
verilmesin. Çünkü fazla istemek hıyanettir. Hiyâneti belli olan zekât memuruna itaat
etmek ise, vâcib değildir. "Vermesin" emri müphemdir. Yani fazlasını mı vermesin?
Yoksa hiç bir şey mi vermesin? Bu konuda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bazıları
"üzerine düşen zekâtı verir, fazlasını vermez" demişler. Bazıları da "üzerine düşeni de
vermez, fazlasını da. Ancak üzerine düşen zekâtı adaleti belli olan diğer bir zekât me-
muruna verir" demişlerdir. Aliyyu'l-Kaarî "Fazlasını vermeyip de üzerine düşeni
vermek müstehaptır. Hiç vermemek ve başka memura vermek de ruhsattır. Yahut
birinci kavi töhmet ve fitne endişesi hâline, ikinci kavil de fitne ve fesattan
korkulmadığı zamana göre hareket etmeyi mûcibtir" demektedir.
Deve sayısı yirmi beşten az olursa her beş deve İçin bir koyun zekât verilir. Yani on
devesi olan bir kimse, iki koyun verir. 15 devesi varsa, üç; 20 devesi varsa dört koyun
verir. Şayet 24 devesi olan zekât olarak bir deve vermek isterse, İmam Mâlik ve
Ahmed b. Hanbel'e göre caiz değildir. Muhakkak zekâtını koyun olarak vermelidir.
Cumhura göre ise, caizdir. Çünkü o deve 25 devenin zekâtı olarak verilirse caizdir.
Daha. azı için de caiz olması lâzım gelir. Zira zekâtın, malın cinsinden verilmesi
asıldır. Burada yani 25'den az deveden zekât olarak deve istenmemesi, mal sahibine
bir şefkattir. Binaenaleyh develerin sahibi kendi ihtiyariyle asl'a donup koyun yerine
deve vermek isterse olur. Bir mukayeseye gidilmediği zaman hadisin zahiri Mâlik ile
Ahmed'in görüşünü desteklemektedir.

Dilimizde koyun yavrusuna bir yaşma kadar "kuzu"; "iki yaşma kadar "toklu"
denildiği gibi, iki yaşından sonrakiler de yaşlarına göre "şişek", "öveç", "balta" diye
anılır. Bunun gibi araplar da bir yaşından itibaren muhtelif yaşlardaki develere ayrı
ayrı adlar vermişlerdir. Memleketimizde deve olmadığı için dilimizde bu isimlerin
karşılıkları da yoktur. Bu nedenle bizde develer yaşlarıyla anılırlar. Meselâ:
Bint-i mahâd : Bir yaşını bitirip iki yaşma başlamış dişi deve,
İbn-i mahâd : Bir yaşını bitirip iki yaşma başlamış (basmış) erkek deve,
Bint-i lebûn : İki yaşını bitirip uç yaşma basmış dişi deve,

İbnu Lebûn : İki yaşını bitirip üç yaşma basmış erkek deve, Hikka : Üç yaşını bitirip



dört yaşma basmış dişi deve, Hik : Üç yaşım bitirip dört yaşma basmış erkek deve,
Cezea : Dört yaşını bitirip beş yaşma basmış dişi deve, Cez' : Dört yaşını bitirip beş
yaşma basmış erkek deve.

Bu hadisten develerin sahibinin zekât olarak vermesi gereken yaşta dişi devesi yok ise
ve ondan bir yaş küçük dişi devesi varsa, zekât memuruna bunu verebileceği ve
aradaki yaş farkının telâfisi için, yanında varsa iki koyun veya yirmi dirhem gümüş
vermesinin gerektiği anlaşıldığı gibi, verilmesi gerekenden bir yaş büyük devesi varsa
bunu verebileceği ve yaş farkının telâfisi için zekât memurunun ona iki koyun veya
yirmi dirhem gümüş vermesinin gerektiği de anlaşılmaktadır. İmam-ı Şafiî, Ahmed b.
Hanbel, Nehaî Ebû Sevr ve Dâvûd bu görüştedirler.

Ebû Hanife ve arkadaşlarına göre ise, develerin sahibinin yanında vermesi gereken
yaşta deve bulunmazsa bir yaş küçüğünü verir ve aradaki yaş farkının telâfisi için de
aradaki farkın tutarı ne ise onu da verir veya bir yaş büyüğünü verir ve aradaki yaş
farkının tutan ne ise onu zekât memurundan alır. Bu tutar yirmi dirhem gümüşün
değerinden veya iki koyun kıymetinden noksan olabildiği gibi fazla da olabilir.
Bunlara göre hadiste yaş farkının iki koyun veya yirmi dirhem gümüş ile takdir
edilmesinin sebebi o zamanlardaki yaş farkı tutarının o kadar olması idi. Hadisteki
miktar devamlılık ifâde eden bir miktar değildir. Buna delil olarak şunu ileri
sürmektedirler. Hz. Ali'den rivayet edildiğine göre, o devenin yaş farkım bir koyun
veya on dirhem ile takdir etmiştir. Hz. Ali Peygamber(s.a.)'in zekat memuruydu.
Binaenaleyh O'nun bu hükmü bilmemesi düşünülmediği gibi Peygamber (s.a.)'e
muhalefet etmesi de hiç düşünülemez.

Mekhûl ve Evzâî'ye göre de develerin sahibi, vermesi gereken dişi devenin kıymetini
vermek mecburiyetindedir.

İmam Mâlik ise develerin sahibi, vermesi gereken dişi deveyi satın almakla bile olsa
onu te'min etmek zorundadır.

Tenbih: Bu hadisin terceme ve şerhinde geçen "şat" kelimesini, tekrar olmaması için
yalnız *'koyun" diye ifâde ettik. Aslında "şat" hem koyun hem de keçi mânâsına
gelmektedir. Binaenaleyh "koyun" kelimesinin kullanıldığı yerde aynı zamanda
"keçF'de kast edilmiştir.

Develerin zekâtı olarak verilen "şaf m Hanefî ve Mâlikî mezheplerine göre, en az bir
yaşını bitirmiş olması gerekir. Şafiî mezhebine göre verilecek olan keçi ise, iki yaşını
bitirip üç yaşma basmış olması gerekir. Hanbelî mezhebine göre ise, keçinin bir yaşını
koyunun da altı ayını bitirmiş olması kâfidir. Bu aynı zamanda koyun ve keçi
zekâtında da öyledir.

"Ebû Dâvud: Burdan itibaren hadisi Musa'dan arzuladığım gibi zapt edemedim, dedi"
fıkrasında demek istenen Ebû Davud'un cümlesinden cümlesine kadar arada geçenleri
iyi zaptedemediğidir.Nitekim zapt edemediği kısmın sonunda "hadisin buraya kadarını
iyi zaptedemedim" diyerek buna işaret etmiştir. Bu fıkra Ebû Davud'un araştırmada ne
kadar güçlü ve titiz olduğuna delâlet etmektedir.

"Kimin yanındaki (develerin) zekâtı bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bir dişi deveye
ulaşırsa ve yanında yalnız iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir ,erkek devesi
bulunursa ondan o (deve) kabul edilir. Onunla beraber başka bir şey (almak) yoktur"
paragrafında anlatılanlar hakkında âlimler arasında ihtilâf vardır:
Develerin sahibi bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bir dişi deve ver: mesi gerekirken
yanında böyle bir deve bulunmazda iki yaşım bitirip üç yaşma basmış erkek deve
bulunduğu takdirde bu deveyi verebilir ve dişilik değeri farkını ödemez. Çünkü yaş



büyüklüğü değeri, dişilik değerini telâfi etmektedir. Cumhurun görüşü budur.
Hanefîlere göre ise, eğer ikisinin değeri eşitse, mesele yoktur. Ama erkek devenin
değeri düşük ise, aradaki farkın develerin sahibi tarafından zekât memuruna verilmesi
gerekir. Şayet erkek devenin değeri, dişi devenin değerinden fazla î§e, o zaman
aradaki farkın zekât memuru tarafından develerin sahibine ödenmesi gerekir.
Hadiste belirtilen davar zekâtında davarın sâime olması, yani süt, üreme, sağılma ve
beslenme amacıyla senenin çoğunda "serbest olarak merJ-ada otlaması şarttır. Ebû
Hanife, Şafiî, Ahmed ve âlimlerin çoğu bu görüştedir. Şayet yük taşımak, binmek,
etini yemek gayesiyle mer'ada beslenmişse veya senenin yansında yem verilerek
beslenmişse zekâtını vermek vâcib değildir. Hatta Şafiî'ye göre davara, sahibi onsuz
yaşayamayacağı kadar yem verse, zekâtını vermesi gerekmez.

Şunu hemen belirtelim ki saimelik şartı yalnız davara mahsus değil, zekâta tâbi olan
diğer hayvanlara da şâmildir.

Mâlik, Leys b. Sa'd ve Rabia'ya göre ise, davar ve zekâta tâbi olan diğer hayvanlar ne
olursa olsun, ister sevâim, ister alûfe (besi), isterse havâmil (yük) veya avâmil
(koşum) olsun, zekâtının verilmesi vâcibtir.

Tercih edilen görüş, cumhurunun görüşüdür. İbn Abdil berr, "Mâlik ve Leys'in
kavliyle amel eden diğer fakihlerden hiç bir kimseyi bilmiyorum" diyerek amelin,
cumhurun görüşüne göre olduğunu ifade etmektedir.

Ganem davar demektir, yani koyun ve keçiye verilen ortak -bir isimdir. Bunların
zekâtına gelince:

Kırktan aşağısına zekât vâcib değildir, yani bunların nisabı 40'tır.

40'tan 120'ye kadarı için bir koyun (veya keçi),

121'den 200'e kadarı için iki koyun

201'den 300'e kadarı için üç koyun

Bundan sonraki her yüz için bir koyun verilir.

Hadisin zahirine göre davarın sayısı 400 olmadıkça 4 koyun verilmez, üç koyun
verilir. Cumhur da bu görüştedir.

Hasan b. Salih, Şa'bî, Nehaî ve bir rivayetinde Ahmed b. Hanbel'e göre 300'ü bir tane
bile geçerse 4 koyun verilir.

Daha önce de belirtildiğine göre zekât olarak verilen koyun veya keçinin Hanefî ve
Mâliki mezhebine göre en az bir yaşını bitirmiş olması gerekir. Şafiî mezhebinin sahih
olan görüşüne göre keçinin iki yaşını bitirip üç yaşma basmış olması gerekir. Hanbelî
mezhebine göre ise, koyunun altı ayını, keçinin de bir yaşını bitirmiş olması kâfidir.
Koyunların zekâtı koyundan, keçilerinki de keçiden verilmelidir. Mal sahibinin
sürüsünde koyun daha çoksa zekât olarak koyun, keçi daha çoksa zekât olarak keçi
verir. Sayıları eşitse, Hanefî ve Malikilere göre zekât memuru dilediğini almakta
serbesttir. Şâfiîlere göre ise, verilenin, değer yönünden verilmesi gerekenden düşük
olmaması şartıyla ikisinden de verilebilir.

Hadis'te malın yaşlısı, ayıplısı veya döl hayvanının zekât olarak alınamayacağı
buyurulmuştur.

Yaşlısından maksat, dişleri dökülmüş olan yaşlı hayvandır.

Ayıplısından murad ise, zekât olarak verilmesine mâni bir aybı olan hayvandır. Bu
aybm tayini hususunda ihtilâf vardır:

Âlimlerin çoğuna göre bu ayıptan maksat, satın alman bir malın geri verilmesine
sebeb olan ayıptır. Bu da bu işle uğraşanlara göre malın değerini eksilten ayıp ve
kusurlardır. Bazılarına göre de buradaki ayıptan maksat, hayvanın kurban edilmesine



mâni olan ayıptır.

İbn Melek, "ayıplı hayvanın zekât olarak almmaması,gürünün tamamen veya kısmen
ayıpsız olması halindedir. Eğer sürünün tamamı ayıplı ise, orta hallisi zekât olarak
verilir" demiştir.

Sürünün tamamının ayıplı olması halinde orta bir hayvan verileceği hususu Ebû
Hanife, Şafiî, Ahmed ve bir rivayetinde Mâlik'e göredir. Malik'ten rivayet edilen
meşhur kavle göre mal sahibinin ayıpsız bir hayvanı zekât için te'min etmesi gerekir.
Arabcada keçinin erkeğine "teys" denilmektedir. Hadis sarihleri ise bu kelimeyi koyun
ve keçinin erkeği diye açıklamışlardır. Bu nedenle ter-cemede "(koç ve teke gibi) döl
hayvanı alınmaz" diyerek her ikisine de işaret edildi.

Zekâtta koç ve tekenin alınamayacağı hükmü, zekâtı verilecek hayvan sürüsünün
tümünün veya bir kısmının dişi olması haline mahsustur. Çünkü bu takdirde koç ve
tekeyi almak pek semiz olmadıklarından dolayı fakirlerin zararına olabilir veya mal
sahibi koç ve tekeyi döl hayvanı olarak kullanmak isteyebileceğinden alınmaları onun
aleyhinde olabilir. Ama sürünün tamamı er kek ise koç veya teke zekât olarak alınır,
kelimesi, üç şekilde okunmuştur, fıu kelime:
Ebu Ubeyd'e göre el-Mussaddak,
Ebu Musa'ya göre el Mussaddık ,

Cumhura göre de el-Musaddık şeklindedir. İlk ikisinin mânâsı birdir. Zekât veren (mal
sahibi) demektir. "Musaddık" ise, zekât memuru mânâsmdadır. Bu iki değişik
manadan dolayı bu kelimenin geçti-
ği fıkra da iki şekilde açıklanmıştır:

a. Bu kelimenin, "zekât veren mal sahibi" manasına gelen "el-Mussaddak" veya (veya
"el-Mussaddık" diye okunması halinde) istisna sadece döl hayvanına ait olur. Buna
göre fıkranın mânası şöyle olur:

"Zekâtta ne yaşlı, ne ayıplı davar ne de (koç ve teke gibi) döl hayvanı alınmaz. Ancak
zekât veren mal sahibi dilerse döl hayvanını verebilir" Çünkü döl hayvanı mal
sahibine lâzım olabileceğinden alınması ona zarar verebilir. Böylece "mal sahibi
dilerse, yaşlı ve ayıplı davarı da zekât olarak verebilir" demlemez. Çünkü mal sahibi
yaşlı veya ayıph davarı verme hakkına sahip değildir ki onun isteğine bırakılsın.

b. Bu kelimenih zekât memuru mânâsına gelen "el-Musaddık" diye okunması hâlinde
ise, istisna hepsini yani hem yaşlı hem ayıplı hem de döl hayvanını içine alır. Bu
takdirde fıkranın mânâsı, hadisin tercemesin-de verdiğimiz gibi olur. Yani "zekâtta ne
yaşlı, ne ayıplı davar ne de (koç ve teke gibi) döl hayvanı alınmaz. Ancak zekât
memuru dilerse bunları alabilir." Çünkü zekât memuru fakirlere böyle bir hayvanı
daha faydalı görebilir. Fakirlerin haklarını korumakla görevli olan zekât memurunun
yaşlı ve ayıplı hayvanı zekât olarak almakta bir fayda görebilmesi de ancak İbn
Melek'in dediği gibi o sürünün tamamının yaşlı veya ayıplı olması hâline
mahsustur.

"Zekât (artar veya eksilir) korkusuyla mufterik (ayn olan mal) bir araya toplatılmaz.
Toplu olan (mal) da tefrik edilmez" fıkrasındaki hüküm, hem mal sahipleri hem de
zekât memuru ile ilgilidir. Mal sahipleri ile ilgisi şudur:

Zekâta tâbi hayvanları bulunan mal sahipleri zekâtın farz olması veya artması korkusu
ile toplu olan mallarını birbirinden ayırıp dağıtamaz ve ayrı olan mallarım
toplayamazlar. Meselâ, kırkar koyunu olan üç kişi koyunlarını birleştirip toplam 120
koyundan zekât olarak bir koyun vermeleri caiz değildir. Zira bunların mallan ayrı
ayrı olduğundan her birinin bir koyun yani toplam üç koyun zekât vermeleri gerekir.



İşte bunların böyle bir hileye başvurmaları mufterik yani ayrı hesab edilmesi gereken
malları bir araya toplama olur. Toplu olan malın ayrı ayrı hesaplanmasına ise, şu misal
verilmiştir:

Yüz birer adet koyunu olan iki ortak, toplam 202 koyuna zekât olarak üç koyun
vermeleri gerekirken, zekât memuru zekât almaya gelince, bunlar koyunlarını
biribirinden ayırarak her biri sahip olduğu 101 koyun için zekât olarak bir koyun
veremezler.

Mal sahilerinin vermeleri gereken zekâttan daha az zekât vermek için bu yollara
başvurmalarından nehy edilmeleri, vâcib hak olan zekâtı kaçırdıkları ve fakirlere zarar
verdikleri içindir.

Zekat memurları ile ilgisine gelince:

Zekât memurları zekâtın farz olması veya artması için ayrı ayrı olan malları

birleştiremez ve toplu malları da biribirinden ayıramazlar. Meselâ:

Zekât memuru yirmişer koyunu olan iki kişinin ayrı ayrı olan koyunlarını birleştirip

onlardan zekât alamaz. Çünkü koyunun nisabı kırk tane. olduğundan yirmi koyuna

zekât düşmüyor. Bu ayrı olan mallan birleştirmeye misâldir.

Toplu olan malın ayrı ayrı hesaplanmasına misâl ise:

Kırkar koyunu olan iki ortak toplam seksen koyuna zekât olarak bir koyun vermeleri
gerekirken zekât memuru bunları birbirinden ayırarak her birinden sahip olduğu 40
koyun için zekât olarak bir koyun alamaz.

Açıklamaya çalıştığımız bu fıkralardaki "ayrı olan malları birleştirme ve toplu olan
malı ayırma" nehyi, aynı cinsten sayılan mallarla ilgilidir. Koyun-keçi, bir cins, sığır
ile manda bir başka cins ve develerin bütün çeşitleri de bir diğer cins sayılır.
Buna göre hem sığırları hem de koyunları nisaba ulaşmayan bir kişinin sığır ve
koyunlarını birleştirip ondan buna göre zekât alınamaz. Bu hususta âlimler arasında
ittifak vardır.

Misâllerde belirtildiğine göre mezkûr nehy, aynı zamanda sahipleri ayin olan mallara
mahsustur. Ama mal sahibi bir kişi olup da ayrı ayrı memleketlerde aynı cinsten
mallan varsa, o malları birleştirilir. Meselâ, bir memlekette, 30 koyunu diğer bir
memlekette de 10 koyunu olan bir mal sahibinden zekât memuru iki memleketteki
koyunları birleştirerek toplam kırk koyunun zekâtım alır. İki memleketteki mallarını
ayrı ayrı nisaba-ulaşması halinde de durum aynıdır. Meselâ: Bir memlekette 50
koyunu, bir diğerinde 45 koyunu olan bir mal sahibinden zekât memuru zekât almaya
geldiğinde toplam 95 koyunun zekâtı olarak sadece bir koyun alır. Bunları ayrı ayrı
kabul edip iki koyun alamaz.

Bu husust cumhûra göredir. Ahmed b. Hanbel ise şöyle bir ayırım yapmıştır:
Eğer bu iki memleket arasındaki mesafe kasr mesafesinden (90 km) az ise, cumhurla
ittifak halindedir. Fazla ise, mallar ayrı kabul edilerek birleştirilemez. Böylece
aralarında kasr mesafesi olan iki memleketten her birinde yirmişer koyunu varsa, ikisi
birleştirilmeyeceği için ondan zekât alınamaz. İbn'ul-Münzir "Ahmed'den başka bir
kimsenin bu görüşte olduğunu bilmiyorum" demiştir.

Hadisin bu fıkrası müstakil düşünüldüğünde bu hükmün nisaba ulaşmayan altın ve
gümüşü de içine alacağı söylenebilir. Şöyle ki nisaba ulaşmayan altını ve yine
nisabtan az gümüşü bulunan bir kimsenin bu altın ve gümüşü bir arada hesaplanıp
zekâtı alınamaz. Alimlerin çoğu bu görüştedir. Hanefî ve Malikîlere göre ise, nisaba
ulaşmayan bu altın ve gümüş bir arada hesaplandığı zaman nisaba ulaşırsa zekâtını
vermek vâcib-tir. Bunlar mezkûr fıkradaki nehyi, hadiste daha önce geçen zekâta tabi



hayvanlara tahsis etmişlerdir.arasmda geçen kelimesi, kelimesinin tesniyesidir."Halit"
ise, Hanefîlere göre ayırd edilemeyecek şekilde malı başkasının malına karışan ortak
demektir. Bunlar "zekâtın vâcib olması hususunda bu ortaklığın tesiri yoktur.
Dolayısıyla ortaklık neticesinde nisaba ulaşan malda zekât vacib değildir" derler.
Bunu bir misalle açıklayalım:

Yirmişer koyunu olan iki kişi koyunlarını birbirinden ayırd edilemeyecek bir şekilde
kanştırırlarsa, biri diğerinin haliti (ortağı) olur ve bu karıştırma ile meydana gelen
ortaklığa da hılta denir. İki halitin toplam kırk koyunu nisaba ulaştığı halde bunlara
zekat vacib değildir. Ama her birinin koyun sayısının nisaba ulaşması halinde her halit
(ortak) hissesine düşen zekâtı öder.

Bunlara göre ortaklık ister sevâimde olsun, ister olmasın farketmez... Delilleri "beşten
az olan devede zekât yoktur" hadisi ile adamın sevaim olan davarı kırka ulaşmaması
(halinde) onda (zekât olarak) hiç birşey yoktur. Ancak onların sahibi dilerse
(tatavvuan verebilir)" hadisidir. Aynı zamanda zekât nisabları ile ilgili bütün hadisler
de bundan aşağısında zekâtın vacîb olmadığına delâlet etmektedir.
Hanefîlere göre den murad hisselerine göre hesaplaşmalarıdır. Şöyle ki: İki ortağın
toplam 123 koyunu olup bunların üçte ikisi birinin, üçte biri de diğerinin ise ve zekât
memuru gelince herbirinden zekât olarak bir koyun alırsa, üçte bir hissesi olan ortak,
verdiği koyunun üçte ikisinin karşılığını diğerinden alır. Üçte iki hissesi olan ortak da
verdiği koyunun üçte birinin karşılığını üçte bir hissesi olandan alır. Üçte biri üçte bire
karşılık kabul edersek üçte iki hissesi olan diğerine üçte bir hissenin karşılığım verirse
ödemiş olurlar.

İki ortağın hisseleri eşit ise, zekât ortaklık malından ödendiği için birinin diğerinden
alacağı bir şey olmaz. Şöyle ki: İki ortağın toplam 120 koyunu olup bunların yarısı
olan altmış koyun birinin, diğer yarısı da diğerinin ise, zekât memurunun ortaklık
malından zekât olarak iki koyun alması halinde ortaklar birbirinden alacaklı olmazlar.
Malikîlere göre hayvanlarını birbirine karıştıran halitler, zekâtın vâcib olması
hususunda bir mal sahibi hükmündedirler: Dolayısıyla hangisinin malından zekât
verilirse o kişi diğerlerinden hisseleri nisbetinde alacaklı olur. Bunlar İnhanın
gerçekleşmesi bir başka ifadeyle tesir etmesi için şu şartlan koşarlar:

a. Halitlerden her birinin nisaba ulaşan hayvanlara sahib olması ve hılta'ya niyyet
etmesi,

b. Hepsinin çobanı döl hayvanı ve ahır veya ağılının bir olması,

c. Halitlerden herbirinin sahip olduğu hayvanların diğerlerinden ayırt edilebilmesi.

d. Halitlerden her birinin zekât vermekle mükellef olması. Şayet onlardan biri, köle
veya kâfir ise, hılta gerçekleşmez.

Bu şartların gerçekleşmesi hususunda Evzâî de aynı görüştedir. Bunlara göre hılta
yalnız zekâta tabi olan hayvanlara mahsustur.

Şafıîlerle Hanbelflere göre halît, malını diğerinin malına karıştıran demektir. Ancak
Hanbelîlere göre bu karıştırma, Mâlikîlerde olduğu gibi yalnız zekâta tabi olan
hayvanlara mahsus olduğu halde Şafıîlere göre zekâta tâbi olan hayvanlar, ekin,
meyve, altın ve gümüşte de gerçekleşebilir. Şafiî ve Hanbelîler hıltanm gerçekleşmesi
için şu 9 şeyi şart koşarlar:

1. Ortaklar, kendisine zekât vâcib olan kimseler olmalıdır.

2. Malın karıştırıldıktan sonra nisaba ulaşması

3. Karıştırmanın üzerinden' tam bir yıl geçmiş olması

4. Ahır veya ağıl gibi geceledikleri yer, mer'a, sulama yeri çoban ve süt sağma yerinde



birbirlerinden ayırt edilmemesi.

5. Aynı neviden olan hayvanların döl hayvanının bir olması.

Bu şartlar tahakkuk ederse ortaklar, -Mâlikîlerde olduğu gibi- bir mal sahibi
hükmünde kabul edilirler.

Bu iki mezhebe göre hılta, zekât miktarının artması, azalması veya farz olmasına te'sir
edebilir. Meselâ, iki kişinin toplam 40 koyunu olup şartlar da gerçekleşmişse, onlara
zekât vacib olur. Delilleri, açıklamaya çalıştığımız bu hadis ile şu aklî delildir: "îki
tarafın malları aynı bakım ve muameleye tabi tutulmaları yönünden bir mal gibi olur.
Bu nedenle zekâtları da bir malın zekâtı gibi verilir.

Buhârî sarihi Aynî bu iki mezhebin azönce zikrettiğimiz toplam 9 şartının delili
olmadığını savunarak der ki: Zikredilen dokuz şartın ne Kur'-ân, ne Sünnet ne sahabî
kavli ne de kıyastan delili yoktur. Hılta, hayvanların mer'alan bir olduğu için
gerçekleşecek olsaydı onun, yeryüzündeki zekât'a tabi olan hayvanların hepsinde
gerçekleşmesi gerekirdi. Zira bütün mer'alar arada bir deniz veya nehrin olması hariç
çok yerde biribirine bitişiktir.

Bu konuda mezhep âlimleri birbirilerinin delillerini tenkid etmek ve kendi görüşlerini
ispatlamak için ileriye çeşitli deliller sürmüşlerdir. Bu delillerin arasını şöyle bulmak
mümkündür:

"Beşten az devede zekât yoktur" hadisinin mutlak olup umum ifade etmesine
dayanarak hılta ile ilgili hadislerin, ortaklardan her birinin malının nisaba ulaşması
haline mahsus olmasına hamledilir.

Zürkânî Muvatta' Şerhî'nde bu konuda İbn Abdilberr'den naklen şöyle demektedir:
"Bir kişinin nisabtan az malına zekât lâzım gelmediği hususunda icmâ vardır. İhtilâf
edilen nokta ise, halitayn hususudur. Ancak şu kadar var ki, hakkında icmâ olan bir
aslı, hakkında ihtilâf edilen bir görüş ile bozup hükmünü de değiştirmek caiz değildir."
"Gümüşte de kırkta bir vardır" cümlesindeki sikkeli veya sikkesiz gümüş demektir. Bu
kelimenin aslı tır ile de olduğu gibi vav hazfedilip onun yerine kelimenin sonuna "ta"
getirilmiştir. dan maksat da onda birin dörtte biridir ki, kırkta bir oluyor. Bu fıkradan
anlaşılan şudur:

Gümüş, nisaba yani iki yüz dirheme ulaştığında kırkta bir zekâtı vardır. İki yüz
dirhemde beş dirhem, iki yüz kırk dirhemde altı dirhem; iki yüz seksen dirhemde yedi
dirhem... zekât vâcib olur. Ebû Hanîfe gümüşün zekâtında vaksı, yani iki yüzden
sonraki kırktan az olan küsuratın zekâta tabi olmadığını (affedildiğini) kabul edip "her
kırk dirhemde bir dirhem zekât alınır" demiştir.

Bir dirhemin kaç gram olduğu 1558 no'lu hadisin açıklamasında belirtilmiştir.
"Eğer gümüş yalnız yüz doksan dirhem ise zekâtı yoktur", cümlesindeki yüz doksan
rakamı, onar onar yani küsurat zikredilmeden tam sayılara göre söylenmiştir. Çünkü
iki yüzden önceki son on rakamın bulunduğu tam sayı yüz doksandır. Binaenaleyh bu
cümlede ifade edilmek istenen şudur:

Eğer gümüş yalnız yüz doksan dokuz dirhem ise zekâtını vermek vâcib değildir.
Bu hadisi Buharî kısım kısım ayrı bablarda, Nesaî, Ahmed, Şafiî, Bey-hakî Hâkim ve
Dârekutnî rivayet etmişlerdir. Darekutnî: "Bu sahih bir is'naddırl ve râvilerînin hepsi
sikadır" demiştir. İbn Hazm da: "Bu son derece sahih bir mektubtur" demiş ve İbn

1391

Hibban'la başkaları sahih olduğunu söylemişlerdir.
Bazı Hükümler



1. Bu Resulullah (s. a.) in müslümanı ara tarz kıldığı (veya takdir ve tayin ettiği)
zekât farizası (hükümlerini beyan eden bir mektup) dır." Fıkrası kâfirlerin zekât
vermekle mükellef olmadıklarına delâlet etmektedir. Zira bu fıkrada zekâtın
müslümanlara farz kılındığı belirtilmiştir. Kâfirlerin iman etmekle mükellef oldukları
hususunda ittifak vardır.

Zira "Ey insanlar, ben sizin hepinize göklerin ve yerin sahibi Allah'ın Resulüyüm.
Ondan başka ilâh yoktur. O diriltir, öldürür. Gelin Allah'a ve O'nun ümmî Peygamberi

İM

olan Resulüne inanın..." âyetinde, onlar a Allah ve Resulüne iman etmeleri
emredilmektedir. Namaz, zekât ve oruç gibi ibâdetleri edâ etmekle mükellef olup
olmadıkları hususunda ise, ihtilâf edilmiştir. Irak âlimleriyle Mâlikîlerin sahih kavline
göre kâfirler ibâdetleri edâ etmekle mükelleftirler, Hanefî, Şafiî ve Hanbelîlere göre
ise kâfirler ibâdetleri edâ etmekle mükellef değildirler. Çünkü küfürle beraber
ibâdetleri edâ edemezler. Zira ibâdetleri edâ etmenin bir şartı da imândır.

2. Zekâta tâbi olan hayvanlar gibi emvâl-i zahire, halife veya onun naibi olan zekât
memuruna verilir.

3. Zekât memuru mal sahibinden bu hadiste belirtilen miktara uygun zekât isterse, mal
sahibinin ona zekâtım vermesi vâcib olur. Vermesi gereken miktardan fazla isterse,
mal sahibi duruma göre ona ya fazlalığı ya da hiçbir şey vermez. Zekâtım başka bir
zekât memuruna öder.

4. Halifenin İslama aykırı olan emrine itaat edilmez.

5. Bu hadis develerin zekât miktarlarını da açıklamaktadır:

a. Devenin nisabı,-beştir. Yani deve sayısı beşe ulaşmadıkça zekâtı yoktur.

b. Beş deveden dokuz deveye kadar bir koyun zekât verilir.

Zekâta tabi olan hayvanlarda ı iki nisab arasmdakilerin zekâtı yoktur. Buna fıkıhta
"vaks" denilmektedir. Meselâ burada anlatılan beşten dokuza kadar olan dört deve için
ayrıca zekât yoktur. Yani deve sayısı beş olsun dokuz olsun zekâtı yalnız bir
koyundur. Ancak bu zekâtın dokuzuna mı, yani hem nisab olan beşe hem de vaks olan
dörde mi yoksa sadece nisab olan beş deveye mi taalluk ettiği konusunda âlimler
ihtilâf etmişlerdir:

Hanefîlerden Muhammed ile Züfer ve Mâlikîlerin mutemed kavline göre bu zekât hem
nisab hem de vaksa yani dokuzuna taalluk eder.

Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise zekât, yalnız nisaba
(misalimizde beşine) taalluk edip vaksa (beşten sonraki dört deveye) taalluk
etmemektedir. Şâfıîlerin esah olan görüşü ile Mâlikîlerin meşhur görüşü de budur, el-
Menhel'in yazarı Mahmud Muhammed Hattâb es-Subkî bunların delillerini de
zikrettikten sonra birinci görüşün delil yönünden daha kuvvetli olduğunu

Mil

söylemektedir.

İki görüşün sahiplerine göre de verilmesi gereken zekât miktarı aynı (misalimizde beş
deve) olup değişmediğine göre, bu ihtilafın faydası nedir? sorusuna şöyle cevap
verilir:

Dokuz devesi olan bir mal sahibinin bu develeri üzerinden bir yıl geçtikten sonra
dördü helak olursa, birinci görüşe göre mal sahibi kalan develere düşen nisbete göre
zekât verir ki, o nisbet de dokuzda beş (5/9)'tir. Yani zekât olarak bir koyunun
dokuzda beşini vermesi lâzım gelir. Halbuki ikinci görüşe göre daha önce vermesi



gereken zekât miktarı olan bir koyundan hiçbir şey eksilmez. Böylece her iki halde de
(yani beş veya dokuz deve olması hâlinde) aynı şeyi verir. Çünkü ikisinde de nisâb
aynı olup değişmemiştir.

c. On deveden on dörde kadar iki koyun,

d. Onbeş deveden ondokuza kadar üç koyun.

e. Yirmi deveden yirmi dörde kadar dört koyun.

f. Yirmi beş deveden otuz beş'e kadar bir bint-i mahâd (bir yaşını bitirip iki yaşma
basmış dişi deve) verilir. Mal sahibinin yanında yoksa bir ibn-i lebûn (iki yaşını bitirip
üç yaşma basmış erkek deve) verilir.

Bu hadisin zahirinden anlaşıldığına göre zekât olarak verilmesi gereken bir yaşını
bitirip iki yaşma basmış dişi deve bulunmayınca ondan bir yaş büyük olan bir erkek
deve verilir. Dişi deve erkek deveden değerli olduğundan yaş büyüklüğü dişilik
değerine karşılık kabul edilmiştir. Ancak bazı âlimler hadisin zahirine göre hüküm
vermediklerinden bu hususta ihtilâf etmişlerdir.

Mâlik, Şafiî ve bir rivayete göre Ebû Yûsuf bu hadisin zahirine göre hükmetmişlerdir.
Ebû Hanîfe ile Muhammed'e göre ise, bir yaşını bitirip iki yaşma basmış dişi deve
(bint-i mahâd) bulunmadığı takdirde onun yerine iki yaşını bitirip üç yaşma basmış
erkek deve (ibn lebûn) alma mecburiyeti yoktur. Muteber olan, kıymettir. Nitekim
Hidâye sarihi İbnu'l-Hümâm Fethü'l-Kadîr'de: "O zamanlarda yaş büyüklüğü dişilik
değerine karşılık kabul edilerek İbn Lebûn, bint mahâd'la eş değerdeydi. İkisi
arasındaki eş değerlik değişince sonuç da değişir", demektedir. el-Menhel yazarı İbnu'
1-Hümâm'm bu sözüne şunu ilâve etmektedir: "eğer kıymeti göz önünde
bulundurmadan ibn lebûn almayı zorunlu koşarsak, bu durum, ya fakirlere zarar verir
ya da mal sahiplerini mağdur eder".

g. Otuz altı deveden kırk beş'e kadar bir bint lebûn (iki yaşını bitirip uç yaşma basmış
dişi deve) verilir.

ğ. Kırkaltı deveden altmışa kadar bir hıkka (üç yaşını bitirip dört yaşma basmış dişi
deve) verilir.

h. Altmış bir deveden yetmişbeş'e kadar bir ceza (dört yaşını bitirip beş yaşma basmış
dişi deve) verilir.

ı. Yetmişaltı deveden doksan'a kadar iki bint lebûn (iki yaşını bitirip üç yaşma basmış
dişi deve) verilir.

i. Doksan birdevedenyüz yirmiye kadar için iki hıkka (üç yaşını bitirip dört yaşma
basmış dişi deve) verilir.

j. Yüzyirmiyi geçince her kırk deve için bir bintu lebün (iki yaşını bitirip üç yaşma
basmış dişi deve) ile her elli deve için bir hıkka (üç yaşını bitirip dört yaşma basmış
bir dişi deve) verilir.
Buna göre:

121 deveden 129'a kadar üç bint lebûn,

130 deveden 139'a kadar bir hıkka ile iki bint lebûn,

140 deveden 149'a kadar iki hıkka ile bir bint lebûn,

150 deveden 159'a kadar için üç hıkka verilir. Bu hesap hadisin zahirine göre böyle
devam eder gider.

Şafiî, İshâk b. Râhûye, Evzâî, Ebû Sevr, Dâvûd, Mâlikîlerden İbn Kasım ve bir
rivayete göre Ahmed bu görüştedirler.

Mâlikten rivayet edilen bir görüşe göre hadiste geçen fazlalaşmadan maksat, on
develik bir artıştır. 130 deve için bir hıkka ve iki bint lebûn verilir. Böylece her on



deve artışı ile zekât miktarı değişir. 121 'den 129'a kadar olan develer için zekât
memuru iki hıkka veya üç bint lebûn almakta muhayyerdir. Çünkü bu, iki ellilikten de
üç kırklıktan da fazladır.

Hz. Ali, tbn Mesûd, Ebû Hanife ile arkadaşları İbrahim en-Nehâî ve Sevrî'ye göre
verilecek zekât miktarı 120 deveden sonra yeniden başlar. Yani 120 deve için iki
hıkka verilmekle beraber bundan sonraki her beş deve için ayrıca bir koyun verilir.
Meselâ: 144 deve için iki hıkka ile 4 koyun verilir. 145 deve için ise, iki hıkka ve bir
bint-i mahad verilir. Deve sayısı 150 olunca her 50 deve için bir hıkka olmak üzere üç
hıkka verilir. Bunlar 1570 no'lu hadisin açıklamasında tablo hâlinde verilecektir.

6. Davarın zekât miktarı:

l'den 39'a kadar zekât vâcib değildir.

40'dan 120'ye kadar bir koyun (veya keçi),

121 'den 200'ye kadar iki koyun (veya keçi),

20 l'den 399'a kadar üç koyun (veya keçi),

400'den 499'a kadar dört koyun verilir.

Bundan sonraki her yüz için bir koyun zekât verilir.

7. Zekâta tabi olan hayvanların sâime olması gerekir. Cumhurun da görüşü budur.

8. Gümüş nisaba ulaştığında kırkta biri zeHt olarak verilir.

9. Diğer hükümler ihtilaflı olup hadisin açıklamasında geçtiği için tekrar edilmesi,

142]

lüzumsuz görülmüştür.

1568. ...Salim, babasının şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Resûlullah (s,a.) zekât mektubunu yazdırdı ve vefat edene kadar onu zekât
memurlarına vermeyip kılıcının yanında bıraktı. Ebû Bekir, vefat edene kadar onunla
amel etti. Sonra da Ömer, vefat edene kadar onunla amel etti. o mektupta şunlar vardı:
"Beş devede bir koyun; on devede iki koyun, onbeş devede üç koyun, yirmide dört
koyun (zekât) vardır. Yirmi beşten otuz beş .deveye kadar bir yaşını bitirip iki yaşma
basmış bir dişi deve; otuz beşi bir tane geçerse, kırk beşe kadar iki yaşını bitirip üç
yaşma basmış bir dişi deve; kırk beşi bir tane geçtiğinde altmışa kadar üç yaşını bitirip
dört yaşma basmış bir dişi deve; altmışı bir tane geçtiğinde yetmiş beşe kadar dört
yaşını bitirip beş yaşma basmış bir dişi deve; yetmiş beşi bir tane geçtiğinde doksana
kadar iki yaşını bitirip üç yaşma basmış iki dişi deve; doksanı bir tane geçtiğinde yüz
yirmiye kadar üç yaşını bitirip dört yaşma basmış iki dişi deve (zekât)vardır. Eğer
develer bundan da fazla olursa, her elli (deve) de üç yaşını bitirip dört yaşma basmış
bir dişi deve ve her kırkta iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir dişi deve (zekât)
vardır.

Davarda kırk koyundan yüz yirmiye kadar bir koyun, yüz yirmiden bir tane fazla
olunca iki yüze kadar iki koyun, İki yüzden bir tane fazla olursa, üç yüze kadar üç
koyun (zekât) vardır. Davar, bundan da fazla olursa, her yüz koyunda bir koyun
(zekât) vardır. Yüze varmadıkça,zekâtı yoktur.

Zekât (artar veya eksilir) korkusuya toplu olan (mal), ayrılmaz, ayrı olan da bir araya
toplatılmaz.

İki halitin (ortak) malından alman zekât hususunda ikisi aralarında hisselerine göre
hesaplaşırlar.

143]

Zekâtta ne yaşlı ne de ayıplı (hayvan) alınmaz."



Süfyân b. Huseyn dedi ki:

Zührî: "Zekat memuru geldiğinde koyunlar üç kısma ayrılır: Üçte biri kötü (halli), üçte
biri iyi (halli) ve üçte biri de orta (halli). Zekât memuru orta hallisinden alır" demiş ve

1441

sığırları zikretmemiştir.
Açıklama

fıkrasında geçen fiilinin Resûlullah (s.a.)'a isnadında mecaz vardır. Çünkü zekâtla
ilgili mektubu Resûlullah (s. a.) bizzat kendisi yazmamış, ashâb-ı kiramdan birine
yazdırmıştır. Yani o söylemiş, saha*" de söylenenleri yazmıştır.
Peygamber (s. a.) zekâtla ilgili yazdırdığı mektubu kılıcının yanma koyup saklamış
tayin ettiği zekât memurlarına vefat edinceye kadar vermemiştir. Zira o, devamlı
onlarla görüşüp zekâtla ilgili hükümleri onlara sözlü olarak beyân ederdi. Bu sebepten
dolayı ihtiyaç duymadığı için onlara o mektubu vermemiştir. Anlaşıldığına göre
Peygamber (s. a.) o mektubu vefatından sonra onunla amel olunsun diye yazdırıp
saklamıştı. Nitekim Peygamber (s.a.)'in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir o mektubu
çıkarıp vefat edinceye kadar onunla amel etmiş, sonra da onu Hz.Ömer uygulamıştır.
Ebu't-Tayyib es-Sindî diyor ki: "Bu mektubun, kılıcın yanma konulmasında zekât
vermeyenlere karşı savaş açılmasına işaret vardır. Nitekim Ebû Bekir (r.a.)'in hilâfeti
zamanında zekât vermeyenler olmuş ve onlara karşı savaş açılmıştır."
Hadisin senedinde geçen Sâlim'in babasından murad, Hz.Ömer'in oğlu Abdullah'dır.
Zekât hakkındaki mektuplarla ilgili olarak 1567 no'lu hadis, Enes hadisi, bu hadis de
tbn Ömer hadisi diye bilinir. "Zekâtnâme" diye bilinen zekâtla ilgili mektuplar
hakkındaki malumat ayrıca 1570 no'lu hadiste gelecektir.

Bu hadisin mânâ ve fıkıh yönü, bir önceki hadiste belirtildiği için tekrarına gerek
duyulmamıştır. Bu, hadisi Zührî'den Süfyân b. Hüseyn rivayet etmiştir. Ayrıca
Zührî'nin bu mektubta sığırların zekâtı ile ilgili bir şey nakletmediği belirtilmiştir.
Süfyân b. Hüseyin hakkında söylenenlere gelince Nesâî, Süfyân b. Hüseyn'in
Zührî'den olan rivayeti hariç, rivayet ettiği hadislerin alınabileceğini söylemiştir.
İbn Sa'd da O'nun sika olmakla beraber rivayet ettiği hadislerde çok hata ettiğini ifade
etmiştir.

İbn Adiy; "Süfyân b. Hüseyn'in Zührî'den yaptığı rivayetler hariç, hadisleri alınabilir,"
demiştir.

İbn Hibbân: "Süfyân b. Hüseyn, Zührî'den olan rivayeti hariç, sikadır." demiş.
Münzirî: "Müslim, Süfyân b. Hüseyn'in bazı hadislerini tahric etmiş. Buharı de onunla
istişhâd etmiştir. Ancak Zührî'den yaptığı rivayetler hakkında bazı söylentiler vardır"
demiştir.

Görüldüğü gibi muhaddisler onun sika olduğunu ancak Zührî'den yaptığı rivayetler
hakkında bazı söylentiler bulunduğunu ifade etmişlerdir.

Süfyân b. Hüseyn'in rivayet ettiği bu hadis hakkında da Tirmizî şöyle demektedir: "Bu
hadis hasendir. Bütün fakihlere göre uygulama da buna göredir. Bu hadisi ayrıca
Yûnus b. Yezîd ile başkaları da Zührî'den, o da Sâlim'den rivayet ederek onu ref
etmemişlerdir. Bu hadisi yalnız Süfyân b. Hüseyn merfu olarak rivayet etmiştir.
Tirmizî, el-İlel adlı eserinde ise, şöyle demiştir: "Muhammed b. İsmail el-Buhârî'ye bu
hadisin sıhhatini sordum, şöyle dedi: "Umarım ki mahfuzdur. Süfyân b. Hüseyn de
sadûktur."



Beyhakî, "Bu hadisi Süfyan b. Hüseyn gibi Süleyman b. Kesir de merfu olarak rivayet
etmiştir ki, Süleyman b. Kesîr'in rivayet ettiği hadislerle ihticac edilebileceğine Buhârî
ve Müslim'in ittifakı vardır" demiştir.

Hâkim de bu hadisi Müstedrek'te tahric etmiş ve Süfyan b. Hüseyn'in, hadis

1451

imamlarından olan Yahya b. Maîn tarafından tevsik edildiğini ifâde etmiştir.

1569. ...Muhammed. b. Yezid el-Vâsıtî demiştir ki;

Süfyan b. Hüseyn, aynı senetle aynı manayı bize naklederek; "bir yaşını bitirip iki
yaşma basmış dişi deve yoksa, iki yaşını bitirip üç yaşma basmış erkek deve (verilir)"
dedi. Muhammed b. Yezid, Zührî'nin (sürünün üçe taksim edileceği ile ilgili) sözünü

1461

de zikretmedi.
Açıklama

ibaresinden maksat şudur: Muhammed b. Yezid el-Vâsitî, bu hadisi Süfyan b.
Hüseyn'den Abbâd b. el-Avvâm'm isnadıyla yani bundan bir önceki hadisin senediyle
aynı mânâyı rivayet etmiştir. Ancak Muhammed b. Yezid'in rivayet ettiği bu hadiste
bir önceki hadisten fazla olarak şu da var: "Bir yaşını bitirip iki yaşma basmış dişi
deve yoksa iki yaşını bitirip üç yaşma basmış erkek deve verilir. Yani yirmibeş
deveden otuzbeş deveye kadar zekât olarak bir yaşını bitirip iki yaşma basmış dişi
deve verilir. Mal sahibinin bu yaşta dişi devesi yoksa ondan bir yaş büyük erkek deve
verilir. Muhammed b. Yezid bir Önceki hadiste geçen Zührî'nin "zekât memuru

1421

geldiğinde koyunlar üçe ayrılır..." sözünü bu hadiste zikretmemiştir.

1570. ...Yûnus b. Yezid İbn Şihâb'(ez-Zührî)dan şöyle dediğini rivayet eder:

Bu, Resûlullah (s.a.)'m zekât hakkında yazdırdığı mektubun bir nüshasıdır ki, (O'nun
aslı) Ömer b. Hattâb ailesinin yanındadır. İbn Şihâb (devam ederek):
Onu bana Salim b. Abdullah b. Ömer okuttu da olduğu gibi hepsini belledim. O, Ömer
b. Abdülaziz'in Abdullah b. Abdullah b. Ömer'le Salim b. Abdullah b. Ömer'den
nakledilmesini emrettiği nüshadır, dedi ve hadisi nakledip (devamında): "Develer, yüz
yirmi bir olduğunda yüz yirmi dokuza ulaşıncaya kadar iki yaşım bitirip üç yaşma
basmış üç dişi deve (zekâtı) vardır. Yüz otuz olduğunda yüz otuz dokuza varıncaya
kadar iki yaşını bitirip üç yaşma basmış iki dişi deve ile üç yaşını bitirip dört yaşma
basmış bir dişi deve (zekâtı) vardır. Yüz kırk olduğunda yüz kırk dokuza varıncaya
kadar üç yaşını bitirip dört yaşma basmış iki dişi deve ile iki yaşım bitirip üç yaşma
basmış bir dişi deve (zekâtı) vardır. Yüz elli olduğunda yüz elli dokuca kadar üç yaşını
bitirip dört yaşma basmış üç dişi deve (zekâtı) vardır. Yüz altmış olduğunda yüz
altmış dokuza varıncaya kadar iki yaşını bitirip üç yaşma basmış dört dişi deve
(zekâtı) vardır. Yüz yetmiş olduğunda yüz yetmiş dokuza ulaşıncaya kadar iki yaşını
bitirip üç yaşma basmış üç dişi deve ile üç yaşım bitirip dört yaşma basmış bir dişi
deve (zekâtı) vardır. Yük seksen olduğunda yüz seksen dokuza ulaşıncaya kadar üç
yaşını bitirip dört yaşma basmış iki dişi deve ile iki yaşını bitirip üç yaşma basmış iki
dişi deve (zekâtı) vardır. Yüz doksan olduğunda yüz doksan dokuza ulaşıncaya kadar
üç yaşını bitirip dört yaşma basmış üç dişi



deve ile iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir dişi deve (zekâtı) vardır. İki yüz
olduğunda üç yaşını bitirip dört yaşma basmış dört dişi deve veya iki yaşını bitirip üç
yaşma basmış beş dişi deve (zekâtı) vardır. (Ey zekât memuru) bu iki şeyden hangisini
bulursan alırsın. Otlaklarda yayılan davarda ise..." dedi ve (Yunus b. Yezid) Süfyan b.
Hüseyin'in (rivayet ettiği) hadisinin benzerini nakletti. Onda şu vardı: "Zekâtta ne
yaşlı ne ayıplı ne de (koç ve teke gibi) döl hayvanı alınmaz. Ancak zekât memuru
£481

dilerse, alabilir.
Açıklama

îbn Şihâb ez-Zührî'nin ifâdesinde anlatılmak istenen şudur; "Bu, Resûlullah (s.a.)'m
zekât hükümlerini beyân hususunda yazdırdığı mektubun bir nüshasıdır. İbn Şihâb bu
nüshayı Salim b. Abdullah'tan dinlemiş ve hıfzetmiş. Ömer b. Abdulaziz
Medine'ye'emir tayin edildiği zaman Abdullah b. Ömer'in oğulları Salim ile
Abdullah'ın yanlarında bulunan bu mektubun örneğini çıkarttırarak zekât memurlarına
ona göre amel etmelerini emretmiş ve bir nüshasını da el-Velîd b. Abdulmelik'e
göndermiştir. Halife el-Velid de zekât memurlarına onunla amel etmelerini emretmiş,
artık ondan sonra gelen bütün halifeler hep aynı şeyi emredip tatbik ettiler. Hatta
Hişam b. Hâni onu çoğaltarak bütün zekât memurlarma gönderip onlara sadece onunla
amel etmelerini emretmiştir.

cümlesindeki iki fiilin de faili İbn Şihâb ez-Zührî'dir. Şâlim, babasından bu hadisin
aslını nasıl rivayet etmişse, Zührî de onu aynen Sâlim'den rivayet etmiştir. Zührî
hadisi başından beri -yani "develer beşe varmadıkça zekât olarak hiçbir şey alınmaz
beşe vardığında on deveye ulaşıncaya kadar bir koyun (zekâtı) vardır..." kısmından
itibaren nakletmiş ve, "yüz yirmi bir olduğunda yüz yirmi dokuza varıncaya kadar iki
yaşını bitirip üç yaşma basmış üç dişi deve (zekâtı) vardır", diyerek devam etmiştir.
Bu cümle, 1568'de Enes hadîsinde geçen "yüz yirmiden fazla olduğunda her kırk
devede iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir dişi deve her elli devede üç yaşım bitirip
dört yaşma basmış bir dişi deve (zekât) vardır" cümlesini açıklamaktadır. Enes
hadisinde cumhurun buna göre amel ettiğini ve Hanefîlerin muhalefetini anlattığımız
için burada ayrıca anlatmayı gereksiz görüyoruz.

cümlesinde anlatılmak istenen şudur: Ey zekât memuru! Üç yaşını bitirip dört yaşma
basmış dişi develerle iki yaşım bitirip üç yaşma basmış dişi develerden hangisini
almak istersen alabilirsin, muhayyersin.

Buna göre muhayyerlik zekât memuruna ait olmuş oluyor. Cumhur bu görüştedir.
Ancak şu da kast edilmiş olabilir: Hangi yaşta bulursan mal sahibinden onu alırsın.
Yani mal sahibi hangisini vermek isterse onu almak zorundasın. Buna göre de
muhayyerlik mal sahibinin olur. Ebû Hanife ve arkadaşları da bu görüşte olup şöyle
demişlerdir: Zekât memuru tarafından istenen yaştaki deve bulunduğu halde mal
sahibi dilerse devenin kıymetini verebilir. Hatta zekât memuru onun kıymetini kabul
etmeye zorlanır. Çünkü Peygamber (s. a.) mal sahiplerine kolaylık gösterilmesini emr
etmiştir. Bu kolaylık da ancak mal sahibini muhayyer bırakmakla gerçekleşir.
Serahsî Mebsût adlı eserinde şöyle demektedir: "Bu mektupta anlatılanın zahiri, bu
hayvanlar hakkındaki muhayyerliğin zekât memuruna ait olduğuna ve almak istediğim
kendisinin tespit edeceğine delâlet etmektedir. Ancak hüküm öyle değildir. Yani
muhayyerlik zekât memurunun değil, mal sahibinindir. Bu nedenle mal sahibi dilerse,



vermesi gereken hayvanın kıymetini, dilerse bir yaş küçüğünü ve aradaki değer farkını
verir veya dilerse bir yaş büyüğünü verip aradaki değer farkım geri alır. Kısacası mal
sahibinin vermek istediğini zekât memuru almak zorundadır. Ben bunu almam
diyemez. Çünkü sâri', mal sahihlerine kolaylık gösterilmesini emretmiştir. Sözü edilen
kolaylık da ancak mal sahibini muhayyer kılmakla tahakkuk eder."
cümlesindeki fiilin faili Yunus b. Yezid'dir. Yani Yunus b. Yezid îbn Şihâb'dan
yaptığı rivayette Süfyan b. Hüseyn'in İbn Şihâb'dan rivayet ettiği davarın zekâtı ile
ilgili bir önceki hadisi nakletti.

Nevevî el-Mecmu' adlı eserinde: "Zekâta tabi olan hayvanların zekât miktarları Enes'le
İbn Ömer'in rivayet ettikleri iki hadise bağlıdır" diyerek bu iki hadisi nakledip
senetleriyle ilgili malumat verir.

Bu iki hadisin senetleriyle ilgili malumatı yerlerinde verdiğimizi belirttikten sonra bu
iki mektubun cumhur tarafından hüsnü kakül gördüğünü ve ikisinin gereğine göre
amel edildiğini ifade etmek isteriz. Cumhurun bu mektublarm muhtevasından üzerinde
ittifak ettikleri hususlar şunlardır:

1. Beşten az deveye zekât yoktur.

2. Kırktan az davara zekât yoktur.

3. İki yüz dirhemden az gümüşte zekât yoktur.

4. Yirmi beşten az develerin zekâtı koyundan verilir.

5. Yirmi beşten az develerin zekâtı her beş devede bir koyundur.

6. Yirmi beşten yüz yirmiye kadar olan develer için zekât olarak verilecek olan
develerin yaşında ittifak vardır.

7. Kırktan üç yüze kadar olan davar için zekât olarak verilecek miktar ile ondan sonra
her yüz koyundan bir koyun verileceği hususunda ittifak vardır.

8. Gümüş zekâtı kırkta birdir.

9. Malm orta hallisi alınır.

Her ne kadar bazı fer'î meselelerde ihtilâf edilmiş ise de, bu ihtilâflar doğrudan
doğruya hadislerden değil de, hadislerin çeşitli yorumlarından neş'et etmiştir. Şimdi de
develerin zekâtında cumhurun üzerinde ittifak ettiği miktarların tablosunu verelim.



Deve sayısı
5! den 9'a kadar
10'dan 14'e kadar
15'den 19'a kadar
20'den 24'e kadar
25'den 35'e kadar
deve)

36'dan 45'e kadar
deve)

46'dan 60'a kadar
61 'den 75'e kadar
76'dan 90'a kadar
91' den 120'ye kadar



Verilmesi Gereken Miktar:

1 koyun

2 koyun

3 koyun

4 koyun

1 bintü mahâd (1 yaşını bitirip 2 yaşma basan dişi
1 bintü lebûn (2 yaşını bitirip 3 yaşma basmış dişi



1 hıkka (3 yaşını bitirip 4 yaşma basmış dişi deve)

1 cezea (4 yaşını bitirip 5 yaşma basmış dişi deve)

2 bintu lebûn
2 hıkka

Bu miktarlar üzerinde icmâ meydana gelmiştir. İhtilaflı olan miktarlar ise, Şafiî, İshak
b. Râhûye, Evzâî, Ebû Sevr, Dâvûd, bir rivayetinde Ahmed ve Mâlikî'lerden îbn
Kasım'a göre şöyledir:



121 'den 1 29'a kadar 3 bintu lebûn

130'dan 139'a kadar 1 hıkka ile 2 bintu lebûn

140'dan 149'a kadar 2 hıkka ile 1 bintu lebûn

1 50'den 1 59'a kadar 3 hıkka

1 60'dan 1 69'a kadar 4 bintu lebûn

1 70'den 1 79'a kadar 3 bintu lebûn ile 1 hıkka

1 80'den 1 89'a kadar 2 bintu lebûn ile 2 hıkka

1 90'dan 1 99'a kadar 1 bintu lebûn ile 3 hıkka

200'den 209'a kadar 5 bintu lebûn veya 4 hıkka

Bunlar daha önce belirttiğimiz gibi Enes ile İbn Ömer'in hadislerinin zahirine göre
hüküm vermişlerdir.

İbrahim en -Nehaî, Sevrî, Ebû Hanîfe ile arkadaşları ve bir rivayete göre Hz. Ali ile
İbn Mesûd'a göre ise, şöyledir: Deve sayısı Verilmesi Gereken Miktar:



1

l/J


9
z


niKKa ııe ı


Kuy un


130


2


hıkka ile 2


koyun


135


2


hıkka ile 3


koyun


140


2


hıkka ile 4


koyun


145


2


hıkka ile 1


bintu








mahâd


150


3


hıkka




155


3


hıkka ile 1


koyun


160


3


hıkka ile 2


koyun


165


3


hıkka ile 3


koyun


170


3


hıkka ile 4


koyun


175


3


hıkka ile 1


bintu








mahâd


186


3


hıkka ile 1


bintu lebûn


196


4


hıkka veya


5 bintu








lebûn


200


4


hıkka veya


5 bintu



lebûn

İki yüz deveden sonra bir daha koyundan başlar sonra bintu mahâd, ondan sonra bintu
lebûn diye devam eder. Her elli devede bir hıkka artar.

Bunların delili, Ebû Davud'un el-Merâsîl'de, İshak. b. Rahûye'nin Müsned'inde ve
Tahâvî'nin Müşkilü'l-Asâr'da Hammad b. Seleme'den rivayet ettikleri şu hadistir:
Hammâd şöyle demiştir: Kays b. Sa'd'a; "Muhammed b. Amr b. Hazm'm mektubunu
bana al getir" dedim. Bunun üzerine Kays bana bir mektup vererek onu Ebû Bekir b.
Muhammed b. Amr b. Hazm'dan aldığını ve o mektubu Peygamber (s.a.)'in, onun
dedesi için yazdırdığını haber verdi. O mektubu okudum da onda develerin zekâtından
söz edilmekteydi. Hammâd o hadisi nakletti de onda "deve sayısı yüzyirmiyi geçince
deve zekâtının başlangıcına dönülür" buyuruluyordu.

Bir rivayete göre Kays b. Sa'd şöyle demiştir: Ebû Bekir b. Muhammed b. Amr b.
Hazm'a, "Resûlullah (s.a.)'in dedem Amr b. Hazm için yazdırmış olduğu zekât
mektubunu bana ver" dedim. O da bir kâğıda yazılı olan mektubu çıkardı, onda şu
vardı:

"Develer yüz yirmiden fazla olunca verilecek zekâta baştan başlanır. Ondan sonra
yirmibeşten az olan develerde her beş deve için bir koyun olmak üzere zekâtları



davardan verilir."

Birinci grubun delil olarak ileriye sürmüş oldukları Enes ve İbn Ömer hadisiyle ikinci
grubun delili olan Hammâd'm rivayet ettiği hadis arasında nbazıları bir çelişki
görmemiş ve "yüz yirmiden fazla olunca" cümlesini "deve sayısı yüz yirmiden çokça
fazla olunca" diye yorumlamışlardır. Çoğu da Hammâd'm hadisinin zayıf olduğunu
1491

söylemişlerdir.

1571. ...Mâlik dedi ki: Ömer b. Hattâb'm; "ayrı olan (mal) bir araya toplatılmaz toplu
olan da, ayrılmaz'" sözünün anlamı şudur: Her adamın kırk koyunu olup da zekât
memurunun gelmesi yaklaştığında onlarda yalnız bir koyun (zekât vâcib) olsun diye
onları bir araya toplarlar. "Toplu olan ayrılmaz" (sözünün anlamı) ise, iki halîtten her
birinin yüz bir koyunu olduğunda onlarda ikisinin üzerine üç koyun (zekât vâcib) olur.
Zekât memurunun onlara gelmesi yaklaştığında ikisi koyunlarını ayırırlar. Böylece
ikisinden her birine yalnız bir koyun (zekât vâcib) olur. Bu konuda, duyduğum budur.

[M

Açıklama

İmam Mâlik, Hz.Ömer'in "ayrı olan (mal) bir araya toplatılmaz" sözünü şöyle
açıklamıştır: İki veya daha çok

kişinin kırkar koyunu olup da her birinin bir koyun zekât vermesi gerekirken bunlar,
zekât olarak üç koyun yerine yalnız bir koyun versinler diye zekât memurunun
gelmesine yakın bir zamanda koyunlarım bir araya toplarlar.

"Toplu olan (mal) ayrılmaz" sözünü de şöyle açıklamıştır: İki hâlıtten her birinin yüz
bir koyunu olup da ikisi toplam üç koyun zekat vermeleri gerekirken bunlar zekât
olarak her birine yalnız bir koyun düşsün diye koyunlarını ayırırlar.
İmam Mâlik, bu iki cümleyi böyle açıkladıktan sonra başkalarından da yalnız bu
yorumu duyduğun u belirtmiştir.

Bu açıklamadan anlaşıldığına göre bu iki cümledeki nehy, mal sahiplerinedir. İmam
Şafiî'ye göre ise, bu nehy, hem mal sahiplerine hem de zekât memurlarmadır. Zira
mânânın ikisine de ihtimali var. Mânâyı birine hamletmek, diğerine hamletmekten
evlâ olmadığından her ikisine birden hamledilmiştir. Şu kadar var ki, mânânın mal
sahiplerine hamli daha belirgindir.

Terceme ile açıklamada "halît" kelimesini olduğu gibi almamızın sebebi onun
mezheplere göre değişik şekillerde açıklanmasıdır. Bu kelime ile ilgili malumat 1567
no'lu hadisin açıklamasında verildiği gibi imam Mâlik'in açıkladığı bu iki cümlenin

[511

anlamı ile ilgili hükümler de orda zikredilmiştir.

1572. ...AH (r.a.)'den şöyle rivayet edilmiştir. (Râvi) Züheyr der ki:
Zannederim o da onu Peygamber (s.a.)'den rivayet etmiş şöyle demiştir:
"(Gümüşten) kırkta birleri (zekât olarak) veriniz, her kırk dirhemden bir dirhem, iki
yüz dirheme varmadıkça sizin üzerinize (zekât olarak) hiçbir şey yoktur. İki yüz
dirhem olduğunda beş dirhem (zekâtı) vardır. (Bundan) fazlası hesabına göredir.
Davarda her kırk koyunda bir koyun (zekat) vardır. Yalnız otuz dokuz koyun(un)



varsa, senin üzerine onda (zekat olarak) hiçbirşey yoktur" (deyip Ebû İs-hâk) davarın
zekâtım Zührî gibi nakletti ve; "Sığırda her otuz (tane) de bir yaşım bitirip iki yaşma
basmış bir erkek sığır (zekât) vardır. Kırk (sığır)da ise, iki yaşım bitirip üç yaşma
basmış bir dişi sığır (zekât) vardır. Avâmil olan (çalıştmlan)lara (zekât olarak) bir şey
yoktur. Develerde ise.." deyip onların zekâtını Zührî'nin zikrettiği gibi nakletti ve;
"Yirmi beş devede beş koyun,(zekât) vardır. (Bundan) bir tane fazla olursa, otuz beşe
kadarı için bir yaşını bitirip iki 'yaşma basmış bir dişi deve (zekât) vardır. Eğer bir
yaşını bitirip iki yaşma basmış dişi deve olmazsa iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir
erkek deve (verilir.) Bundan bir tane fazla olunca kırk beşe kadar iki yaşını bitirip üç
yaşma basmış bir dişi deve (zekât) vardır. Bir tane fazla olunca altmışa kadar onda
erkek deveye çeki-lobileri üç yaşını bitirip dört yaşma basmış bir dişi deve (zekât)
vardır" dedi. Sonra da Zührî'nin hadisinin benzerini nakletti ve: "Bir tane fazla yani
doksan bir olunca yüz yirmiye kadar onda erkek deve e çekilebilen üç yaşını bitirip
dört yaşma basmış iki dişi deve (zekât) vardır. Şayet develer bundan çok olursa, her
elli devede üç yaşını bitirip dört yaşma basmış bir dişi deve (zekât) vardır.
Zekât (artar veya eksilir) korkusuyla toplu olan (mal) ayrılmaz. Ayrı olan da bir araya
toplatılmaz.

Zekâtta ne yaşlı ne ayıplı ne de döl hayvanı alınmaz. Ancak zekât memuru dilerse
(alabilir.)

Irmakların suladıkları veya yağmurun suladığı bitkilerde öşür vardır. Büyük kovalarla
sulananlarda ise, öşrün yarısı vardır."

Asim ve el-Hâris'in hadisinde suda vardır: "Zekât, her sene (vâcib)dir" Züheyr dedi ki:
"Zannederim (Ebû İshak "zekât" her sene) bir defa (vâcibtir)" dedi. Asım'm hadisinde
şu vardı: "Develerin arasında ne bir yaşını bitirip iki yaşma basmış dişi deve ne de iki
yaşını bitirip üç yaşma basmış erkek deve olmadığı zaman on dirhem (gümüş) veya iki

£521

koyun (verilir)"



Açıklama

ifadesiyle dile getirilmek istenen şudur: Züheyr b. Muâviye bu hadisi Ebû İshâk'-tan
rivayet etmiştir. Züheyr, Ebû İshâk'm hadisin senedinde Ali (r.a.)'den sonra Hz.
Peygamber (s.a.)'i zikredip etmediğinde şüphe etmiştir. Yani hadisin merfu olup
olmadığı hususunda tereddüt etmiştir. Dârekutnî bu hadisin bir kısmını Züheyr
tankıyla kesin merfu olarak rivayet etmiştir.

cümlesinde gümüşün zekâtının onda birin dörte biri olduğu belirtilmiş ve "her kırk
dirhemden bir dirhem" cümlesiyle açıklanmıştır.

Bu hadise göre gümüş zekâta tabidir. Zekâtı kırkta birdir. Nisabı da iki yüz dirhemdir.
İkiyüz dirhem gümüşün ise, beş dirhem zekâtı vardır. Ancak âlimler gümüşün
zekâtının vâcib olması için halis olmasının şart olup olmadığı hususunda ihtilaf
etmişlerdir.

Şafiî, Ahmed ve ikisinin arkadaşları gümüşün halis olmasını şart koşmuşlar ve yabancı
maddelerle karışmış mağşuş gümüşteki halis gümüş ikiyüz dirheme ulaşmadıkça
zekâtının vâcib olmadığını söylemişlerdir.

Hanefîlere göre ise, gümüşün halis olması şart değildir. Mağşuş olan gümüşün
içindeki halis gümüşün ağırlığı yabancı maddelerden fazla veya eşitse zekâtı verilir.



Yabancı maddelerden az ise, ticaret eşyası hükmüne girer. Değeri nisaba ulaşır ve
sahibi onunla ticaret etmeye niyyet etmiş ise zekâtı verilecektir. Değeri nisaba ulaştığı
halde onunla ticâret etme düşünülmüyorsa zekâta tabi değildir.

Mâlikîler ise, şöyle demişlerdir: Mağşuş olan veya ağırlık yönünden noksan olan
gümüş alış-verişlerde halis ve ağırlık yönünden tam olanlar gibi revaçta iseler, zekâtım
vermek vâcibtir. Eğer revaçta olmazlarsa veya tam olanlardan az revaçta iseler,
mağşuş içindeki gümüş miktarı hesablanır. Nisaba ulaşıyorsa, zekâtı verilir,
ulaşmıyorsa verilmez. Ağırlık yönünden noksan olan, tam olanın değerinde geçerli ise,
zekâtı verilir. Değerce düşük ise, aradaki farkı kapatmadıkça zekâtı verilmez. Meselâ
ağırlık yönünden noksan olan iki yüz dirhem gümüş tam olan iki yüz dirhem gümüş
kadar revaçta ise, zekâtı verilir. Yüz doksan dirhem gümüş değerinde revaçta ise,
zekâtı verilmez, aradaki on dirhemlik farkın kapatılması gerekir,
cümlesinde söylenmek istenen şudur: "iki yüz dirhem gümüşten sonraki dirhem sayısı
az olsun çok olsun hesabı yapılır ve zekâtı öyle verilir. Cumhur bu görüştedir. Hz.Ali,
İbn Ömer, Nehâî Malik, Şafiî, Ahmed, Ebû Yûsuf, Muhammed, Sevrî, İbn Ebî Leylâ
ve İbnu'l-Münzir bunlardandır. Delilleri bu ve benzeri hadislerdir.
Ebû Hanîfe, Said b. el-Müseyyeb, Tâvûs, Hasan-elBasrî, Şa'bî, Mek-hûl ve Zührî'ye
göre ise, iki yüz dirhemden sonraki dirhem sayısı kırka ulaşmadıkça zekâtı yoktur.
Aradaki kesirler için bir şey verilmez. Ancak her kırk dirhemde bir dirhem verilir.
Buna göre 210, 220 hatta 239 dirhemi olan yine sadece beş dirhem zekât verir. İki yüz
kırk dirhem olunca altı dirhem zekât verir ve bu iki yüz yetmiş dokuz dirheme kadar
altı dirhem olarak kalır. 280 dirheme varınca, yedi dirhem verir. Bunların de-lülen
Dârekutnî'nin el-Minhâl tarikiyle Muâz (r.a.)'dan rivayet ettiği şu hadistir: "Resûlullah
(s.a.) Muâz'ı Yemen'e göndereceği zaman küsuratta (zekât olarak) hiç bir şey alma.
Gümüş iki yüz dirhem olduğunda ondan, beş dirhem al ve iki $<Uzden fazlasından
kırka ulaşmadıkça (zekât olarak) birşey alma, kırk dirheme ulaştığında ondan bir
dirhem (zekât) al, diye emretti."

Bu hadis muhaddisler tarafından tenkide uğramıştır. İkinci delilleri ise, Ebû Davud'un
da tahfıc ettiği Amr b. Hazm hadisidir: Peygamber (s.a.), şöyle buyurmuştur:
"Gümüşten her beş ukiyyede beş dirhem (zekât) vardır. (İki yüzden) fazlasında her
kırk dirhemde bir dirhem (zekât) vardır."

Bu hadisi ayrıca Hâkim, îbn Hibban ve Beyhakî tahric etmiş ve sahih olduğunu
söylemişlerdir. el-Menhel yazarı Hattâb es-Sübkî, iki tarafın delillerini zikrettikten
sonra cumhurun delillerinin daha kuvvetli olduğunu söylemektedir.
Sığırın zekâtına gelince: Önce geçen bazı kelimeleri açıklayalım:
Bakar : Sığır demektir. Ancak manda da zekât yönünden sığır hükmünde olup ikisi
aynı cins sayıldığından "bakar" kelimesi her ikisine şâmildir. Dolayısıyla terceme ve
açıklamada kullandığımız sığır kelimesi aynı zamanda mandayı da kapsamaktadır.
Tebî' : Cumhura göre bir yaşını bitirip iki yaşma basmış erkek sığırdır. Mâlikîlere göre
ise iki yaşını bitirip üç yaşma basmış erkek sığırdır. Ancak cumhurun görüşü arab
diline daha uygundur. Tebî'nin dişisene tebi'a denir.

Müsinne ise, cumhura göre iki yaşını bitirip üç yaşma basmış dişi sığırdır. Mâlikîlere
göre de üç yaşını bitirip dört yaşma basmış dişi sığırdır. Müsinne'nin erkeğine
"müsinn" denilmektedir.

Bu hadisin sığır zekâtı ile ilgili fıkrasından anlaşıldığına göre sığırın nisabı otuzdur.
Yani otuz sığırı olan bir kimse zekât olarak bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bir
erkek sığır verir. Otuzdan az ise, zekât vermekle mükellef değildir. Şayet kırk sığırı



varsa zekât olarak iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir dişi sığır verir. Zikredilen bu
yaşlar cumhura göredir. Mâlikîlere göre ise, bunların bir yaş büyüğü verilir.
Alimlerin çoğuna göre otuz sığır için zekât olarak tebi' verilebildiği gibi tebi'a da
verilebilir. Zira Tirmizî ile İbn Mâce'nin İbn Mesûd'dan rivayet ettikleri hadiste
Peygamber (s. a.) şöyle buyurmuştur: "Her otuz sığırda bir tebî' veya tebî'a (zekât)
vardır*' Mâlikîlere göre ise, dişisi (yani tebi'a) efdaldir.

Sığır sayısı kırka ulaşınca Hanefîlere göre iki yaşım bitirip üç yaşma basmış bir erkek
veya dişi sığır (yani müsin veya müsinne) verilir. Delilleri Taberânî'nin İbn Abbâs'dan
rivayet ettiği şu hadistir: "Peygamber (s. a.) şöyle buyurmuştur: "Her kırk sığırda bir
müsinne veya müsin (zekât) vardır." Cumhura göre ise, müsinn'i yani erkeği vermek
caiz değil, muhakkak müsinne'yi yani dişisini vermek gerekir.

Malik, Şafiî, Ahmed, Muhammed ve Ebû Yusuf un içinde bulunduğu Cumhura göre
sığırın zekât miktarı şöyledir.

Sığırın Sayısı: Verilmesi gereken Zekât Miktarı:

30'dan 39'a kadar 1 tebî' (veya tebî'a)

40'dan 59'a kadar 1 Müsinne

60'dan 69'a kadar 2 tebî' (veya tebî'a)

70'den 79'a kadar 1 Müsine ile 1 tebî' (veya tebî'a)

80'den 89'a kadar 2 Müsinne

90'dan 99'a kadar 3 tebî' (veya tebî'a)

1 OO'den 1 09'a kadar 1 Müsinne ile 2 tebî (veya tebî'a)

1 10'dan 1 19'a kadar 2 Müsinne ile 1 tebî' (veya tebî'a)

120'den 129'a kadar 3 Müsinne veya 4 tebi' (veya tebî'a)

Görüldüğü gibi hadiste de geçtiği üzere her otuz sığır için zekât olarak bir tebî veya
bir tebi'a her kırk sığır için de bir müsinne verilir. Aradaki küsurlar için zekât
verilmez. Anlaşıldığına göre otuzdan otuz dokuza kadar zekât olarak bir tebî' veya
tebî'a verilmesi hususunda Ebû Hanife de cumhurla aynı görüştedir. Ancak ondan
rivayet edilen meşhur kavle göre kırk ile altmış arasındaki küsurlar için de hesabına
göre zekât verilir. Yani her bir sığır için zekât olarak bir müsinnenin kırkta biri verilir.
Şöyle ki 41 sığır için zekât olarak bir müsinne ile bir müsinnenin kırkta biri verilir .44
sığır için bir müsinne ile onun on'da biri verilir. 50 sığır için bir müsinne ile onun
dörtte biri verilir... Ancak şu kadar var ki Hanefi mezhebinde fetva, Ebû Yusuf ile
Muhammed'in kavline göredir.

cümlesinde yük ve ziraat gibi işlerde çalıştırılan hayvanlarda zekâtın vâcib olmadığı
bildirilmiştir. Cumhurun görüşü de budur. Mâlikîlere göre ise, zekâtının verilmesi
vâcibtir.

Develerin zekâtına gelince; bu hadiste yirmi beş deve için beş koyun zekât verileceği
belirtilmiştir. Halbuki bundan önce geçen hadislerde yirmi beş deve için zekât olarak
bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bir dişi deve verileceği bildirilmişti ki, cumhurun
görüşü budur. Amel de buna göredir. Hz.Ali'nin, "yirmi beş devede beş koyun (zekât)
vardır" rivayeti ise, zayıftır. Çünkü senedinde Âsim b. Damure ile el-Hârisu'-A'ver
geçmektedir. Bunların ikisi hakkında bazı tenkidler vardır. Şa'bî şöyle demiştir: "Bana
el-Harisü'l-A'ver hadis nakletti ki o yalancı idi." Ebû İshak da el-HarîsüI'1-A'ver'in
yalancı olduğunu söylemiştir. Aynı zamanda bu hadisi tahric eden Dârekutnî onu
Süleyman b. Erkam tarikiyle rivayet etmiştir ki, rivayet ettiği hadisin alınmayacağı ve
zayıf olduğu bildirilmiştir. Bazı âlimler, "Hz. Ali kesinlikle böyle bir şey
söylememiştir. Bu ona yapılan yanlış bir isnattır. Çünkü o fakihtir bu sözün zekât



usulüne uymadığını bilirdi" demişlerdir. Hattâbî bu konuda şöyle demiştir: "Yirmi beş
devede beş koyun (zekât) vardır" sözüne göre hükmedilmeyeceği hususunda icmâ'
vardır. Alimlerden hiç biri onu delil kabul etmemiştir,
sözüyle anlatılmak istenen şudur:

Yeryüzünde akan sular veya yağmur suları ile yetişen bitkilerin zekâtı onda birdir.
Kuyu ve benzeri yerlerden kova veya başka âletlerle su çekmek ya da hayvan sırtında
su taşımak suretiyle sulanan ve ancak bu şekilde yetiştirilebilen bitkilerin zekâtı
yirmide birdir. "Sema" kelimesi gök ve bulut manalarına gelmektedir. Ancak burada
mecazen yağmur mânâsına kullanılmıştır. "Garb" kelimesi ise aslında büyük kova
manasınadır. Bu kelimeden burada sulama işinde kullanılan âlet kast edilmiştir.
Ebü Hanîfe hadisin bitkilerle ilgili bu fıkrasının zahirine göre hükmetmiş, yetiştirilen
toprak ürünleri, sebzeler ve meyvelerin miktarı az olsun, çok olsun zekâta tabi'
olduğunu söylemiştir. Bununla ilgili ayrıntılı malumat 1559 ile 1596 no'lu hadislerin
açıklamalarmdadır.

cümlesinde anlatılmak istenen de şudur:

Ebû İshak, Asim b. Damure ile el-Hârisü'l-Aver'den yaptığı rivayette zikredilen
şeylerin zekâtının her yıl verilmesinin vâcib olduğunu belirtmiştir. Hadisi Ebu
İshak'tan rivayet eden Züheyr de O'nun; "zekat her yıl vâcibtir" mi dediği, yoksa
"zekât her senede bir defa vâcibtir" mi dediği hususunda şüphe etmiştir, cümlesinden
maksat şudur: Ebû İshak, Asîm b. Damure'den yaptığı rivayette şunu söylemiştir:
"Kimin yanındaki develer için bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bir dişi deve zekât
vermek vâcib olup da yanında bu yaşta dişi devesi veya iki yaşını bitirip üç yaşma
basmış bir erkek devese olmazsa, zekât memuruna iki yaşını bitirip üç yaşma,basmış
bir dişi deve verir ve ondan aradaki değer farkını alır. O fark on dirhem veya iki
koyundur. Hz. Ali, Hz. Ömer ve Sevrî bu görüştedirler. Daha önce geçen 1567 no'lu
hadiste bu değer farkının iki koyun veya yirmi dirhem olduğu belirtilmişti ki o hadis

£531

Hz. Ali'nin rivayet ettiği bu hadisten daha sahihtir.
Bazı Hükümler

1. Gümüşün nisabı ikiyüz dirhemdir. Bundan azma zekat vermek vacıb değildir.

2. Gümüşün zekâtında vaks yoktur. Yani iki yüz dirhemden sonraki dirhem sayısı ne
olursa olsun hesabı yapılıp zekâtı verilir. Affa uğrayan herhangi bir küsurat yoktur.

3. Sığırın nisabı otuzdur. Bundan azma zekât vermek vâcib değildir. Otuz sığır için
zekât olarak bir yaşım bitirip iki yaşma basmış bir erkek sığır verilir. Kırk sığır için de
iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir dişi sığır verilir. -İkisinin arasındaki küsurat için
zekât yoktur.

4. Ziraat ve taşımacılık gibi işlerde çalıştırılan (avamil) sığırlarda zekât yoktur.
Develer de aynı hükme tâbidir.

5. Aletsiz sulanan bitkilerin zekâtı onda birdir. Aletle sulananların zekâtı ise yirmide
birdir.

6. Bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bir dişi deve vermesi gereken bir kimsenin
yanında ne bu yaştaki dişi deve ne de iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir erkek deve
olmayıp iki yaşım bitirip üç yaşma basmış bir dişi devesi varsa zekât memuruna onu
verip aradaki değer farkı olarak ondan on dirhem veya iki koyun alır. Bununla ilgili



[541

malumat da hadisin açıklamasında verilmiştir.

1573. ...Ali (r.a.), Peygamber (s.a.)'den (bir önceki) hadisin baş tarafım rivayet etmiş
ve şöyle demiştir:

"İki yüz dirhemin olup da üzerinden bir yıl geçmişse, onda beş dirhem (zekât) vardır.
Yirmi dinarın olmadıkça senin üzerine -altında- (zekât olarak) bir şey yoktur. Yirmi
dinarın olup da üzerinden bir sene geçerse onda yarım dinar (zekât) vardır. Fazlası(mn
zekâtı), hesabına göredir." (Râvi) Ebû İshâk dedi ki: "Hesabına göredir" sözünü Ali mi
söylüyor, yoksa onu Peygamber (s.a.)'e mi isnad etti, bilmiyorum. " Üzerinden bir yıl
geçmedikçe hiçbir malda (zekât) yoktur."

İbn Vehb dedi ki: Ancak (şu kadar var ki) Cerîr, Peygamber (s.a.)'den rivayet edilen
(bu) hadise "üzerinden bir yi! geçmedikçe hiçbir malda (zekât) yoktur." (cümlesini de)
[551

ekliyor.
Açıklama

Bu hadisi İbn Vehb, Cerir b. Hâzim'den, O da Ebu İshak'dan rivayet etmiştir,
cümlesindeki "kâle"nin faili Ebû İshâk'tır.

Bu hadis gümüşün nisabının iki yüz dirhem olduğuna ve onda farz olan" zekâtın,
kırkta bir olduğuna delâlet etmektedir. Bu hususta icmâ' vardır. Bir dirhemin Kaç
gram olduğu ve gram olarak zekâtın nisab miktarı 1558 no'lu hadisin açıklamasında
belirtilmiştir.

cümlesi,-Ali (r.a.) tarafından açıklama

mâhiyetinde söylenmiştir, "ya'ni" fiilinin faili, "en-Nebî" Peygamber (s.a.)'dır.
Altının zekâtı ile ilgili fıkrada geçen bazı kelimelerin mânâları:

Dinar: Altın para mânâsında kullanıldığı gibi miskâl mânâsında da kullanılmaktadır.
Bu hadiste miskâl mânâsında kullanılmıştır.

Miskâl: Sözlükte az ölsün çok olsun her türlü ağırlık ölçüsüdür. Terim olarak ise,
yaklaşık olarak 4.25 gr. ağırlığındaki bir ağırlık ölçüsüdür. Bununla ilgili ayrıntılı
malumat 1558 no'lu hadisin açıklanmasında verilmiş ve yirmi miskahn 85 gr.
ağırlığında olduğu belirtilmiştir.

Hâlis olmayan yani başka maddeler karışmış olan (mağşuş) altının zekâtı, hüküm
yönünden mağşuş olan gümüşün zekâtı gibidir. Mağşuş gümüşün zekâtının verilip
verilmeyeceği 1572 no'lu hadisin açıklamasında belirtilmiştir. Mağşuş altının hükmü
de aynıdır.

Bu hadiste altının nisabının yirmi dinar olduğu ve yirmi dinardan az altını olan bir
kimsenin zekât vermekle mükellef olmadığı belirtilmiştir. Cumhur da bu görüştedir.
Hasan el-Basrî ile Zührî'nin; "kırk miskalden az olan altında zekât yoktur" dedikleri
rivayet olunuyorsa da yirmi dinarda zekât lâzım geldiğini söyledikleri de rivayet edilir.
Hatta bu rivayetleri daha meşhurdur. Bu nedenle altının nisabının yirmi dinar olduğu
hususunda icma vardır, denilmiştir.

Yirmi dinar altından yarım dinar zekât verilmesinin vâcib olduğu da bir çok delillerle
sabittir. Delillerden bazıları şunlardır:

1. Bu hadis-i şerif,

2. Nesâî, Hâkim ve İbn Hibbân'm rivayet ettikleri Amr b.Hazm hadisidir: "Peygamber



(s. a.) O'nu bir mektupla Yemen'e göndermişti ki mektupta şöyle deniliyordu: 'Her kırk
dinarda bir dinar zekât vardır."

3. Dârakutnî'nin Ibn Ömer ile Aişe (r.a.)'den rivayet ettiği şu hadistir: "Peygamber
(s. a.) her yirmi dinardan yarım dinar, kırk dinardan da bir dinar zekât alırdı."
Bu hususta rivayet edilen birçok hadis olmakla beraber hepsi birbirlerini
desteklemektedir. Binaenaleyh bu hususta da icmâ' vardır.

cümlesinden anlaşıldığına göre, gümüş ile altında zekât vâcib olması için üzerinden
bir yıl geçmesi şarttır. Çünkü genellikle bunların artması ancak bir sene geçtikten
sonra anlaşılır. Cumhur da bu görüştedir. İbn Abbâs ile İbn Mesûd'dan rivayet
edildiğine göre altın ile gümüşün üzerinden bir yılın geçmesi şart değildir. Davûd-i
Zahirî de bu görüştedir.

İbaresinde diyen kişi Cerîr'dir.nin faili ise, Ebû İshâk'tır. Cümlenin anlamı ise şudur:
"Ebu İshak demiştir ki: "Fazlası hesabına göredir, cümlesi Ali (r.a)'nin sözü mü yoksa
Peygamber (s.a.)'in sözü mü? bilemeyeceğim." Hadisin bu cümlesinde altın ile
gümüşün zekâtında vaks (küsuratın zekâttan affedilmesi) olmadığına delil vardır. Zira
bu Hz. Ali'nin sözü bile olsa merfu hükmündedir.

Hadisin "üzerinden bir sene geçmedikçe hiç bir malda zekât yoktur" fıkrasındaki
"mal"dan murad, zekâta tâbi hayvanlar, altın, gümüş, para ve ticâret malı gibi "nâmı"
denilen artan maldır. Ekin ve meyvelerin zekâtının vâcib olması için ise, üzerinden bir
yıl geçmesi şart değildir. Binaenaleyh bunların zekâtı, kaldırıldıkları mevsimde verilir.
Bu hususta âlimlerin icma'ı vardır. Zira âyet-i kerimede " = Hasat günü yerden çıkan

[561

mahsûlün hakkını verin" buyurulmuştur.

Mezkûr fıkradaki "hiçbir mal" sözü, umum ifâde ettiğinden dolayı hadisin zahiri, her
türlü malı kapsamaktadır. İster bu mal nisabtan kazanılan kârlar olsun, ister hibe veya
miras yoluyla elde edilen bir mal olsun fark etmez. Dolayısıyla bu umûmdan anlaşılan
gerek sene başında gerekse sene içinde elde edilen malın üzerinden bir yıl geçmedikçe
ondan zekât vâcib değildir. Sene başında elde edilen malların üzerinden bir yıî geçme-
dikçe zekâtının vâcib olmadığı daha önce de geçti. Sene içinde elde edilen mallara
gelince:

1. Bu mallar, sene başından beri elde bulunup zekâta tabi olan nisab tutarındaki
malların cinsinden ise:

a. Sene içinde elde edüen mal, sene başından beri elde bulunan maldan kazanılmış ise,
bu kazanç, sene başından beri elde bulunan asıl mala tâbidir. Asıl malın üzerinden bir
sene geçince kazancın üzerinden de bir yıl geçmiş kabul edilir. Meselâ sene başında
bir milyon lira ile ticâret yapmaya başlayan bir kişinin bir milyonu sene esnasında beş
yüzbin lira kazanacak olsa, sene sonunda hem sermâyenin hem de kazancın yani bir
buçuk milyonun zekâtını verecektir. Ticâret mallarından sene içinde kazanılan kâr ve
zekâta tâbi olan hayvanlardan doğanlar da durum böyledir. Bu tür kazançların asıl
mala eklenmesinin gerektiği hususunda âlimlerin ittifakı vardır.

b. Sene içinde elde edilen mal, sene başından beri elde bulunan maldan kazanılmamış
hibe ve miras gibi yollarla elde edilmişse, bunun zekâtının verilmesi hususunda ihtilâf
edilmiştir:

Hasan el-Basrî, Ebû Hanife ve arkadaşlarına göre sene içinde elde edilen bu tür
mallar, sene başından beri elde bulunan mallara hem nisab hem de sene hesabı
yönünden eklenir ve hepsinin toplam zekâtı verilir.

İbrahim en-Nehaî, Atâ, Şafiî ve Ahmed'e göre bunlar sene hesabı yönünden bir



birilerine eklenmezler, her birinin üzerinden tam bir sene geçmesi şarttır. Ama nisâb
yönünden birbirlerine eklenirler. Bunu bir misalle açıklayalım:

Sene başından beri 30 sığırı olan bir kişiye sene içinde on sığır miras intikal etse,
Hasan el-Basrî, Ebû Hanife ve arkadaşlarına göre ikincisi birincisine ekleneceğinden
birincisi yılını doldurursa, toplam kırk sığırın zekâtını verecektir. İbrahim en-Nehaî,
Atâ, Şafiî ve Ahmed'e göre ise, yalnız otuz sığırın zekâtını verecektir. On sığırın
zekâtım da üzerinden bir sene geçince verecektir. Bu görüş ayrıca Ebû Bekir, Ali, İbn
Ömer ve Aişe (r.anhum)den rivayet edilmiştir.

Mâlik ise, zekâta tabi olan hayvanlar hususunda Efyû Hanîfe'nin görüşündedir. Altın
ve gümüş hususunda da Şafiî ve Ahmed'in görüşündedir.

2. Sene içinde elde edilen mallar sene başından beri elde bulunan malların cinsinden
değilse, birbirlerine sene hesabı yönünden eklenmezler. Her birinin ayrı bir sene
hesabı vardır. Ne zaman senesini doldurursa, zekâtı o zaman verilir. Bu hususta ittifak
vardır.

ibaresinde takdim ve te'hir var; ibarenin aslı şöyledir: kelimesi, nin ismidir, cümlesi de
onun haberidir, cümlesi ise, nin ismi ve haberi arasında gelen bir cümle-i mu'terizadır.
Bu hadisi Cerîr'den rivayet eden İbn Vehb'in bu sözünden maksadı, "üzerinden bir yıl
geçmedikçe hiçbir malın zekâtı verilmez" cümlesini Ebû İshak'tan Peygamber (s.a.)'e
ref ederek yalnız Cerîr'in rivayet ettiğini bildirmektir. Halbuki yıl şartı, Cerîrin
hadisinden başka hadislerde de geçmektedir. Dârekutnî'nin İbn Ömer'den rivayet ettiği
hadiste Resûlullah (s. a.) şöyle buyurmuştur: "Üzerinden sene geçmedikçe kişinin
malından zekât yoktur". Hz. Aişe'den rivayet ettiği hadiste de Resûlullah (s.a.);
"Üzerinden sene geçmedikçe maldan zekât yoktur" buyurmuştur. Aynı hadisi Enes

1571

(r.a.)'den de rivayet etmiştir.
Bazı Hükümler

1. Gümüşün nisabı kiki yüz dirhemdir.

2. Altının nisabı yirmi mıskaldır.

3. Hem altın hem gümüşün zekâtı, kırkta birdir. İki yüz dirhemde beş dirhem, yirmi
miskalde de yarım miskal. Her ikisinde de cumhura göre muteber olan ağırlıklarıdır,
kıymetleri değil.

Tâvûs'a göre, altının nisabında muteber olan, onun gümüşe göre değerlendirilmesidir.
İki yüz dirhem gümüş değerinde olan altına zekât vâcibtir, daha az değerde olanına
ise, vâcib değildir. Tâvûs'un bu görüşü, bu hadise ters düşmektedir.

4. Zekâtın vâcib olması için malın üzerinden bir yıl geçmesi şarttır, ancak ekin ve
meyveler bundan hariçtir.

1581

5. Altın ve gümüşün zekâtında vaks yoktur.

1574. ...Ali (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"At ve köle zekâtından (sizi) affettim. Binaenaleyh gümüşün zekâtını veriniz. Her kırk
dirhemden bir dirhem, yüz doksan dirhemde (zekât olarak) bir şey yoktur. İki yüze

[591

ulaşınca onda beş dirhem (zekât) vardır."

Ebû Davûd dedi ki: Bu hadis-i şerifi -Ebû Avâne'nin dediği gibi- A'meş, Ebû İshak'tan



rivayet etmiştir. Şeybân, Ebu Muâviye ile İbrahim b. Tahmân da onun benzerini Ebû
İshak'tan, o da el-Hâris'ten, O'da Ali'den, O'da Peygamber (s.a.)'den rivayet et-
mişlerdir.

NüfeylVnin hadisini Şu'be, Süfyân ve başkaları Ebû İshak'tan, O'da Asim'dan, O'da

mm

Ali'den Peygamber (s.a.)'e ref etmeden (mevkuf olarak) rivayet etmişlerdir.
Açıklama

Bu hadis, atlarla kölelerin mutlak olarak zekâta tabi olmadığma delâlet etmektedir.
Zira hem "eî-hayl" hem de "er-rekıyk" kelimelerindeki "el" harf-i tarifi cins içindir.
Alimlerin atlarla kölelerin zekâtı hakkındaki görüşleri şöyledir:

1. Ticâret malı olarak alınıp satılan at ve köleler, zekâta tâbidir. Bütün âlimler, bu
hususta ittifak etmişlerdir. Ancak Zahirîler, bu ve benzeri hadislerin zahirine bakarak
hadislerin mutlak oluşunu delil gösterip cumhura muhalefet etmişlerdir.

2. Binek atlarıyla hizmetçi köleler -âlimlerin ittifakı ile- zekâta tabi değildirler.

3. Bu iki maddede geçenlerin dışında kalan at ve kölelerin zekâtının verilip
verilmeyeceği hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir:

Said b. el-Müseyyeb Ömer b. Abdulaziz, Mekhûl, Atâ, Şa'bî, Hasan el-Besrî, Sevrî,
Zührî, İbn Şîrîn, Mâlik, Şafiî, Ahmed, İshâk, Zahirîler ve Hanefîlerden Ebû Yûsuf ve
Muhammed'e göre at ve kölelerde zekât yoktur: Bunların delilleri şunlardır:

a. Hz. Ali'nin rivayet ettiği bu hadis.

b. Kütüb-i Sitte'de tahrîc edilen Ebû Hüreyre hadisi. Resûlullah (s. a.) şöyle
buyurmuştur:

"Müslumana kölesi ile atı için zekât yoktur."

Tirmizî bu hadisle ilgili şöyle demektedir: "Alimler, Ebû Hüreyre hadisi ile amel
ederek mer'ada otlayarak beslenen atlarla hizmette kullanılan köleler için zekât
verilmeyeceği görüşündedirler. Ancak bunlar ticâret için olup üzerinden sene
geçmişse kıymetlerinden zekâtları verilir."

c. 1594 no'lu Ebû Hüreyre hadisidir. Peygamber (s. a.) şöyle buyurmuştur:
"At ve kölede zekât yoktur. Ancak kölede fıtr sadakası vardır."

d. Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivayet ettiği şu hadistir:' Resûlullah (s. a.):
"Köle için sadaka-i fıtırdan başka zekât yoktur," buyurmuştur.

e. Zeyd b. Sabit, İbrahim en-Nehaî, Hammâd b. Ebû Süleyman, Ebû Hanife ve Züfer'e
göre dölü alınmak için erkeği ile dişisi karışık olan saime (kırda otlayarak beslenen)
atlar zekâta tâbidir. Sahibi dilerse her at için bir dinar verir, dilerse atlarının değerini
tesbit ederek her iki yüz dirhem için beş dirhem veya her yirmi dinar için yarım dinar
verir.

Ebû Hanîfe'nin meşhur kavline göre atların nisabı yoktur. Ondan rivayet edilen bazı
kavillere göre de nisabı üç veya beş attır.

Atların hepsi erkek veya hepsi dişi ise, zekâtları hususunda Ebû Hanife'den iki rivayet
vardır: "Tercih edilen rivayete göre tümü erkek olan atlar, zekâta tâbi değildir. Tümü
dişi olan atlar ise, zekâta tâbidir.
Bu grubun delilleri de şunlardır:

a. Dârekutnî ile Beyhakî'nin Câbir'den rivayet ettikleri hadiste Resûlullah (s. a.) şöyle
buyurmuştur:

"Sâime (kırda otlayarak beslenen) atlarda her at için bir dinar (zekât) vardır."



Dârekutnî bunun zayıf olduğunu söylemiş, Beyhakî de "Şayet bu hadis Ebû Yûsuf a
göre/ sahih olsaydı, ona muhalif görüş beyânında bulunmazdı" demiştir.

b. Dârekutnî, İbn Ebû Şeybe ve başkalarının tahrîc ettikleri Hz.Ömer hadisidir. Bu
hadiste Sa'îd b. Yezîd'in; "Babamı atlara kıymet biçerek zekâtlarını Ömer (r.a.)'e
verirken gördüm" dediği bildirilmektedir.

c. İbn Abdilberr'in rivayetine göre Hz. Ömer, Ya'lâ b. Umeyye'ye talimat verirken:
"Her kırk koyunda bir 'oyun alacaksın. Atlardan bir şey alma. Yalnız at başına bir
dinar al" diyerek her at için bir dinar zekât alındığını bildirmiştir. Ancak bu ve bundan
önceki delil, Hz .Ömer'in içtihadına göredir. Bundan dolayı diğer grubun delilleri
karşısında hüccet olabilecek kuvvette değildir. Kaldı ki Hz. Ömer'in atlar için zekât
almadığı da rivayet edilmiştir. Mâlik, Zührî'den, O'da Süleyman b. Yesâr'dan şunu
rivayet etmiştir: Şam halkı Ebu Ubeyde b. el-Cerrah'a: "Atlarımızla kölelerimizden
zekât al" dediler de almadı. Sonra durumu Ömer (r.a.)'e yazıp bildirdi. Ömer (r.a.)'de
almaktan imtina etti. Daha sonraları bunun hakkında Ebu Ubeyde ile bir daha
görüştüler de o da yine Ömer (r.a.)'e yazdı. Ömer (r.a.) O'na cevap olarak gönderdiği
mektubta; "Vermeyi arzu ediyorlarsa onlardan alıp fakirlerine dağıt, kölelerini de aç
bırakma" demiştir.

Ebû Ubeyde ile Ömer (r.a.)'m Şam halkından at ve köleleri için zekât almaktan imtina
etmelerinde onların zekâta tâbi olmadığına apaçık bir delil vardır. Değilse, Allah'ın
alınmasını farz kıldığı şeyi almaktan nasıl olur da imtina ederlerdi?
Ayrıca şunu da belirtelim ki Hanefî mezhebinde bu husustaki fetyâ, Ebû Yûsuf ile
Muhammed'in kavline göredir.

Gümüşün zekâtı ile ilgili cümlede geçen ( 'z)\ ) kelimesinin aslı, -daha önce de
belirttiğimiz gibi- "verik"tir. "Verik" ise madrûb olsun olmasın gümüş demektir.
Bazıları esas itibari ile her nevi gümüşe "Verik" denildiğini diğer bazıları da dirhem
şeklinde darbedilmiş gümüşe "verik" denildiğini, dirhem şeklinde darb edilmemiş olan
gümüşe ise, ancak mecazen "verik" denildiğini, denilebileceğim söylemişlerdir.
Gümüşün zekâtı ile ilgili bu fıkranın açıklaması, 1567 no'lu hadisin açıklamasında

£611

geçmiştir.
Bazı Hükümler

1. At ve köleler, zekata tabi değildir.

2. Gümüşün nisabı ıkı yuz dirhemdir. Ikı yuz dirhemde kırkta bir olmak üzere beş

162]

dirhem zekât vardır.

1575. ...Behz b. Hakîm'in, dedesinden rivayet ettiğine göre Resûlullah (s. a.) şöyle
buyurmuştur:

"Kırlarda otlayarak beslenen her kırk devede iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir dişi
deve (zekât) vardır. (Ortak) develerin hesabı ayrı yapılmaz. Zekâtı, kim sevap umarak
verirse." İbn el-Alâ; "karşılığında sevab umarak" diye söyledi: "O'na sevabı vardır.
Kim de onu vermezse Azîz ve celîl olan Rabbimizin haklarından bir hak olarak onu ve

[63]

malının yarısını muhakkak alırız. Muhammed (s. a.) soyuna ondan bir şey yoktur."



Açıklama



Hadisin cümlesini cumhur, develerin sayısının yüz yirmiyi geçmesi haline, Hanefîler
de yüz elliden sonrasına hamletmişlerdir. Binaenaleyh bu hüküm, iki yaşım bitirip üç
yaşma basmış bir dişi devenin, otuz altıdan kırk beş deveye kadar olan develer için
zekât olarak verilmesi hükmüne munâfı değildir.

cümlesinden maksat şudur: İki halît (ortaklan biri develerini -zekât vermemek için-
diğerinin develerinden ayırmasın, deki zamir kelimesine râcidir. kelimesinden murad,
zekâtı vacib olan deve sayısıdır. Böylece cümlenin manası "zekâtı vacip olan develer
zekât vermemek için birbirinden ayrılmasın" olur. Şöyle ki iki halîtten birinin üç
devesi diğerinin de iki devesi varsa,, toplam beş deveye bir koyun zekât lâzım gelir.
Şayet iki halit develerini birbirinden ayıracak olurlarsa, hiçbirine zekât olarak hiçbir
şey lâzım gelmeyecektir. Halît ve hılta ile ilgili malumat 1567 no'lu hadisin açıklama
bölümünde verilmiştir.

cümlesine gelince, mânâsı şudur: "Zekâtı kim vermezse ondan hem o zekât miktarı
hem de zekâtı vermediği için ona ceza olarak malının yarısını alırız."
Zekâtı vermeyene zekâtın alınmasından başka, ona bir cezanın tatbik edilip
edilmeyeceği hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir:

A. Ahmed, İshak ve kavl-i kadiminde Şafiî'ye göre, ayrıca ceza tatbik edilir. Delilleri
şunlardır:

1. Bu hadis,

2. Ebû Davud'un Kitâbü'l-Cihâd'da tahrîc ettiği Ömer (r.a.) hadisidir. Peygamber (s. a.)
şöyle buyurmuştur:

"Kişinin hıyanetini gördüğünüzde onun mallarını yakınız."

3. Ebû Dâvûd Hâkim ve Beyhakî'nin tahrîc ettikleri Amr b. el-âs hadisinde Peygamber
(s.a.), Ebû Bekir ve Ömer (r.a.)'nin hiyânet edenin malını yaktıkları ve onu dövdükleri
bildirilmiştir.

B. Cumhura, göre ise, zekât vermeyene malî ceza vermek caiz değildir. Ondan ancak
vâcib olan zekât miktarı alınır. Cumhur, birinci grubun delillerine teker teker cevap
vermiş ve reddetmiştir. İmam Şafiî, "Behz, hüccet değildir, hadis âlimleri, bu hadisin
sabit olmadığı görüşündedirler. Şayet sabit olsaydı, ona göre hükmederdik" demiş ve
bu hadisin sahih olmadığına işaret etmiştir.

Bazıları bu hadisin mensûh olduğunu söylemişse de, İbn Hacer ile Nevevî bu hadisin
tarihi bilinmediğinden bu iddiayı reddetmişlerdir

Cumhur, diğer hadislerin de senetlerinde bulunan bazı kişilerden dolayı veya bundan
başka illetler sebebiyle delil olamayacaklarını söylemiş ve birinci grubun delillerini
reddetmişlerdir.

sözüyle Peygamber (s.a.) zekâtın Allah haklarından bir hak olduğunu ve kendi

[641

soyundan olanlara verilmeyeceğini bildirmiştir.
Bazı Hükümler

1. Belirli sayıya ulaşmış otlayan develerde zekât miktarları Hz. Peygamber tarafından
belirtilmiştir.

2. İki halit az zekât vermek veya hiç zekât vermemek için develerini ayırmaktan



nehyedilmişlerdir.

3. Hadis zekâtın sırf Allah rızasını kazanmak için verilmesine teşvik etmektedir.

4. Mal sahibi malının zekâtını vermediği zaman, halife o zekâtı ondan -zorla da olsa-
alabilir.

5. Zekâtı teslim alma yetkisi halife ve onun nâibinindir. Ebû Hanife ile arkadaşları,
Mâlik ve Şafiî bu görüştedirler.

6. Halifenin malî ceza vermesi caizdir. Bununla ilgili ihtilâf açıklama bölümünde
geçti.

[651

7. Peygamber (s.a.)'in soyundan olanların zekât almaları caiz değildir.

1576. ...Ebû Vâil, Müâz'dan rivayet ettiğine göre, Peygamber (s. a.) Onu Yemen'e (vali
olarak) göndereceği zaman, "her otuz sığırdan bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bîr
erkek veya dişi sığır, her kırk sığırdan da iki yaşım bitirip üç yaşma basmış bir dişi
sığır ve her baliğ yani bulûğ çağma erenden bir dinar veya onun değerinde Me'âfır

[661

(elbisesi) almasını" emretmiştir.

[671

(Me'afır) Yemen'de bulunan bir elbisedir.
Açıklama

Sığırın zekâtı ile ilgili hükümler 1572 no'lu hadisin açıklama bölümünde geçti.
"Bülûğ çağma eren kişi"den maksat, ehl-i zimmetten bulûğ çağma eren erkektir.
Bu hadiste her zimmî erkekten cizye olarak bir dinar veya onun değerinde meâfir
denen Yemen elbisesi alınacağı bildirilmektedir. Bundan da cizyenin yalnız zimmî
erkeklerden alınacağı anlaşılmaktadır. Ancak bunun hadiste açıktan açığa
zikredilmeme si, bilindiği içindir. Bu konuyla ilgili ayrıntılı bilgi cizye bölümünde
verilecektir.

Me'âfir, Yemen'deki bir yerin adıdır. Oranın elbiseleri bu isimle anılır. Tirmizî, "bu

[681

hadis, hasendir" demiştir.
Bazı Hükümler

1. Sığırın nisabı, otuzdur. Binaenaleyh otuzdan az sığıra zekat vacıb
değildir. Cumhurun görüşü de budur. Said b. el-Müseyyeb ile ez-Zührî, sığır zekâtını
deve zekâtına kıyas ederek her beş sığırda bir koyun zekât vâcib olduğunu
söylemişlerse de bu görüş reddedilmiştir. Çünkü hakkında nass olan meselede kıyas
geçerli değildir. Nitekim Nesâî'nin tahrîc ettiği Muaz hadisinde Muâz (r.a.): "Re-
sûlullah (s. a.) beni Yemen'e göndereceği zaman otuza varmadıkça sığırdan (zekât
olarak) bir şey almamamı emretti" demiştir.

2. Cizye, yalnız bülûg çağma eren erkekten bir dinar veya onun değeri olarak alınır.
[691



1577. ... Mesrûk, Mu'âz'dan, O'da Peygamber (s.a.)'den (bir önceki hadisin) benzerini



im

rivayet etmiştir.

1578. ...Mesrûk'ım Muâz b. Cebel'den rivayet ettiğine göre, "Peygamber (s. a.) O'nu
Yemen'e gönderdi..." deyip (daha önce geçen hadisin) benzerini zikretti. (Râvî,
Süfyân) Ne "Yemen'deki elbiselerine de "yani bulûğ çağma eren" sözünü zikretmedi.
Ebû Dâvûd dedi ki: "Bu hadisi Cerir, Ya'lâ, Ma'mer, Şu'be, Ebû Avâne ve Yahya b.
Saîd, A'meş'ten, O'da Ebû Vâil'den, O'da Mesrûk'tan; Ya'lâ ve Ma'mer Muâz'dan"



diyerek benzerini rivayet etmişlerdir.
Açıklama

Ebû Dâvûd, hadisin bu rivayetini, Muâz'm hadisini Ebû Vâil doğrudan doğruya
Muâz'dan rivayet ettiği gibi onu

Mesrûk'tan da rivayet ettiğini bildirmek için zikretmiştir. Anlaşılan Ebû Vâil bu hadisi
ikisinden de duymuştur.

cümlesinden murad, Ebû Vâü'in Muâz'dan rivayet ettiği 1576 no'lu hadisin benzerini
zikretti, demektir.

Tirmizî, bu hadisin hasen olduğunu söylemiştir.

Hadisin râvîlerinden Ya'lâ ile Ma'mer hariç, diğerleri hadisi A'meş'ten miirsel olarak
rivayet etmişlerdir. Ya'lâ ile Ma'mer ise onu A'meş'ten, Muâz'ı zikrederek muttasıl
olarak rivayet etmişlerdir. Ya'lâ'nm rivayetini Nesâî, Ma'mer'in rivayetini de
Dârekutnî tahrîc etmiştir. Hâsılı bu hadis, A'meş'ten çeşitli tarîklerden muttasıl ve
miirsel olarak rivayet edilmiştir. Tirmizî miirsel olan rivayetin, sahih olduğunu
172]

söylemiştir.

1579. ...Meysere, Ebû Salih'ten, O'da Süveyd b. Gâfele'den rivayet ettiğine göre,
Süveyd (ya) "ben gittim" dedi ya da şöyle söyledi: "Bana Peygamber (s.a.)'in zekât
memuruyla giden bir kişi haber verdi. Resûlullah (s.a.)'in (zekât) mektubunda şu
vardı.

"Süt emen (veya sütlü) hayvanı alma, ayrı olan (mallar)ı bir araya toplama, toplu olanı
da birbirinden ayırma"

Davar, subaşma geldiği zaman zekât memuru da gelir ve (sahiplerine): "Mallarınızın
zekâtlarını ödeyin" derdi. (Süveyd veya zekât memuruyla giden kişi söze devam
ederek) dedi ki: "Onlardan biri Kevmâ' olan bir dişi deveyi vermek istedi.
Hilâl b. Habbâb (Meysere'ye) dedi ki:
Ey Ebâ Salih! Kevmâ nedir? dedim. O'da.

Hörgücü büyük olan (deve)dir, dedi. Zekât memuru onu kabul etmedi. Mal sahibi:
Develerimin iyisini almanı arzuluyorum, dedi. Zekât memuru onu da kabul etmedi.
Mal sahibi (değerce) ondan düşük olan bir diğer deveyi onun için yularladı (ve öne
sürdü), onu da kabul etmedi. Sonra (değerce) ondan daha düşük olan bir diğerini
yularladı da onu kabul etti ve şöyle dedi:

Ben bunu alıyorum. Ama yine de Resûlullah (s.a.)'in, "Gittin de adamın en iyi

[731

devesini aldın" deyip bana kızmasından korkarım.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bunun benzerini Huşeym, Hilal b. Hab-bâb'tan rivayet etmiştir.



1241

Ancak şu var ki ("ayırma" kelimesi yerine) "ayırmasın" demiştir.



Açıklama

Bu hadisi Süveyd b. Gâfele'den rivayet eden Meysere (Ebû Salih) şübhe etmiştir:

"Acaba Süveyd: "Zekat memuruyla gittim"mi dedi, yoksa "zekât memuruyla giden

biri"mi dedi." Ancak diğer rivayetlerden de anlaşıldığına göre birinci ihtimâl daha

kuvet-lidir. Yani zekât memuruyla giden kişi Süveyd'in kendisidir.

cümlesindeki "and" kelimesi, mektup manasında kullanılmıştır. Nitekim bundan

sonraki hadis de bunu te'yid etmektedir.

sözü üç türlü yorumlanmıştır:

Birinci yoruma göre ondan maksat "süt emen hayvan"dır. Buna göre cümlenin mânâsı
şudur: "Süt emen yavru hayvan alma" Peygamber (s. a.) onu yavru hayvanları
almaktan nehyetmiştir. Zira fakirlerin hakkı, yavru olanında değil, orta halli
olanmdadır.

İkinci yoruma göre ise, ondan murad, "süt emziren hayvan"dır. Bu yoruma göre
muzaf, hazfedilmiştir. Takdiri şöyledir: Bundan da asıl maksat, sütlü hayvandır. Buna
göre cümlenin mânâsı şöyledir: "Sütlü hayvan alma" Çünkü sütlü hayvanlar malların
iyisi sayılırdı. Her iki yoruma göre de harf-i cerri'zaiddir.

Üçüncü yoruma göre: cümlesinden murad, hayvanların yavruları için zekât alma. Yani
hayvanların yavrularını nisaba katma. Bu yoruma göre bu hadis, Ebû Hanife ile
Muhammed'e müstakil olan deve, davar ve sığır yavrularında zekâtın vâcib
olmadığına hüccet olmaktadır.

Alimler, deve yavruları, buzağılar ve kuzularda zekâtın vâcib olup olmadığı
hususunda ihtilaf etmişledir.

Sevrî, Şa'bî, Dâvûd, Ebû Süleyman, Muhammed ve Ebû Hanife'ye göre zikredilen
yavrulara zekât vâcib değildir. Aslında bu konuda Ebû Hanife'den üç kavil rivayet
edilmiştir:

İlk içtihadına göre: Bu hayvanlarda -yaşlılarında olduğu gibi- bir koyun vâcibtir. Ebû
Sevr, Mâlik ve Züfer bu görüştedirler.

İkinci içtihadına göre bu yavrulardan bir tanesini vermek vâcibtir. İshâk, Yâkûb,
Evzaî, Ebû Yûsuf ve kavl-i cedidinde Şafiî, bu görüştedirler. Üçüncü içtihadına göre:
Bu yavrularda zekât vâcib değildir. Bu onun son görüşüdür. İmam Muhammed'in de
görüşü budur.

Bu ictihadlar Hidâye şerhi İnâye'de şöyle anlatılmaktadır: "Tahâvî, Ebu Hanife'nin bu

ictihadlannı şöyle nakleder: Ebû Yusuf dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Bir

gün Ebû Hanife'nin huzuruna girdim ve O'na:

Kırk kuzusu olan kişi hakkmâa nedersin? diye sordum O'da:

Yaşını doldurmuş bir koyun verir, diye cevap verdi. Ben:

Çok kere bir koyun, kuzuların çoğu veya tümünün değerine eşittir

diyerek, O'nun ne diyeceğini bekledim. O'da bir süre düşündükten sonra:

Hayır, bir koyun değil de kuzulardan birini verecektir, dedi. O zaman ben:

Kuzu zekât olarak verilir mi? diye sordum. Yine biraz düşündükten sonra:

Hayır verilmez. O halde onlarda zekât vâcib değildir, diyerek son görüşünü beyân

etti."

Alimler, bir mecliste bir mesele hakkında üç değişik görüş beyânında bulunan Ebu



Hanife'nin bu ictihad değişikliğim O'nun menkıbelerinden
saymıştır.

Hanefî mezhebinde muteber olan kavi, aynı zamanda İmam Muhammed'in de görüşü
olan bu son görüştür.

Hanefîlerin fıkıh kitaplarından Hidâye ve Şerhlerinde Ebû Hanîfe'den rivayet edilen
bu üç görüşün aynı zamanda tevcihi de yapılmıştır. Daha fazla malumat edinmek
isteyen mezkûr kitaplara müracaat etsin. Ancak şunu da belirtelim ki, Hanefî fıkıh
kitaplarının çoğunda bu ihtilâfların, bu üç nevi hayvan yavrularının müstakil olmaları
hâline mahsûs olduğu bildirilmiştir. Şöyle denilmektedir: "Hanefî mezhebinin
imamları arasında deve yavruları, buzağılar ve kuzuların zekâtı hakkındaki ihtilâf, bu
yavruların arasında büyüklerinin bulunmaması hâline mahsustur. Eğer bulunursa,
meselâ otuz dokuz kuzunun arasında bir koyun bulunursa, o zaman hepsinde zekât
vâcib olur. Bu bir koyuna tebean otuz dokuzu zekâta tâbi olur. Zekât olarak da o tek
koyun verilir."

Alimler arasında ihtilaflı olan bu meselenin iki tasavvuru yapılmıştır:

1. Bir kimse yirmi beş deve yavrusu (ya da otuz buzağı yahut da kırk kuzu) satın alsa
(ya da bunlar ona hibe edilse) bunların zekât senesi onlara mâlik olduğu günden
itibaren mi başlar, yoksa zekâtları verilecek bir çağa varmalarından itibaren mi başlar?
Ebû Hanîfe ile Muhammed'e göre bunların zekât senesi büyüyüp yavruluk çağını
geçirdikten sonra yani zekâtları verilecek çağa vardıkları andan itibaren başlar. Diğer
âlimlere göre ise, zekât seneleri onlara mâlik olduğu andan itibaren başlar, zekât
seneleri dolunca zekâtları verilir.

2. Bir kimsenin yirmi beş devesi olup da bunlara mâlik olduğu zamandan altı ay sonra
her biri bir yavru doğurup yirmi beş deve yavrusu meydana gelse, zekât senesi
dolmadan o yirmi beş deve ölüp yalnız o yirmi beş deve yavrusu kalsa, bu yavrular
analarının zekât senesine tabi olarak doğduklarının altıncı ayında mı zekâta tabi
olurlar, yoksa kendi zekât senelerini tamamlayınca mı zekâta tâbi olurlar?

Ebû Hanife ile Muhammed'e göre analarının zekât senesi değil de kendilerinin zekât
seneleri tamamlanınca zekâta tâbi olurlar. O yirmi beş devenin tamamı ölmeyip de
meselâ onlardan bir tane bile kalsa, yirmi beş yavru o kalan bir deveye tebean zekâta
tabi olur. Diğer âlimlere göre ise, analarının zekât senesi tamamlanınca zekata tâbi
olurlar.

Zekât memurunun su basma gitmesi zekâtı orada daha kolay toplayabileceği içindir.
Bu hadisin benzerini Huşeym, Hilâl b. Habbâb'tan rivayet etmiştir. Ancak Hüşeym
yaptığı rivayette gaib sigasiyle demiştir. Halbuki Ebû Avâne rivayetinde yani
açıklamaya çalıştığımız 1579 no'Iu hadisin rivayetinde bu kelime hitab sıygasiyle diye
gççmektedir. Ebû Avâne rivayetine göre hitâb ve nehy, zekât memurunadır. Hüşeym

I75J

rivayetine göre ise mallan toplama veya ayırmada nehy, mal sahibinedir.
Bazı Hükümler

1. Bu hadis zekâtta deve yavruları, buzağılar ve kuzuların alınmayacağına veya zekata
tabı olmadıklarına delâlet etmektedir.

2. Zekât olarak hayvanların iyisi değil de orta halli olanları alınır.

3. Bu hadiste 1567 no'lu hadisin açıklamasında geçtiği gibi zekât artar veya eksilir
korkusuyla zekâtları ayrı hesaplanması gereken malları bir araya toplayıp hesaplamak



1761

veya toplu olanları ayrı hesaplamak nehyedilmiştir.



1580. ...Süveyd b. öafele'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.)'in zekât memuru bize
geldi, onun elini tuttum (onunla tokalaştım) ve onun (zekât) mektubunda şunu
okudum: "Zekât (artar veya eksilir) korkusuyla ayrı olan (mallar) biraraya toplatılmaz,
toplu olan (mal) da ayırılmaz" (Ama Râvi Ebû Leylâ el-Kindî) "Süt emen (veya sütlü)

1771

hayvan" sözünü zikretmedi.
Açıklama

kelimesi, bir önceki hadiste olduğu gibi mektup mânâsında kullanılmıştır.Nitekim bu

kelime Dârekutnî rivayetinde açıkça "kitap: Mektup" diye zikredilmiştir.

"Zekât (artar veya eksilir) korkusuyla -ayrı olan (mallar) bir araya toplatılmaz, toplu

olan (mal) da ayrılmaz" fıkrasıyle ilgili malumat 1567 no'lu hadisin açıklamasında

verilmiştir.

Bu hadisi Süveyd b. öafele'den rivayet eden Ebû Leylâ el-Kindî, bir önceki hadiste

1781

geçen "süt emen (veya sütlü) hayvan alma" sözünü zikretmemiştir.

1581. ...Müslim b. Sefine el-Yeşkurî'den... (Ebû Davud'un hocası) el-Hasen dedi ki:
"Râvh ise (Müslim b. Sefine yerine) Müslim b. Şu'be, diyor." dedi ki:

Nâfı'b. Alkame, babamı kavminin reisliğine tayin etti de onların zekâtlarını
toplamasını emretti. Bunun üzerine babam beni onlardan bir gruba gön4erdi. Ben de
Sa'r denen bir ihtiyara geldim:

Babam beni sana zekâtını almam için gönderdi dedim. O'da:
Yeğenim, (hangisini) nasıl alıyorsunuz? dedi. Ben:

Koyunların memelerini araştırıp yokladıktan sonra iyisini seçer alırız, dedim. O'da:

Yeğenim! Sana anlatayım! Ben Resûlullah (s.a.) zamanında şu vadilerden bir vadide

koyunlarımın başında idim. Deve üzerinde iki adam geldi ve bana:

Koyunlarının zekâtını ödemen için biz Resûlullah (s.a.)'in sana (gönderilmiş)

elçileriyiz, dediler.

Ne vermem gerekir? dedim.

Bir koyun, dediler. Bunun üzerine, iyi süt ve yağ dolu olduğunu bildiğim bir koyuna
yöneldim ve hemen onu (tutup) onlara getirdim.

Bu kuzusu olan bir koyundur. Halbuki Resûlullah (s.a.) kuzusu olan koyunu almamızı

yasakladı, dediler.

Peki nasıl-birşey alırsınız? dedim.

Takriben bir yaşındaki dişi oğlak veya bir yaşını bitirip iki yaşma basmış davar,
dediler. Ben de Mu'tât bir dişi oğlağa yönelip -Mu'tât : Doğurma çağı geldiği halde
doğurmayan hayvandır-onu (tutarak) kendilerine getirdim.

1791

Ver dediler ve onu (alıp) yanlarına devenin üzerine koydular. Sonra da gittiler.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi Ebû Asim, Zekeriyyâ'dan rivayet etti ve Ravh'm dediği

[8ffl

gibi o da "Müslim b. Şu'be" dedi.



Açıklama



Hasan b. Ali, bu hadisi iki hocasından duymuştur. Biri Veki, b. el-Cerrâh diğerJ de
Ravh b yjbâde'dir. Vekf den olan rivayetinde Müslim b. Sefine diye zikrettiği Ravîyi
Ravh'tan olan rivayetinde Müslim b. Şu'be diye zikretmiştir. Doğrusu da ikincisidir.
Ah-med, b. Hanbel'in dediği gibi bu hata Veki'den meydana gelmiştir, Dare-kutnî: "Bu
vehim, Vekî' tarafından meydana gelmiştir. Doğrusu Müslim b. Şu'be'dir." Nesâî, de:
"Vekî'e" İbn Sefine sözünde tabi olan bir kimse duymadım" demektedir. Buhârî
"Veki', "Müslim b. Sefine" demiştir ki, bu sahih değildir" der. Nitekim Ebû Dâvûd da
Vekî'nin Müslim b. Sefine sözünün hatalı olduğuna işaret etmek için bu hadisi birkaç
tarikten Müslim b. Şu'be diye rivayet etmiş.

cümlesinde geçen "şâfi" kelimesinin mânâsı; kuzusu olan koyundur. Bir başka görüşe
göre kuzusu olan gebe koyundur.

sözünden murad cezae (bir yaşını doldurmuş veya doldurmak üzere) olan bir anâk
(dişi oğlak)tır. Nihâye adlı eserde: "Ceza'a vasfı deve için kullanıldığında ondan dört
yaşını bitirip beş yaşma basmış dişi deve kast edilir. Sığır ve keçi için kullanıldığında
bir yaşını bitirip iki yaşma basmış olan dişi sığır ve keçi, koyun için kullanıldığında da
bir yaşını doldurmuş veya doldurmak üzere olan koyun kast edilir" denilmektedir.
Ceza'anm erkeğine cez' denir.

kelimesi, kelimesine matuftur. Bu kelime davar için kullanıldığında ondan bir yaşını
bitirip iki yaşma basmış olan koyun veya keçi; sığır veya manda için kullanıldığında,
iki yaşını bitirip üç yaşma basmış olanı; deve için kullanıldığında da beş yaşım bitirip
altı yaşma basmış olanı kast edilmektedir. İmam Ebû Hanife ve imam Ahmed bu
görüştedirler. İmam Mâlik de sığır ve manda hariç, onlarla ittifak halindedir. O'na göre
sığır ve mandadan olan seniy, üç yaşım bitirip dört yaşma basmış olanıdır. İmam Şafiî
koyun ve keçi dışında, İmam Ebû Hanife ile İmam Ahmed'in görüşündedir. O'na göre
koyun ve keçiden olan seniy, sığırda olduğu gibi iki yaşını bitirip üç yaşma basmış
olanıdır. Anlaşıldığına göre bu kelimenin sözlük anlamı ihtilaflı olduğundan âlimler
de belirli bir yaş üzerinde ittifak edememiş, ihtilâf etmişlerdir,
cümlesinin iki mânâya ihtimâli vardır:

a. Mu'tât: Doğurma çağı geldiği halde doğurmayan hayvandır.

b. Mu'tat: Gebelik çağı geldiği halde gebe olmayandır. Nihâye'de şöyle
denilmektedir: "Mu'tât olan koyun veya keçi, semiz

ve fazla yağlı oluşundan dolayı gebe olmayandır." Hadiste geçen "doğurma" sözü
hamile kalma manasında kullanılmıştır. Anlaşılan bu hadiste geçen "doğurma" sözü
mecâz-ı mürsel olarak gebe olma manasında kullanılmıştır.

Sa'r (b. Deysem) adındaki yaşlı zâtın, bu olayı anlatmaktan gayesi, iyi halli olan



hayvanların zekât olarak verilmesinin vâcib olmadığını bildirmektir.

1582. ...Bize Muhammed b. Yûnus en-Nesaî rivayet etti (dedi ki:) Bize Ravh rivayet
etti (dedi ki:) Bize Zekeriyya b. İshak, bu hadisi aynı senetle "Müslim b. Şu'be" diye
nakletti ve; "Şâfi', karnında yavrusu olan (hayvan) dır." dedi.

Ebu Dâvûd dedi ki: "Humus'ta Amr b. el-Hâris el-Himsî ailesinin yanındaki Abdullah

b. Salim'in -Zübeydî'den rivayet ettiği-mektubunda şöyle dediğini okudum:

Bana Yahya b. Câbir, Cübeyr b.Nüfeyr'den naklen rivayet etti. O'da "Kays Gâdırâs-ı"



kabilesinden olan Abdullah b. Muâviye el-Gâdırı'den şöyle dediğini rivayet etmiştir.
Peygamber (s. a.):

"Üç şey var ki onları yapan kimse, imanın tadını (lezzetini) tadmış (almış) olur.
Kişinin tek olan Allah'a kulluk edip de O'ndan başka ilâh olmadığına inanması, gönül
hoşnutluğuyla malının zekâtım seve seve her sene vermesi, ne yaşlı, ne uyuzlu, ne
hasta ve ne de âdi olan (hayvanı zekât olarak) vermemesidir. (Zekâtınızı) mallarınızın
orta hallisinden (verin). Zira Allah, sizden malınızın iyisini istememiş ve âdisini de

[821

(vermenizi) emretmemiştir."
Açıklama

Bu hadisi Ravh'tan iki kişi rivayet etmiştir:

Biri, Hasan b. Ali; diğeri Muhammed b. Yunus en-Nesâî'dir. Ebû Dâvûd birinci
rivayete bir önceki hadiste işaret etti. İkinci rivayeti de burada zikretti. Görüldüğü gibi
Vekî'den olan rivayetteki, "Müslim b. Sefine" sözü her iki tarîkle Ravh'dan rivayet
edilen rivayette Müslim b. Şu'be diye geçmektedir. Ebû Davud'un bunu değişik
tariklerle vermesinin sebebi onun Müslim b. Sefine değil, de Müslim b. Şu'be olma
ihtimalinin daha kuvvetli olduğunu beyan etmektir.

Zekeriyya b. İshâk, bir önceki hadisi aynı senetle yani Amr b.Ebî Süfyân'dan rivayet
etmiştir. Hadîsin bu rivayetinde ayrıca "şâfı gebe olan hayvandır" diye bir cümle
geçmektedir.

Ebû Davud'un okuduğu mektuba gelince, onu Abdullah b. Sâlim'in bizzat kendisinden
duymadığı çin muallaktır. O mektupta Abdullah b. Salim şöyle demiştir: "Bana
Yahya, b. Câbir, Cübeyr b. Nüfeyr'den naklen rivayet etti". Ebû Dâvûd bunu böyle
zikrederken îbn Hacer el-Askalanî de el-İsabe fı temyizi's-Sahâbe adlı eserinin
Abdullah b. Muâviye el-Gâdırî ile ilgili bölümünde onun "Yahya b. Câbir,
Abdurrahman b. Cübeyr b. Nüfeyr'den o da babasından, o da Abdullah b. Muâviye el-
Gâdirî'den rivayet etti" şeklinde olduğunu söyler ve Dârekutnî ile Buhâri'nin ("Ta-
rih"inde) bunu böyle tahrîc ettiklerini zikreder. Bundan anlaşıldığına gör Ebû
Davud'un zikrettiği senette inkitâ' vardır. Zira ondan Yahya b. Câ-bir'in hocası
Abdurrahman b. Cübeyr düşmüştür.

"Gâdıratü Kays" bir kabilenin ismidir. Abdullah b. Muâviye el-Gâdirî'nin rivayet ettiği
hadiste Resûlullah (s.a.)'in buyurmuş olduğu üç özellik şunlardır:

1. Tek olan Allah'a ibâdet edip ona hiçbir şeyi ortak koşmamak ve Allah'dan başka
ilâh olmadığına inanmak.

Bu kısımda geçen sözü mahzuf bir fiilin mefuludur. Bir önceki cümleyi te'kid etmek
için getirilmiştir.

2. Gönül hoşnutluğu ve ihlâsla malın zekâtım seve seve her sene vermek.

3. Malın yaşlı, uyuz, hasta ve âdisini zekât olarak vermemek. Hadisin bu bölümünde
geçen kelimesi yaşlı kelimesi uyuz; kelimesi hasta sözü de âdi veya yavru hayvanlar
mânâsında kullanılmıştır. Bu kelimelerde özelden genele doğru bir sıralama vardır.
Bu hadis ihlâslı bir şekilde ibâdet etmeye teşvik ettiği gibi gönül hoş-nutluğuyla zekâtı
seve seve vermeye de teşvik etmektedir. Ayrıca zekât olarak malın iyi veya kötüsü
değil de orta hallisinin alınacağına delâlet etmektedir.

Abdullah b. Muâviye el-Gâdırî hadisini ayrıca Taberânî, Bezzâr ve Beğavî tahrîc



[83]

etmişlerdir.



1583. ...Übey b. Ka'b (r.a.)dan; demiştir ki:

Resûlullah (s. a.) beni zekât memuru olarak gönderdi de (develeri olan) bir adama

uğradım. Malını benim için biraraya toplayınca o malda ona ancak bir yaşım bitirip iki

yaşma basmış bir dişi deve (zekât vâcib) olduğu kanaatine vardım. Bunun üzerine ona:

(Zekât olarak) bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bir dişi deve ver, dedim.

Onun ne sütü var ne de (taşımaya elverişli olan bir) sırtı.

Ama bu genç biri ve semiz bir dişi devedir. Binaenaleyh bunu al, dedi. Ona:

Emr olunmadığım şeyi almam. İşte Resûlullah (s. a.) yakınında. Ona gidip bana takdim

ettiğini O'na takdim etmeyi arzu edersen bunu yap ! Eğer O, senden bunu kabul ederse,

ben de ederim. Şayet kabul etmezse, ben de kabul etmem, dedim.

Tamam, yaparım dedi. Hemen bana takdim ettiği deveyi getirdi ve benimle beraber

çıkıp Resûlullah (s.a.)'a geldik. O'na:

Ey Allah'ın Peygamberi Malımın zekâtını benden almak için bana (şu) elçin geldi. -
Allah'a yemin ederim ki, daha önce ne Resûlullah (s. a.) ne de onun elçisi benim
malımın arasında bulunmadı (malımı görmedi)- Malımı onun için bir araya topladım
da onda benim üzerime (vâcib) olan şeyin, bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bir dişi
deve olduğunu söyledi. Halbuki onun ne sütü var ne de (taşımaya elverişli olan bir)
sırtı. Alması için ona iri ve genç bir dişi deveyi takdim ettim de bende. n almadı. İşte o
(takdim ettiğim deve) budur. O'nu sana getirdim ya Resûlullah (buyurun) al, dedi.
Resûlullah (s. a.) O'na:

"Sana (vâcib) olan odur. Ama (ondan daha) iyisini tatavvu olarak verirsen, Allah sana
onun sevabını verir. Biz de onu senden kabul ederiz," buyurdu. O'da:
İşte o, budur ya Resûlullah! Onu sana getirdim (buyrun) al, dedi. Bunun üzerine
Resûlullah (s. a.) de onun teslim alınmasını emretti ve o adama malının bereketi

£841

(çoğalması) için duâ etti.
Açıklama

cümlesinde anlatılmak istenen şudur: Zekât olarak vermen gereken deve, zekât
memurunun senden istediği bir yaşını bitirip iki yaşma basmış dişi devedir. Ama
sevab almak için ondan daha iyisini vermek istersen Allah sana onun sevabını verir.
Bu hadis mal sahibinin rızasıyla zekât olarak verilmesi gereken miktardan daha
fazlasının alınabileceğine delildir. Bu konuda âlimle rarasm-da ihtilâf yoktur. Bu hadis

[851

ayrıca iyi işler yapan kimselere duâ etmeye de teşvik etmektedir.

1584. ...îbn Abbâs (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s. a.) Muâz'ı Yemen'e
gönderirken ona şöyle buyurdu:

"Şüphesiz sen, ehl-i kitap olan bir kavme gidiyorsun. Onları Allah'tan başka ilâh
olmadığına ve benim de Allah'ın Resulü olduğuma şehâdet etmeye davet et. Eğer
onlar bunda sana itaat ederlerse, Allah'ın onlara her gün ve gecede beş vakit namaz
farz kıldığını kendilerine bildir. Eğer onlar bunda da sana itaat ederlerse, Allah'ın
onlara mallarında zenginlerinden alınıp da fakirlerine verilen zekâtı farz kıldığını



kendilerine bildir. Şayet onlar bunda da sana itaat ederlerse, mallarının iyilerini
almaktan sakın. Mazlumun bedduasından da korun. Çünkü onunla Allah arasında

[861

hiçbir perde yoktur.
Açıklama

Sahih-i Buhârî'nin "kitabû'l-Meğâzî" bölümünde belirtildiğine göre Peygamber (s.a.)
Muâz'ı Yemen'e hicretin 10. yılı Veda Haccmdan önce göndermişti. Vâkıdî'nin
zikrettiğine göre ise, hicretin 9. yılı Tebûk Seferi dönüşü göndermişti. Hicretin 8. yılı
olan Mekke'nin Fethi senesinde gönderdiği de söylenmiştir. Bu konu ihtilaflı olduğu
gibi Muâz'm Yemen'e vali olarak mı, yoksa kadı olarak mı gönderildiği konusu da
ihtilaflıdır. Askerî, Kitâbü's-Sahâbe'de vali olarak gönderildiğini söylerken Ibn
Abdilber de el-İstî'ab adlı eserinde o'nun kadı olarak gönderildiğini ve Yemen'deki
zekât memurlarının topladıkları zekâtları teslim almakla görevlendirildiğini
söylemektedir. Aslında İslâm'ın ilk zamanlarında yönetim, diyanet, mâliye ve adliye
ile ilgili işlerin hepsi vâlîler tarafından yürütülüyordu. Bu sebeple O'nun her iki görevi
yürütmek üzere gönderilmiş olması da mümkündür. Resûlullah (s.a.) Yemen'i beş
bölgeye ayırmış ve her bölgeye bir sahâbî tayin etmişti. San'a bölgesine Hâlid b. Saîd;
Kinde bölgesine Muhacir b. Ebî Umeyye; Hadramevt bölgesine Ziyâd b .Lebîd;
Cendel bölgesine Muâz, Zebîd -Aden- bölgesine de Ebu Musa el-Eş'arî'yi göndermişti.
Tirmizî'nin tahrîc ettiği bir hadiste Resûlullah (s.a.) Muâz'ı Yemen'e gönderirken
kendisine şu soruları sorduğu bildirilmiştir. Resûlullah (s.a.):
"Yemende ne ile hükmedeceksin ya Muaz?" Muâz (r.a.):
Allah'ın kitabı ile...

"Kitab'da bulamazsan ne yapacaksın!" Muâz (r.a.):

Resûlullah'm sünneti ile hükmederim, diye cevap verdi. "Ya sünnette de bulamazsan?"
Kendi re'yimle ictihad ederim, cevabım vermiştir. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.):
"Resulünün elçisini Resulünün hoşum! olduğu şeye muvaffak eden Allah'a hamd
olsun" buyurdu.

Resûlullah (s.a.) Muâz'ı gönderirken O'na ehl-i kitaptan (kendilerine Allah tarafından
Peygamber gönderilip kitap indirilen gayr-i müslim) olan bir kavme gideceğini
belirtmesi, kendisine yapacağı tavsiyeyi dikkatle dinleyip ona önem vermesini
sağlamak içindir. Zira ehl-i kitabın kültür seviyesi puta tapanlarmki gibi düşük değildi.
Bu nedenle onlarla kültür seviyelerine göre görüşüp konuşması gerekiyordu. Belki de
Resûlullah (s.a.)'in ona yalnız ehl-i kitabı zikretmesi bu durumlarından dolayıdır.
Değilse, Yemen halkı yalnız ehl-i kitaptan ibaret değildi. Nitekim Tıybî: "Yemenli-
lerin arasında ehl-i kitap olduğu gibi müşriklerde vardı" demektedir. Bununla beraber
orada Yahudiler çoğunlukta olduğu için yalnız onların zikredilmesi de muhtemeldir.
İslama davetin halkm itikadı göz önünde bulundurularak yapılması gerektiğinden
Resûlullah (s.a.) Muâz (r.a.)'a kelime-i şehâdetten başlamasını emretmiştir. Zira onlar
hem Allah'a ortak koşuyor hem de Resûlullah (s.a.)'in risâletini tanımıyorlardı veya
kendilerine gönderildiğine inanmıyorlardı. Bu hususta Kadı Iyaz şöyle demektedir:
"Resûlullah (s.a.)'m Muâz'a, Yemenlileri önce Allah'ı bir bilmeye ve Muhammed
(s.a.)'in Peygamberliğini kabul ekmeye davet etmesini emretmesi onların Allah
Tealâ'yı hakkıyla bilmediklerine delildir."

Yahudilerle Hıristiyanların itikadları hakkında araştırmada bulunan Kelam âlimlerinin



de görüşü budur. Onlar her ne kadar ibâdet edip Allah'ı bildiklerine dâir bazı deliller
getirseler de hakikatte O'nu bilmemektedirler. Zira hıristiyanlar İsa'nın, Yahudiler de
Üzeyr'in Allah'ın oğulları olduklarını söylemektedirler. Bunlar hakkında Kadı Iyâz:
"Allah'ı yarattıklarına benzetip O'nu cisimleştiren Yahudilerle O'na çocuk veya zevce
isnâd edip O'na hulul, intikal ve intizâcı caiz gören Hıristiyanlar Allah'ı
bilmemektedirler. Binâenaleyh onlar, kendisine ibâdet ettikleri mâbudları için "Allah"
deseler de Allah, o değildir. Çünkü o vâcibü'l-vucûd olan Allah'ın sıfatıyle mevsûf
değildir. Şu halde Yahudilerle Hıristiyanlar Allah'ı bilmiyorlar demektir" der.
Bunun için ehl-i kitâb her şeyden evvel Allah'tan başka ilâh olmadığına ve
Muhammed (s.a.)'in O'nun Resulü olduğuna şehâdet etmeye davet edilmişlerdir.
Bâzı âlimlere göre Resûlullah (s.a.)'m Muâz'a Yemenlileri önce kelime-i şehâdet
getirmeye davet etmesini emretmesi, kelime-i şehâdetin, dinin asıl temeli
olmasındandır. Zira bu olmazsa, hiçbir ibâdet ve amel geçerli olmaz.
İslâm dinine girebilmek için kelime-i şehâdetin iki şıkkını söylemenin şart olduğunu
söyleyen cumhura göre, yalnız birisini söylemek kâfi değildir.

Peygamber (s. a.) Muâz'a Yemenlilerin kelime-i şehâdeti getirmeleri hâlinde günde beş
vakit namaz kılmalarının farz olduğunu onlara bildirmesini emretmiştir. Buna da itaat
etmeleri halinde onlara zekâtın farz olduğunu bildirmesini emretmiştir.
Peygamber (s. a.) Muâz'ı gönderirken O'na niçin halkı oruç ve hacca da davet et diye
emretmedi? Sorusuna İbn es-Salâh şöyle cevap vermiştir: "Oruçla haccm bu hadiste
zikredilmemesi, râvilere aît bir hatadan dolayıdır. Yoksa Peygamber (s.a.) onları da
zikretmiştir." Ancak bu cevap âlimler tarafından rağbet görmemiştir. Çünkü bu
görüşün kabul edilmesi, birçok hadis-i şerife şüpheyle bakmaya götürecektir. Bu
hususta Kurtûbî şöyle demektedir: "Bu hadis, meşhurdur. Resûlullah (s.a.) onları
zikretseydi mutlaka bize nakledilirdi. Nakledilmediğine göre Resûlullah (s.a.)'m onları
söylemediği anlaşılıyor. Buna sebeb o zaman Yemenlilere nispetle daha mühim olan
şeyleri bildirmek istemiş olmasıdır. Nitekim Resûlullah (s.a.)'m âdeti buydu."
Her ne kadar bazıları "Oruçla hac o zamanlarda farz kılmmadığı için bu hadiste
zikredilmemiştir" demişse de, bu doğru değildir. Çünkü oruç hicretin ikinci; hac ise,
dokuzuncu yılında Muâz (r.a.) Yemen'e gönderilmeden önce farz kılınmıştır. Muaz'm
Yemen'e gönderilmesi, Peygamber (s.a.)'in son icraatlarmdandır. Resûlullah (s.a.), o
geri dönmeden önce vefat etmiştir. Alimlerin çoğunun görüşü budur.
Kâfirler ibâdetlerle mükellef midir?

Bu hadis kâfirlerin namaz, zekât ve diğer ibâdetlerle mükellef olmadıklarını söyleyen
âlimlern delillerindendir. Çünkü Peygamber (s.a.) hadiste geçen farzları tertib üzere
beyân etmiş, önce şehâdet, sonra namaz ve ondan sonra zekâtı emretmiştir. Şunu
hemen belirtelim ki, kâfirlerin imân etmekle mükellef oldukları hususunda âlimler
arasında ihtilâf yoktur. 1567 no'lu hadisin açıklamasında da belirtildiği gibi kâfirlerin
namaz, zekât ve diğer ibadetlerin farz olduğunu inkâr ettikleri için âhiret günü
cezalandırılacakları hususunda da ihtilâf yoktur. Ancak ihtilâf, onların dünyada
namaz, zekât, oruç ve diğer ibâdetleri yapmakla mükellef olup olmadıkları, dahası bu
ibâdetleri yapmadıkları için ayrıca azab görüp görmeyecekleri hususundadır.
Mâlikî'lerin sahih kavline göre kâfirler, ibâdetleri edâ etmekle mükelleftirler.
Dolayısıyla küfür azabından başka bir de farzları yerine getirmeyip haram işledikleri
için ayrıca azab göreceklerdir. Bu grub; "Kâfirler ibâdetleri yapmakla mükellef
olmakla beraber bu ibâdetleri, ancak İslâm'a girmeleri halinde geçerli olur" görüşünde
olup "bu hadisteki sıralama dine davet etmede kullanılan bir sıralamadır. Farzlar



arasında yapılan bir sıralama değildir. Zira bu hadiste zekât hemen namazdan sonra
zikredilmiştir ki, ikisinin arasında farziyyet yönünden hiçbir tertib yoktur" demişlerdir.
Hanefî, Şafiî ve Hanbelîlere göre ise kâfirler, ibâdetleri edâ etmekle mükellef
değildirler. Çünkü küfürle beraber ibâdetleri edâ edemezler. Zira ibâdetleri edâ
etmenin bir şartı da imandır. Binaenaleyh küfür azabından başka azab
görmeyeceklerdir.

Bu hadiste geçen "sadaka" kelimesi, zekât manasınadır.

Peygamber (s. a.) zekâtın, zenginlerin mallarından alınıp fakirlere verilmesini
emrederken, zekât memurlarını da malların en iyisini seçip almaktan nehyetmiştir.
Zira zekât, fakirlere bir yardım olarak meşru kılınmıştır. Binaenaleyh zekât alırken
mal sahiplerini mağdur etmemek gerekir. Ama mal sahipleri, mallarının en iyilerini
gönül hoşnutluğuyla verirlerse, bir önceki hadiste de görüldüğü gibi verdikleri zekât
kabul edilir.

"Zenginlerinden alınıp da fakirlerine verilen zekât..." sözündeki "zenginler" kelimesi,
bir lafz-ı âmmdır diyen Şâfıîler, çocuk ve delinin malından zekât vermek gerektiği
görüşündedirler. Hanefîler ise, zekâtın farz olması için akıl ve bulûğun şart olduğunu
söyleyip çocukla delinin malından zekât verilmeyeceği kanaatindedirler. Ayrıca
"ağniyâ..."daki zamir gibi mükellef onlara râci olduğunu çocnkla delinin ise, mükellef
olmadıklarını söyleyip öbür gruba cevap vermişlerdir.

Yetimin malından zekât verilip verilmeyeceği hususunda âlimler arasında ihtilâf
vardır:

Ömer, Ali, Aişe, Câbir, Ibn Ömer (r.anhum), Mâlik, Şafiî, Ahmed, Atâ, Tâvûs,
Mücâhid, İbn Şîrîn ve İshâk b. Rahûye'ye göre yetim malından zekât vermek farzdır.
Süfyân es-Sevrî, Abdullah b. el-Mübârek, Ebû Vâil, Saîd b. Cübeyr, Nehaî, Şa'bî,
Hasan el-Basrî ve Ebû Hanîfe ile arkadaşlarına göre yetim malından zekât vermek
gerekmez. Bu hususta Saîd b. el-Müseyyeb; "Zekât ancak kendilerine namaz ve oruç
farz olanlara vâcibtir" demiştir.

"... fakirlerine verilen..." sözünden bazıları "zekâtın sekiz sınıftan yalnız bir sınıfa
verilmesinin kâfi olacağı hükmünü istinbat etmişlerdir. İmam Mâlik, bu görüştedir.
O'na göre halife bir maslahat görürse, zekâtı yalnız bir sınıfa verebilir. Diğer âlimler
bu görüşü kabul etmeyip "Peygamber (s.a.)'in bu hadiste yalnız fakirleri zikretmesi,
onların diğer sınıflardan daha çok olmalarından dolayıdır" demişlerdir.
Bazı âlimler bu hadisle istidlal ederek zekâtın toplandığı beldeden başka bir beldeye
nakledilmeyeceğim söylemişlerdir. Ömer b. Abdülaziz'in bu görüşte olduğu söylenir.
Bununla ilgili Malumat 1625 no'lu hadisin açıklamasında gelecektir,
sözüyle Peygamber (s. a.) Muâz'm, mazlumun bedduasından sakınmasını emretmiştir.
Resülullah (s.a.)'in bu cümleyi "mallarının iyilerini almaktan sakın" cümlesinden
hemen sonra zikretmesinde mal sahiplerinin rızası olmadan malın iyisini almanın
zulüm olduğuna işaret edilmekle beraber, her türlü zulümden sakınmanın gerekliliğini
de ikaz vardır. Yani Peygamber (s. a.) Muâz'a, hakkın olmayan şeyi almakla zulmetme,
kimseye zarar verme ki sana beddua etmesin. Zira zulme uğrayanın bedduası anında
kabul olunur" diye nasihatta bulunmuştur.

"Çünkü onunla Allah arasında hiçbir perde yoktur" cümlesinden maksad, o bedduanın
reddedilmeyerek derhal kabul olunmasıdır. Hatta sahibi, günahkâr bile olsa, günâhı o
bedduanın kabul edilmesine engel değildir. Zira imam Ahmed'in Ebû Hüreyre'den
merfu olarak rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamber (s. a.): "Mazlumun bedduası



£821

kabul olunur. Şayet günahkâr ise, günahı boynundadır" buyurmuştur.



Bazı Hükümler

1. İslâm dininin asıl temeli, kelime-i şehâdettir. Kafir, Allah tan başka ilah
olmadığına ve Muhammed' (s.a.)in O'nun Resulü olduğuna şehâdet getirmedikçe
müslüman olduğuna hükmedilmez. Ehl-i Sünnet'in görüşü budur. Kelime-i şehâdeti
getirmeyen bir kimsenin hiçbir ibâdeti geçerli değildir.

2. Her gün ve gecede beş vakit namaz farzdır. Binaenaleyh vitir ve bayram namazları
farz değildir. Bu hususta icmâ vardır. Ancak vâcib olduğunu söyleyen Ebû Hanîfe ile
O'nun görüşünde olanların başka delilleri vardır.

3. Kâfirler, namaz, oruç ve zekât gibi ibâdetleri edâ etmekle mükellef değillerdir.

4. Zenginlerin fakir ve muhtaçlara zekât vermeleri farzdır.

5. Zekâtı toplamak veya toplatılması için birine yetki vermek, devlet başkanının
görevlerindendir.

6. Zekât ancak müslüman olan fakir ve muhtaçlara verilir. Binaenaleyh müslüman
zenginlerle fakir kâfirlere zekât verilmez.

7. Zekâtın başka beldeye nakledilmesi caiz değildir. Alimlerin çoğu zekâtın başka
beldeye nakledilmesini uygun görmemekle beraber nakledilmesi hâlinde farzın
düşeceğini söylemişlerdir.

8. Yetim, çocuk ve delilerin mallarından zekât vermek farzdır.

9. Zekât memuru, malın en iyisini seçip zekât olarak alamaz, iyisi ile kötüsü arasında
olan orta hallisini almalıdır.

10. Devlet başkanının valilerine nasihatta bulunması, onlara Allah'tan korkmalarını
emretmesi, kendilerini zulümden sakındırması icâb eder.

11. Vali ve diğer görevliler, Allah'tan korkup zulümden sakınmalıdırlar.

£881

12. Mazlumun bedduası kabul olunur.

1585. ...Enes b, Mâlik'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s. a.) şöyle buyurmuştur:

[891

"Zekâtta haksız davranan, onu vermeyen gibidir."
Açıklama

Şerhlerde bu hadisin kimin hakkında olduğu hususunda birkaç ihtimâl zikredilmiştir:

a. Bu hadis zekât memurları hakkındadır. Haksızlık yaparak alması gerekenden fazla
zekât alan zekât memuru, günaha girme yönünden zekât vermeyen zengin gibidir. Zira
zekât memurunun mal sahibinden o yıl ona düşenden fazla alması ertesi sene mal
sahibinin zekât vermemesine sebeb olabilir, Dolayısıyla zekât memuru o zekât
vermeyen mal sahibi gibi günaha girer. İbn Mâce'nin bu hadisi "Zekât memurları
hakkında vârid olan hadisler" babında zikretmesinden onun zekât memuru hakkında
olduğu ihtimalini tercih ettiği anlaşılmaktadır.

b. Hadis-i şerif, mal sahibi hakkındadır. Zekât memurundan malının bir kısmını
gizlemek veya onun vasıflarım ona söylememek suretiyle haksızlık yapan mal sahibi,
günaha girme yönünden hiç zekât vermeyen gibidir.



c. Hadis, müstehak olmayanlara zekât veren mal sahibi hakkındadır. Zekâtı hak
sahihlerine vermemek suretiyle haksızlık yapan, günâh yönünden onu hiç vermeyen
gibidir.

d. Hadis zekât verip de onu başa kakıp hak sahibine eziyet etmek suretiyle haksızlık
eden, hakkındadır. Böylesi kişi de günâh yönünden onu hiç vermeyen gibidir.

e. Hadis çoluk çocuğuna hiç bir şey bırakmayacak şekilde malının hepsini zekât olarak
dağıtan kimse hakkındadır. Böyle yapan çoluk çocuğunun başkalarına muhtaç
olmasına sebep olacağından zekât vermeyen gibidir.

Sayılan bu ihtimallerin bir kısmı kuvvetli bir kısmı zayıf olsa bile, bu hadisin hem
zekât memuru hem de mal sahibini zekât alıp vermede haksızlık ve zulmetmekten

1901

sakmdırmakta olduğu açıktır.
6. Zekât Memurunun Rızası

1586. ...Beşîr b. el-Hasâsiyye'den; İbn Ubeyd kendi hadisinde "Onun adı (aslında
Beşir değildi. Resûlullah (s. a.) ona Beşir adım verdi der. Rivayet edildiğine göre O,
şöyle demiştir: Biz (Resûlullah (s.a.)'a:

Zekât memurları (vâcibten fazla zekât almakla) bize haksızlık ediyorlar. Bundan
dolayı onların bize yaptıkları haksızlık kadarım mallarımızdan gizleyebilir miyiz?
dedik. O' (s.a.) da:



"Hayır" buyurdu.
Açıklama

192]

İbn Ubeyd'in, "asıl adı Beşir değildi" dediği râvinin adı Zahm b. Mabed'dir.
Peygamber (s.a.)'in, onların hadiste geçen sorusuna "hayır' cevabını vermesi, malın bir
kısmını zekât memurundan gizlemenin hıyanet sayılma- smdandır. Ayrıca Peygamber
(s.a.), onlara "gizleyebilirsiniz" deyip mü-saaede etseydi, bazı mal sahipleri zekât
memurunun haksızlık yapıp yapmayacağım bilmeden mal gizleme yolunu
tutacaklardı. Yani gerek haksızlık yapan ve gerekse haksızlık yapmayan bütün zekât
memurlarına aynı şeyi yapacaklardı. Dolayısıyla haksızlık yapmayan zekât
memurlarına vâcibten daha az zekât vermiş olacaklardı, ki bu hıyanettir. Şu da var:
Belki de Peygamber (s.a.) onların mala olan sevgilerinden dolayı haksızlığa uğ-
radıklarını zannettiklerini bildiğinden dolayı öyle cevap vermiştir. Yoksa verilmesi
gerekenden fazlasının zekât memurlarına verilmesinin vacip olmadığı Peygamber
(s.a.)'in bazı hadislerinde açıkça belirtilmiştir. Nitekim bu husus 1567 no'lu hadisin,
"Kimden, bundan fazlası istenirse vermesin..." fıkrasında da geçmişti.
Bazıları "Peygamber (s.a.)'in onlara "hayır" cevabını vermesi, fitneyi önlemek içindir"
demişlerdir. Şöyle ki, zekât memuru malın miktarı hususunda şüpheye düşecek olursa,
mal sahibinden yemin etmesini ister. Şayet mal sahibi malın bir kısmını gizlemişse ve
memur da ondan yemin istemişse, yalan yere yemin etmesi caiz olmadığından yemin
ettiği takdirde günaha girmeye sebeb olacaktır. Yalan yere yemin edilmemesi ve arada
bazı nahoş olaylar meydana gelmemesi için Peygamber (s.a.) onlara "Hayır



193]

(gizlemeyin)" cevabını vermiştir.



1587. ...Ma'mer (b. Râşid) bir önceki hadisi Eyyûb'dan aynı isnâd ve mana ile rîvâyet
etmiştir. Ancak o (şöyle demiştir): (Beşir) dedi ki: "Ya Resûlullah, şüphesiz zekât

1241

memurları (haksızlık yapıyorlar)..." dedik.

1951

Ebû Dâvûd dedi ki: Abdurrezzak onu Ma'mer' den merfu olarak rivayet etmiştir.
Açıklama

Bir önceki hadiste sorunun kime sorulduğu belirtilmemişti. Bundan dolayı onu
rivayet eden Beşîr'e mevkuf olabileceği gibi Resûlullah (s.a.)'e ref edilmiş de olabilir.
Bu hadiste ise, "Ya Resûlullah!.." sözüyle sorunun Resûlullah (s.a.)'a sorulduğu

[961

belirtilmektedir. Böylece bu rivayet hadisin merfu' olduğuna delâlet etmektedir.

1588. ...Abdurrahman b. Câbir b. Atık, babası (Câbir b. Atik)den rivayet ettiğine göre,
Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"(Tarafınızdan kendilerine) buğzedilen binittiler yakında size gelecek. Size
geldiklerinde onlara "hoş geldiniz" deyin ve kendilerini almak istedikleri şeylerle
başbaşa bırakın. Şayet âdil davranırlarsa, kendi lehlerinedir; zulmederlerse, kendi
aleyhlerinedir. Onları memnun edin. Zira zekât (sevabı)nızm tam oluşu, onların rızası

1971

(nı almanıza bağlı)dır. Onlar da size dua etsinler.

MI

Ebû Dâvûd dedi ki: Ebu'l-Gusn, Sabit b. Kays b. Gusn'dur.
Açıklama

"Râkîb" kelimesinin ismu cem'i olan "rakb" kelimesi, aslında seferde on ve daha
fazla develilerden oluşan kafilelerin adıdır. Sonraları binek hayvanı ne olursa olsun
her binitli hakkında mecazen kullanılmıştır. Bu hadiste bu kelimeden maksat, zekât
memurlarıdır.
Sözünden maksat şudur:

Mallarınızın zekâtını almak için size bazı zekât memurları gelecek ki, siz onlardan
hoşlanmayıp onlara buğzediyorsunuz ve mala olan sevginizden dolayı onların size
haksızlık yaptıklarını zannediyorsunuz. Halbuki onlar öyle değildir. Size geldiklerinde
onları iyi ve güler yüzle karşılayıp "hoş geldiniz" deyin almak istediklerini bırakın,
alsınlar. Size göre haksızlık yapmışlarsa bile, onlara mani olmayın. Çünkü onlara karşı
çıkmak, devlet başkanına karşı çıkmak demektir. Devlet başkanına karşı çıkmak ise,
fitneye sebeb olur.

Hadisin "şayet âdil davranırlarsa, kendi lehlerinedir..." bölümünde ise, anlatılmak
istenen şudur: ,

Zekât memurları zekât olarak aldıkları şeyleri adaletli bir şekilde alırlarsa,
adaletlerinin sevabı kendilerinedir. Vâcib olandan fazlasını almak suretiyle haksızlık
yapıp zulmederlerse, zulümlerinin günâhı yine kendilerinedir. Onların zulmü, size



zarar vermez, aksine onların eziyetlerine katlanmanızdan dolayı sevaba nail olursunuz.
"Onları memnun edin..." sözünden maksat, onlarla tartışmaksızm vâcib olan zekâtı
vermek suretiyle onları memnun etmeye çalışın. Çünkü istemiş oldukları o vâcib olan
miktarı vermek suretiyle onları memnun etmeniz zekâtınızın sevabını tam olarak
almanıza sebeptir.

Cümlesindeki "lâm" lâm'ul-emir'dir. Peygamber (s. a.) zekât memuru olsun,
müstehakları olsun zekâtı alan kimseyi mal sahibine dua etmeye davet etmiştir. Bu
"lâm"m ta'lil lamı olma ihtimali de vardır. Buna göre cümlenin manası şudur: Zekât

[991

sevabınızın tam olması ve onların size dua etmeleri için onları memnun ediniz.
Bazı Hükümler

1. Devlet başkanı zekât memurlarına görevlerim yerme getirmeleri için cesaret
vermelidir.

2. Mal sahihleri zekât memurları hakkında hüsn-i zanda bulunup onlara iyi muamele
etmeli ve onları memnun etmeye çalışmalıdırlar.

m

3. Zekât memurlarının mal sahiplerine dua etmeleri mendûptur.

£101]

1589. ...Cerîr b. Abdullah (r.a.)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.)'a -

bedevilerden- bir takım insanlar gelerek:

Zekât memurlarından bazı kimseler bize gelip zulmediyorlar, dediler. O (s. a.) da:
"Zekât memurlarınızı memnun edin" buyurdu.

Ya Resûlullah! Bize zulmetseler de mi? dediler. (Tekrar:) "Zekât memurlarınızı

memnun edin" buyurdu. (Râvi) Osman:

"... (Zanmnızca) zulmedüirseniz de" sözünü ilâve etmiştir.

Ebû Kâmil, hadisinde dedi ki: Cerîr, "bunu Resûlullah (s.a.)'dan işittikten sonra hiç bir

£102]

zekât memuru benden memnun olmadan ayrılmamıştır" dedi.
Açıklama

Zekât memurunu memnun etmek, -bundan önceki hadiste de geçtiği gibi- farz olan
zekâtı ona vermek ve onu

iyi karşılayıp ona güzel muamelede bulunmakla olur.

"Zulmedüirseniz de zekât memurlarınızı memnun edin" sözünün manası şudur:
"Zannımza göre zulmedüirseniz de zekât memurlarınızı memnun edin" Yoksa bu,
onların gerçekten zulme uğradıkları manasına gelmez. Zira resûlullah (s.a.) zulüm
karşısında susmazdı. Şayet gerçekten zulmetmiş olsalardı, fasık olmaları sebebiyle
görevlerinden azledilmeleri ve zekâtın onlara verilmemesi gerekirdi. Fazla bilgi için
1567 no'lu hadisin" kimden, bundan fazlası istenirse vermesin" fıkrasına bakılsın.

£103]



7. Zekât Memurunun Zekât Sahibine Duası



1590. ...Abdullah b. Ebû Evta (r.a)'dan; demiştir ki: Babam (Rıdvan) ağacı altında
(bey'atta) bulunanlardandı. Bir topluluk zekâtını Resûlullah (s.a.)'e getirdiklerinde;
"Allah'ım! Falan aileye rahmet ve mağfiret et" buyurdu. Babam da O'na zekâtım
getirdi de Resûlullah (s. a.):

[1041

"Allah'ım Ebû Evfâ ailesine rahmet ve mağfiret eyle" buyurdu.
Açıklama

Râvî'nin babası Ebû Evfâ Alkame b. Hâlid, hicretin ö.yılmda Rıdvan ağacı altında

Peygamber (s.a.)'e bey'at edenlerdendi.

Hadisteki salât'tan maksat Allah'ın rahmet ve mağfiretidir.

duasmdaki "âl" kelimesi, hadis sarihlerinin dediğine göre zâid olduğundan Resûlullah
(s.a.) Ebû Evfâ'nm kendisine dua etmiştir. Zira "âl", kelimesinden bazen o adamın
kendisi kast edilmektedir. Nitekim Resûlullah (s.a.)'in Ebû Mûsâ el-Eşr'arî'ye hitaben;
"Gerçekten sana Al-i Davud'un nağmelerinden bir nağme verilmiştir" diye buyurmuş
olduğu hadiste, Al-i Dâvûd'dan bizzat Hz.Davud'u kastetmiştir. Bu kelime çoğunlukla
şeref ve itibar sahibi olan şahıslaral izafe edilir. Al-i Dâvûd, Al-i Ömer (r.a.) gibi.
Kur'ân-ı Kerimde Firavun hakkında kullanılması ise, mecazîdir.
Sarihler her ne kadar bu duadaki "âl" kelimesinin zâid olduğunu söylemişlerse de, onu
zâid kabul etmeyip aile reisi başta olmak üzere ailenin bütün fertlerini içine alması da
mânâyı bozmasa gerek. Çünkü Peygamber (s.a.)'in onunla hem Ebû Evfâ'yı hem de
onun aile fertlerini kastetmiş olması da muhtemeldir.

Hadis, zekâtı alan kişinin mal sahiplerine rahmet ve mağfiret ile dua etmesinin
müstehab olduğuna delâlet etmektedir. Cumhur bu görüştedir. Zahirîlere göre zekâtı
veren mal sahibine duâ etmek müstehab değil, vâ-cibtir. Bunların delili (Ey
Muhammed), Onlara (zekât veren mal sahihlerine) duâ et. Senin duan onlara huzur,

£105]

gönüllerine sükûnet verir." âyetindeki "Onlara duâ et" emrinin vücûb ifâde
etmesidir. Cumhur ise, bu emrin Peygamber (s.a.)'e mahsus olduğu görüşündedir.
Delilleri, O'nun duasının, onlara sükûnet bahşedip başkalarının duasının öyle
olmaması, aynı etkiyi göstermemesidir. Ayrıca mal sahibine duâ etmek vâcib olsaydı,
muhakkak Peygamber (s.a.) gönderdiği zekât memurlarına: "Mal sahiplerinden zekâtı
teslim alırken onlara duâ edin" diye emrederdi. Sonra şu da var ki, devlet başkanı veya
yetkili şahsın almış olduğu keffâret, alacak ve diğer vâcib olan şeylerden dolayı dua
etmesi ittifakla vâcib değildir. Hal böyle olunca, zekâtı teslim alırken de dua etmesi
vâcib olmamalıdır.

Bazı âlimler bu hadisle ihticâc ederek Peygamberlerden başkalarına da müstakil olarak
salât getirmeyi caiz görmüşlerdir. Ahmed b. Hanbel ve Zahirîler bu
görüştedirler .Ancak cumhura göre bu caiz değildir. Çünkü salavât, ta'zim ve yüceltme
ifadesi olarak müstakillen yalnız Peygamberler hakkında kullanılmıştır. Peygamber
(s.a.) Peygamberler dışında bazı kişilere salât getirmişse de onu tazim mânâsında değil
de duâ ve rahmet dilemek anlamında kullanmıştır. Ayrıca bu durum yalnız O'na
mahsustur. Böylesi durumlarda kıyas geçerli değildir. Yani o bazı kişilere salat getir-
miş diye bizim de onlara salât getirmemizin caiz olması gerekmez.
Nevevî bu konuda özetle şöyle demektedir: "Bize göre Peygamberlerden başkalarına



salavât getirmek suretiyle dua edilmez. Ancak onlara te-bean başkaları-da
zikredilebilir. Meselâ "Allahım Muhammed'e, ashabına ve âline salât eyle" diye ashab
ve âlini Muhammed (s.a.)'e tebean zikretmek caizdir.Nasıl ki "Azze veCelle" ifâdesi
yalnız Allahu Teala'ya mah-sussa, salavât da yalnız Peygamberlere mahsustur.
Peygamber (s. a.) gerçekten aziz ve celîl olduğu halde O'na "Muhammed azze ve celle"
denilmez. Çünkü bu tâbir yalnız Allah'a mahsustur. İşte bunun gibi Ebu Bekir
(sallallahü aleyhi vesellem) veya Ömer (sallallahü aleyhi vesellem) de denilmez.
Halbuki "Sallallahü aleyhi ve sellem" tâbirinin mânâsı olan "Allah ona rahmet
ve.mağfiretıetsin" cümlesini ikisi için de kullanmakta bir sakınca yoktur. Mânâ
bakımından bir sakınca bulunmamasına rağmen Peygamberlerden başkası hakkında
müstakil olarak bu tabir kullanılamaz."

Ashab-i kiram zamanında Peygamberlerden başkasına salât getirmek âdet değildi.
Onların devrinden sonra Rafızîler ile Şiîler bazı imamlara salavât getirmeye başladılar.
Meselâ Ali (sallallahü aleyhi vesellem) dediler. Bid'at ehline benzemek ise, yasaktır.
Binaenaleyh onlara muhalefet etmek gerekir.

Nevevî Peygamberlerden başkasına müstakil olarak salavât getirmenin hükmü
hakkında şöyle demektedir:

Peygamberlerden başkasına müstakil olarak salât getirmek hakkında arkadaşlarımız
değişik hükümler vermişlerdir. Onun haram olduğunu söyleyenler olduğu gibi,
tenzihen mekruh veya âdaba aykırı olduğunu söyleyenler de olmuştur. Meşhur ve
sahih olan kavle göre tenzihen mekruhtur.

Çünkü bid'at ehli, Peygamberlerden başka bazı kişilere salavât getirirler. Biz onların
âdetlerinden uzak durmalıyız. İmam Ebu MuhammecJ el-Cüveynî: "Selâm da hüküm
yönünden salât gibidir. Peygamberlerden başkasına müstakil olarak salat getirilmediği
gibi selâm da getirilmez. Falan (aleyhisselâm) denilmez ama ölü veya diriye .hitaben
verilen selâm meşrudur." der.

Bu konuyla ilgili daha fazla malumat için isteyen 1533 no'lu hadisin açıklamasına
müracaat etsin.

Nevevî'nin beyânına göre İmam-i Şafiî, zekatı alanın mal sahibine şöyle dua etmesini
müstehab saymıştır:

"Verdiğin zekattan dolayı Allah, sana ecir ve mükafat versin, onu sana günahlardan
arınma vesilesi kılsın. Kalan malını da bereketlendirsin"

Zekâtı alanın diye dua etmesini İbn Abbâs, İbn Uyeyne, Şâfıîler, Mâlikîler, Hanefîler

[İM

ve selef ulemasının çoğu mekruh saymışlardır.
8. Deve Yaşlarının Beyanı

Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu açıklamayı Riyâşî, Ebû Hatim Ve başkalarından işitip ayrıca onu Nadr b.
Şumeyl'in mektubuyla Ebû Ubeyd'in mektubunda okudum. (Çok kere hepsi aynı şeyi
zikretmekle beraber) bazı kelimeleri onlardan yalnız biri zikretti. Dediler ki:
(Deveye doğumundan sütten kesilene kadar) "Huvâr" adı verilir. Sonra (anasından)
ayrıldığında "Fasıl" adım alır. (Dişisine) bir yaşından iki yaşının tamamına kadar
"Bint- Mahâd"; üç yaşma girdiğinde "Bint- Lebûn", üç yaşını tamamladığında dört
yaşının tamamına kadar (erkeği) "Hıkk", (dişisi) "Hıkka" adını alır. Çünkü o
binilmeye ve erkek deve tarafından aşılanmaya elverişli bir duruma gelmiş, gebe



kalacak bir yaşa girmiştir. Ama erkeği ön dişlerini atıp altı yaşma varmadıkça dişi
deveyi gebe bırakamaz. Hıkka'ya dört yaşım tamamlayana kadar "Tarûkatu'l-Fahl"
denilir. Çünkü erkek deve ona aşar. Beş yaşma bastığından beş yaşını tamamlayana
kadar "CezeVdır. Altı yaşma basıp ön dişlerini attığından altısını tamamlayana kadar
"Seniy"dir. Yedi yaşma bastığında yedi yaşını tamamlayana kada rerkeğine "Rabâî",
dişisine "Rabâiyye" adı verilir. Sekiz yaşma basıp sivri dişlerinin arkasındaki öğütücü
dişlerini attığında sekiz yaşını tamamlayana kadar "Sediys" veya "Se-des"tir. Dokuz
yaşma basıp köpek dişi çıktığında on yaşma girene kadar "BâziP'dir. On yaşma
girdiğinde ise "Muhlif tir. Bundan sonra adı yoktur. Fakat şöyle denilir: Bir senelik
Bâzil, iki senelik Bâzil, bir senelik Muhlif iki senelik Muhlif, üç senelik Muhlif diye
beş seneye kadar öyle gider. Halife (deve), gebe (olan deve)dir. Ebû Hatim dedi ki:
Cezûa bir zaman dilimidir. Diş (yaş) değildir. Deve yaşlarının (başlangıç ve bitim)
zamanı, Süheyl yıldızının doğuş zamanıdır.

Ebû Dâvûd dedi ki: Riyâşî bize (şöyle) bir şiir söyledi: "Süheyl yıldızı gecenin
başlangıcında doğduğu zaman îbn- le-bûn Hıkk, Hıkk da Ceza' olur. Deve yaşlarından
(değişmeyen) yalnız Hube' kalır. Hube', (Süheyl yıldızının doğuş) vaktinin dışında

£1071

doğan deve yavrusudur.
Açıklama

er-Riyâşî, Abbâs b. el-Ferec, Ebu'1-Fadl el-Basrî en-Nah-vî'dir. Asmaî, Ebû Dâvûd et-
Tayâlisî, Ebû Asim, el-Alâ b. el-Fadl ve başka âlimlerden hadis rivayet etmiştir.
Abdullah b, Müslim, Muhammed. b. Ishâk, Ebû Arûbe ve başkaları da ondan rivayette
bulunmuştur. İbn Hibbân, onu sika muhaddisler arasında sayar, tbn es-Sem'ânî,
Mesleme b. Kasım ve el-Hatîb de onun sika olduğunu söylemişlerdir. Ebû Hatim,
Süheyl b. Muhammed b. Osman es-Sicistânî en-Nahvî'dir.

Ebû Ubeyde, Yakûb b jshâk, Asmaî, Vehb b. Cerîr ve başkalarından hadis rivayet
etmiş, kendisinden de Nesâî, İbn Huzeyme, Ebû Bekr el-Bezzâr, Ebû Bişr el-Dûlâbî ve
birçok muhaddisler rivayette bulunmuşlardır. İbn Hibbân bunu da sika muhaddisler
arasında saymıştır.

en-Nadr b. Şumeyl b. Haraşe b. Zeyd b. Kulsûm el-Mâzmî en-Nahvî, el-Basrî'dir. İbn
Avn, Hişâm b. Urve, Hişâm b. Hassan, İbn Cüreyc, Şu'-be ve bir çok muhaddisten
hadis rivayet etmiştir. Kendisinden rivayet edenler ise, Ishak b. Râhıiye İbn Maîn,
İbnü'l-Medînî ve başkaları. Nesâî, İbn Maîn, İbnu'UMedînî ve Ebû Hâtım, onun sika
olduğunu söylemişlerdir. Ebû Ubeyd'ten murad ise, Kasım b. Sellâm'dır. Huşeym,
İsmail b. Ayyaş, Cerîr b. Abdulhamîd, Yahya b. el-Kattân, İbnü'l-Mubârek ve
Vekî'den rivayette bulunmuş, kendisinden de Said b. Ebî Meryem el-Mısrî, Abbâs el-
Anbârî, İbnü Ebi'd-Dünya ve başkaları rivayette bulunmuşlardır. İbn Hibbân onu sika
muhaddisler arasında saymış, Ebu Hatim de "sadûktur" demiştir.
Ebû Davud'un deve yaşlarıyla ilgili olarak kendilerinden malumat naklettiği dört zât,
ekseriyetle aynı şeyi söylemişlerse de bazan birinin zikrettiği kelimeyi diğeri zikretme
mistir.

Deve yaşları ve nisabları ile ilgili malumat 1567 no'lu hadisin açıklamasında geçmişti.
Yaşlarına göre isimlerini cetvel halinde şöyle gösterebiliriz:



Devenin Yaşı



İsmi



Doğumundan sütten kesilene kadar:
Huvâr

Sütten kesilip anasından ayrıldığı zamana kadar (bir senelik olduğunda)
Fasıl

Bir yaşından iki yaşını bitirene kadar
Erkeği: İbn Mahâd



Dişisi: Bint Mahâd
Üç yaşma girdiğinde
İbn Lebûn

Bint Lebûn

Dört yaşını bitirene kadar
Erkeği: Hıkk

Hıkka, Tarûkatu'1-Fahl

Beş yaşını bitirene kadar

Erkeği: Cez'

Ceze'a

Altı yaşını bitirine kadar
Erkeği: Seniy

Seniyye

Yedi yaşını bitirene kadar
Erkeği: Rabâ',

Dişisi: Rabâ' iye

Sekiz yaşını bitirene
Erkeği: Sedîs,



kadar



Sedes
Dokuz



Bâzil
On



yaşını bitirene
Erkeği: Bâzil



kadar



yaşma girdiğinde

Erkeği: Muhlif,bir senelik Bâzil



Dişisi:

Onbir yaşma girdiğinde
senelik Muhlif,

senelik Bâzil

On iki yaşma girdiğinde

senelik Muhlif

On üç yaşma girdiğinde



Erkeği:
Dişisi:

Dişisi:

Dişisi:

Dişisi:

Rabâî



Dişisi:



Dişisi:



Bir
iki
İki

Üç



senelik Muhlif

Ondört yaşma girdiğinde Dört
senelik Muhlif

On beş yaşma girdiğinde Beş
senelik Muhlif

Gebe olan her yaştaki deveye, "halife" adı verilir. Çoğulu ha I ait' ve halifât'tır.
Cezûa veya Cuzû'a, bir zaman diliminin adıdır. Bu sebeple bunu dört yaşını bitirip beş
yaşma giren ceze'a isimli deve ile karıştırmamak gerekir.

Süheyl denen parlak bir yıldızın yaz mevsiminin sonlarına doğru gecenin
başlangıcında gökyüzünde görülmesi, deve yaşlarının başlayış ve bitiş zamanı kabul
edilmiştir. Böylece doğuş mevsiminde Süheyl yıldızı gece başlangıcında doğduğu
zaman her deve. içinde bulunduğu seneyi doldurmuş öbür yıla girmiş sayılır. Meselâ
İbn Lebûn Hikk, Hıkk da cez', cez' ise seniy, seniy de rabaî olur. Ebû Dâvûd bunu
Riyâşî'nin söylemiş olduğu şiiri nakletmekle te'yid etmek istemiştir. Develerin -tabir
caizse- doğum yıl dönümlerinin, Süheyl yıldızının gecenin başlangıcında (bazı
nüshalarda, sonunda) görülmesine bağlanması, onun develerin doğurma zamanında
görülmesinden dolayıdır. Bu sebeple zikredilen zamanda doğmayıp başka bir zamanda
meselâ ilkbahar mevsiminin sonunda veya yaz mevsiminin başında doğan ve hube'
diye isimlendirilen deve yavrusunun yaşı, Süheyl yıldızının doğuş vaktine göre değil
de yavrunun doğum vaktine göre hesaplanır. Şâirin bunu diğer develerden istisna
etmesinin sebebi budur. Buna göre doğum zamanı yönünden develer iki kısımdır:

a. Süheyl yıldızının gece başlangıcında (veya sonunda) doğduğu zaman doğan
develer, develerin çoğu bu kısma dahildir. Şiirin ilk iki mısra'ı bunlarla ilgilidir.

b. Süheyl yıldızının gece başlangıcında doğduğu zamandan başka bir zamanda doğan

£1081

develer. Şiirin üçüncü mısrasında geçtiği üzre bunlara da Hube' denilmektedir.
9. Malların Zekâtı Nerede Alınır?

1591. ...Amr b. Şuayb, babası vasıtasıyla dedesinden rivayet ettiğine göre Peygamber
(s. a.) şöyle buyurmuştur:

"(Malı) getirtmek de yok, uzaklaştırmak da yok. (Mal sahihlerinin) zekâtları ancak

£109]

meskenlerinde alınır."
Açıklama

Celeb, Zekât memurunun bir yerde oturup zekâta tâbi olan hayvanların zekâtını almak
için sahiplerine haber göndererek hayvanların yanma getirilmesini istemesidir. Bu
durum mal sahiplerine meşakkat verip onları sıkıntıya düşüreceğinden dolayı Hz. Pey-
gamber (s. a.) tarafından yasaklanmış ve mal sahiplerine kolay olsun diye zekât
memurları malların zekâtını su başında veya bulundukları yerlerde almakla emr
olunmuşlardır.

Ceneb ise, mal sahibinin kendi malını yerinden uzaklaştırmasıdır. Zekât memuru
zekâtı almak için çok zorluk çekeceğinden bu da yasaklanmıştır.
Bazılarına göre Ceneb, zekât memurunun mal sahiplerinin bulundukları yerlerden çok
uzak bir yerde konaklayıp malların yanma getirilmesini emretmesidir. Ancak birinci



görüş daha makuldür. Çünkü ikinci görüşe göre cenebin mânâsı celep ile hemen
hemen aynı olmaktadır.

"Zekâtları ancak evlerinde alınır" sözünden maksat, zekâtın, malların bulundukları
yerlerde, su başında veya mal sahiplerinin meskenlerinde 'alınır, demektir. Yani mal
sahipleriyle zekât memurlarının zorluk çekmeyeceği bir yerde alınır. Hadisin bu
cümlesi, bir önceki cümleyi te'kid etmektedir.

Bu hadis-i şerif zekât memurlarıyla mal sahiplerinin birbirine zorluk çıkarmalarının

Liioi

caiz olmadığına delâlet etmektedir.

1592. ...Muhammed b. İshâk'tan "(malı) getirtmek de yoktur, uzaklaştırmak da" sözü
(nün anlamı) hakkında onun şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Hayvanların zekâtı bulundukları yerlerde alınır. Zekât memuruna getirilmez.
"Uzaklaştırmak da yok" (sözü) de yine bu suretledir ki, sahipleri hayvanları
uzaklaştırmamalı.

İbn İshâk (devamla) diyor ki; zekât memuru mal sahiplerinin bulundukları yerlerden
uzakta olup mallar ona getirilmemeli zekâtları mal sahibinin bulunduğu yerde
[İÜ]

alınmalıdır.
Açıklama

Ebû Davud'un bu haberi zikretmedeki gayesi, İbn İshak'm "celeb" ile "ceneb"
kelimelerini nasıl açıkladığını nakletmekdir.

"Celeb (malı getirtmek) yok" sözünün mânâsı, hayvanların zekâtının mesken ve su
başı gibi bulundukları yerlerde alınır demektir. Mal sahiplerine zorluk çıkaracağından
dolayı zekât memurunun bulunduğu yere götü-rülmez. Yani mal sahipleri hayvanlarını
zekât memuruna götürmek zorunda değillerdir.

"Ceneb (uzaklaştırmak) yok" sözünü de İbn İshak, celeb gibi aynı şekilde yorumlamış
mal sahipleri hayvanlarını uzaklaştırmamah demiştir.

ibn Ishak (devamla) diyor ki: sözünden sonrası,"Ceneb" kelimesinin ikinci bir

Uİ21

yorumu olmaktadır.

10. Adamın, Kendi Sadakasını Satın Alması

1593. ...Abdullah b. Ömer (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, Ömer b. el-Hattâb (r.a.) bir
atını Allah yolunda tasadduk etmiş sonra onu satılırken görmüş de onu satın almak
istemiş. Resûlullah (s.a.)'e onu sormuş, Resûlullah (s.a.):

imi

"Onu satın alma, sadakana da dönme*' buyurmuş.
Açıklama

"Allah yolunda bir ata (adam) bindirdi" cümlesinin mânâsı, Allah yolunda savaşacak
birine sadaka olarak bir at bağışladı demektir. Bu cümle Sahih-i Buhârî ile Sünen-i İbn
Mâce'de açıkça Allah yolunda bir at bağışladı" diye geçmektedir. Asıl maksat, atı



temlîk etmesidir. Zira mülkü olmasaydı o zat onu satmaya kalkışmazdı. İbn Sa'd'ın
Tabakât adlı eserinden naklen Kastallânî'nin beyânına göre, Hz. Ömer'in tasadduk
ettiği bu atın adı, "Verd" olup Temîm-i Dârî (r.a.) tarafından Peygamber (s.a.)'e hediye
edilmiş. O da Ömer (r.a.)'e vermişti. Hz.Ömer'in kendisine o atı hediye ettiği gazinin
adının bilenemediğini İbn Hacer Sahih-i Buhârî şerhinde söylemektedir.
Hz. Ömer'in bu atı vakfettiğini söyleyenler de vardır, O zatın atı satması ancak
zayıfladığı ve savaşta ondan yararlanmak mümkün olmadığı için caiz olabilir,
denilmiştir. Ancak hadiste geçen "sadakana dönme" beyânı Hz. Ömer'in atı
vakfetmediğine delil gösterilmiş: "Eğer vakfetmiş olsaydı, dönmemesine sebeb onu
gösterirdi" denilmiştir.

Bir kimsenin vermiş olduğu sadakayı aynı şahıstan satın almasının hükmüne gelince,
cumhur bunun mekruh olduğunu söylemişlerdir. Bu konuda Nevevî şöyle demektedir:
Bu hadisteki yasaklama kerâhet-i tenzihiy-ye içindir. Bundan dolayı bir malı sadaka,
zekât, keffâret ve adak gibi ibâdet niyyeti ile veren bir kimsenin aynı malı aynı
şahıstan satın alması mekruhtur. Hibe veya başka bir yolla onu kabul edip kendi
iradesiyle mülkiyetine geçirmesi de yine öyledir. Ama irâde dışı sayılan miras gibi bir
yolla o malın mülkiyetine geçmesi mekruh değildir. Ayrıca sadaka olarak verilen o
malı alan şahıs, onu bir başkasına satsa veya devretse sonra sadakayı veren kimse onu
o üçüncü şahıstan satın alsa bu, mekruh değil, caizdir. Bizimle cumhurun görüşü
budur. Bazı âlimlere göre kişinin vermiş olduğu sadakayı verdiği şahıstan satın alması
haramdır. Onlar hadisteki nehyin hürmet ifade ettiğini ileri sürmektedirler.
İbn Battal da: "Alimlerin çoğu Ömer (r.a.) hadisine dayanarak kişinin vermiş olduğu
sadakayı satın almasını kerih görmüşlerdir. Mâlik, Küfe âlimleri ve Şâfıînin görüşü de
budur. Sadaka farz olsun, nafile olsun, hüküm aynıdır. Bir kimse sadakasını satın alsa
bu satış bozulmaz ama evlâ olan buna yanaşmamaktır. Kişinin verdiği yemin keffâreti
de aynı hükme tabidir. Kişinin vermiş olduğu sadaka sonradan kendisine miras
yoluyla intikal ederse, onun kendisi için helâl olduğu hususunda âlimlerin icmai
vardır" demiştir.

Kişinin verdiği sadakayı satın almasının mekruh olmasının hikmeti şudur: Sadakayı
alan şahıs olur ki, sadakayı verene fiyatta müsamaha edip değerinden daha düşük bir
değerle satar. Zira sadakayı verenin ona bir iyiliği olmuş ona karşılık olsun diye malı
değerinden düşük bir fiyatla vermesi muhtemeldir. Bu durumda sadaka sahibi malın
değer farkını geri almış, sadakasına -kısmen de olsa- dönüş yapmış olur. Bu ise aynı

1114i'

zamanda sadakayı satanın bir miktar zarar etmesi demektir.
Bazı Hükümler

1. Allah yolunda sadaka vermek, savaş için gâzilere yardım etmek meşrudur.

2. Kişinin aldığı sadakayı bir başkasına satması caizdir.

3. Kişinin verdiği sadakayı satın alması -hadisin zahirine göre- haramdır. Bundan
dolayı İbnu'I-Münzîr: "Sadaka verip de sonra onu satın almak mevcut nehyden dolayı
hiç kimseye caiz değildir. Bu sebeple satışın fasit olması gerekir. Ancak bu satışın caiz
oluşu hususunda icmâ varsa, diyecek bir sözümüz yoktur" demiştir.

Cumhura göre buradaki nehy, kerâhet-i tenzihiyye içindir. Bundan dolayı kişinin
verdiği sadaka veya zekâtı doğrudan doğruya verdiği şahıstan satın alması haram
değildir. Cumhurun buna delili 1635 no'lu hadistir ki, onda kişinin satın aldığı



sadakanın kendisine helâl olduğu belirtilmektedir.

Bazı âlimler 1635 no'lu hadisi farz, Ömer (r.a.)'in hadisini de nafile sadakaya
hamletmek suretiyle iki hadisin arasını bulmaya çalışmışlardır.

Kişinin verdiği sadakayı miras yoluyla alması bi'l -ittifak caizdir. Bunun delili de 1656
£1151

no'lu hadistir.
11. Köle Zekâtı

1594. ...Ebû Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre; Peygamber (s. a.) şöyle
buyurmuştur:

[UM

"Kölenin fıtır sadakası hariç, at ve kölede zekât yoktur."
Açıklama

Bu hadis, at ve kölelerin zekâta tâbi olmadığını söyleyenlerin delillerinden birisidir.
Zekâta tâbi olduğunu söy leyenlere göre bu hadîsteki "aftan maksat, savaş atıdır. Ebû
Zeyd ed-Debûsî, "el-Esrâr" adlı kitabında şöyle demektedir: "Zeyd b. Sabit, Ebu
Hüreyre'nin rivayet ettiği (1595 no'lu) hadisi duyunca dedi ki:

"Hakikaten Resûlullah (s. a.) böyle buyurmuştur. Bu doğrudur. Fakat bununla
Resûlullah (s. a.) gazinin atını kastetmiştir. Böylece müslü-man gazilerin atlarını
zekâttan istisna etmiştir". Ebû Zeyd devamla der ki: "Bu gibi şeyler, ictihad yoluyla
bilinemeyeceğinden dolayı Zeyd'in bu sözünün merfu olduğu -yani Resûlullah
(s.a.)'den duyulduğu- sabit olmaktadır."

Ahmed b. Zenceveyh el-Emvâl adlı eserinde Ali B. Hasan tarikiyle Tavus'un şöyle
dediğini rivayet etmiştir: İbn Abbas'a atın zekâta tâbi olup olmadığını sordum da şöyle
dedi: "Allah yolunda savaşan kişinin atında zekât yoktur."

Ticâret malı olarak alınıp satılan at ve köleler, âlimlerin ittifakıyle zekâta tâbidir.
Yalnız Zahirîler bu ve bunun gibi hadislerin zahirine göre hükmederek ticâret için olan
at ve kölelerin zekâta tâbi olmadığım söylemişler.

Binek atı ile hizmetçi kölenin zekâta tabi olmadığı hususunda da ittifak vardır. Diğer
at ve köleler hakkında ihtilâf edilmiştir. İlgili malumat ayrıntılarıyla 1574 no'lu
hadisin açıklamasında verilmiştir.

Bu hadis ayrıca kölenin fıtır sadakasının verilmesinin vâcib olduğuna delâlet

um

etmektedir. Sadakası Efendisine vâcibtir. Tafsilatı 1661 no'lu hadiste gelecektir.

1595. ...Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s. a.): "Müslümana

Iİİ81

kölesinden ve atından dolayı zekât yoktur" buyurmuştur.
Açıklama

Tirmizî, "âlimler Ebû Hüreyre'nin bu hadisi ile amel etmişlerdir. Otlaklarda otlayarak
beslenen atlarla hizmet

için kullanılan kölelerin zekâta tâbi olmadığını söylemişlerdir. Ticâret için olanlar ise,



üzerinden bir sene geçince kıymetleri üzerinden zekât verilir," demiştir. Tirmizî'ye
göre bu hadis hasen-sahihtir.

At ve kölelerin zekâtı ile ilgili ayrıntılı malumat 1574 no'lu hadisin açıklamasında
verilmiştir.

Bu hadis aynı zamanda kâfirlerin dünyada namaz, zekât ve oruç gibi ibâdetlerle
mükellef olmadıklarını söyleyen âlimlerin delillerinden birisidir. Zira hadisteki
"müslüman" kelimesi boşuna buyrulmamıştır. Bu konuyla ilgili hükümler için isteyen

£1191

1567 ile 1584 no'lu hadislerin açıklamasına müracaat etsin.
12. Ekinin Zekâtı

1596. ...Salim b. Abdullah, babası Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:.
Resûlullah (s. a.); "Yağmur, nehirler ve pınarların suladığı veya ba'l olanda (yani
sulanmayıp, damarları ile yer altından su emenlerde) öşür vardır. Kovalarla veya deve

UM

ile sulananda yarım öşür ardır" buyurdu.
Açıklama

Semâ kelimesi hakikatte gök anlamında kullanılmaktadır. Burada ise, mecazen
yağmur anlamında kullanılmıştır.

Uyun kelimesi, ayn kelimesinin çoğuludur. Ayn, pınar demektir.

"Ba'l" kelimesinden maksat, sulanmaksızm damarları ile yer altından su emen ekindir.

Sevânî kelimesi, sâniye'nin çoğuludur. Sâniye'nin asıl mânâsı, sulamak için üzerinde

su taşman devedir. Bu kelimenin büyük kova (varil) mânâsına geldiğini söyleyenler de

olmuştur.

Nadh kelimesi de aslında ekini sulamak için deve ile su taşımaktır. Bu amaçla su
taşıyan deveye 'nâdıh" denilmişse de, daha sonra bu kelime, her deveye isim olmuştur.
Ancak şu var ki el-Menhel yazarının ifâde ettiği gibi "sevanî" ve "nadh"tan maksad,
ekinin sulanmasında kullanılan her türlü âlettir.

Bu hadisten anlaşıldığına göre yağmur, ırmak, pınar ve buna benzer sularla sulanıp
yetişen veya susuz yetişen ekinlerin zekâtı onda birdir.

Hayvan, dolap, kova ve benzeri âletlerle sulanarak yetişen ekinlerin zekâtı da yirmide
birdir.

Ebû Hanîfe, bu hadisin zahirî anlamıyla amel ederek, yerden çıkan mahsûlün az olsun
çok olsun, zekâta tabi olduğuna hükmetmiştir.

İmam Mâlik, Şafiî, Ahmed b.Hanbel, Ebû Yûsuf ve Muhammed ise, "Beş veskten az
olan mahsulde zekât yoktur" hadis-i şerifıyle amel ederek yerden çıkan mahsulün
zekâta tâbi olması için en azından beş vesk olması lâzım geldiğini söylemişlerdir. Bu

Iİ2İI

konuyla ilgili ayrıntılı bilgi 1559 no'lu hadisin açıklamasında verilmiştir.
Bazı Hükümler

1. Yağmur, nehir, pınar vb. sularıyla sulanan ve-ya sulanmaya ihtiyacı olmayan
mahsulün zekatı onda birdir.



2. Hayvan, dolap ve âletlerle sım'î şekilde sulanan mahsulün zekâtı yirmide birdir.

3. Hadisin zahirî mânâsına göre yerden çıkan mahsulün miktarı ne olursa olsun, zekâta
tâbidir. Ebû Hanife, bu görüştedir.

Cumhura göre ise, beş vesk olmadıkça zekâta tâbi değildir.

4. Hadisin zahirî mânâsına göre yerden çıkan bütün bitkiler zekâta tabidir. Ebû Hanife
ve Züfer, bu görüştedirler. Onlara göre gelir sağlamak amacıyla ekilen bitkilerin hepsi
zekâta tâbidir. Dolayısıyla dere boylarında biten kamış, odun ve ot gibi kendiliğinden
biten ve örfen verim amacıyla yetiştirilmeyen bitkiler zekâta tâbi değildirler.

Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre kendiliğinden bir yıl kalabilen bitkiler zekâta tâbidir.
Binaenaleyh meyve ve sebzelerde zekât yoktur. Bunların delili Tirmizî, Hâkim ve
Dârekutnî'nin değişik senetlerle rivayet ettikleri "Meyve sebze gibi yeşilliklerde zekât
yoktur" hadisidir. Tirmizî bu hadisi naklettikten sonra senedinin sahih olmadığını ve
bu konuda Peygamber (s.a.)'den rivayet edilen sahih hadis bulunmadığını ancak
âlimlerin meyve ve sebzelerin zekâta tâbi olmadığım benimsediklerini söyler. Her ne
kadar bu hadisin senedleri zayıf ise de, değişik varyantları biribirlerini te'yid
etmektedir.

Mâlik ve Şafiî'ye göre ekilen ve uzun süre bozulmadan kalabilen buğday arpa, darı,
pirinç, mercimek ve nohut gibi, yaşamak için gerekli yiyecek türünden olan hububat
zekâta tâbidir. Bu türden olmayan meyve ve sebzeler kimyon, susam, pamuk ve keten
tohumu ile biber zekâta tâbi değildir.

Ahmed b. Hanbel'e göre ise, hububat ve meyvelerden kurutulup uzun süre kalabilen
ve ölçeklerle ölçülen mahsul zekâta tâbidir. Yaşamak için gerekli yiyecek türünden
olması ona göre şart değildir. Dolayısıyle kimyon, susam, pamuk ve keten tohumu,
hurma, üzüm, kayısı, incir, badem, ceviz, fındık ve fıstık zekâta tâbidir. Şeftali, armut,
elma, kurutulmaya elverişli olmayan kayısı ve incir gibi meyvelerle acur, salatalık,
karpuz, kavun, patlıcan, domates ve havuç gibi sebzeler zekâta tâbi değildir.
Hasan el-Basrî, Sevrî ve Şa'bîye göre yalnız buğday, arpa, üzüm ve hurmanın zekâtı
vâcibtir. Delilleri şunlardır:

a. Peygamber (s. a.) Ebû Mûsâ el-Eş'arî ile Muâz'i Yemen'e gönderdiği zaman onlara
şunu emretmiştir: "(Yerden çıkan mahsullerden) ancak şu dört şeyden zekât alın: arpa,
buğday, kuru üzüm ve hurma'. Bu hadisi Hâkim, Dârek.utnî, Taberânî, Beyhakî tahrîc
etmiş, ayrıca Beyhakî, ravilerinin sıka olduğunu söylemiştir.

b. Mûsâ b. Talha'run Ömer b. el-Hattâb'tan rivayet ettiğine göre Ömer şöyle demiştir:
"Resûlullah sallellahu aleyhi ve sellem (yerden çıkan mahsullerden) yalnız şu dört
şeyin zekâtım vâcib kılmıştır: Buğday, arpa, kuru üzüm ve hurma". Bunu da Dârekutnî

imi

tahrîc etmiştir.

1597. ...Câbir b. Abdullah (r.a.)'tan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s. a.) şöyle
buyurmuştur:

"Nehirlerle pınarların suladığı mahsullerde öşür, kova (veya hayvanlarla sulananlarda

£1231

da yarım öşür vardır."
Açıklama

Ebû Hanîfe, bu ve bundan önceki hadisin umumuyla istidlal ederek yerden çıkan



mahsûl az olsun çok olsun zekâta tâbi olduğuna hükmetmiştir. Cumhur ise, Ebû
Hanife'nin delil olarak ileri sürdüğü bu iki hadisi "beş veskten az olan mahsûlde zekât
yoktur" hadisiyle tahsis etmişlerdir. Ayrıntılı bilgi için bundan önceki hadis ile 1559

£1241

no'lu hadisin açıklamasına bakınız.

1598. ...Vekî' demiştir ki:

Ba'l yağmur suyundan biten bir bitkidir.

(Ravî) İbnül-Esved de: Yahya b. Adem'in; "Ebu İyâs el-Esedî'ye "baT'ı sordum da
"yağmur suyu ile sulanandır, dedi" dediğini haber verdi.

£1251

en-Nadr b. Şumeyl "ba'l, yağmur suyudur," dedi.
Açıklama

Kebûs: Tahumu toprağa gömülüp üstü toprakla örtülen bir bitkidir.

İbnü'l-Esîr'in en-Nihâye fi garîbi'l-hadîs ve' 1 -eser adlı eserinde belirtildiğine göre ba'l,

damarları ile yer altından su emen ve ne yağmur ne de başka suya ihtiyacı olmayan

bitkilerdir.

Kamusta ise ba'l, sulanmayan veya yağmur ile sulanan ağaç ve ekin olarak tarif
edilmiştir.

Ba'l ile ilgili bu nakillerden anlaşıldığına göre bu kelime iki manaya hamledilmiştir:
Birisi sulanmaya ihtiyacı olmayan bitkiler; diğeri yağmur suyu ile sulanan bitkilerdir.
BaTîn yağmur suyu anlamında kullanılmasına ise iltifat edilmemiştir. Çoğunluk bu
kelimeyi birinci anlamında kullanmış ve ilgili hadiste de aynı mânâyı tercih etmiştir.
Ayrıca İbn Adî ve el-Ezdî'ye göre Vekî' ile Yahya b. Adem'in ba'l ile ilgili sözlerini

£1261

nakleden Hüseyin b. el-Esved, rivayette zayıftır.

1599. ...Muâz b. Cebel (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s. a.) onu Yemen'e
gönderdiği zaman ona şöyle demiştir.

"(Zekât olarak) hububattan hububat, davardan koyun veya keçi, develerden deve ve

£1271

sığırlardan sığır al."

Ebû Dâvûd dedi ki: Mısır'da bir acûr'u karışladım, on üç karış geldi. Bir de devenin

£1281

üzerinde ikiye bölünmüş ve iki denk olarak yüklenmiş bir ağaç kavunu gördüm.
Açıklama

Bu hadis bir malın zekâtının kendi cinsinden verilmesinin gerektiği görüşünde olan
Şâfıîler ile Hanbelîlerin delillerindendir. Diğer delilleri 1567 no'lu hadistir. O hadiste
zekât olarak verilmesi gereken yaştaki deve bulunmadığı takdirde bir yaş büyük veya
küçüğü verilip aradaki yaş farkının iki koyun veya yirmi dirhem gümüşle telâfi
edilmesi emredilmiştir. Şayet bedelinin ödenmesi kâfi gelseydi, Hz. Peygamber (s. a.)
böyle bir takdir yapmazdı.

Ebû Hanîfe'ye göre malın zekâtının kendi cinsinden ödenmesi şart değildir.



Binaenaleyh kıymetini vermek caizdir. Delili Sahih-i Buharı* d e geçen Tavûs'un
Muâz (r.a.) ile ilgili naklettiği hadistir. Muâz (r.a.) Yemen halkından arpa ve darı
yerine zekât olarak elbise istemiş ve bunun mal sahipleri için daha kolay, Medine'deki
müstehak sahâbiler için de daha faydalı olduğunu söylemiştir. Ayrıca 1567 no'lu
hadisin Şâfülerle Hanbelîlerin lehine değil de Hanefîlerin lehine delil olduğu
söylenmiştir. Şöyle ki: Yaş farkının iki koyun veya yirmi dirhem gümüşle telâfi
edilmesinin emredilmesi, kıymetinin verilebileceğine delâlet etmektedir. Zira o gün
için yirmi dirhem iki koyunun değeri olarak tesbit edilmiştir ki, zaman değiştikçe bu
değer değişebilir.

Hanefîler açıklamaya çalıştığımız bu 1599 no'lu hadisi ise, mal sahiplerine kolay
olanın gösterilmesine hamletmişlerdir. Dolayısıyla bu hadis kıymetin verilmesinin
caiz olmasına engel değildir.

Mâlîkilerden bu konuda zikredilen görüşlerin ikisi de nakledilmiştir.

Ebû Dâvüd, son cümlesinde zekâtı verilen malın bereket ve bolluğunu anlatmak

istemiştir.

Bu hadisten her malın zekâtı kendi cinsinden verilmesinin uygun olacağı hükmü
£1291

çıkarılabilir.
13. Balın Zekâtı

1600. ...Amr b.Şu'ayb, babası vasıtasıyla dedesinin şöyle dediğini rivayet etti:
Mut'ân oğullarından olan Hilâl, Resûlullah (s.a.)'e arılarının (balının) öşrünü getirdi ve
Selebe denen vadiyi kendisine koru olarak tahsis etmesini istedi. Resûlullah (s.a.)da o
vadiyi ona koru olarak tahsis etti. Ömer b. el-Hattâb halife olunca, Süfyan b. Vehb
Ömer b. el-Hattâb'a o vadinin durumunu sormak için mektup yazdı. Ömer de
(cevaben) şunları yazdı:

"Resûlullah (s.a.)'a anlarının (balının) öşrünü ödediği gibi sana da öderse, Selebe'yi
ona koru olarak tahsis et! Aksi takdirde o (arılar), yağmur(la biten bitkilerden geçinen)

UM

sinek gibi (sahipsiz)dir. İsteyen onların balını yer."
Açıklama

Mut'ân, bir kabilenin adıdır.

Ebû Hanîfe, Ahmed b.,Hanbel ve İshak bu hadisle istidlal ederek balda öşrün vâcib
olduğunu söylemişlerdir. Tirmizî, bu görüşü âlimlerin çoğundan nakletmiştir. Bu
görüş aynı zamanda Hz. Ömer, İbn Abbâs, Ömer b. Abdülaziz, Ebû Yûsuf ve
Muhammed'den de rivayet edilmiştir. Ancak Ebû Hanife bal öşür arazisinde elde
edilmişse miktarı ne olursa olsun zekâta tâbidir derken, Ebü Yûsuf miktar tayinine
gitmiştir. Ondan rivayet edilen bir kavle göre balın en azından beş yüz Irak rıth olması
gerekir. Diğer kavle göre balın, arpa gibi ölçülen en ucuz hububattan beş vesk
değerinde olması gerekir.

Muhammed'e göre bal, 1 80 Irak rıtlı olunca zekâta tabi olur.

Ahmed b. Hanbel ile Zübri'ye göre miktarı 160 Irak rıthdır. Daha az ise zekâta tâbi
değildir.

Mâlik, Şafiî, İbn Ebî Leylâ, İbnü'l-Münzir ve Sevrî'ye göre balın miktarı ve arazisi ne



olurstf olsun, zekâta tabi değildir. Bu görüş Hz.Ali, İbn Ömer b. Abdülaziz'den de
rivayet edilmiştir. İbn Abdi'l-berr, bu görüşün cumhurun görüşü olduğunu
söylemiştir. Bunlara göre bal, hayvandan elde edilip sıvı olması yönünden hayvan
sütüne benzer. Süt, zekâta tâbi olmayınca bu da zekâta tâbi değildir. Nakli delilleri ise,
şunlardır:

a. Mâlikin Muvatta'da Abdullahb. Ebi Bekr b. Hazm'dan rivayet ettiğine göre
Abdullah şöyle demiştir:

Ömer b. Abdülaziz'den Minâ'da iken babama bir mektup geldi. İçinde ona bal ile
atlardan zekât îalmaması emredilmişti!.

b. Abdurrezzak ile İbn Ebî Şeybe'nin Sahih senetle İbn Ömer'in azatlısı Nâfı'den
rivayet ettiklerine göre şöyle demiştir:

Ömer b. Abdülaziz beni Yemen'e âmil olarak gönderdi. Orada balın öşrünü almak
istedim de el-Muğîre b. Hakim es-San'anî: "Balda zekât yoktur" dedi. Bunun üzerine
durumu Ömer b. Abdilaziz'e yazdım, verdiği cevapta: "el-Muğîre doğru söylemiş, o
güvenilir bir kişidir. Filhakika balda zekat yoktur" dedi.

Bunlar balda öşrün vâcib olduğunu söyleyenlerin ileri sürdükleri (1600 no'lu) Hilâl
hadisini şöyle yorumlamışlardır:

Bal sahibi vadinin kendisine tahsis ve himaye edilmesi karşılığında bağışta
bulunmuştur. Bunun delili, Abdurrezzak'in Musannef inde İbn Cü-reyc'ten Rivayet
ettiği eserdir. O eserde HilâPin Resûlullah (s.a.)'a takdim etmiş olduğu balın öşür değil
de hediye olduğu açıkça belirtilmiştir.

el-Menhel yazarı bu konuyla ilgili görüş ve delilleri zikrettikten sonra şöyle der:
Balın zekâta tâbi olduğuna delâlet eden hadislerin hepsi hakkında bazı söylenti ve
şüpheler var. Nitekim İbnü'l-Münzir: "Balda zekâtın vâcib oluşuna dâir ne sıhhati sabit
bir hadis ne de icmâ' vardır. Bundan dolayı onda zekât yoktur" der. Buharî de Tarih
adlı eserinde: "balda zekâtın vâcib oluşu hakkında sahih bir hadis yoktur" demekle

imi

aynı şeyi te'yid etmiştir. Tirmizî de bu görüştedir.

1601. ...Abdurrahman b. el-Hâris el-Mahzûmî; "Babam bana Amr b. Şuayb'dan o da
babası vasıtasıyla dedesinden; Şebâbe'nin, Fehm kabilesinin bir kolu olduğunu rivayet
etti" dedi ve bir önceki hadisin benzerini zikretti. Ayrıca dedi ki: "Her on tulumdan bir
tulum (zekât verilecek)" bir de (Süfyan b. Vehb yerine) Süfyan b. Abdillah es-Sakafî,
dedi. "(Ömer bi el-Hattâb) onlara iki vadi himaye ediyordu" dedi ve şunu ilâve etti:
"Resûlullah (s.a.)'a ödediklerini Ömer b. el-Hattâb'a ödediler. O da onlara o iki

£1321

vadilerini himaye etti.
Açıklama

Şebâbe, Fehm kabilesinin bir kolu olup iyi balıyla meşhur olmuştur.

Bir önceki hadisin senediyle bu hadisin senedi Amr b. Şuayb'da birleşiyor. Bir önceki

hadisi Amr b. Şuayb'dan Amr b. el-Hâris el-Mısrî rivayet etmişken bu hadisi yine Amr

b. Şuayb'dan ama bu sefer el-Hâris el-Mahzûmî, ondan da oğlu Abdurrahman rivayet

etmiştir.

Bu hadis bir önceki hadisin benzeri olmakla beraber aralarındaki farklar şunlardır:
a. Bir önceki rivayette "Şebâbe, Fehm kabilesinin bir koludur" ifâdesi yok.



b. Bir önceki rivayette "her on tulumdan bir tulum" ifadesi yok.

c. Bir önceki rivayette Hz. Ömer (r.a.)'e mektup yazan zatın adı Süfyan. b. Vehb diye
geçmektedir. Bu rivayette ise, Süfyan b. Abdillah es-Sakafî diye geçmektedir, el-
Menhel yazarının ifâdesine göre doğrusu, bu rivayettir. Zira Süfyan b. Abdillah es-
Sakafî Hz. Ömer'in Tâif âmiliydi.

d. Bir Önceki rivayette Hz. Ömer'in onlara bir vadi himaye ettiği belirtilmiş, bu
rivayette ise, Hz. Ömer'in onlara iki vadi himaye ettiği belirtilmektedir.

e. Bir önceki rivayette, "Resûhıllah (s.a.)'a ödediklerini Ömer'e de ödediler. O'da

£1331

onlara o iki vadilerini himaye etti," ifadesi yoktur.

1602. ...Üsâme b. Zeyd'in Amr b. Şuayb'dan, O'nun da babası vasıtasıyla dedesinden
rivayet ettiğine göre "Fehm kabilesinden bir kol..." (Üsâme b. Zeyd bunu bir önceki)
el-Muğîre'nin (Abdurrahman b. el-Hâris'ten rivayet ettiği hadisin) mânâsında (rivayet
etti) ve dedi ki: "On tulumdan bir tulum (zekât verilecek)" bir de "onlara iki vadiyi

£1341

(himaye ediyordu)" dedi.
Açıklama

Bu rivayeti Taberânî, Ahmed b. Salih'ten tahrîc etmiştir. "On tulumdan bir tulum"
ifâdesi, Ebû Yûsuf un,

"balın nisabı, on tulumdur" görüşünü desteklemektedir. Ona göre her tulum elli Irak
rıtlıdır. Böylece daha önce belirttiğimiz beş yüz Irak ntlmm delili bu rivayetler
£135]

olmaktadır.

14. Asmadaki Üzümün Miktarını Tahmin Etmek

£1361

1603. ...Attâb b. Esîc 'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) ağaçtaki hurma tahmin
edildiği gibi asmadaki üzümün de tahmin edilmesini ve ağaçtaki hurmanın zekâtı kuru
hurma olarak alındığı gibi üzümün zekâtının da kuru üzüm olarak alınmasını emretti.
£İ3U



Açıklama

Hars: ağaçtaki yaş hurma ile asmadaki üzümden ne kadar kuru hurma ile kuru üzüm
çıkacağını tahminen tesbit etmektir. Bunun hikmeti şudur: Zekâta müstehak olanların
hurma ve üzüm gibi zekâta tâbi meyvelerde bir zekât hakları söz konusudur. Bunun
için meyveler toplanmcaya kadar sahiplerinin onlardan yararlanmamaları gerekir.
Oysaki onlardan yararlanmaktan men edilmeleri hâlinde zarara uğrarlar. Hem zekât
müstehaklarmm hem de meyve sahiplerinin zarar etmemeleri için hurma ve üzüm
olgunlaşmaya yüz tutunca devlet, bu işten anlayan zekât memurunu göndererek hurma
ağaçları ile asmalardan ne kadar kuru hurma ile kuru üzüm çıkacağım takdir eder. Bu
tesbitin yapıl-masıyle meyve sahipleri, meyvelerden istedikleri gibi yararlanabilirler.



Daha sonra meyveler devşirilince memurun o takdirine göre zekâtları, kuru hurma ve
kuru üzüm olarak verilir.

Bu hadis harsın meşru olduğuna delâlet etmektedir. Alimlerin çoğunun görüşü de
budur. Mâverdî der ki: "Harsın meşru oluşuna delil, kavli ve fiili sünnettir. Attâb'ın
hadisi kavli, Buhârî'nin hadisi de fiilîdir. Aynı zamanda Resûlullah (s.a.)'m hars
memurları vardı."

Attâb'm hadisinden maksat, bu (1603 no'lu) hadistir. Buhârî'nin hadisi ise şudur: "Ebû
Hamid es-Sâidî'den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

Resûlullah (s.a.) ile beraber Tebûk gazvesine katıldık. Resûlullah (s. a.) Kura vadisine
gelip de bir kadım bahçesinde görünce ashabına: "tahmin edin" dedi. Resûlullah
(s.a.)'da on veskin takdirini yaptı."

Harsın hüküm ve hangi meyveler için meşru kılındığı hakkında ihtilâf edilmiştir:

a. Mâlike göre hars sadece üzüm ve hurmada vâcibtir. Diğer meyvelerde hars yoktur.
Şureyh, Ebû Cafer ve bazı zahirîlerin de görüşü budur. Delilleri, hars ile ilgili bu ve
bundan sonraki hadislerdir. Resûlullah (s.a.)'in söz konusu hadislerdeki emrinin vücûb
ifâde ettiğini söylemişlerdir.

b. Şafiî ve Hanbelîlere göre hars, sadece üzüm ve hurmada vardır. Hükmü sünnettir.
Bunlar da aynı delilleri ileri sürmüşlerdir. Söz konusu emri, sünnete hamletmişlerdir.

c. Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına göre hars caiz değildir. Delilleri şunlardır:

1. Hars zan ve tahminden ibarettir.

2. Tahâvî'nin rivayet ettiğine göre Câbir (r.a.) şöyle demiştir: "Resûlullah (s.a.) harstan
nehyetti."

3. Harsın meşru oluşu ile ilgili bu ve bundan sonraki babta vârid olan hadisler, faiz
haram kılınmadan önceki zamana aittirler. Sonra neshedilmişlerdir.

Harsın meşru oluşunu söyleyen âlimler ise, bunlara şöyle cevab vermişler:

Hars Resûlullah (s.a.)'m hayatı boyunca devam etmiştir. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile Hz.

Ömer'in uygulamaları bunun apaçık bir delilidir.

Hattâbî, "Ashâb-ı Kiramın hepsi harsı caiz görmüşlerdir. Uygulamaları da buna
göredir. Onlardan buna muhalefet eden bir kimsenin olduğu duyulmamıştır" demiştir.
Hadisteki "zekâtları kuru hurma ve kuru üzüm olarak alınır" ifâdesinden anlaşıldığına
göre hurma ve üzümün zekâtı kurutulduktan sonra verilir. Bunlardan kurutulmaya
elverişli olmayanlarına gelince Ebû Hanife'ye göre miktarı ne olursa olsun, diğer
meyveler gibi zekâtı yaş veya kıymet olarak verilir.

Ebû Yûsuf ile Muhammed'e göre bunlar zekâta tâbi değildir. Çünkü kendiliğinden bir

£1381

yıl kalamayan meyvelerde onlara göre zekât yoktur.

Mâlikîlere göre ise kurutulmaya elverişli olmayan hurma ve üzüm, satılırsa, zekâtı
bedelinden verilir. Satılmazsa olgunlaştığı günkü kıymetine göre verilir. Meyve olarak
verilemez.

Şafiî ve Hanbelîlere göre kurutulmaya elverişli olmayan hurma ve üzüm de zekâta
tâbidir. Zekât memuru zekâtını o meyveden alıp müstehaklanna verebildiği gibi
meyveyi satıp bedelini de verebilir.
Ebû Davud'un bir sonraki hadiste belirttiği gibi;

Sâid b. el-Müseyyeb, Attâb'a yetişmediği için bu (ve bir sonraki) hadisin senedinde
inkıta' vardır. el-Münzirî, "Senedin inkitâı açıktır. Zira Saîd, Ömer (r.a.)'in hilâfetinde

£1391

doğmuştur. Attâb da Ebu Bekir (r.a.)'in vefat ettiği gün vefat etmiştir" der.



Bazı Hükümler



1. Üzüm ve hurmanın zekâtı, tahmin edilerek takdir edilmelidir.

2. Hurmanın zekâtı kuru hurma, üzümün zekâtı da kuru üzüm olarak verilmelidir.
[140]

1604. ...Muhammed b. Salih et-Temmâr, İbn Şihâb'dan aynı senet ve mana ile (bir
önceki hadisi) rivayet etti.

Ebû Dâvûd dedi ki: Saîd (b. el-Museyyeb) Attâb'dan herhangi bir şey duymamıştır.
£140

15. Ağaçtaki Meyvenin Miktarını Tahmin Etmek

1605. ...Abdurrahman b. Mesûd'dan; demiştir ki: Sehl b. Ebî Hasme meclisimize geldi
ve şöyle dedi:

Resûlullah (s. a.) bize şunu emretti: "(Ağaçlardaki meyvelerin miktarını) takdir
ettiğiniz zaman (olgunlaştıktan sonra onları) toplayın ve üçte birini bırakın. Eğer üçte
birini bırakmazsanız veya (onu bırakmayı uygun) bulamazsanız, dörtte birini
£1421

bırakın."

[143]

Ebû Dâvûd dedi ki: Tahmin eden (memur) üçte bîrini, işçilik için bırakır.
Açıklama

sözü şerhlerde birkaç şekilde açıklanmıştır:

1. Zekât memuru ağaçlardaki meyveleri takdir edip zekât miktarını öğrendiğiniz
zaman, onlardan istediğinizi koparabilirsiniz. " = koparın" emri ibaha içindir.

2. Ağaçlardaki meyveleri takdir ettiğiniz zaman sahiplerine onlardan koparmalarına
müsaade edin.

3. Ağaçlardaki meyveleri takdir edip sonra sahipleri onları topladığı zaman zekâtını
alın. "kopardılar, topladılar" fiili, mazidir; fı'lü'ş-şart'm üzerine atfedilmiştir. Cevabü'ş-
şart ise, mahzuftur.

4. kelimesi, bazı nüshalarda "alın" şeklinde geçmektedir. Anlamı: Ağaçlardaki
meyveleri takdir ettiğiniz zaman olgunlaşmca zekâtını alın.

"üçte birini bırakın" ifâdesi de şöyle yorumlanmıştır:

a. Meyvelerin üçte birini sahiplerine bırakın, zekâtını almayın. Çünkü bir kısmı
çürümekte ve kuşlar tarafından yenilmektedir. Meyvelerin tümünün zekâtı alınacak
olursa sahipleri zarar eder.

Ahmed b. Hanbel ile İshak bu görüştedirler.

b. Meyvelere düşen zekâtın üçte birini bırakın. Sahibi onu akraba ve komşularına
bizzat kendisi zekât olarak versin ki, ayrıca onlara bir şey vermek mecburiyetinde
kalıp da zarar etmesin. Mâlik, Süfyân ve Şafiî bu görüştedirler.

Zekât memuru, meyve sahibi ile meyvenin durumuna göre ya üçte biri ya da dörtte



birini bırakır.

Bu hadis de bir önceki hadis gibi harsın meşru olduğuna delâlet etmektedir. Ancak
senedindeki Abdurrahman b. Mesûd hakkında bazı söylentiler vardır. Hâkim, hars ile
ilgili diğer hadislerin bu hadisi kuvvetlendirdiğini, dolayısıyla isnadmmm sahih
olduğunu söylemiştir.

ifadesi,bazı nüshalarda yoktur.Harefe kelimesi, meyveyi koparıp toplayan kişi

£144]

anlamına gelen "hârif ' kelimesinin çoğuludur.
Bazı Hükümler

1. Hars yani ağaçtaki meyvenin miktarının tahmin edilmesi meşrudur.

2. Fakirlerin hakları gözetilmelidir.

3. Meyvelerin üçte biri veya dörtte biri sahiplerine bırakılmakla onlara şefkat

£145]

gösterilmiştir. Mal sahiplerine güzel muamelede bulunmak da teşvik edilmiştir.

16. Ağaçtaki Hurmanın Miktarı Ne Zaman Tahmin Edilir?

1606. ...Aişe (r.a.)'den; Hayber'in durumunu anlatırken şöyle demiştir:

£1461

Resûlullah (s. a.) Abdullah b. Revâha'yı yahudüere gönderirdi de o, hurma

£1471

olgunlaşmca ondan yenmeden önce miktarını tahmin ederdi.
Açıklama

Hayber'in durumundan maksad, onun fethinde meydana gelen olaylardır.

Hayber, Medine-i Münevvere'nin kuzeyinde 70 km. uzaklıkta bulunan bir bölgenin

adıdır. Kale ve hurma bahçeleriyle meşhur olan bu bölge hicri VII. yılda

fethedilmiştir. Hz. Peygamber Hudeybiye seferinden döndükten sonra oraya sefer

düzenlemiş kalelerini fethetmiş en son kaleyi de fethetmek Ali (r.a.)'ye müyesser

olmuştur.

İbn Mâce'nin bu hadisin mânâsına yakın İbn Abbâs'tan rivayet ettiği hadiste
Peygamber (s.a.)'in Heyber'i fethettikten sonra toprağının işletilmesinin yahudilere
verilmesi ve toplanan meyvenin yarısının onlara bırakılması üzerine anlaştığı ayrıca
hurmaların toplanma zamanı gelince Abdullah b. Revaha'yi hars için onlara

£1481

gönderdiği bildirilmektedir.
Bazı Hükümler

1. Hars yani ağaçtaki meyvenin miktarının tahmin edilmesi meşrudur.

2. Hurmanın hars vakti, olgunlaşmaya başladığı zamandır.

3. Hars işinde haber-i vâhid yani işin ehli ve güvenilir tek bir memurun verdiği haber
kâfidir. Mâlikîler, Hanbelîler ve bir grup Şâfiîler bu görüştedirler. Şâfıîlerden bir



£1491

başka grup iki kişinin olması lâzım geldiğini söylemişlerdir.



17. Zekât Olarak Verilmesi Caiz Olmayan Meyveler

1607. ...Ebu Ümâme b. Sehi, babasının şöyle dediğini haber vermiştir:

£1501

Resûlullah (s. a.) zekâtta âdi ve ufak hurmaların alınmasını yasakladı.

Zührî dedi ki: Peygamber (s.a.)'in yasakladığı bu hurmalar Medine hurmasının iki

çeşididir.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi Ebu'l-Velîd, Süleyman b. Kesir -Zuhri senediyle merfu'

[151]

olarak rivayet etmiştir.
Açıklama

Cu'rûr, çok âdi bir hurmanın adıdır. Levnu'l-Hubeyk ise, oldukça ufak âdi bir
hurmadır.

Zûhrî'nin ifâdesinde bu iki çeşit hurmanın Medine-i Münevvere hurmasından olduğu
bildirilmektedir. Levneyn kelimesinden iki çeşit kast edilmiş olup mahzuf bir fiilin
mefûlu veya "Cu'rûr ile levnu'l-hubeyk"ten bedeldir.

Peygamber (s.a.)'in bu nehyinden mal sahibinin iyi hurmanın yerine âdisini
vermesinin caiz olmadığı anlaşılmaktadır. Bu durum zekâta tabi olan diğer mallarda
da aynıdır.

Ebû Dâvûd bu hadisin Ebu'l-Velîd tarafından rivayet edildiğini söylemekle onun
muttasıl olarak rivayet edildiğine işaret etmiş olmaktadır. Dârekutnî de onu muttasıl

£1521

olarak rivayet etmiştir.

1608. ...Avf b. Mâlikten; demiştir ki: -Resûlullah (s. a.) elinde bir asâ ile yanımıza
mescide girdi. Bizden bir adam (zekât olarak getirdiği) âdi bir kuru hurma salkımı
asmıştı. Resûlullah (s.a.) asâ ile hurma salkımını dürttü ve şöyle buyurdu:

"Bu zekâtın sahibi dileseydi, bundan iyisini zekât olarak verebilirdi. Bu zekâtın sahibi

Lİ53J

kıyamet günü âdi kuru hurma yiyecektir."
Açıklama

Kına, hurma salkımı anlamına gelmekte ve "kana, kmv, kunv." şeklinde de ifade
edilmektedir. "Haşef ' ise âdi-bozuk kuru hurmadır.

İbn Mâce'nin el-Berâ b. Azib'ten rivayet ettiği bir hadiste57 Mescid-i Nebevî'nin
içindeki iki direk arasına gerilen bir ipe zekât hurma salkımları asıldığı ve fakirlerin
onlardan yediği bildirilmektedir. îşte böyle zekât olarak getirilip asılan hurma
salkımlarının âdi-bozuk olduğunu gören Resûlullah (s.a) normal hurmadan zekât
verebildiği halde âdi hurmadan zekât veren adama ceza olarak âhiret gününde âdi-
bozuk hurma yedirileceğini bildirmiştir.

Bu hadis, malın âdisini zekât olarak vermenin caiz olmadığına delâlet etmektedir.



Ancak 1567 no'lu hadisin açıklamasında geçtiği gibi şayet malın hepsi âdi ve kötü ise,

[1541

ondan zekât verilebilir.



18. Fıtır Sadakası

1609. ...İbn Abbâs (r.a.)'dan; demiştir ki:

Resûlullah (s. a.) fıtır sadakasını oruçluyu faydasız ve müstehcen söz ve fiillerden
temizleyici, fakirlere de yiyecek olmak üzere farz kıldı. Kim onu bayram namazından
önce verirse, o kabul olunmuş bir zekâttır. Kim de onu bayram namazından sonra

Iİ55J

verirse, o sadakalardan bir sadakadır.
Açıklama

Fıtır oruç açmaktır. Şevval ayının ilk günü olan Ramazan bayramının birinci gününde
oruç tutulmayıp iftar edildiği için ona fıtır günü, o gün verilmesi gereken sadakaya da
fıür sadakası denilmiştir. Buna "fıtır zekâtı, fitre, oruç sadakası, Ramazan sadakası ve
baş zekâtı" da denilmektedir. Fıtır kelimesi, orucun zıddı olarak İslâm'dan önce
kullanılmışsa da terkib olarak İslâmdan sonra kullanılmış, dinî bir ıstılahtır.
Istılahta fıtır sadakası, belirli bir surette zekât müstehaklarma verilen bir miktardır.
Fıtır sadakası Ramazan orucunun farz kılındığı yıl olan hicrî II. yılda meşru
kılınmıştır. Oruç Şaban ayında, fıtır sadakası da Ramazan bayramından iki gün önce
vâcib olmuştur.

Hadiste geçen diğer kelimelere gelince:
Lağv: Faydasız söz ve fiildir.

Refes; müstehcen ve pis sözlerdir. Cinsî münâsebet anlamında da kullanılmaktadır.
Ancak burada kast edilen mana birincisidir.

kelimesini cumhur, "Farz kıldı" anlamında kabul ederken Hanefîler, onu dildeki hakiki
mânâsı olan "tayin ve takdir etti" anlamına almış ve fıtır sadakasının farz değil, vâcib
olduğunu söylemişlerdir.
Ibn Abdilberr bu konuda şöyle demektedir:

"ibn Ömer hadisindeki (1611 ve 1612 no'lu hadisler) kelimesinin, iki manaya ihtimâli
vardır:

a. Dini bir ıstılah olarak "farz kıldı" mânâsı,

b. Dildeki asıl mânâsı olan "takdir etti" anlamı. Buna göre hadisteki ilgili cümlenin
mânâsı "Resûlullah (s. a,) fıtır sadakasının miktarını takdir ve tayin elti" oluyor. Ancak
bence birinci ihtimal olan vücub manası ikinci ihtimal olan takdir mânâsından daha
kuvvetlidir. Çünkü farz kelimesi kullanıldığı zaman dinde ondan vücûb mânâsı kast
edilmektedir. Bu kelimenin başka manaya alınması ancak icma' ile olabilir. Halbuki
hadisteki farzı vâcib manasından ayıran ve fıtır sadakasının vâcib (farz) olmadığına
delâlet eden bir icma' yoktur."

İbn Dakiki'l-İyd de bu manaya yakın bir açıklamada bulunuyor ve diyor ki:
"İbn Ömer hadisindeki farzın lügatte asıl manası takdirdir. Bilâhere dinde vücub
manasına nakledilmiştir. Doiayisıyle farzı vücûba hamletmek, asıl mânâsı olan takdire
yormaktan daha doğrudur. Farzı takdir mânâsına hamlederek fıtır sadakasının sünnet
olduğunu söylemek yanlıştır."



Cumhura göre farz ile vâcib aynı şey olup kat'î veya zannî bir delil ile yapılması
kesinlikle istenen şeydir. Binaenaleyh fıtır sadakası, zekât gibi farzdır.
Hanefîlere göre ise, farz ve vâcib ayrı şeylerdir. Sübût ve'delâleti kat'î olan bir delil ise
sabit olana farz; sübut veya delâleti zannî olan bir delil ile sabit olana da vâcib denir.
Fıtır sadakası, haber-i vâhid ile sabit olduğu için delili, zannîdır. Doiayısıyle fıtır
sadakası vâcibtir, farz değildir.

İbn Uleyye ile Ebu bekr b. Keysân el-Esamm'a göre fıtır sadakası, zekât farz
kılınmadan önce farzdı. Zekâtın farz kılınmasıyla farziyyeti neshedilmiştir. Delilleri
Nesâî, İbn Mâce'nin Kays b. Sa'd'den rivayet ettikleri şu hadistir:
"Rasûîuîlah (s. a.) zekât farz olmadan önce bize fıtır sadakası vermemizi emretti. Sonra
zekât emri inince, bize ne emretti, ne de men'etti. Biz onu vermeye devam
Lİ561

ediyorduk."

Ancak, "bunda fıtır sadakasının neshedildiğine delâlet eden bir delil yoktur. Çünkü
daha önce verilmiş olan emir ile yetinilmiş olma ihtimali vardır. Ayrıca bir farzın inişi,
başka bir farzın kalkmasını gerektirmez" denilmiş ve- iddiaları reddedilmiştir.
" = oruçluyu temizleyici" sözündeki "sâim" kelimesi, bazı nüshalarda "sıyâm"
şeklinde geçmektedir. Sâim, oruç tutan; sıyâm ise oruç demektir. Buna göre mana
"orucu temizleyici" olur.

Hasan el-Basrî, bu hadisin zahirî mânâsına bakarak, fıtır sadakasının sadece oruç
tutması farz olanlara farz olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla ona göre çocuklarla
deliler için fıtır sadakası gerekmez. Fakat âlimlerin çoğu çocuklarla deliler için de fıtır
sadakasının verilmesinin gerekli olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu sadakanın meşru
oluşunun hikmetlerinden biri kusur ve günahlardan arındırmak, diğeri fakirlerin
yemek ihtiyacını karşılamaktır. Her ne kadar birinci hikmet mevcut değilse de, ikinci
hikmetin varlığı kâfidir. Ayrıca İbn Ömer'in (1612 no'lu) hadisinde ve diğer hadislerde
onun küçüğe de büyüğe de farz olduğu bildirilmektedir.

Bayram namazından önce verilen fıtır sadakası, sevabı tam olarak Allah katında
makbul olan bir zekâttır. Bayram namazından sonra verilen fıtır sadakası ise, sair
zamanlarda verilen sadakalar gibidir. Buna göre namazdan sonra verilenin savabı
diğerinden azdır. Alimler bunda ittifak etmişlerdir.

Bu hadisten bayram namazından sonra verilen fıtır sadakasının kabul olmayacağı
anlaşılmamalı, onnu da geçerli olduğu hakkında icmâ vardır. Bu konuyla ilgili

Lİ5U

hükümler bundan sonraki hadisin açıklamasında verilecektir.
Bazı Hükümler

1. Fıtır sadakası meşrudur. Cumhura göre farz, hanenlere göre vacıbtır.

2. Fıtır sadakasının meşru oluşunun hikmetleri, oruçluyu kusur ve günahlardan
arındırmak ve fakirlerin yemek ihtiyaçlarını karşılamaktır.

3. Bayram namazından önce verilmesinin sevabı ondan sonra verilmesinin sevabından

Lİ581

daha fazladır.



19. Fıtır Sadakası Ne Zaman Verilir?



1610. ...İbn Ömer (r.a.) den; demiştir ki:

Resûlullah (s.a.) bize fıtır sadakasının, halk bayram namazına çıkmadan önce
verilmesini emretti.

0591

Nâfı' dedi ki: İbn Ömer onu bayramdan bir veya iki gün önce verirdi.
Açıklama

Bu hadis, fıtır sadakasının vaktinin bayram namazından önce olduğuna delâlet
etmektedir. Ancak söz konusu ön-
celik belirli bir zamanla sınırlandmlmadığı için vâcib olduğu vakit hususunda, ihtilâf
edilmiştir:

1. Ebû Hanife ve bir rivayete göre Malik: "Fıtır sadakası, bayram sabahı fecrin
doğması ile vâcib olur" demişlerdir.

2. Sevrî, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve İshâk'a göre, fıtır sadakası Ramazan ayının son
gününde güneşin batması ile vâcib olur. Mâlik de diğer rivayete göre bu görüştedir.
Buna göre güneşin batmasından sonra ve fecrin doğmasından önce doğan bir çocuk
için birinci şıktaki âlimlere göre fıtır sadakasını vermek vâcib, diğerlerine göre vâcib
değildir.

Resûlulîah (s.a.)'m fıtır sadakasının bayram namazına çıkmadan evvel verilmesini emr
buyurmaları onun müstehap olan verilme zamanını bildirmedir, dolayısıyla emir,
vücûb için değil, istihbâb içindir. İbn Ömer, İbn Abbâs, İbn Ebî Rebâh, İbrahim en-
Nehaî, İkrime, Dahhâk, İbn Uyeyne, Mâlik, Şafiî İshâk, Ebû Hanife ve arkadaşları bu
görüştedirler. Sahih-i Buhârî sarihi Aynî bu konuda bir ihtilâfın olmadığını söylüyor.
Hattâbî de icmâ bulunduğunu bildiriyor.

Fıtır sadakasının bayramdan bir-iki gün önce verilmesinin caiz oluşu hususunda da
ashâb-ı kiramın icmâımn bulunduğu bildirilmiştir. Ancak bundan da daha önce
verilmesi hakkında ihtilâf edilmiştir:

a. Mâlik, Kerhî ve meşhur kavle göre Hanbelîler: "Bayramdan en çok iki gün önce
verilebilir. Ondan da önce vermek caiz değildir" demişlerdir.

b. Bazı Hanbelî alimlere göre ramazan ayının yansından sonra vermek caizdir.

c. Şafiî'ye göre Ramazanın birinci gününden itibaren verilebilir.

d. Hanefîlere göre bunun belirli bir müddeti yoktur. Daha önce istenildiği vakitte
verilebilir.

Fıtır sadakasının bayramın birinci gününde bayram namazından sonra verilmesinin
hükmüne gelince:

a. Şafıîler, Hanbelîler, bir kavle göre Mâlikîler, Atâ ve İshâk'a göre kerahetle caizdir.

b. Mâlikîlerin meşhur kavline göre caizdir. Ama efdal olan onu namazdan sonraya
bırakmamaktır.

c. Hanefîlere göre kerâhetsiz caizdir.

d. Zahirîlere göre haramdır.

Bu sadakayı bayramın birinci gününden sonraya bırakmak ise, dört mezhebe ve
âlimlerin çoğuna göre haramdır. Kaza edilmesi gerekir. Hane-fîlerden Hasan b. Ziyâd

£160]

ile Davud-i Zâhirî'ye göre, kaza edilmesi de mümkün değildir.



20. Fıtır Sadakasının Miktarı Nedir?



1611. ...İbn Ömer (r.a.)den rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s. a) fıtır sadakasını
farz kıldı...

Abdullah b. Mesleme, Mâlik'den kıraat yoluyla aldığı rivayette şöyle dedi: "Fıtır
sadakası Ramazanda müslümanlardan her hür veya köle, erkek veya kadın üzerine bir

UM]

sâ' kuru hurma veya bir sâ' arpadır."
Açıklama

imam Mâlik bu hadisi Abdullah b.Mesleme'ye iki kere rivayet etmiştir. Birinde
Mâlik, onu kendisi okuyarak

(tahdîs) diğerinde Abdullah okumuş Mâlik de dinleyip (kıraaten) rivayet etmiş.
Hadisin metninde önce birinci rivayet sonra kıraat yoluyla alman rivayeti verilmiştir.
Ancak birinci rivayetin tamamı verilmeyip sadece baş tarafı verilmiştir. Çünkü ikinci
rivayetteki ile aynıdır.

Sâ': Dört müdd'e eşit bir ölçektir. Bunda âlimler arasında ittifak vardır. Bir sâ'nm gram
olarak hesabı 1559 no'lu hadisin açıklamasında verilmiştir. Bir müdd'ün kaç gram
olduğunu bulmak için bir sâ'm gram tutarını dörde bölmek kâfidir. Şöyle ki:

1. Ebû Hanife, Muhammed ve Irak fıkıhçılarma göre:

Bir sâ" dirhem-i örfi (ei-Menhel yazarına göre 3,12 gr.) ye göre 3,244. Kg. Bir müdd:
3,244:4 = 811 gr.'dır.

2. Şâfıflerle Hanbelîlcre göre:

Bir sâ' dirhem-i örfiye göre 2,140 kg. dır. Bir müdd: 2,140:4-535 gr.dır.

3. Mâlikîlere göre:

Bir sa' dirhem-i örfiye göre 2,130 kg.dır.
Bir müdd: 2,130:4 = 532,5 gr.'dır.

Bu hadisteki ifâdesinin zahirî mânâsma göre her hür ve köle'ye kendi fıtır sadakasını
vermesi gerekir. Davud-i zâhirî'nin görüşü budur. Ona göre efendiye, kölesinin farzları
edâ etmesini sağlamak vâcib olduğu gibi, fıtır sadakasını vermesi içinde onun çalışıp
kazanmasına müsaade etmesi vâcibtir.

Cumhur ise, kölenin fıtır sadakasının bizzat kendisine değil de, efendisine ait
olduğunu söylemiştir. Delilleri köle zekâtı babında geçen 1594-1595 no'lu hadislerdir.
O hadislerde fıtır sadakası hariç, müslümana kölesinden dolayı zekât gerekmediği
bildirilmektedir. Binaenaleyh "her hür veya köle üzerine" ifâdesini "her hür veya köle
için" şeklinde anlamışlardır.

Hadisteki "erkek veya kadm üzerine" ifadesinin zahirî anlamına göre, erkeğe fıtır

sadakası gerekdiği gibi kadının da evli olsa bile fıtır sadakasını kendisinin vermesi

gerekir. Ebû Hanife arkadaşları Sevrî ve İbnu'l-Münzir bu görüştedirler.

Mâlik, Şafiî, Ahmed b. Hanbel el-Leys ve îshak ise, evli kadının fıtır sadakasını

nafakasından saymış ve onun kendisine değil de kocasına farz olduğunu

söylemişlerdir.

"müslümanlardan" sözü, fıtır sadakası vermesi gereken kişinin müslüman olmasının
şart olduğuna, dolayısıyle müslüman olmayana gerekmediğine delâlet etmektedir. Bu
hususta âlimler arasında ittifak vardır.

Cumhura göre efendisi kâfir olan müslüman köle için fıtır sadakası vacib değildir.
Ahmed b.Hanbel'e göre ise, vâcibtir. Çünkü o köle müslümandır.



Efendisi müslüman olan kafir köle için de fıtır sadakası Mâlik, Şafiî, Ahmed b. Hanbel
ve Ebû Sevr'e göre vâcib değildir. Çünkü o köle, müslüman değildir. Ömer b.
Abdilazaz, Mucâhid, Said b.Cübeyr, Nehaî, Sevrî, İshak ve Hanefî alimiere göre
vâcibtir. Çünkü sadakayı veren köle değil, efendisidir. Efendisi ise, müslümandır.
£1621

1612. ...Abdullah b. Ömer'den demiştir ki:

Resûlullah (s.a.) fıtır sadakasını bir sâ olarak farz kıldı. (Râvi) Ömer b.Nâfı', Mâlik'in
(rivayet ettiği bir önceki hadisin) mânâsını zikretti ve "küçüğe ve büyüğe" (sözüyle)
"halk bayram namazına çıkmadan önce verilmesini emretti" (sözünü) ilâve etti.
Ebû Dâvûd dedi ki: Abdullah el-Umerî'nin Nâf i'den yaptığı rivayette "her
müslümana" demiştir.

Said el-Cümehî'nin Ubeydullah'tan, O'nun da Nâfi'den yaptığı rivayette ise Nafi
"müslümanlardan" demiştir.

£1631

Ubeydullah'tan meşhur olan rivayette "müslümanlardan" (sözü) yoktur.

1613. ...Abdullah b. Ömer'den rivayet edildiğine göre; Resûlullah (s.a.) fıtır sadakasını
küçüğe, büyüğe, hür ve köleye arpa ve kuru hurmadan bir sâ'olarak farz kılmıştır.
(Râvî) Musa (b. İsmail, buna) "erkeğe ve kadına" kelimelerini ilâve etti.

Ebû Dâvûd dedi ki: Eyyûb ve Abdullah el-Umerî de Nâfi'den rivayet ettikleri bu

£1641

hadiste * 'erkeğe ve kadına" (sözünü/zikrettiler.

1614. ...Abdullah b. Ömer'den; demiştir ki:

Halk, Resûlullah (s.a.) zamanında fıtır sadakasını arpa, kuru hurma, Peygamber arpası

ve kuru üzümden bir sâ' olarak verirlerdi.

Nâfıdediki:

Abdullah b. Ömer: "Ömer, (Halife) olup buğday çoğalınca yarım sâ' buğdayı o

£1651

şeylerden bir sâ yerine (bedel) kıldı" dedi.
Açıklama

Süit: Buğdaya benzeyen kılçıksız bir arpa çeşididir.Asım Efendinin Kamus

Tercemesi'ndeki beyânına göre, türk-

çede buna "Peygamber arpası" denilmektedir.

Bu hadis fıtır sadakasının arpa, kuru hurma ve kuru üzümden bir sâ, buğdaydan da
yarım sâ olarak verildiğine delâlet etmektedir. Bu konu bundan sonraki babta
£1661

işlenecektir.

1615. ...Nâfi'den; demiştir ki

Abdullah b. Ömer: "Halk, daha sonra yarım sâ buğdayı (o şeylerden bir sa'a) denk
£1671

tuttular" dedi.



Nâfı' dedi ki:

Abdullah b. Ömer kuru hurma verirdi. Bir sene (beliren hurma kıtlığından dolayı)

[1681

Medine'liler kuru hurma bulamadılar da arpa verdiler.
Açıklama

"Daha sonra" sözü ile "halkın arpa, hurma ve kuru üzüm vermelerinden sonra"
manası kastedilmiştir.

ifadesinde Medine'lilerin o sene hurma mahsûlü alamadıkları ve sadaka olarak vermek

£1691

için onu bulamadıkları anlatılmıştır.

1616. ...Ebû Saidi'l-Hudrî (r.a.)den; demiştir ki:

Resûlullah (s,a.) aramızda iken biz fıtır sadakasını her küçük, büyük hür ve köle için
yiyecekten bir sâ veya keşten bir sâ\ yahut arpadan bir sâ, ya da kuru hurmadan bir sâ
veya kuru üzümden bir sâ' olarak verirdik. Bunu (halife) Muâviye hac veya umre
yapmak için (Medine'ye) gelip de minberden halka konuşma yapıncaya kadar böyle
vermeye devam ettik. Onun halka yaptığı konuşmada şu söz de vardı:
Ben, şam buğdayından iki müddün, bir sâ kuru hurmaya denk olduğu görüşündeyim.
Bunun üzerine halk, bunu (esas) aldı. Ebû Said dedi ki:

Bana gelince yaşadığım müddetçe (hayatımın) sonuna kadar onu (eskisi gibi) vermeye

im

devam edeceğim.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi İbn Uleyye, Abde ve başkaları İbn îshak'tan, o da
Abdullah b. Abdullah b. Osman b. Hâkim b. Hizam' dan, o da İyâz'dan, O da Ebû
Said'den aynı mânâda rivayet etti. Ve onda bir adam İbn Uleyye'den yaptığı rivayette:

imi

"veya bir sâ* buğday" (sözünü) söyledi ki o söz, mahfuz değildir.
Açıklama

"Resûlullah (s.a.) aramızda İken" sözünde Resûlullah (s.a.)'m onların fıtır sadakası
olarak ne verdiklerinden haberdâr olduğunu ve buna itiraz etmediğine işaret
edilmiştir. Bu itibarla hadis merfû' hükmündedir.

"Taam" kelimesinin sözlük manası, azık türünden olan yiyecektir. Buna göre bu
kelime, buğday, arpa ve hurma gibi yiyecek maddelerinin tümünü kapsar. Hal
böyleyken bu kelimeden sonra arpa, hurma, keş ve kuru üzümün zikredilmesi, o
devirde yiyecek maddelerini bunlar teşkil ettiği içindir.
Hattâbî bu konuda şöyle demektedir:

"Bazıları söz konusu taamın, buğdaya mahsus bir isim olduğunu söylemişlerdir. Bu
hadiste keş, arpa, kuru hurma, ve kuru üzümün zikredilip onların en kıymetli azığı
olan buğdayın zikredilmemesi bunun bir delilidir. Eğer bu kelimeden buğday
kastedilmemiş olsaydı ayrıca o da zikredilirdi. Bu kelime, mutlak olarak kullanıldığı
zaman buğday anlamını ifâde eder ki, "ta'âm çarşısına git" sözünden örfte "buğday
çarşısına git" mânâsı anlaşılır."

İbnu'l-Münzir, Hattâbî'nin bu görüşünü reddederek şöyle demiştir:



"Bir arkadaşımız Ebû Said'in hadisindeki "taamden bir sâ" sözünü fıtır sadakasının
buğdaydan bir sâ' olarak verildiğini söyleyenlerin lehine delil saymıştır. Fakat bunda
yanılmıştır. Çünkü Ebû Said taam kelimesini önce mücmel olarak kullanmış sonra onu
keş, arpa, kuru hurma ve kuru üzümle açıklamıştır. Bunu da Buhârî'nin Hafs
b.Meysere tarikiyle Ebû Saîd'den rivayet ettiği şu hadisle te'yid etmiştir:
"Peygamber (s. a.) zamanında Ramazan bayramının ilk gününde bir sâ taam verirdik.
Bizim taamımız arpa, kuru üzüm, keş ve kuru hurma idi."

Alimlerin çoğu, bu kelimenin genel mânâsı olan yiyecek anlamında kullanıldığım
söylemişlerdir."

kelimesi, Süfyan es-Sevrî gibi âlimler tarafından "kaymağı alınmadan süzülüp
kurutulan yoğurttur" diye açıklanmıştır Sahih-i Buharı şârihi Aynî: "Ekit, süzülüp taş
gibi katılaştırılan yoğurttur. Bununla yemek pişirilir. Türkçesi "karakuruf'tur.
Türkmenler arasında ise "kurut" diye anılır" demiştir. Asım Efendi de Kâmûs
Tercemesi'nde buna türkçede "keş" denildiğini ifade etmektedir. Süneni Ebû Dâvûd
şerhlerinden el-Menhel ile Bezlu'l-mechûd'da bunun Arapça'daki bir diğer adının
"keşk" olduğu bildirilmektedir.

Keş'in fıtır sadakası olarak verilip verilmeyeceği hususunda ihtilâf edilmiştir. Bu
hadise göre verilebilir. Mâlik bu görüştedir.

Şafiî, keş'in fıtır sadakası olarak verilmesini uygun görmemekle beraber, tam bir sâ
verilmesi halinde fıtır sadakasının tekrar verilmesinin gerektiğine bir delilin
olmadığını söylemiştir.

Hanefîlere göre, keş ancak kıymet itibarı ile verilebilir. Binaenaleyh kıymeti, fıtır
sadakası olarak verilen maddelerin kıymetinden az ise, verilmesi caiz değildir. Zira
keşden fıtır sadakasının verildiğine dair güvenilir bir delil yoktur.
Hasan el-Basrî'ye göre fıtır sadakasının keşten verilmesi caiz değildir.
İki müddün yarım sâ oluşunda ihtilâf yoktur.

el-MenhePde; "yarım sâ buğdayın bir sâ' arpa, kuru hurma, kuru üzüm ve keş'e denk
kabul edilmesi Hz. Muâviye'nin bir içtihadıdır" denilmektedir.

Fıtır sadakasının buğdaydan yarım sâ' olduğunu söyleyen müctehidler bu hadise

dayanmışlardır. Ashab-ı Kiramın Hz.Muâviye'nin görüşüne uymaları, icma' kabul

edilmiştir. Dolayısıyla Ebû Said'in ona uymaması bu icmâa zarar vermemiştir. Çünkü

Ebû Said'in kendi uygulamasını söylemesi, bunun vâcib olduğunu ifâde etmez.

İbn Huzeyme rivayetinde Hz.Muâviye'nin o dönemde halife olduğu, İbn Mâce

rivayetinde de Medine-i Münevvere'ye gittiği ve konuşmayı orada yaptığı

bildirilmiştir.

Lİ721

Hadiste geçen "bir adamadan maksad, Yakub b. İbrahim ed-Devrekıy'dir.
Bazı Hükümler

1. Fıtır sadakasının kuru hurma, kuru üzüm, arpa veya keşten bir sa olarak verilmesi
caizdir.

2. Fıtır sadakası, buğdaydan yarım sâ' olarak verilir.

JT73]

3. Fıtır sadakası küçük-büyük, hür ve köleye vâcibtir.



1617. ...Müsedded'in İsmail'den yaptığı rivayette "buğday" sözü edilmedi.



Ebu Dâvûd dedi ki: Muâviye b. Hişam bu hadisin -Sevrî'den o da Zeyd b. Eşlem 'den,
o da îyaz'dan o da Ebû Said'den yaptığı-rivâyetinde ("yiyecekten bir sâ" yerine)
"buğdaydan yarım sâ" (sözünü) zikretti. Halbuki bu söz, Muâviye b. Hişam'dan veya

£1741

ondan rivayet edenden (meydana gelen) bir hatadır.

1618. ...tyaz (b. Abdillah) dedi ki: Ebû Saîd el-Hudrî'yi şöyle derken işittim:

Ben asla bir sâ'dan başkasını vermem. Zira Resulullah (s. a.) zamanında biz kuru

hurma veya arpa veya keş veya kuru üzümden bir sâ' verirdik.

Bu, Yahya'nın hadisidir. Süfyan b.Uyeyne ise, (yaptığı rivayette bu sayılanlara) "veya
undan bir sâ" sözünü ilâve etti.

Hâmid b. Yahya dedi ki: (Muhaddisler) bu ilâveden dolayı Süfyan'ı kınadılar da ondan
vazgeçti.

£1751

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu ilâve, îbn Uyeyne'nin hatasıdır.
Açıklama

Ebû Said el-Hudrî, "ben asla bir sâ'dan başkasını vermem" sözüyle Hz.Muavıye mn
yarım sa buğdayın verilebileceğine dair görüşüne katılmadığını söylemek istemiş,
sanki buğdayı diğerlerine mukayese ederek ondan da bir sâ verilmesi gerektiğini irriâ
etmiştir.

Mâlik, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, İshak ve Hasan el-Basrî, "Fıtır sadakası arpa, kuru
hurma veya kuru üzümden bir sâ verildiği gibi buğdaydan da bir sâ verilmelidir.
Yarım sâ' yeterli değildir" demişlerdir. Sahâbîler-den Ebû Said el-Hudrî, Ebû'l-ÂIiye
ve Câbir b. Zeyd de bu görüştedirler.

Hanefîler ise, fıtır sadakası arpa, kuru hurma veya kuru üzümden verildiği zaman bir
sâ verilmesi gerektiğini, ama buğdaydan verildiği zaman yarım sa'm kâfi geldiğini
söylemişlerdir. Delilleri bundan sonraki babta gelecek olan hadislerle ashâb-ı kiramın
Muâviye (r.a.)'nin görüşüne uymalarıdır. Şayet ashâb-ı kiram Resûlullah (s.a.)'den
buğdayın bir sâ' olması gerektiğine dair bir hadis bilselerdi, susup da Hz.Muâviye'nin
sözüne uymazlardı. Çünkü "mevrid-i nassta içtihada mesâğ yoktur". Yani hakkında
âyet veya hadis bulunan konuda ictihad yapmak caiz değildir. Binaenaleyh buğdaydan
bir sâ* verilebileceğine dair,rivâyet edilen; hadisler sahih değildir.
Hanefîlerin bu görüşü aynı zamanda sahâbîlerden Ebû Bekr, Ömer, Osman, AH, Ebû
Hureyre, Câbir b. Abdullah, İbn Abbâs ve İbnü'z-Zübeyr (r.a.)'in görüşüdür. Hatta
Tahâvî, Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali (r.a.) dönemlerinde bu konuda icmâ' meydana
geldiğim söylemiştir.

es-Sübkî el-Menhel adlı şerhinde şöyle demektedir: "Yarım sâ' buğdayın
verilebileceğini söyleyenlerin görüşü kuvvetli ve tercih edilen görüştür. Çünkü ashâb-ı
kiram ile tabiûn, Muâviye döneminde bu hususda ittifak etmişlerdir. Ayrıca
buğdaydan bir sâ' verileceğini açıkça belirten sahih bir hadis yoktur."
Süfyan b. Uyeyne'nin rivayetinden anlaşıldığına göre unun fıtır sadakası olarak
verilmesi caizdir. Hanefîler ile Hanbelîler bu görüştedirler. Ancak Hanbelîler bir sâ'
verilmesi gerektiğini söylerken; Hanefîler, arpa unundan bir sâ, buğday unundan ise
yarım sâ verileceğini ifâde etmişlerdir.

Mâlik, Şafiî ve âlimlerin çoğuna göre ise, fıtır sadakasının undan verilmesi caiz



değildir. Çünkü un'un zikredildiği hadisler delil olmaya elverişli değildir. Süfyân b.
Uyeyne'in rivâyetindeki "veya undan bir sâ" sözüne muhaddislerin itiraz ettiklerini
söyleyen Hamid b. Yahya'nın bu sözü bunun bir delilidir.

Fıtır sadakasının verildiği maddelerle ilgili hadislerin zahirinden anlaşıldığına göre
mükellef, zikredilen maddelerden herhangi birisini vermekte muhayyerdir. Hanbelîler
bu görüştedirler.

Hanefîlere göre ise, mükellef, buğday, arpa, kuru hurma ve kuru üzümden istediğini
verir. Diğer maddeleri ise, ancak bu dördünden birinin değerine muâdil olması halinde
verebilir.

Mâlikîlerle Şâfıîlere göre mükellefin oturduğu yer halkının en çok yedikleri maddeden
vermesi gerekir.

Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve âlimlerin çoğuna göre, sayılan maddelerin değerini para
olarak vermek caiz değildir. Fıtır sadakasını mutlaka sayılan maddelerin kendisinden
vermek gerekir.

Hanefilere göre değerini vermek caizdir. Mâlikîlere göre de caiz olmakla beraber
JT761

mekruhtur.

21. "Buğdaydan Yarım Sâ' " Diye Rivayet Edenler

1619. ...Abdullah b. Salebe veya Salebe b. Abdullah b. Ebî Suayr, babasının şöyle
dediğini rivayet etmiştir.
Resûlullah (s. a.) şöyle buyurdu:

"(Fıtır sadakası) küçük veya büyük, hür veya köle, erkek veya kadın her iki kişiye
buğdaydan bir sâ'dır. (Fıtır sadakası veren) zengininizi Allah (günahlardan arıtıp
malını) temizler. Fakirinize gelince de (fıtır sadakası olarak) verdiğinden Allah, ona

um

daha fazlasını verir."

£178]

Süleyman (b. Dâvûd) hadisinde, "zengin veya fakır" sözünü ilâve etmiştir.
Açıklama

Değişik tariklerle rivâye tedilen bu hadisin râvisi Müsedded, rivayetinde, "Salebe b.
Ebî Suayr, o da babasından rivayet etti" şeklinde geçerken, Süleyman b. Dâvûd
rivayetinde ise "Abdullah b. Salebe -veya Salebe b. Abdillah- b. Ebi Suayr, o da
babasından rivayet etti." diye geçmektedir. Müsedded'in rivayeti bazı nüshalarda
"Salebe b. Abdillah b. Ebi Suayr" şeklinde geçmektedir. Buna göre Müsedded ile
Süleyman b. Dâvûd, "Salebe b. Abdullah b. Ebi Suayr" rivayetinde ittifak ediyorlar.
Darekutnî'ye göre bunların doğrusu, Süleyman b. Davud'un "Abdullah b. Salebe b.
Ebi Suayr" şeklindeki rivayetidir.

Buharı de Tarih adlı eserinde onun "Abdullah b. Salebe b. Suayr" şeklinde olduğunu
ve Peygamber (s.a.)'den vasıtasız yaptığı rivayetlerinin mürsel olduğunu, ancak babası
Salebe'den yaptığı rivayetin mürsel olmadığını söyler.

Anlaşıldığına göre râvi'nin adının Abdullah, babasını da Salebe olduğu rivayeti, daha

doğrudur. Ancak tercemede, Ebû Davud'un işaret ettiği şekli de belirttik.

Sözündeki "sâ" kelimesi mahzûf bir mübtedanm haberidir. Takdiri "Fıtır sadakası"



şeklindedir. Bunun için bu söz, tercemede parantez içinde gösterilmiştir.

"Bürr" ile "kanın" eş anlamlı kelimelerdir. Râvi Hammaâd b. Zeyd, ikisinden

hangisinin kendisine söylendiğim hatırlamayıp da tereddüt ettiği için ikisinide

zikretmiştir.

"Fakirinize gelince de (fıtır sadakası olarak) verdiğinden Allah, ona daha fazlasını
verir" sözüyle Peygamber (s. a.) fakiri fıtır sadakası vermeye teşvik etmiş ve Allah'ın
ona daha fazlasını vereceğini vâ'd buyurmuştur. Burdaki "fakir" kelimesinden ya çok
zengin olana nisbetle az malı olan ya da bayram gününde kendisi ve aile efradına
yetecek kadar yiyecekten başka fıtır sadakasına mâlik olan hakiki fakir kast edilmiştir.
Süleyman b. Dâvûd, rivayetinde "erkek veya kadın" sözünden sonra "zengin veya
fakir" sözünü zikretmiştir. Bu söz az önce tarifi yapılan hakiki fakirin de fıtır sadakası
vermesinin gerektiğine delâlet eder. Mâlik, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Atâ, İshâk ve
âlimelerin çoğu bu görüştedirler.

£1791

Ha ne filer ise, fıtır sadakası havâic-i asliyyeden başka zekât nisâbına mâlik

olana vâcibtir. "Nisaba mâlik olmayana fıtır sadakası vâcib değildir" demişlerdir.

Delilleri Ebû Hüreyre'nin Peygamber (s.a)'den rivâyet ettiği şu hadistir:

"Zengin olmadıkça zekât vermek yoktur." Açıklamaya çalıştığımız Salebe hadisi

onlara göre zayıftır. Öyle olmasa bile, fakir kelimesi, çok zengine göre malı az olana

hamledilmiştir. Binaenaleyh hadiste yalnız zenginler kastedilmiştir.

Cumhur bu görüşü reddederek, Ebû Hüreyre'nin rivayet ettiği hadi-sin.meşhur

rivayetinin, "En hayırlı sadaka, zenginlik halinde verilendir," şeklinde olduğunu

£180]

söylemiş ve 39. babtaki hadislerle benzerlerini delil getirmişlerdir.
Bazı Hükümler

1. Fıtır sadakası, buğdaydan yarım sâ'dır. Çünkü ıkı kişiye bir sa denildiğine göre bir
kişiye yarım sâ düşer.

2. Fıtır sadakası büyüğe vâcib olduğu gibi küçük için de vâcibdir. Cumhurun görüşü
budur.

3. Fıtır sadakası hür olana vâcib olduğu gibi köle için de vâcibtir.

4. Fıtır sadakası erkeğe vacib olduğu gibi kadın için de vâcibtir.

5. Allah, fıtır sadakası veren zenginin günahlarını bağışlar, malım artırır.

6. Bayramın birinci gününde kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu .aile efradına
yetecek yiyeceklerden başka fıtır sadakası verecek miktara malik olan fakirin fıtır
sadakası vermesi gerekir.

7. Fakir, fıtır sadakası vermeye teşvik edilmiş, verdiğinden fazlasının Allah tarafından

£181]

kendisine verileceği vâdedilmiştir.

1620. ...Abdullah b. Salebe b. Suayr, babasından rivayet ettiğine göre babası şöyle
demiştir:

Resûlullah (s. a.) ayakta hutbe okudu da fıtır sadakasının her şahıs için bir sâ' hurma
veya bir sâ' arpa verilmesini emretti.

Ali b. Hasan, hadisinde "veya iki kişi için bir sâ buğday" (sözünü) ilâve etti. Sonra
(Ali b. Hasan ile Muhammed b. Yahya) "her küçük ve büyük, hür ve köle için...



£1821

(verilmesini emretti)" sözünde ittifak ettiler.



1621. ...Abdullah b. Salebe el-Uzrî şöyle demiştir:

Resûlullah (s. a.) Ramazan bayramından iki gün önce halka hitap etti. Ahmed b. Salih

083]

diyor ki: Sonra râvi bir önceki el-Mukrî hadisinin mânâsım rivayet etti.
Açıklama

Ahmed b. Hanbel'e "Sa'lebe'nin fıtır sadakası ile ilgili hadisi hakkında ne dersiniz?"
diye sorulunca:

"O sahih değildir. Ma'mer ile İbn Cüreyc onu Zührî'den mürsel olarak rivayet
ediyorlar" diye cevab vermiştir. "Salebe b. Ebî Suayr bilinen bir adam mıdır?"
sorusuna da:

"İbn Ebî Suayr nerden bilinecek?" şeklinde cevab vermiştir.İbn Adilberr de, "râvileri
arasında Zührî'den başka rivayeti delil kabul edilecek kimse yoktur. Bunun için İbnul-
Münzir "Buğday hakkında delil olabilecek sahih bir hadisin olduğunu bilmiyoruz. O
devirde Medine'de çok az buğday vardı. Ashab-ı Kiram zamanında buğday artınca,
ondan yarım sâ'm, arpadan bir sâ'm yerini tuttuğunu gördüler. Onlara uymak gerekir.
Onların sözlerini bırakıp da başkalarına uymak caiz değildir." dedikten sonra Hz. AH,
Osman, Ebû Hüreyre, Câbir, İbn Abbâs, İbnü'z-Zübeyr ve Hz. Ebû Bekrin kızı Esma
(r.anhâ)'mn fıtır sadakasının buğdaydan" yarım sâ' olduğuna dair görüşlerini sahih

senedlerle rivayet eder.

1622. ...Hasan el-Basrî'den; demiştir ki:

İbn Abbâs bir Ramazanın sonunda Basra minberinden hutbe okudu da; "Orucunuzun
sadakasını veriniz," dedi. Sanki halk daha önce (bunu) bilmiyordu. Sonra İbn Abbas:
"Burada Medine halkından kimler var? Kalkınız kardeşlerinize (fıtır sadakasını) öğ-
retiniz. Çünkü onlar Resûlullah (s.a.)'in bu sadakayı her hür veya köleye erkek veya
kadına, küçük veya büyüğe kuru hurma veya arpadan bir sâ', buğdaydan da yarım sâ'
olarak farz kıldığını bilmiyorlar" dedi.

Ali, (Basra'ya) gelip de fiyatların ucuzluğunu görünce: "Allah size (nimetini)

£1851

bollaştırdı. Artık fıtır sadakasını her şeyden bir sâ yapsanız" dedi.
Hümeyd dedi ki: Hasan' el-Basrî fıtır sadakasının sadece oruç tutanlara gerektiği
Lİ861

görüşündeydi.
Açıklama

İbn Abbâs (r.a.) Basra valisiyken okumuş olduğu hutbede fıtır sadakasının kuru hurma
veya arpadan bir sâ', buğdaydan ise yarım sâ' olarak verilmesini Resûlullah (s.a.)'ın
emrettiğini söylemiştir.

Hz. Ali de Basra'ya gittiğinde ordaki bolluk ve ucuzluğu görmüş, buğdaydan da bir sâ'
vermenin daha iyi olduğunu söylemiş ve onları bir sâ' vermeye teşvik etmiştir.



Humeyd'in ifâdesine göre Hasan el-Basrî fıtır sadakasının sadece oruç tutması farz
olanlara gerektiği görüşündedir. Ona göre ergenlik çağma varmamış olan çocuklar için
fıtır sadakası vâcib değildir, Cumhur ise onun çocuklar içinde gerektiğini söylemişler.
Delilleri konuyla ilgili hadislerdeki "küçüğe ve büyüğe de farz kıldı" sözüdür.
Nesâî, Ahmed b. Hanbel, Ali b. el-Medînî ve Ebû Hâtim'e göre Hasan el-Basrî, İbn

[1871

Abbâs'tan hadis duymamıştır. Dolayısıyla bu hadis mürseldir.
Bazı Hükümler

1. Fıtır sadakası hurma veya arpadan bir sâ buğdaydan ise, yarım sa olarak
verilir.Ancak buğdaydan bir sâ' verilirse, daha iyidir.

2. Vali ve benzeri yetkililerin, halka İslâm dininin hükümlerini öğretmeleri gerekir.
£1881

22. Zekatı Vaktinden Önce Vermek
1623. ...Ebu Hüreyre (r.a.)den; demiştir ki:

Peygamber (s. a.) Ömer b. el-Hattâb'ı zekât toplamaya gönderdi de İbn Cemil, Hâlid b.
el-Velid ve el-Abbas (zekat) vermediler. Bunun üzerine Resûlullah (s. a.):
"-İbn Cemîl, fakirdi de Allah onu zengin ettiği için zekâtını vermiyor (nankörlük
ediyor), Halid b. el-Velîd'e gelince, siz Halid'e zulmediyorsunuz. O zırhlarım ve harp
aletlerini Allah yoluna vakfetti. Resûlulah (s.a.)'in amcası el-Abbâs ise, onun zekâtı ve
bir misli bana aittir" buyurdu. Sonra (sözüne devamla):

[189]

"Adamın amcasının, babası gibi olduğunu bilmez misin?" buyurdu.
Açıklama

Bu hadisin bab başlığı ile ilgisi Resûlullah (s.a.)'in sözüdür. Zira bu söz
Resûlullah (s. a.)' in amcası Abbâs'm zekâtını vaktinden önce aldığına delâlet
etmektedir.

Sadaka kelimesi nafile sadaka anlamına geldiği gibi zekât anlamına da gelmektedir.
Kurtubî, cumhurun onu bu hadiste farz olan zekat anlamına. aldıklarını söyler. Bununla
beraber bazıları bu kelimenin nafile sadaka mânâsına geldiğini iddia etmişlerdir.
Meselâ Mâlikîlerden İbn Kas-sâr: "Nafile sadaka mânâsı burada daha uygundur. Zira
ashab-ı kiramın zekât vermemeleri, düşünülemez" demiştir.

Kadı Iyâz bu görüşü reddederek: "sadaka toplamak için adam göndermek yalnız farz
olan zekâta mahsustur" demiştir.

Nevevî de: "Sahih ve meşhur olan görüşe göre bu sadaka farz olan zekâttır," demiştir.
Bu görüşün taraftarları İbn Kassâr'm "ashâb-ı kiramın zekât vermemeleri
düşünülemez'* "diye ileri sürdüğü delile şöyle cevab vermişlerdir:
1. İbn Mühelleb'in dediğine göre, İbn Cemil, münâfıkmış, bundan dolayı zekât
vermemiş. Nitekim İbn Cemil ve benzeri münafıklar hakkında inen: "Onlar zekât
vermekten ancak Allah ve Resulü kendilerini fazl-u ilâhî ile zengin etmelerinden



£190]

dolayı imtina ettiler ama tevbe ederlerse kendileri için hayırlı olur." ayeti ile
kendilerinden tevbe etmeleri istenmiş, İbn Cemil de "Rabbim benden tevbe etmemi
istedi" demiş ve tevbe etmiştir.

2. Hâlid b. Velîd, zırh, at ve harp malzemelerini Allah yolunda cihada vakfetmişti.
Zekâtın verildiği sekiz sınıftan birisi de Allah yolunda ci-had edenlerdir. Cihad
malzemeleri, zekâta tabi olmadığından Hz. Peygamber (s. a.) ondan zekât istenilmesini
zulüm saymıştır.

3. Abbâs (r.a.)'m durumuna gelince de Resûlullah (s. a.) onun iki senelik zekâtım
vaktinden önce peşin almıştır. Nitekim Müslim'in bir rivayetinde Resûlullah (s.a.)'m,
"Biz Abbas'tan iki senelik sadakasını peşin aldık" buyurduğu bildirilmektedir.
Dârekutnî'nin Mûsâ b. Talha tankıyla yaptığı rivayette de Resûlullah (s.a.)'m,
"İhtiyacımız oldu da Abbas'tan malının iki yıllık zekatını peşin aldık" buyurduğu ifâde
edilmektedir.

Nevevî, hem bize hem de başkalarına göre Resûlullah (s.a)'m "Abbâs ise, onun zekâtı
ve bir misli bana aittir" sözü, ben ondan iki senelik zekâtı peşin aldım" manasınadır,
demiştir.

ifâdesinin mânâsı, İbn Cemil'in sadaka

vermemesine Allah'ın kendisini zengin etmesinden başka bir sebeb yoktur. Bu ise,
zekât vermemeyi gerektirecek bir sebep değildir. Binaenalayh küfrân-i nimet
etmeyerek Allah'ın verdiği malın zekâtını vermesi gerekir.

Hattâbî, Resûlullah (s.a.)'m Halid b. Velid ile ilgili sözünü âlimlerin birkaç şekilde
yorumladığım söyler:

1. Resûlullah (s. a.) Hz. Hâlid'in ibâdet niyeti ile malım Allah yoluna vakf ettiğini,
dolayısıyla elinde bir şey kalmadığı için zekât vermediğini bildirmiştir.

2. Zekât memuru Hz. Ömer, Hz. Hâlid' den zırhlafmm kıymeti üzerinden zekât
istemiştir. Çünkü onları ticâret malı zannetmiştir. Resûlullah (s. a.) da onların ticaret
malı değil, vakıf olduğunu, dolayısıyle zekâta tabî olmadıklarım bildirmiştir.

3. Resûlullah (s. a.) Hz. Hâlid'in Allah yoluna vakfettiği mallarım zekât saymasını caiz
görmüştür. Çünkü zekâtın verildiği sekiz sınıftan birisi de Allah yolunda cihâd eden
rnücâhidlerdir. Buna göre malım vakfetmekle zekâtını peşin vermiş sayılıyor.

Hz. Abbâs ile ilgili ifade de şöyle yorumlanmıştır:

1. Onun zekâtı ve bir misli daha bana aittir. Zira onun iki senelik zekâtını peşin aldım.

2. Onun zekâtını ve bir mislini ben üzerime alıyorum. Onun namına ben ödeyeceğim.
Zira o amcamdır. Amca ise, baba gibidir.

Bazıları da "Resûhıllah (s. a.) Hz. Abbâs'm o sıralarda malî durumu iyi olmadığı için
zekâtını iki sene te'hir etmiştir. Zira devlet başkanının bir maslahattan dolayı zekâtı
te'hîr edip sonra alması caizdir," demişlerdir.

Fakat doğrusu Nevevî'nin dediği gibidir: Alimlerin çoğu Hz. Abbas'-ın zekâtının peşin
alındığı görüşündedirler.

Bir kökten biten iki hurma ağacından her birine smv denir. Bu sözle Resûlullah (s.a.)
Hz. Abbas ile babasının aynı asıldan geldiklerini yani öz kardeş olduklarım,
dolayısıyla onda bulunmayan bir şeyle itham edilmemesinin gerektiğini ifâde
£1911

etmişlerdir.



Bazı Hükümler



1. Emin ve ehil kişilerin zekât toplamakla görevlendırılmelen meşrudur.

2. Önceleri fakir iken sonra zengin olan gafillere Allah'ın nimetlerine şükretmeleri
gerektiğini söyleyip onları uyarmak gerekir.

3. Farzları yerine getirmeyenleri ayıplayıp bunu onların gıyabında söylemek caizdir.

4. Mazereti olanın özür dilemesi caizdir.

5. Ticaret malları, zekâta tâbidir.

6. Vakıf meşrudur.

7. Hayvan, silâh, zırh gibi taşınır malların vakfı caizdir. Cumhurun görüşü budur. Ebû
Hanife menkûlün vakfını caiz görmemiştir.

8. Vakfedilen mallar, vakfedenin himayesinde kalabilir.

9. Vakfedilen mallar zekâta tabî değildir.

10. Zekâtı âyet-i kerimede bildirilen sekiz sınıftan birine vermek caizdir.

11. Zekâtı vaktinden önce vermek caizdir. Cumhur bu görüştedir. Bunun tafsilatı
bundan sonraki hadisin açıklamasında gelecektir.

£1921

12. Amcayı baba gibi kabul edip ona saygı göstermek gerekir.

1624. ...Ali (r.a.)den rivayet edildiğine göre Abbâs (r.a.), zekâtın vaktinden önce
verilmesini Peygamber (s.a.)'e sordu da Resûlul-lah (s. a.) ona bu hususta ruhsat verdi,

£193]

-bir rivayette- Ali, "ona bu hususta izin verdi" dedi.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi Hüşeym, Mansur b. Zâzân'dan, O'da Hakem'den, o da
el-Hasan b. Müslim'den, o da Peygamber (s.a.)'den rivayet etmiştir. Hüşeym'in hadisi
£1941

daha sahihtir.
Açıklama

Zekâtın vakti, malın üzerinden bir yıl geçmesidir. Bu süre ticaret mallarına mahsustur.
Hurma, üzüm ve hububat gibi toprak ürünlerinin zekât vakti ise, elde edilip
toplandıkları zamandır. Binaenaleyh bunların üzerinden yılın geçmesi söz konusu
değildir. Geniş bilgi için 1573 no'lu hadisin açıklamasına bakınız.
Bu hadis yıl tamamlanmadan önce zekâtın verilmesinin caiz olduğuna delâlet
etmektedir. Hanefî, Şafiî ve Hanbelîler bu görüştedirler. Bunlara göre, zekâtı
vaktinden önce verilecek olan malın nisaba ulaşmış olması ve bu nisabı yıl boyunca
koruması şarttır.

Süfyan es-Sevrî, Dâvûd ve Hasan el-Basrî'ye göre yıl dolmadan zekât vermek caiz
değildir. Bunların delilleri:

a. İbn Mâce'nin Aişe (r.anhâ)'den merfü olarak rivayet ettiği şu hadistir:

"Bir mal üzerinden yıl geçmedikçe zekâta tabi değildir". Ancak bu hadisin senedinde
geçen Harise b. Muhammed, muhaddislerce zayıf görülmüştür.

b. Ali (r.a.)'den merfü olarak rivayet edilen 1573 no'lu hadisteki "üzerinden yıl
geçmedikçe hiçbir malda zekât yoktur" ifadesidir.

c. Zekât namaz gibi vakti olan bir farzdır. Binaenaleyh namazı vaktinden önce kılmak
nasıl caiz değilse, zekâtı da yıl dolmadan önce vermek caiz değildir.

Mâlikîler de bu görüştedirler. Ancak onların meşhur olan görüşlerine göre, zekatın



yılın dolmasına bir ay kala verilmesi kerahetle beraber caizdir.

Hanefî, Şafiî ve Hanbelîler, bunların delil olarak ileri sürdükleri hadisleri şöyle
yorumlamışlardır:

Bu hadisler, üzerinden yıl geçmeden malın zekâtının verilmesinin vâcib olmadığına
delâlet ederler. Zekâtın yıl dolmadan önce verilmeyeceğine değil. Zira zekâtın yıl
dolmadan önce verilebileceğine delalet eden hadisler vardır. Bu babta geçen hadisler
£195]

onlardandır.

23. Zekât, Bir Beldeden Başka Bir Beldeye Nakledilir Mi?

1625. ...İmrân b. Husayn'm azatlısı İbrahim b. Atâ, babasından rivayet ettiğine göre,
Ziyad veya emirlerden birisi, İmrân b. Husayn'ı zekât toplamaya gönderdi de dönünce
İmrân'a:

(Topladığın) mal nerede? diye sordu. O da:

Beni mal (getirmek) için mi gönderdin? Biz onu Resûlullah (s.a.) zamanında aldığımız
yerlerde aldık ve yine Resûlullah (s.a.) zamanında bıraktığımız yerlere bıraktık, dedi.
[196]

Açıklama

Bab başlığı bazı nüshalarda kâtın bir beldeden başka bir beldeye nakledilmesi"
şeklinde geçmektedir.

Ziyâd'dan maksat Ziyâd b. Ebî Süfyan'dır. Hz.Muâviye onu Irak'a vali tayin etmişti.
Ziyad veya başka bir emir İmrân Husayn'ı zekât toplamaya göndermiş, görevinden
döndükten sonra da ondan hesap sormuş, topladığı zekâtı ne yaptığını öğrenmek
istemiştir. Bunun üzerine İmrân, o beldeden topladığı zekâtı Resûlullah (s.a.)
zamanında olduğu gibi başka bir beldeye nakletmeden yine o beldenin zekât
müstehaklarma dağıttığım bildirmiştir.

Kütüb-i Sitte'de rivayet edilen Muâz hadisinde, Resûlullah (s.a.) Mu-âz'ı Yemen'e
gönderdiğinde ona şu talimatı verdiği bildirilmektedir: "Allah'ın onlara mallarında
zenginlerinden alınıp da fakirlerine verilen zekâtı farz kıldığını kendilerine bildir."
Muâz'm bu hadisi İmrân'm mücmel olan hadisini açıklamaktadır. Geniş bilgi için 1584
no'lu Muâz hadisinin açıklamasına bakınız.

Alimler zekâtın, toplandığı beldenin fakirlerine verilmesinin meşru oluşunda ittifak
ettikleri gibi, toplandığı beldede fakir olmaması hâlinde başka bir beldeye
nakledilmesinin caiz olduğunda da ittifak etmişlerdir. Diğer hallerdeki hükmün de ise,
ihtilâf etmişlerdir. Şöyle ki:

1. Hanefilere göre zekâtın bir beldeden başka bir beldeye nakledilmesi, mekruhtur.
Delilleri az önce zikrettiğimiz Muâz (r.a.) hadisidir. Ancak bunlara göre daha muhtaç
olanlara veya fakir akrabaya vermek üzere nakledilmesi mekruh değildir. Çünkü
Sahih-i Buharıl de geçen Tâvûs'un Muâz (r.a.) ile ilgili naklettiği hadiste "Muâz
(r.a.)'m Yemen halkından, arpa ve darı yerine zekât olarak elbise istediği ve bunun
mal sahipleri için daha kolay, Medine'deki müstehak sahâbiler için de daha faydalı"
olduğunu söylediği bildirilmektedir. Bu hadîse göre Muaz (r.a.), Yemen halkından
Medine'ye götürmek üzere zekât toplamıştır.



Zekât'm fakir akrabaya vermek üzere nakledilmesinde ise sıla-ı rahmin gözetilmesi
söz konusudur.

Hanefî mezhebinde mekruh olmayan bu iki meseleye eklenen meselelerden birisi de
Dâru'l-harb'ten Dâru'l-İslâm'a yapılan zekât naklidir. O da mekruh değildir.

2. Mâlikilere göre zekâtın toplandığı belde fakirlerine dağıtılması vâ-cibtir.
Binaenaleyh zekâtın normal hallerde kasr mesafesi (yaklaşık olarak 90 km.)
uzakhğmdaki beldelere nakledilmesi caiz değildir. Özel hâllere gelince:

a. Eğer zekâtın toplandığı belde fakirleri, o uzak beldelerdeki fakirlerden daha muhtaç
iseler, zekâtın nakledilmesi haramdır. Ama onu tekrar vermek gerekmez.

b. İki tarafın fakirlerinin ihtiyaçları aynı oranda ise, zekâtın nakledilmesi mekruhtur.

c. Uzak beldelerdeki fakirler daha muhtaç iseler, zekâtın çoğunu nakledip onlara
vermek menduptur.

d. Zekâtın toplandığı beldede fakir yoksa fakirlerin bulunduğu uzak beldelere
nakledilmesi vâcibdir.

3. Hanbelîlere göre zekâtın toplandığı belde fakirlerine dağıtılması müstehabtır.

Kasr mesafesinden daha az uzak olan yerlerde bulunan akrabaya veya daha muhtaç
olanlara nakledilmesi caizdir. Kasr mesâfesindekilere ise, nakletmek caiz değildir.

4. Şâfıîlere göre zekât toplandığı belde fakirlerine verilmelidir. Orada fakir varsa,
yakın bile olsa başka bir beldeye nakledilmesi en sahih olan görüşe göre caiz değildir.

um

24. Kime Zekât Verilir Ve Zenginliğin Ölçüsü Nedir?

1626. ...Abdullah (b. Mesûd (r.a.) )'dan; demiştir ki:Resûlullah (s. a.) şöyle buyurdu:

"Kendisine yetecek malı olduğu halde dilenen kimsenin (aldığı şeyler) kıyamet

gününde yüzünde tırmık izi ve yara olarak gelir."

Ya Resûlullah! Zenginliğin ölçüsü nedir? diye soruldu. Resûlullah (s.a.):

"Elli dirhem gümüş veya bunun değerinde altın" buyurdu.

(Râvi) Yahya (b. Adem) dedi ki:

Abdullah b. Osman, Süfyan'a: "Hatırladığıma göre Şu'be, Hakim b. Cübeyr'den
(hadis) rivayet etmez" dedi. Süfyân da: "Bu hadisi bize Muhammed b. Abdirrahman b.

UM

Yezid'den, Zübeyd rivayet etti" cevabını verdi.
Açıklama

Humjiş, hudûş ve kudûh eş anlamlı kelimelerdir. Hepsi tırmalama ve yaralama izleri
anlamlarına gelir.Buna göre aralarındaki "veya" kelimesi, râvinin tereddüdüne delâlet
eder. Yani hadiste bu üç kelimeden birisi buyurulmuş, ama râvi hangisinin rivayet
edildiğinde şüphe etmiştir.

Bazıları da kelimesi, tereddüd ifâde etmez. O, dilencilerin az dilenenler, çok dilenenler
ve aşırı derecede dilenenler diye derecelerine işaret etmektedir. Şöyle ki; yüzdeki
tırmalama ve yaralama izi olan humûş aşırı derecede dilenenler için, yüz dışındaki
yaralama izi olan hudûş, çok dilenenler için, yüz dışındaki çizik olan kudûh da az
dilenenler içindir, demişlerdir."

Bu hadis elli dirhem gümüş veya bu değerde altını olan kimsenin, ihtiyacına yetecek



kadar malının olduğuna, uolayısıyle dilenmenin ve zekât almanın ona haram olduğuna
delâlet eder. Hz. Ali, Abdullah b. Me-sûd, Sevrî İbnü'l-Mübârek, İshak ve bir rivayete
göre Ahmed b. Hanbel bu görüştedirler.

Diğer âlimler ise: "Bu hadis elli dirhem gümüş veya o değerde akını olan kimsenin
dilenmesinin haram olduğuna delâlet eder. Ama zekât almasının haram olduğuna
delâlet etmez" demişlerdir. Bundan dolayı Mâlik ve Şafiî: "Zenginliğin muayyen bir
ölçüsü yoktur. Bu konuda kişinin burumuna bakılır, şayet elindeki malla
geçinebiliyorsa, onun zekât alması haramdîrr Geşinemiyorsa, helâldir,"
demişlerdir.

Hanefîlere göre cesedini örtecek elbise ile o günün azığına mâlik olanın dilenmesi,
helâl değildir. Onlara göre zenginliğin ölçüsü ise, nisâb miktarıdır ki, iki yüz dirhem
gümüştür.

Bu konu ile ilgili geniş bilgi 1634 no'lu hadisin açıklamasında gelecektir.
Sevrî'nin talebesi Yahya b. Adem'in dediğine göre, Şu'be'nin arkadaşı Abdullah b.
Osman, Süfyân'a Şu'be'nin Hakîm b. Cübeyr'den, zayıflığından dolayı hadis rivayet
etmediğini söylemiş. Süfyan da bu hadisi aynı zamanda Zübeyd b. el-Hâris'in
Muhammed b. Abdurrahman'dan rivayet ettiğini, dolayısıyle hadisin bununla kuvvet

[1991

kazandığı cevabını vermiştir.

1627. ...Atâ b. Yesâr, Esed oğullarından bir adamın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Ben ve ailem Bakî el-Garkad'a inmiştik. Ailem bana: "Re-sûlullah (s.a.)'a git de ondan
yiyecek bir şey iste" dedi ve ihtiyaçlarını saymaya başladı. Bunun üzerine R'esûlullah
(s.a.)'a gittim. Yanında kendisinden (bir şeyler) isteyen bir adam gördüm. Resûlullah
(s.a.), ona:

"Sana verecek bir şey bulamıyorum" diyordu. Bunun üzerine şöyle söyleyerek kızgın
bir halde döndü.

Hayatıma yemin ederim ki sen, dilediklerine veriyorsun.
Resûlullah (s.a.):

"Ona verecek bir şey bulamadığım için bana kızıyor. Sizden biriniz bir ukiyye gümüşü
veya bu değerde malı olduğu halde dilenirse, haddi aşarak dilenmiş olur" buyurdu.
Esed'li (adam devamla) şöyle dedi: Kendi kendime, sütlü devemiz bir ukiyyeden daha
değerlidir, dedim ve hiçbir şey istemeden geri döndüm.

Bir ukiyye, kırk dirhem gümüştür. Ondan sonra Resûlullah (s.a.)'a arpa ve kuru üzüm
geldi de Aziz ve Celîl olan Allah, bizi zengin edene kadar gelenlerden Resûlullah
(s.a.) bize pay ayırdı.

Ebû Dâvûd dedi ki: Mâlik'in dediği gibi, (Süfyan) Sevrî de bu hadisi böyle rivayet etti.
r2001

Açıklama

Bu hadisi rivayet eden adamın adı bilinmemektedir. Bu durum, hadîsin sıhhat
derecesine zarar vermemektedir. Çünkü o adam, sahâbidir. Sahabîlerin hepsi
udûldurlar.

Bakî el-Garkad'dan maksat Medine'deki Cennetu'I-Bakî' mezarlığıdır.

Resûlullah (s.a.)'a "dilediklerine veriyorsun" sözünü söyleyen adam, bazılarına göre



yeni müslüman olup da dinin âdabını öğrenmemiş birisiy-miş; onun münafık olduğu
da söylenmiştir.

"Likha" veya "lekha" bol süt veren dişi deve demektir, çoğulu "H-kâh"tır.

"Bir ukiyye, kırk dirhemdir" sözü, İbn el-Cârûd'un Münteka'da dediği gibi İmam

Mâlikin bir açıklamasıdır. Esed'li sahâbinin değil.

Ukiyye ve onun gram olarak hesabı ile ilgili geniş bilgi için 1558 no'lu hadis
açıklamasına bakınız.

Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm bu hadîse dayanarak kırk dirhemi veya bu değerde malı
bulunan kimsenin zengin sayıldığını ve zekât almasının helâl olmadığını söyler.
Ancak cumhur, bu görüşü reddetmiş ve bir önceki hadîste olduğu gibi bu hadis şu
kadar gümüş veya malı olanın dilenmesini yasaklamıştır, demişlerdir.
Aynı zamanda bu hadis, bir önceki hadisteki elli dirhemin zenginlik için muayyen bir
ölçü olmadığına delâlet eder.

Ebû Dâvûd son sözünde hadisin hem Sevrî, hem de Mâlik'den rivayet edilmesiyle

J2QU

kuvvet kazandığını söylemek istemiştir.

1628. ...Ebü Saidi'l-Hudrî'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Kim bir ukiyye değerinde maiı olduğu halde dilenirse haddi aşmış olur."

Bunun üzerine kendi kendime; Yakute adlı dişi devem bir ukiyyeden daha değerlidir,
dedim. (Hadisin râvilerinden olan) Hişâm, "bir ukiyyeden daha değerlidir" sözü yerine
"kırk dirhemden daha değerlidir" dedi- ve ondan hiçbir şey istemeden geri döndüm.
Hişâm, rivayetinde buna "Resûlullah (s.a.) zamanında bir ukiyye, kırk dirhemdi."
\202-]

sözünü ilâve etti.

1629. ...Sehlb. el-Hanzeliyye'den; demiştir ki:

Uyeyne b. Hısn ile el-Akra b. Habis Resûlullah (s.a.)'a geldiler ve ondan (bir şeyler)
istediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.) onlara istedikleri şeylerin verilmesini
emretti. Muâviye'ye (onlara istedikleri şeylerin verilmesi için oturdukları yerlerin
zekât memurlarına yazmasını) emretti. O da onlara istedikleri şeyleri yazdı. Akra
mektubunu aldı, sarığının içine sardı ve gitti. Uyeyne ise, mektubunu aldı, Resûlullah
(s.a.)'rn yanma geldi ve (kendi kendine) dedi ki: "Ya Muhammedi Benim,
Mütelemmis'in sayfası (mektubu) gibi içinde ne olduğunu bilmediğim bir mektubu,
kavmime götüreceğimi mi zannediyorsun?"

Bunun üzerine Muaviye, onun bu sözünü Resûlullah (s.a.)'a haber verdi, Resûlullah
(s.a.):

"Kimin yanında kendisine yetecek malı olduğu halde dilenirse, kendisini ateşe
götürecek şeyi çoğaltmış olur" buyurdu. Nüfeylî bir diğer rivayette ("ateş" sözü
yerine) "cehennemin kor ateşi", dedi, Ordaküer:

Ya Resûlullah! Kişiye yetecek malın miktarı nedir? dediler. -Nufeylî bir diğer
rivayette, bunun yerine "varlığıyla beraber dilenmek uygun olmayan zenginliğin
miktarı nedir? dedi.

"Ona öğle ve akşam yemeğinde yetecek miktardır" buyurdu. Nufeylî bir diğer
rivayette bunun yerine, "Onu bir gün bir gece veya bir gece bir gün doyuracak
yiyeceğinin olmasıdır" dedi ve bize bunu zikredilen bu sözlerle kısa olarak rivayet etti.



r2031



Açıklama

Uyeyne b. Hısn ile Akra' müellefe-i kulübtan olup Mekke'nin Fethinden sonra
müslümân olmuşlardır. Uyeyne,

Huneyn ve Taif gazvelerine katılmıştır. Hz. Ebû Bekr döneminde yalancı Peygamber
Tüleyha el-Esedî'ye beyat edip irtidât etmişse de daha sonra bir daha İslâm'a
dönmüştür.

Mütelemmis, câhiliyet devri şairlerindendir. Asıl adı Cerîr b. Abdilmelik'tir. Tarafe b.
el-Abd ile beraber kral Amr b. Hind'i hicvetmişti. Bunun üzerine Amr, valisine onları
öldürmesi için mektup yazmış; ama onlara hediye vermesi için mektup yazdığını
söylemiş. Tarafe kendisi için yazılan mektubu almış valiye götürmüş ve öldürülmüştü.
Mütelemmis ise, mekruhtan şüphelenmiş ve onu açmış içindekini öğrenince onu
yırtmış ve öldürülmekten kurtulmuştu. İşte Arablar bunu darb-ı mesel yapmışlardır.
Resûlullah (s. a.) bu iki adama müellefe-i kulûb payından vermiştir. Çünkü ikisi de
fakir değillerdi. Bazıları da Peygamber (s.a.)'in onlara zekâttan değil de Huneyn
ganimetinden yüzer deve verdiğini söylemiştir.

Nufeylî bu hadisi Ebû Davud'a iki sefer rivayet etmiştir. Birinde: "kimin yanında
kendisine yetecek malı olduğu halde dilenirse kendisini ateşe götürecek şeyi çoğaltmış
olur.** Oradakiler: Ya Resûlullah! Ona yetecek malın miktarı nedir? dediler. O da:
"Ona öğle ve akşam yemeğinde yetecek miktardır" diye buyurdu. Diğer bir rivayette
ise, "kimin yanında kendisine yetecek malı olduğu halde dilenirse kendisini
cehennemin kor ateşine götürecek şeyi çoğaltmış olur." Ordakiler: Ya Resûlullah!
Varlığıyla beraber dilenmek uygun olmayan zenginliğin miktarı nedir? dediler. O da:
"Onu bir gün bir gece -veya bir gece bir gün- doyuracak yiyeceğinin olmasıdır."
buyurdu" dedi.

Râvî hadisin kendisine "birgün bir gece" şeklinde mi, yoksa "bir gece bir gün" olarak
mı rivayet edildiğinde tereddüt etmiştir.

Bu hadîse göre, öğle ve akşam yemeği olanın dilenmesi helâl değildir.
Bazıları bu hadîsi öğle ve akşam yemeğini devamlı bulabilene hamletmişlerdir.
Cumhur: "Bir günlük yiyeceği olan kimsenin nafile sadaka istemesi haramdır. Ama
zekât istemesi caizdir," demişlerdir. Bununla ilgili geniş malumat için 1634 no'lu

r2041

hadisin açıklamasına bakılmalıdır.

1630. ...Ziyâd b. el-Hâris es-Sudâî'den; demiştir ki:

Resûlullah (s.a.)'a geldim ve ona beyat ettim. Uzun bir hadis zikretti. (Bu arada şunları
söyledi):

"... Resûllah (s.a.)'a bir adam geldi ve "bana zekât ver" dedi. Resûlulîah (s.a.)' ona:
"Yüce Allah zekât (taksimi) hususunda ne bir peygamberin ne de başkasının hükmüne
razı olmadı ki, onunla ilgili hükmü kendisi verdi, onu sekiz sınıfa taksim etti. Eğer o

[205]

sınıflardan isen sana hakkını veririm." buyurdu."



Açıklama



Bu hadiste zekât taksimi ile ilgili hükmün Allah tarafından âyet-i kerimeyle
bildirildiği ifâde edilmiştir. Söz konusu âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
"Zekâtlar Allah'tan bir farz olarak ancak fakirler, miskinler, zekât memurları,
müellefe-i kulûb, köleler, borçlular, Allah yolunda cihâd edenler ve yolda kalmışlar

[2061

içindir. Allah bilici ve hikmet sahibidir."

Bu âyette geçen sekiz sınıfla ilgili bilgi bundan sonraki hadisin açıklamasında
gelecektir.

Bu hadisin senedinde geçen Abdurrahman b. Ziyâd el-İfrîkî hakkında bazı söylentiler
r2071

vardır.

1631. ...Ebû Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Miskin, bir iki hurma veya bir-iki lokma ile geri çevrilen (dilenci) değildir. (Asıl)
Miskin, insanlardan bir şey istemeyen ve onlar tarafından hali bilinmediği için

r2081

kendisine (bir şey) verilmeyen kimsedir."
Açıklama

Bu hadiste miskin'in, kapı kapı dolaşan bir dilenci olmadığı, aksine halktan bir şey
istemeyip muhtaç olduğu bilinmeyen ve bundan dolayı kendisine birşey verilmeyen
kimse olduğu ifâde edilmiştir.

Miskin ile fakirin tarifinde ihtilâf edilmiştir. Ebû Hanife'yi göre: Miskin, hiçbir şeyi
olmayan kimsedir. Fakir ise, nisab miktarından daha az malı olan kimsedir. Buna göre
miskin, fakirden daha muhtaçtır.

Mâlik'e göre miskin, hiçbir şeyi olmayan kimsedir. Fakir ise, nisab miktarı olsa bile
malı kendisine bir yıl kâfi gelmeyen kimsedir.

Şafiî'ye göre miskin, malı veya kazancı olup da geçimine kâfi gelmeyen yani gideri
gelirinden fazla olan kimsedir. Fakir ise, hiç bir mal ve kazancı olmayan kimsedir.
Buna göre fakir, miskinden daha muhtaçtır. Hanbeliler de bu görüştedirler.
Ebu Hanîfe ile Mâlik bu hadisle istidlal ederek miskinin, hiçbir şeyi olmayan kimse
olduğunu söylemişlerdir.

Bir önceki hadisin açıklamasında zikrettiğimiz âyet-i kerimede belirtilen zekâtın
verildiği sekiz sınıfı şunlardır:
1, 2. Fakirler ve miskinler,

3. Zekât memurları: Zekât mallarının toplanması, korunması, hesaplarının tutulması
ve müstehaklarma dağıtılması için devlet başkam veya yetkili kıldığı zât tarafından
görevlendirilen kişilerdir. Bunlarla ilgili geniş bilgi 1635 no'Iu hadis açıklamasında
gelecektir.

4. Müellefe-i Kulûb: Gönülleri İslama ısmdırılanlar demektir. Bunların bazıları yeni
müslüman olmuş inançları zayıf olan kimselerdi. Peygamber (s.a.) îslâma ısınmaları
için onlara zekâttan bir pay vermiştir. Bazıları da kavimleri arasında nüfuz ve kuvvet
sahibi olan kâfirlerdi. Peygamber (s.a.) bunlara da hem İslama teşvik olsun diye hem
de mü'minlere eziyet etmesinler diye zekâttan bir hisse vermiştir.

Peygamber (s.a.)'in vefatından sonra müellefe-i kulûb sınıfına zekât verilip



verilmeyeceği hususunda ihtilâf edilmiştir. Hanefîlere göre onlara zekât verilmez. Zira
hisseleri sahabe tarafından özel bir hale yorumlanmıştır. Bu hususta Hz. Ebu Bekir
devrinde icmâ meydana gelmiştir. Peygamber (s.a.)'in bu fondan kendilerine zekât
verdiği Uyeyne b. Hısn ile Akra b. Habis, onun vefatından sonra Hz. Ebû Bekir'e
gitmiş ondan zekât gelirlerindeki bu haklarını belirten bir belge istemişler ve
almışlardı. Sonra Hz. Ömer'e gidip bu durumu haber verince Hz. Ömer o belgelen
ellerinden alıp yırtmış ve; "Resûlullah (s. a.) kalplerinizi İslama ısındırmak için size
hisse veriyordu. Artık Allah, dinini güçlendirmiştir. Müslüman kalmaya devam
ederseniz ne âlâ, aksi takdirde bizimle sizin aranızda kılıç vardır" demişti. Onlar da
durumu Hz. Ebu Bekr'e iletip "Halife sen misin, Ömer mi?" diye sordular. Hz. Ebu
Bekir de "dilerse odur" diye cevab verdi. Böylece Hz. Ömer'in o hareketini
yadırgamadı. Sahabe de bunu kabul etmiş ve icmâ meydana gelmiştir. İslâm ilk
zamanlarda güçsüz ve azınlıkta, diğerleri güçlü ve çoğunluktaydı. Ama ondan sonra
durum değişmiş. İslâm güçlenmiş, müslümanlar çoğalmıştır.

Cumhura göre ise, müellefe-i kulübün hisseleri ihtiyaç anında onlara bugün de
verilebilir. Ancak Şafiîler bunlardan kâfir olanlara zekât verilmez, demişlerdir.
Cumhur, Hz. Ebû Bekir'le Hz. Ömer'in onlara zekâttan hisse vermemelerini o andaki
durum ve ihtiyaca hamletmişlerdir. Kalbi ısındırma sabit, değişmez bir durum
değildir. Bir devirde kalpleri malla ısmdırılanlara sonuna kadar zekât verme zarureti
yoktur. Kalbleri malla İslâm'a ısındırmaya zaruret olup olmadığı bunun kimlere verilip
kimlere verilmeyeceği devlet başkanın takdirine kalmış bir iştir. Dolayısıyla devlet
başkanı bir devrede bu fondan yardım ettiği kimselere ihtiyaç yoksa, daha sonra bu
yardımı kesebilir. İşte Hz. Ömer'in yaptığı budur, -Bazılarının ileri sürdüğü gibi- bu
bir nesih değildir. Zira nesih Allah'ın koyduğu bir hükmün iptalidir ki, ancak onu
koyan iptal hakkına sahiptir. Hz. Peygamber (s. a.) vefat ettikten sonra neshten söz
edilemeyeceğine göre, bu hususta tercih edilen görüş müellefe-i kulûb hissesinin
devam ettiği görüşüdür.

Bugün müslümanlarm durumu da değişmiştir. İslâm başlangıçta olduğu gibi yine garib
bir hâle düşmüştür. Eğer müslümanlarm zayıf olmalan kableri malla İslama
ısındırmanın illeti ise, o illet bugün de mevcuttur.

5. Köleler; İslâm, köleleri zekâtın verildiği sekiz sınıftan birisi olarak göstermiş,
onların hürriyetlerine kavuşmalarına yardım etmek üzere zekâttan bir pay ayırmıştır.
Bu iki şekilde olur:

a. Mükâteb kölelere verilmek suretiyle olur. Mükâteb köle, efendisiy-le belirli bir
miktar üzerinde anlaşmış olan ve bu miktarı efendisine teslim ettiğinde hürriyetine
kavuşan kimsedir.

b. Zekât ile köle ve câriye satın alıp onları âzad ederek hürriyetlerine kavuşturmak
suretiyle olur.

Bu, İslâmm köleliği kaldırmak için gösterdiği gayretlerden birisidir; Ömer b.
Abdulaziz devrinde zekâta hak kazanan diğer grublar bulunmayınca zekât gelirleri
daha çok köle azadında kullanılmıştır.

6. Borçlular: Hanefîlere göre borçlu, borcu olan ve borcundan başka nisâb miktarı
mala sahip olmayan kimsedir.

Mâlik, Şafiî, ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise borçlu iki çeşittir:

a. Kendisi için borçlanan kimse: Bu gruba giren borçlu yiyeceğini, giyeceğini temin
veya hastasını tedavi, evlenmek veya çocuğunu evlendirmek, ev, ev eşyası satın almak
gibi şahsî veya ailevî ihtiyaçlar sebebiyle borç altına giren kimsedir.



b. Toplumun menfaati için borçlanan kimse: Bu gruba giren borçlu, alacaklılar ile
borçluların arasını bulmak ve yanan fitne ateşini söndürmek için borçlanan kimsedir.
Bu şıkla ilgili bilgi 1635 no'lu hadis açıklamasında gelecektir,

7. Allah yolunda cihâd edenler: Allah'ın dinini ve dince mukaddes sayılan şeyleri
korumak, Allah'ın ismini yüceltmek için mücâdele eden kimselerdir. Bu konunun
tafsilâtı 1635 no'lu hadis açıklamasında gelecektir.

8. Yolcular: Parasızlık sebebiyle yolda kalmış olanlardır. Yurtlarında zengin olsalar
bile bunlara zekât verilir.

Bazılarına göre bir önceki hadiste geçen "Eğer o sınıflardan isen sana hakkını veririm"
sözü zekâtın sekiz sınıfa eşit bir şekilde taksim edilmesi gerektiğine delâlet eder.
Zekâtın böyle taksim edilmesi gerektiğim İkrime, Ömer b. Abdulaziz, Zührî, Dâvûd-i
Zahirî ve Şafiî söylemişlerdir.

İbrahim en-Nehaî'ye göre dağıtılacak olan zekât malı çoksa bu sınıfların hepsine
verilmelidir. Az ise yalnız bir sınıfa verilebilir.

Mâlik'e göre en çok ihtiyacı olana öncelik tanınır. Binaenaleyh hepsine zekât vermek
şart değildir.

Ebû Hanife ve arkadaşları Ahmed b. Hanbel, Atâ, Sevrî ile Ebû Ubeyd'e göre zekâtın
bu sınıflardan birisine verilmesi caizdir. Hatta yalnız bir şahsa bile verilebilir. Ancak
bütün sınıflara verilmesi müstehabtır. Bu aynı zamanda Hz. Ömer, Ali, İbn Abbas,
Muaz, Huzeyfe ve birçok sahâ-binin görüşüdür. Bu gurubun delilleri şunlardır:

1. Allah (c.c.) "sadakaları açıktan verirseniz ne güzel! Eğer onları gizleyerek fakirlere

r2091

verirseniz, bu sizin için daha iyidir" âyetinde zekâtın verildiği sınıflardan sadece
fakirleri zikretmiştir.

2. Zekâtın dağıtıldığı sekiz sınıfla ilgili Tevbe sûresinin 60. ayetinin tefsirinde
Taberî'nin İbn Abbas'tan yaptığı şu rivayet: "Hangi sınıfa verirsen, sana yeter (geçerli
olur.)"

3. Peygamber (s.a.)'in kendisine getirilen bir zekâtı sadece müellefe-i kulûba, sonra
getirilen bir zekâtı da yalnız borçlulardan birisine verdiği rivayet edilmiştir.

4. Peygamber (s. a.) Benî Zureyk kabilesine, zekâtlarını, Seleme b. Sahr el-Beyâdî'ye
vermelerini emretmiştir. Şayet sekiz sınıfa verilmesi vâ-cib olsaydı, bir kişiye
vermelerini emretmezdi.

5. Zekâtın sekiz sınıfa dağıtılması, güç ve meşakkatli bir iştir. Halbuki Allah (c.c.)

[2101

Kur'an-ı, Kerimde "O, size dinde bir güçlük yüklemedi" buyurmuştur.

6. Peygamber (s.a.)'in zekâtı sekiz sınıf arasında taksim ettiğine delâlet eden bir hadis
sabit olmamıştır. Şayet hepsine vermek vâcib olsaydı, ashab-ı kiram bundan haberdar
olurlardı.

Şu halde bir önceki hadis zekâtın sekiz sınıfa eşit bir şekilde taksim edilmesi
gerektiğine değil, kendilerine zekât verilmesi caiz olanların âyetle .bildirildiğine
delâlet etmektedir. Bundan dolayı 1 bazı Şafiî âlimler, cumhurun görüşünü tercih
etmişlerdir. Beydavî, Tevbe suresinin 60. âyetinin tefsirinde cumhurun görüşünü
zikrettikten sonra "bazı şâfıîlerin bu görüşü tercih ettiklerini ve hocasıyla babasının

[2JU]

buna göre fetva verdiklerini" söylüyor.



1632. ..Ebû Hureyre'den, demiştir ki:



Resûlullah (s. a.) (bir önceki hadisin) benzerim buyurdu. (Ebû Seleme devamla dedi
ki:) "Miskin, utanıp istemeyen ve muhtaç olduğu bilinmediği için kendisine sadaka
verilmeyen kimsedir. İşte o

(âyette sözü edilip de sadakadan) mahrum olandır". Müsedded rivayet ettiği hadiste
buna, "Kendisine yetecek malı olmayan" sözünü ilâve etti. Ancak "utanıp istemeyen"

um

sözünü söylemedi.

Ebu Dâvûd dedi ki: Muhammed b. Sevr ile Abdurrezzak bu hadisi Ma'mer'den rivayet

[213]

ettiler ve "Mahrum" sözünü Zührî'nin sözü saydılar ki, bu daha doğrudur.
Açıklama

Hadisin senedinde geçen Ubeydullah b. Ömer, Ebu Kâmil ve Müsedded bir önceki
hadisin sözüne kadar olan kısmında ittifak etmiş, bundan sonraki kısımda ise farklı
rivayetlerde bulunmuşlardı. Şöyle ki Ubeydullah ile Ebû Kâmil: "Miskin, utanıp
istemeyen ve muhtaç olduğu bilinmediği için kendisine sadaka verilmeyen kimsedir.
İşte o mahrumdur" şeklinde rivayette bulunurken, Müsedded:

"Miskin, kendisine yetecek malı olmayan ve muhtaç olduğu bilinmediği için kendisine
sadaka verilmeyen kimsedir. İşte o mahrumdur" diye rivayette bulunmuştur,
"işte o mahrumdur" sözünde, "onların mallarında isteyen ve mahrum edilen için bir
12141

hak vardır" âyetince işaret edilmiştir.

Muhammed b. Sevr ile Abdurrazzak b. Hemmâm bu hadisi Ma'mer'den rivayet edip
"İşte o mahrumdur" sözünün Zührî'ye ait olduğunu yani Peygamber (s.a.)'e ait

£2151

olmadığını söylemişlerdir. Bu rivayet, diğerlerinden daha doğrudur.

1633. ...Ubeydullah b. Adiyy b. el-Hıyâr'dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
İki adam bana bildirdiklerine göre, Veda haccmda zekât taksim ederken Peygamber
(s.a.)'e gelmişler ve o zekâttan kendileri de istemişler. (O iki adam dedi ki:) Bunun
üzerine Resûlullah (s. a.) gözlerini kaldırıp bize baktı ve indirdi, bizi güçlü-kuvvetli
gördü:

"Dilerseniz size de veririm. Ancak zengin ile kazanabildi güçlünün bunda hakkı
12161

yoktur," buyurdu.
Açıklama

Hadiste sözü edilen iki adamın isimlen bilinmemektedir. Ancak bu durum sahâbî
oldukları için hadîse zarar ver-
memektedir. Çünkü sahâbîlerin hepsi udûldur.

Hadiste geçen "dilerseniz, size de veririm, ancak zengin ile kazanabi-len güçlünün
bunda hakkı yoktur." beyanından maksat, "dilerseniz size de zekât veririm. Kendi
durumunuzu siz bildiğinize göre bu işi vicdanınıza bırakıyorum. Şayet zengin
olduğunuz veya kazanmaya gücünüz yettiği halde alırsanız, günâhı size aittir."



[2171

demektedir.



Bazı Hükümler

1. Malı olduğu bilinmeyen kimse fakir kabul edilir ve ona zekat verilebilir. Şayet
malı olduğu halde alırsa, günahı kendisine aittir.

2. Sadece kuvvet, zekât almamayı gerektirmez. Onunla bir de kazanma imkânı
olmalıdır.

3. Kendisine yetecek miktardaki malı kazanmaya gücü yeten kimsenin zekât alması
caiz değildir. Şafiî, Ahmed b. Hanbel, İshak ve Ebû Ubeyd bu görüştedirler.
Hanefîlere göre havaic-i asliyyesinin dışında nisaba malik olmayan böyle bir kimsenin
zekât alması caizdir.

Malikîler ise, çalışıp kazanmaya gucu yeten kimse yıllık nafakaya malik olmayacak
derecede fakir ise, çalışmasa bile zekât alması caizdir. Şayet çalışması yıllık
nafakasına yetmiyorsa, ihtiyacını karşılayacak kadar zekât alabilir.
Hanefilerle Malikîler bu hadisi, çalışıp kazanmaya gucu yetenin zekât istemesinin
helâl olmadığına, ama istemeden almasının helâl olduğuna hamletmişlerdir. Ancak
bazı âlimler, hadisin bu şekilde yorumlanmasının doğru olmadığını söyleyip bu

[2181

yoruma itiraz etmişlerdir.

1634. ..Abdullah b. Amr'dan rivayet edildiğine göre Peygamber (s. a.) şöyle
buyurmuştur:

"Zengin'e, kuvvetli ve sağlam olana zekâl (almak) helâl olmaz."

Ebû Dâvûd dedi ki: Süfyân bunu Said b. İbrahim'den İbrahim'in dediği gibi rivayet
etti. Şu'be, de bunu Saîd'den rivayet etti. Ancak "kuvvetli ve sağlam" yerine "kuvvetli
ve güçlü" dedi.

Peygamber (s.a.)'den (bu konuda) rivayet edilen diğer hadislerin bir kısmı "kuvvetli ve
güçlü" diğer bir kısmı da "kuvvetli ve sağlam" şeklindedir.

Ata b. Züheyr, Abdullah b. Amr'ia karşılaştığını ve (Abdullah'ın) "zekât (almak)

1219]

kuvvetliye de sağlam olana da helâl olmaz" dediğini söyledi.
Açıklama

Bu hadîste zengine ve sıhhatli, gücü-kuvveti yerinde olana zekâtın helâl olmadığı
ifâde edilmiştir. Zekât almayı

haram kılan zenginlik ölçüsü hakkında ihtilâf edilmiştir.

Hanefîlere göre havâic-i asliyye ile borcunun dışında zekât tâbi olan mallardan nisaba
mâlik olan bir kimse zengin sayılır. Dolayısıyla zekât alması haramdır.
Aliyyü'l-Kaarî el-Mirkat adlı eserinde el-Muhît adlı eserden naklen şöyle diyor:
Zenginlik üç çeşittir:

a. Zekât vermeyi farz kılan zenginlik: Bir yıl boyunca nisaba mâlik olmakla
gerçekleşir.

b. Zekât almayı haram kılan ve fakat fıtır sadakası ile kurbanı vâcib kılan zenginlik:
Havâic-i asliyyeden başka nisab değerine ulaşan herhangi bir mala sahip olmakla



gerçekleşir. Bu malın, zekâta tâbi mallardan olması veya bir yılını doldurması şart
değildir.

c. Zekât almayı değil, de sadece dilenmeyi haram kılan zenginlik: Bir günlük yiyecek
ve avret mahallini örtecek elbise sahibi olmakla gerçekleşir. Böyle bir kimsenin
sadaka istemesi haramdır ama istemeden verileni alması helaldir."
Mâlikîlere göre ise zekât almayı haram kılan zenginlik, kişinin kendisinin ve
geçimiyle yükümlü olduğu aile fertlerinin bir yıllık ihtiyaçlarını karşılayacak mala
sahip olması veya bu kadar meblağı kazanmasıdır. Do-layısıyle nisabtan fazla malı
olup da yıllık ihtiyacına kâfi gelmeyenin veya ihtiyacından az kazancı olanın zekât
alması caizdir.

Şâfıîlere göre, zekât almayı haram kılan zenginlik, kişinin ömrü (ortalama 60 yıl)
boyunca kendisine ve geçimiyle yükümlü olduğu aile fertlerine yetecek mala sahip
olmasıdır.

Ahmed b. Hanbel'den bu konuda rivayet edilip de tercih edilen görüşe göre, zekât
almaya mani olan zenginlik, kişinin ihtiyacına kâfi gelen miktardır. Muhtaç olmayanın
malı olmasa bile zekât alması caiz değildir. Muhtaç olanın ise, nisaba malik olsa bile,
zekât alması caizdir.

Şâfıîlerle Hanbelîler bu hadisi delil göstererek sıhhatli ve çalışmaya imkânı olanın
zekât almasının «âiz olmadığını söylemişlerdir. Bu konuyla ilgili görüşler bir önceki
hadisin açıklamasında geçti.

Bu babta geçen hadislerden anlaşıldığına göre muhtaç olmadığı halde sadaka istemek
caiz değildir. Sadaka istemenin hükmü, duruma göre değişmektedir. Şöyleki:

a. Muhtaç olmadığı halde zekât istemek haram olduğu gibi kendisini olduğundan fazla
fakir göstererek istemek de haramdır.

b. Muhtaç olanın ısrarla istemesi mekruhtur.

c. Çalışamayacak durumda olan muhtaç bir kimsenin, ısrarsız istemesi mubahtır.

d. Açlıktan dolayı nefsi tehlikeye düşenin istemesi vâcıbtır.

e. Utanıp sıkıldığı için zekât istemeyen muhtaç bir kimse için zekât istemek
mendubdur.

Muhtaç olana ne kadar zekât verilebileceği konusu ise 1638 no'lu hadisin

\22Q-]

açıklamasında gelecektir.

25. Zengin Olduğu Halde Zekât Alması Caiz Olanlar

1635. ...Atâ b. Yesâr'dan rivayet edildiğine göre Resûlu'lah (s. a.) şöyle buyurmuştur:
"Şu beş kişinin dışında hiçbir zengine zekât (almak) helâl değildir. Allah yolunda
cihâd eden zekât memuru, (müslümanlarm arasım bulmak için) borçlanan, zekât
malını kendi malı (parası) ile satın alan kişi ve fakir komşunun kendisine verilen

12211

zekatı hediye ettiği (zengin) kişi."
Açıklama

Bu hadis zenginin zekât almasının caiz olmadığım belirtmekte ve bundan şu beş
(zengin) kişiyi istisna etmek-
tedir.



1. Allah yolunda cihad eden: Allah'ın dinini korumak ve yükseltmek için savaşan
gazidir. Zengin bile olsa, buna cihada teşvik etmek ve cesaret vermek için zekât
verilir. İmam Mâlik bu görüştedir.

Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve İshak'a göre maddî bir menfaat beklemeden gönüllü olarak
savaşa katılıp da kendisine ganimetten bir şey verilmeyen gazi, zengin olsa bile, zekât
alabilir.

Hanefîlere göre ise, fakir olmayan mücâhide zekât verilmez. Delilleri:

a. 1584 no'lu Muâz (r.a.) hadisinde geçen "...ve fakirlerine verilir" sözüdür.

f2221

b. Tevbe süresinin "Zekâtlar, fakirler içindir" âyeti.

c. Bir önceki hadiste geçen "zengine zekât helâl değildir" beyânı.

Açıklamaya çalıştığımız bu hadisin Allah yolunda cihad edenle ilgili bölümünü
Hanefîler, mukîm iken zengin olup da savaşta silâh, binek gibi harp malzemesine
ihtiyaç duyan mücâhide hamletmişlerdir ki, bu durumda zekât almasını caiz
görmüşlerdir.

Yukarıda görüşlerini verdiğimiz Şafıîlerle Hanbelîler, Hanefîlerin ileri sürdükleri
delillerin umurn ifâde ettiğini ancak bu babın hadisiyle tahsîs edildiklerini
söylemişlerdir.

2. Zekât memuru: Zekât mallarının toplanması, korunması, hesaplarının tutulması ve
müstehaklanna dağıtılması için devlet başkanı veya yetkili kıldığı zat tarafından
görevlendirilen kişidir. Buna zekâttan verilen hisse emeğinin karşılığı olarak verilen
bir ücrettir. Binaenaleyh zengin olmaları kendilerine zekâttan düşen hisseyi almalarına
engel değildir.

Cumhura göre zekat memurunda aranan şartlar şunlardır:

1. Erkek olması,

2. Baliğ olması (ergenlik çağma gelmiş olması),

3. Akıllı olması,

4. Hür olması,

5. Müslüman olması,

6. Güvenilir olması,

7. Zekâtla ilgili hükümleri bilmesi,

8. Beni Hâşim'den olmaması. Bu şartla ilgili bilgi 1650 no'lu hadisin açıklamasında
gelecektir.

Zekât memuruna zekattan verilecek miktara gelince, âlimler bu hususta ihtilâf
etmişlerdir. Şöyle ki:

HanefHere göre devlet başkam veya yetkili kıldığı zat, zekât memuruna yetecek
miktar ne ise, onu verir. Çünkü kendisine verilen'miktar, zekâta müstehak olduğu için
verilmiyor, emek sarfettiği için veriliyor. Dolayısıyla zengin olsa bile, ona bu miktar
verilir. Bu hususta icmâ vardır. Şâfıîlere göre devlet yetkilisi ona zekâtın sekizde birini
verir. Çünkü Allah (c.c.) zekâtı sekiz sınıfa taksim etmiştir. Onlardan biri de, zekât
memurudur.

Ancak bu görüşe, daha önce belirttiğimiz gibi, itiraz edilmiş ve söz konusu âyette
zekatın nasıl taksim edileceği değil, kimlere verileceği beyân edildiği söylenmiştir.
M âli kiler ise, "Zekât memuruna emeğine göre zekât verilir" demişlerdir. Buna göre
emek karşılığı tutarı, toplanan zekât kadar olsa, zekâtın hepsi ona verilebilir.
3. Borçlu:Bundan maksat: -kendi maslahatı için değilde meselâ -müslümanlarm
arasını bulmak için meşru bir yolla borçlanan kişidir. Böyle bir kimse zengin bile olsa,



o borcu kendi malından ödemekle mükellef olmayıp kendisine onu ödeyecek kadar
zekât verilebilir.

4. Zekât malım kendi inalı (parası) ile satın alan kişi: Bundan maksat, fakire zekat
olarak verilmiş olan malı mal veya para karşılığında ondan satın alan zengindir. Fakire
verilen zekât malını onu verenden başkasının satın almasının caiz olduğu hususunda
ittifak edimişse de onun veren kişi tarafından satın alınması cumhura göre mekruhtur.
Ahmed b. Hanbel, el-Hasan, Katâde ve Mâlikîlerden bazılarına göre de haramdır.
Keffâret, adak ve diğer sadakalar da aynı hükme tâbi olup hibe de bu konuda satın
alma gibi kabul edilmiştir.

5. Fakirin kendisine verilen zekâtı hediye ettiği zengin kişi: Fakirin, almış olduğu
zekâtı onu verenden başka bir zengine hediye etmesi caizdir. Hadisteki ilgili cümleden
maksat da budur. Fakat onu veren zengine hediye etmesi ise, az önce satın alınması ile
ilgili zikrettiğimiz ihtilâfa tâbidir. Nitekim hibenin satın alma gibi kabul edildiğini
orada belirtmiştik.

Bu iki surette zenginin zekat alabilmesi, onun zekât olmaktan çıkıp fakirin mülkü
olmasıdır. Fakir ise onda dilediği şekilde tasarruf edebilir.

Hadis bu rivayete göre, mürseldir. Bundan sonraki rivayete göre ise mürsel değildir.

[2231

Çünkü onda Ata b. Yeşâr'm Ebû Said el-Hudrî'den rivayet ettiği belirtilmiştir.
Bazı Hükümler

1. Zekat almak, sayılan beş kışı dışında hiç bir zengine helal değildir. Şayet zekat
veren kışı bu beş kişinin dışındaki bir şahsa zengin olduğunu bildiği halde zekât
verirse, zekât farzını yerine getirmiş sayılmaz. Fakir olduğunu bildiği adamın daha
sonra, zengin olduğu anlaşılırsa, Ebû Hanîfe, Muhammed, el-Hasan ve (tercih edilen
görüşünde) Ahmed b. Hanbel'e göre, kişinin verdiği zekât geçerlidir.

Mâlik, Şafiî, Ebû Yusuf ve bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel o zekâtla farzı yerine
getirmiş sayılmaz. Binaenaleyh tekrar verilmesi gerekir.

2. Müslümanların arasını bulmak teşvik edilmiştir.

3. Fakir, zekât-olarak aldığı malı satabilir. Çünkü onun mülkiyetine girmekle zekât
olmaktan çıkmış oluyor. Dolayısıyla o malda dilediği gibi tasarrufta bulunabilir.

f2241

4. Fakirin zengine hediye vermesi ve zenginin de onu kabul etmesi caizdir.

1636. ...Ebû Said el-Hudrî'den "Resûlullah (s. a.) şöyle buyurdu" dediği ve önceki
hadisi zikrettiği rivayet edilmiştir.

Ebû Dâvûd dedi ki: Onu İbn Uyeyne de Zeyd'den Mâlikin rivayeti gibi rivayet
etmiştir.

1225]

Sevrî onu Zeyd'den rivayet etmiş, Zeyd şöyle demiştir: Güvenilir bir kişi" bana

f2261

Peygamber (s.a.)'den şunu rivayet etti.

1637. ...Ebû Said'den; demiştir ki: Resûlullah (s. a.) şöyle buyurdu:

"Zengine zekât helâl değildir. Ancak Allah yolunda (cihâd eden) yolcu veya kendisine
zekât verilip de onu sana (zengin olduğun halde) hediye eden veya seni ona davet eden



fakir komşun (un sana ikram ettiği helâl olur.)

Ebû Dâvûd dedi ki: Firâs ile İbn Ebi Leylâ Atiyye'den o da Ebû Saîd'den O'da

T2271

Peygamber (s.ajden benzerini rivayet etmiştir.
Açıklama

Bu hadisteki yolcudan maksat, oturduğu memlekette zengin olup da parasızlık
sebebiyle yolda kalmış olan kişidir. Bu haliyle fakir sayıldığı için kendisine ihtiyacına
yetecek kadar zekât verilebilir. Ancak borç buîabilirse, borçlanması zekât almasından
daha uygundur. Hatla İmam Malik, onun borçlanması lâzım geldiğini söylemiştir.
Ayrıca Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel yolculuğunun meşru olmasını şart
koşmuşlardır. Şayet masiyet için yolculuk yapmışsa ona zekât verilmez.
Bu hadis Allah yolunda cihâd eden zengine, yolda parasız kalmış olan yolcuya zekât
verilebileceğine ve fakirin, kendisine verilmiş olan zekâtı zengine hediye

r2281

edebileceğine delâlet etmektedir.

26. Bir Kimseye Ne Kadar Zekât Verilebilir?

1638. ...Buşeyr b. Yesâr'dan rivayet edildiğine göre; Ensârdan Sehl b. Ebî Hasme
denilen biri "Peygamber (s.a.)'in Hayber'de öldürülen Ensarî'nin diyeti olarak kendi

f2291

kavmine zekât develerinden yüz tane verdiğini" haber vermiştir.
Açıklama

sözünde muzaf mukadderdir. Zira Sehl b. Ebî-Hasme, öldürülenin akrabası değildi.
Ama aynı kavimdendi. Bunun için tercemeyi "kendi kavmine..." şeklinde yaptık.
Nitekim 'aynı söz bir başka rivayette şeklinde geçmektedir ki bu, "kavim" kelimesinin
mukadder olduğunu desteklemektedir.

" = Zekât develerinden yüz tane" sözü Sahih-i Buhârî ile Sahih-i Müslim'de"
"yanından yüz deve" şeklinde geçmektedir. Aslında bu iki rivayet arasında bir zıtlık
yoktur. Çünkü "yanından" sözü ile develerin Peygamber (s.a.)m emir ve hükmü
altında oldukları kast edilmiştir. Bununla beraber develeri kendi malından ya da
devletin bütçesinden vermiş olması da mümkündür. Zira Kurtubî'ye göre "yanından
yüz deve" rivayeti, diğerinden daha sahihtir. Hatta bazılarına göre "zekât develerinden
yüz tane" jözü râvilerin hatasıdır. Çünkü zekât, böyle bir yere verilemez. Zekâtın
verileceği yerleri Allah, bildirmiştir. Şâfıîlerden Ebu İshak el-Mervezî, bu hadisin
zahiri ile istidlal ederek zekât develerinden diyet verilebileceğim söylemişse de
âlimlerden çoğu bu görüşte değildir. Nevevî: "Alimlerin çoğunun tercih ettiği görüşe
göre Resûlullah (s. a.), o develeri fakirlere verilen zekât develerinin arasından satın
almıştır," demektedir.

Kurtubî ise bu iki rivayetin arasını şöyle te'Iif etmektedir:

Peygamber (s. a.) bütçesinin ilgili fonundan, sonra vermek üzere o yüz deveyi zekât
develerinin arasından ödünç olarak almıştır. Ancak el-Menhel yazarı es-Subkî'nin
konuya yaklaşımı, sözü edilen ihtimal ve ihtilâfları bertaraf etmesi yönünden önem arz



etmektedir. Der ki: "Anlaşıldığına göre Peygamber (s.a.) çıkması muhtemel fitneyi
önleyip iki tarafın arasını bulmak için o develeri borçulularm zekât payından almak
üzere vermiştir." Borçluların zekât payı için 1631 ile 1635 no'lu hadislerin açık-
lamasına bakınız.

Hayber'de öldürülen ensârînin adı Abdullah b. Sehl b. Zeyd'dir. Onun öldürülmesi
olayını Buhârî, Müslim, Nesâî ve İbn Mâce rivayet etmişlerdir. Müslim olayı şöyle
nakleder:

"Ebû Leylâ Abdullah b. Abdirrahman b. Sehl, Sehl b. Ebî Hasme'-den rivayet etmiştir.
O da kavminin büyüklerinden rivayet ettiğine göre, Abdullah b. Sehl ile Muhayyisa,
içinde bulundukları bir sıkıntıdan dolayı Hayber'e çıkmışlar. Az sonra Muhayyisa
gelerek Abdullah b. Shel'in öldürüldüğünü ve bir kuyuya atıldığını haber vermiş
ondan sonra hemen yahûdilere giderek "Allah'a yemin ederim ki onu siz öldürdünüz"
demiş. Yahudiler:

"Allah'a yemin olsun ki, onu biz öldürmedik" dediler. Sonra dönüp kavminin yanma
gelmiş bunu onlara da anlatmış, bilâhere kendinden büyük olan kardeşi Huveyyisa ile
Abdurralıman b. Sehl beraber gelmişler, Muhayyisa konuşmak istemiş ki Hayber'de o
bulunmuştu. Ama Resûlul-lah (s.a.) yaşı kastederek Muhayyisa'ya:
"Büyüğü büyük bil" demiş, bunun üzerine önce Huveyyisa konuşmuş sonra
Muhayyisa konuşmuş, Resûlullah (s.a.):

"-Ya arkadaşınızın diyetini verirler ya da savaşa hazır olduklarını bize bildirirler,"
buyurmuştur.

Resûlullah (s.a.) onlara bununla ilgili mektup da yazmış yahudiler cevabında:
"Allah'a yemin olsun ki onu biz öldürmedik," yazmışlar. Bunun üzerine Resûlullah
(s.a.) Ruveyyisa, Muhayyisa ve Abdurrahman'a:

"Yemin edip arkadaşınızın kanma hak kazanır mısınız?" diye sormuş onlar:
"Hayır" demişler, Resûlullah (s.a.):
"Yahudiler size yemin etsinler mi?" demiş. Onlar:
"Onlar, müslüman değiller" demişler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.):
onun diyetini yanından vermiş ve onlara yüz dişi deve göndererek evlerine kadar

r2301

götürülüp verilmiştir."

Muhtaç olana ne kadar zekât verilebileceği konusuna gelince:

Hanefîlere göre muhtaç olana zekât olarak verilecek miktar' nİsabtan az olmalıdır.
Nisab miktarı verilmesi mekruh olmakla beraber caizdir. Ancak borçlu olanın,
kendisine verilecek zekâttan borcunu ödedikten sonra elinde nisabtan az bir miktar
kalacaksa veya geçimiyle yükümlü olduğu aile fertleri çok olup verilecek zekât onlara
taksim edildiğinde her birine nisabtan az pay düşecekse, nisabtan fazla verilmesi
mekruh değildir.

Mâlikîlerle Hanbelîlere göre muhtaç olana bir yıllık ihtiyacına kâfi gelecek miktarda
zekât vermek caizdir.

Şâfıîlere göre ise muhtaç olana ömrü (ortalama 60 yıl) boyunca ihtiyacına kâfi gelecek

[2311

miktarda zekât vermek caizdir.



T2321

Dilenmenin Caiz Olduğu Durumlar



1639. Duyurmuştur:

"Dilenmeler, tırmalamalardır, kişi onlarla yüzünde iz yapar. Dileyen yüzünü korur
dileyen de korumaz. Ancak kişinin yetki sahibinden veya kaçınılmaz bir iş için

f2331

(başkasından) istemesi hariç."
Açıklama

Kişi, dilenmekle izzet-i nefis ve şerefinden fedakârlık eder.Nasıl ki tırmalama, yüz de
istenmeyen bir iz bırakıyorsa, dilenmek de kişinin şerefinde böyle iz bırakır. Bunun
için kişi izzet-i nefs ve şerefinden kaybetmek istemiyorsa, dilenmemelidir. Dilenmesi
halinde kayb eder. "Dileyen yüzünü korur dileyen de korumaz" sözü ile anlatılmak
istenen budur. Ayrıca bu sözde yüzlerini korumayanlar kınanmış ve tehdid
edilmişlerdir. Ancak müstehak olanın, devlet başkam veya onun vekilinden hakkını
istemesinde bir sakınca yoktur. Zira o devlet yetkilisi, hak sahiplerine haklarını
vermekle mükelleftir. Bu onun görevidir. Bu nevi isteme mubah olduğu gibi, çıkması
muhtemel olan bir fitneyi önlemek maksadıyla iki tarafın arasım bulmak için
borçlanan kişinin, başına bir musibet gelip de zor durumda kalan kişinin ve
katlanılamayacak fakru zarurette olan kişinin halktan istemesi mubahtır. Anlaşıldığına

12341

göre, müstehak olmayanın istemesi mubah değildir.

1640. ...Kabise b. Muhârik el-Hilâlî'den; demiştir ki:

Bir anlaşmazlıkta ortalığı yatıştırmak üzere kefil olmuştum da Peygamber (s.a.)'e
geldim. Bana:

"Kabisa, bekle de bize zekât gelsin, onun sana verilmesini emredelim," dedi. Sonra
şöyle buyurdu:

"Kabîsa, dilenmek ancak şu üç kişiden birine helâl olur: Kefalet altına giren kişinin o
meblağı elde edinceye kadar dilenmesi helâldir. Sonra bundan vazgeçer. Malını helak
eden bir felâkete maruz kalan, kişinin geçimini temin edinceye kadar dilenmesi he-
lâldir. Kavminden aklı başında üç kişi "gerçekten falan fakir düştü" deyip de şehâdette
bulundukları kişinin geçimini te'min edinceye kadar dilenmesi helâldir. Sonra bundan
vazgeçer.

[235]

Kabisa! Bunların dışında dilenmek haramdır. Dilenen, haram yemiş olur."
Açıklama

Hemâle, kefalet anlamına gelmektedir. Bu hadişte ondan maksat, iki tarafın arasım
bulmak, onları barıştırmak için kişinin belirli bir meblâğı vermeyi taahhüd etmesi,
üstlenmesidir. İşte böyle bir kimsenin üstlendiği meblâğı temin edinceye kadar
dilenmesi caizdir. 1631, 1635 ve 1639 no'lu hadislerin açıklamalarında belirtildiği gibi
böyle bir kimseye zekât vermek caizdir,

Daha önce maddî durumu iyi olup da başına gelen bir felâketten dolayı malını yitiren
kişinin, fakirleştiğine şahitlik edecek olanların akıllı ve onun durumunu yakından
bilen kimseler olması, yanılmamak içindir. Zira kişinin kendi malını halktan gizlemesi
âdetidir. Onu ancak yakınlarına bildirir.



Fakirliği isbat etmek için üç şahidin şart olup olmadığı konusunda ihtilâf edilmiştir.
İbn Huzeyme ile Şafulerin bazıları bu hadisin zahiri ile istidlal ederek üç kişinin
şahitliğini şart koşmuşlardır. Alimlerin çoğu ise, "zina dışındaki şehâdetlerde olduğu
gibi bunda da âdil iki erkeğin şahitliği kâfidir" demiş ve bu hadisteki sayıyı müstehaba
hamletmişlerdir. Bununla beraber şahit istemek, malı olduğu bilinip de fakirlik
iddiasında bulunan kimseye mahsustur. Dolayısıyla malı olduğu büinmeyen kimseden

12361

şahit istenmez. Ona yemin verdirmek suretiyle sözü kabul olunur.
Bazı Hükümler

1. Bu hadiste sözü edilenlerin dilenmesi çizdir. Bir bakıma bu hadis bir önceki hadisi
tahsis etmektedir.

2. Zekâtın bir şehirden bir başka şehre nakledilmesi caizdir. Bu konu için 1625 no'lu
hadise bakınız.

3. Kişiye verilecek zekât belirli bir miktar ile tahdid edilmemiştir.Bu miktar

r2371

müstahakkm durumuna göre değişir.

1641. ...Enes b. Mâlik'ten rivayet edildiğine göre Ensar'dan bir adam Peygamber
(s.a.)'e dilenmeye geldi. Bunun üzerine Peygamber (s. a.):
"Evinde hiç bir şeyin yok mu?" diye sordu. Adam:

Hayır (bir şeyim yok ancak) bir çul var ki, bir kısmını giyiyor, diğer kısmını da
(altımıza) seriyoruz. Bir de su içtiğimiz bir bardak var, dedi. Peygamber (s.a.):
"Onları bana getir" dedi. Adam da getirdi. Resûlullah (s.a.) onları eline aldı ve:
"Bunları kim satın alır?" dedi. Bir adam:

Ben onları bir dirheme alırım, dedi. Peygamber (s.a.) iki veya üç defa:
"Kim bir dirhemden fazla verir" dedi. Bir başka adam:

Onları ben iki dirheme alırım, dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.); o adama verdi ve
iki dirhemi aldı. Ensârî'ye verdi ve şöyle buyurdu:

"Birisiyle yiyecek satın al da ailene götür ver. Diğer dirhem ile de bir keser satın alıp
bana getir." Ensârî keseri getirdi. Resûlullah (s.a.) Ona eliyle bir sap takdı ve Ensârî'ye
dedi ki:

"Git, odun topla ve sat. Seni on beş güne kadar görmeyeyim."

Adam gitti odun toplayıp sattı. (On beş gün sonra) on dirhem biriktirmiş olarak geldi.
Onun bir kısmı ile elbise, bir kısmı ile de yiyecek satın aldı. Bunun üzerine Resûlullah
(s.a.):

"Bu senin için kıyamet gününde yüzünde dilencilik lekesi ile gelmenden hayırlıdır.
Dilencilik ancak şu üç kişi için caiz olabilir:

Şiddetli fakirlik çeken, çok ağır bir borç altında bulunan, can yakıcı kan diyetini

r2381

ödemeyi yüklenen"
Açıklama

Hadiste geçen kelimesi fiilinden türetilmiş. bir ism-i faildir. Perişanlıktan yerlerde
sürünüp üstü başı toz toprak içinde kalmış olan kimsedir. Böyle bir duruma düşen bir



fakirin dilenmesi caizdir.

kelimesi ise fiilinden türetilmiş bir ism-i faildir. Zor durumda bırakan demektir. Borç
anlamına gelen kelimesine sıfat yapılmakla zor duruma düşüren ağır borç kast
edilmiştir; buna ise, borçlular fonundan zekât verilir.

kelimesi de fiilinden alınmış bir ism-i faildir. Kan anlamına gelen "dem" kelimesine
sıfat yapılmakla elem verici, can yakıcı kan ifâde edilmiştir. Kan kelimesi, burada
diyet anlamında kullanılmıştır. Şöyle ki biri bir başkasını öldürdüğü zaman öldürenin
akraba veya arkadaşlarından birisi, aradaki husûmet ve kini ortadan kaldırmaya
çalışarak öldürülenin akrabasına diyet vermeyi üstlenir de öldüren tarafın malı ol-
madığı için o diyeti ödeyemezse, diyeti vermeyi üstlenen kişi, onu ödemek için
dilenir. Zira o diyeti ödemeyecek olursa, kısas yapılarak öldüren kişi öldürülür. Bu

r2391

durumu ise, kefilini üzer. İşte böyle bir kimsenin dilenmesi de caizdir.
Bazı Hükümler

1. Bu hadis- Peygamber (s.a.)'m üstün ahlâk, tevazu ve fakirlere olan şefkat ve
merhametinin ne kadar çok olduğunu göstermektedir. Zira adamın çul ve bardağını
mübarek eline alarak artırmaya çıkarması, rağbet kazanmaları içindir.

2. Artırma usulüyle satış caizdir.

3. Başkan ve buna benzer yetkililer maiyetlerinde bulunanlara mutluluk ve huzur
yolunu göstermeli ve ona teşvik etmelidirler.

4. Çalışarak kazanabilen kimsenin dilenmesi haramdır.

r2401

5. Dilencilik, hem dünya hem de âhiret açısından zem edilmiştir.
27. Dilenmenin Çirkinliği

1642. ...Avf b. Mâlikten; demiştir ki:

Biz yedi veya sekiz ya da dokuz kişi Resûlullah (s.a.)'m yanında idik, Resûlullah
(s.a.):

"Allah'ın elçisine bey'at etmez raisiniz?" buyurdu. Halbuki biz yeni bey'at etmiştik.
Biz de:

Sana bey'at etmiştik, dedik. Resûlullah (s.a) aynı şeyi üç sefer söyledi. Bunun üzerine
ellerimizi uzattık ve ona bey'at ettik. Bu arada biri:

Ya Resûlullah! Biz şüphesiz size bey'at etmiştik. Şimdi sana ne üzerine bey'at
ediyoruz? diye sordu. Resûlullah (s.a.):

"Allah'a kulluk etmeniz, O'na hiç bir şeyi ortak koşmamanız, beş vakit namazı
dosdoğru kılmanız, (söz) dinleyip itaat etmeniz ve -sesini alçaltarak gizlice- Halktan
hiç bir şey istememeniz üzerine" buyurdu. Avf dedi ki:

And olsun (durum öyle oldu ki), o cemaatten birinin kamçısı yere düşüyordu da hiç bir

[24İ1

kimseden onu vermesini istemiyordu.

Ebû Dâvûd dedi ki: Hişâm'm hadisini Saîd'den başka bir kimse rivayet etmemiştir.
f2421



Açıklama



Bey'at: Müslümanların, islâm devlet başkanına, emirlerine itaat etmek üzere söz
vermeleridir. Bu kelime, alış-veriş mânâsına gelen "bey' " kelimesinden alınmıştır.
Nasıl ki bey'de karşılıklı alınıp verilen iki şey varsa, bey'atta da verilen sözün
karşılığında cennet va'd edilmiştir ki, bey'de olduğu gibi bey'atta da elden tutma var-
dır. Ancak kadınlar bey'at ederken el tutmazlar. Zira Resûlullah (s.a.)'e bey'at eden
kadınlar, onun elinden tutmamışlardır.

Ashâb-ı Kiram, Peygamber (s.a.)'in gizli sesle buyurmuş olduğu "halktan hiçbir şey
istememeniz üzerine" sözünü, umûmî mânâda nehye hamlederek ihtiyat yolunu tercih
etmişlerdir. Zira ashâb-ı kirama dilenmek umûmî bir şekilde nehy buyurulmuş, onlar
da hadîsi bu mânâya alarak başkalarından hiçbir şey hatta yere düşen kamçılarını bile

£2431

istemez olmuşlardır.
Bazı Hükümler

1. Bu hadis Peygamber (s'a->'in fırsat bulduk" ça dinî hükümleri tebliğ etmeye ne
kadar önem verdiğini göstermektedir.

2. İslâm devlet başkanına bey'atm tekrarlanması meşrudur.

3. Bey'at edenin, beyat edilenin elini tutması müstehabtır.

4. Kimseden bir şey istememek üzere bey'at etmek müstehabtır.

f2441

5. Hadis, değersiz bir şeyi bile istemekten sakınmaya teşvik etmektedir.

1643. ...Resûlullah (s.a.)'in azatlısı Sevbân'dan; demiştir ki: Resûlullah (s. a.):
Halktan bir şey istemeyeceğine kim bana söz verir ki, ona cenneti garanti edeyim"
buyurdu.

[245]

Sevbân: "Ben" dedi. Gerçekten de hiç kimseden bir daha hiç bir şey istemedi.
Açıklama

Bu hadiste halktan hiçbir şey istemeyen kimsenin cennete girmeye hak kazandığı ve

12461

Sevbân (r.a.)'m ulaşmış ol duğu yüksek mertebe anlatılmıştır.
28. Isti'fâf (Dilenmeyip İffetli Yaşamak)

1644. ...Ebu Said el-Hudrî'den rivayet edildiğine göre, Ensâr'-dan bazı kişiler
Resûlullah (s.a.)'tan (bir şeyler) istediler. O da onlara verdi. Sonra tekrar istediler yine
verdi. Yanındaki tükenince:

"Yanımdaki malı sizden asla gizlemem. Kim iffetli olmak isterse, Allah onu iffetli
yapar. Kim de elindeki ile yetinirse, Allah onu zengin yapar. Sabretmeye gayret edene
Allah sabır ihsan eder. Hiç bir kimseye sabırdan daha geniş bir ihsanda bulunu İmanı
r2471

iş lir" buyurdu.



Bazı Hükümler



1. Defalarca dilenene dilendikçe vermek caizdir.

2. Verecek bir şey bulunmadığı zaman dilenciden özür dilemek ve onu sabra
teşvik etmek meşrudur.

3. İhtiyaçtan dolayı istemek caizdir. Ama sabredip Allah'tan istemek evlâdır.

4. Hadis Resûlullah (s.a.)'in cömertlik, müsamaha ve başkalarım kendi nefsine tercih
ettiğine delâlet etmektedir.

5. Hadiste muhtaç olan kimse iffetli olmaya, halka el açmayıp kendisini müstağni
göstererek sabırla Allah'a tevekkül etmeye teşvik edilmiştir.

r2481

6. Mü'mine ihsan edilen en büyük şey sabırdır. Dolayısıyla sevabı da çoktur.

1645. ...İbn Mesûd'dan; demiştir ki: Resûlullah (s. a.): "Kime yokluk isabet eder de
(halinden şikâyet ederek) onu halka arz eder (onlardan bir şeyler ister)se yokluğu
giderilmez. Kim de onu Allah'a arz ederse, Allah onu çabuk zengin eder. Ya çabuk

[2491

ölümle veya çabuk zenginlikle." diye buyurdu.
Açıklama

Allah'ın, kişiyi çabuk ölümle zengin yapması ya kişinin zengin bir yakını ölüp de ona
vâris olması suretiyle ger çekleşir ya da kişinin bizzat kendisinin ölüp de mala ihtiyaç

£2501

duymaması suretiyle olur.
Bazı Hükümler

1. Hadis halka el açmaktan nefret ettirmeye delalet eder.

2. Hadis Allah'a yalvarıp O'ndan istemeye ve O'na tevekkül etmeye teşvik etmektedir.
1251]

1646. ...Ibnu'l-Firâsî'den rivayet edildiğine göre, el-Firâsî, Resûlullah (s.a.)'e:
Dileneyim mi, ya Resûlullah? dedi. Peygamber (s. a.): "*Hayır, eğer mutlaka bir şey

12521

istemen gerekirse, salih kişilerden iste!" buyurdu.
Açıklama

Zaruret anında salih kimselerden istemek, verdikleri zaman başa kakmamaları,
isteyeni boş çevirmemeleri ve

kazançlarının helâl olmasından dolayıdır. Evlâ olan salih kimselerden istemek ise de
salih olmayanlardan istemek de caizdir.

Hadiste dilenmekten nefret ettirme ve ciddî ihtiyaç anında sâlih kimselerden istemeye



[253]

teşvik vardır.



1647. ..İbnü's Sâidî'den; demiştir ki:

Ömer (r.a.) beni zekât toplamak üzere görevlendirdi. İşimi bitirip topladığım zekâtları
kendisine teslim edince, bana ücret verilmesini emretti. Bunun üzerine "Ben bu işi
Allah rızası için yaptım, mükâfatım Allah'a aittir" dedim. O şöyle cevap verdi:
Sana verileni al, zira ben de Resûlullah (s. a.) zamanında (bu işte) çalıştım. Bana ücret
verdi ben de söylediğin gibi söyledim. Resûlullah bana:

[2541

"İstemeden sana bir şey verildiği zaman onu (al) ye ve tasadduk et." buyurdu.
Açıklama

Peygamber (s. a.) ile Ömer (r.a.)'in verdikleri, ücrettir. Buna göre, yapılan iş, ders
okutma ve hâkimlik gibi dinî vecibelerden olsa bile, karşılığında ücret almak caizdir.
Hatta böylesi kimselere İslâm devlet başkanının ilgili fondan geçimlerine yetecek bir
miktar vermesi vâcibtir. Bunun içindir ki Tahâvî, "bu hadis zekâta değil de İslâm
devlet başkanının zengin -fakir herkese taksim ettiği mallara aittir. Böylesi mallar,
halka fakir oldukları için değil, o mallarda hakları bulundukları için verilir. Bundan
dolayıdır ki Peygamber (s. a.), Hz. Ömer'in verilen malı almamasını hoş
karşılamamıştır. Çünkü ona verdiği mal, fakirliğinden dolayı değildir" demektedir.
Taberî diyor ki: "Alimler bu hadisteki "al" emrinin nedb ve irşad için olduğunda ittifak
etmişlerdir: "Hediyeyi veren İslâm devlet başkanı olsun, sâlih veya fâsık olsun verilen
şeyi kabul etmek mendubtur, yeter ki hediye vermesi caiz olan bir kimseden gelsin"
demişlerdir. Ebû Hurey-re'nin, "bana hediye verilirse, alırım. İstemeye gelince onu
yapmam" dediği rivayet olunmaktadır. Aişe (r.anhâ) Muâviye'nin hediyesini kabul et-
miştir."

Taberî sonra İbn Ömer, İbn Abbâs ve Hz. Ali'nin de hediye kabul ettiklerine dair bazı
nakiller yapmış Resûlullah (s.a.)'m:

[255]

"O bizim için hediyedir" hadisini delil getirerek Berîre'ye sadaka olarak verilen
etten yediğine dikkat çekmiştir.

Her ne kadar Taberî "al" emrinin nedb için olduğunda âlimlerin ittifak ettiğini
söylemişse de ,Menhel yazarı da Ahmed b. Hanbel'in, hadisin zahiriyle istidlal ederek
hediyeyi kabul etmenin vâcib olduğunu, cumhura göre ise, İslâm devlet başkanının
bağışı hariç, diğer bağışların kabul edilmesinin müstehab olduğunu nakleder. Devlet
başkanın yaptığı bağışa gelince, elindeki mala bakılır, şayet çoğu haramdan elde
edilmişse, onu almak haramdır. Çoğu haram değilse almak mubahtır.
Bazılarına göre de Devlet başkanının yaptığı bağışı almak vâcibtir. Zira Cenab-ı Allah
"Resul size ne verirse onu alın" buyurmuştur. Bağışı almayan, emre uymamış olur. İbn
Hacer el-Askalânî: "Doğrusu malı helâl olduğu bilinenin hediyesi geri çevrilmez. Malı
haram olduğu bilinen kimsenin hediyesini almak ise, haramdır. Şüpheli malda da
ihtiyat yolu, onu geri çevirmektir. Onu geri çevirmeyip mubah görenler, delili esas
almışlardır" demektedir. İbnü'l-Münzir de: "Bu konuda ruhsat verenler Yahudiler

12561

hakkındaki "onlar yalanı çok dinler, haramı çok yerler" âyet-i kerimesi ile istidlal



ederler. Nitekim Peygamber (s.a.)'de zırhını bir yahûdiye rehin bırakmıştı. Ayrıca
yahudilerden cizye alıyordu ki, onların mallarının çoğunu şarap, domuz ve fasit alış-
verişlerden elde ettiklerini biliyordu," demektedir.

Taberî: "Allah'ın ehl-i kitabtan cizye alınmasını mubah kılması da elinde malı olup da
haramdan mı, helâldan mı kazandığı bilinmeyen müslümanm o maldan verdiği
hediyesini almanın haram olmadığına apaçık bir delil vardır. Zira Allah ehl-i kitabın
mallarının çoğunun şarap ve domuzdan kazanıldığını, faiz alıp verdiklerini biliyordu.
Öyle olmasına rağmen, cizyeyi mubah kılmıştır. Dolayısıyla harama aldırmayan bir
kimsenin verdiği hediye, alan tarafından bizatihi haram olduğu bilinmedikçe kabulü

12571

mubahtır. Sahabe ve Tabiûnun imamları da aynı görüştedirler" demektedir.
Bazı Hükümler

1. Hadis Hz. Ömer'le İbnü's-Sâidî'nin fazilet ve takvalarına delalet etmektedir.

2. Dinî bile olsa yapılan iş karşılığında ücret almak caizdir.

[2581

3. İslâm devlet başkanının verdiği geri çevrilmemelidir.

1648. ...Abdullah b. Ömer'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s. a.) minberde
zekâttan, haya edip onu almamaktan ve dilenmekten söz ederken şöyle buyurdu:
"Yüksek el, alçak elden daha hayırlıdır. Yüksek el, veren (el), alçak el de dilenen (el)
£2591

dir."

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisteki Eyyûb'un Nâfı'den rivayeti konusunda ihtilâf
edilmiştir. Abdulvâris: "Yüksek el, haya edip almayandır" demişse de râvilerin çoğu
Hammâd b. Zeyd'den, o da Eyyûb'dan rivayetine göre: "Yüksek el, veren eldir"

r2601

Hammâd' dan rivayet edenlerden biriside: "haya edip almayandır" demiştir.
Açıklama

Ebü Davud'un dediği gibi bu hadisin iki tarîki vardır, birisinde "münfıka; veren (el)"
şeklinde geçen kelime, diğerinde "müteaffıfe: haya edip almayan" şeklinde
geçmektedir. İbn Abdilberr "münfika" rivayetini tercih etmiş ve Buhârî ile Müslim'in

um

de bu rivayeti tahrîc ettiklerine dikkat çekmiştir.
Bazı Hükümler

1. Hatibin dinleyenler için yararlı gördüğü hususlardan söz etmesi mubahtır.

2. Hadis hayırlı işlerde infakta bulunmaya ve sadaka vermeye teşvik eder.

3. Şükreden zengin, sabreden fakirden daha üstündür. Ancak bunun aksini iddia
edenler de olmuştur.

f2621

4. Hadis ciddî ihtiyaç olmadığı halde dilenmekten nefret ettirmektedir.



1649. ...Mâlik b. Nadla'dan; demiştir ki: Resülullah (s.a.) şöyle buyurdu:

"Eller üç kısımdır: Allah'ın Yed-i Ulyâ'sı (zatına mahsus ve sıfatına lâyık Eri), ondan

[263]

sonra verenin eli ve dilenenin alçak eli, fazla olanı ver ve nefsine yenilme."
Açıklama

Bu hadiste verme yönünden üç kısma ayrılmıştır: İlk ikisi verici, sonuncusu alıcıdır.
Buna göre verici el, iki kısımdır:

a. Hakikî verici, Allah'tır. Çünkü her şeyin mâliki odur.

b. Zahirî verici, infâk eden kişidir.

Dilenenin elinin alçak olması, ciddî bir ihtiyacı olmadığı halde dilenmesine
hamledilmiştir.

"Fazla olanı ver" sözündeki fazlalıktan maksat, ihtiyaç fazlasıdır, "ver" emri, nedb
içindir.

"Nefsine yenilme" sözünde, mala düşkün olan nefse karşı koymada ona yenilmemek
ve ihtiyaç fazlasını vermekte cimrilik yapmamak istenmiştir. Bu söz, "malının hepsini
infak edip de geçim sıkıntısına düşme" şeklinde de yorumlanmıştır.
Bu hadis sadaka verip nefisle mücâdele etmeye teşvik etmekte, halktan istemekten
nefret ettirmektir.

Bu babta geçen hadislerden anlaşıldığına göre ellerin en yükseği, nıünfıka (veren)
eldir. Sonra müteaffıfe (muhtaç olmasına rağmen almaktan haya eden) el, üçüncüsü

[2641

istemeden alan el, sonuncusu da dilenen eldir.
29. Haşimoğullarına Sadaka Vermek

1650. ...İbn Ebî Râfı, (babası) Ebû Râfı'den rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.)
Mahzûm oğullarından bir adamı zekât toplamaya gönderdi. O adam Ebu Râfı'e:
Bana arkadaş ol ki, ondan pay alasın, dedi. Ebu Râfı'de:

Peygamber (s.a)'e gidip sormadıkça (seninle gelmem), dedi ve Peygamber (s.a.)'e
gidip sordu. Peygamber (s.a.):

"Kavmin azatlı kölesi onların aile fertlerinden sayılır, bize sadaka helâl değildir"
[265]

buyurdu.
Açıklama

Hâşim, Peygamber (s.a.)'in dedesi Abdulmuttalib'in babasıdır. Haşimoğulları,
Hanefîlere göre, Abbasoğulları, Ali b. Tâlib oğulları, Caferoğulları, Akîloğulları ve
Hârisoğullarıdır. Böylece Ebû Leheb oğulları onlardan sayılmamaktadır.
Mâlikîlere göre Hâşim'in erkek çocukları vasıtasıyle doğan çocuklardır. Buna göre
Hâşim'in kızlarının çocukları onlardan değillerdir.

Şâfıtlerle Hanbelîlere göre ise, Hâşim'in erkek ve kız çocukları vasıtasıyle doğan tüm
zürriyetidir.

Peygamber (s.a.)'m zekât toplamaya gönderdiği adam; Erkam b. Ebî Erkam el-
Kureşî'dir. Peygamber (s.a.) Mekke'de Hz. Ömer müslüman oluncaya kadar bu zatın



evinde gizlice ibâdet ve İslâm'a davette bulunmuştu.

Ebû Râfı Peygamber (s.a.)'in azathsıydı. Ona "Kavmin azatlı kölesi, onların aile
fertlerinden sayılır" buyurmakla sadakanın ona da helâl olmadığını kast etmiştir.
"Bize sadaka helâl değildir" sözünde Peygamber (s. a.), Hâşimoğulla-rmın sadaka
almalarının caiz olmadığını ifâde buyurmuştur. Tercih edilen görüşe göre bu hadisteki

[2661

sadaka kelimesi, hem zekât gibi farz sadakaya hem de nafile sadakaya şâmildir.
Bazı Hükümler

Bu hadis Peygamber (s.a.)'e Hâşimoğullarma ve azatlılarına sadakanın haram
olduğuna delalet etmektedir. Peygamber (s.a.)'e zakâtm haram olduğunda -Hattâbî ve
başka âlimlerin dediği gibi- icmâ vardır. Hâşimoğullarma zekâtın haram oluşunda
ihtilâf varsa da cumhura göre haramdır. Delilleri, Peygamber (s.a.)'ın, "Bu sadakalar,
insanların kirleridir. Bunlar ne Muhammed'e helâl olur, ne de âl-i Muhammed'e"
12671

hadis-i şerifidir.

Al-i Muhammed'in kimler olduğunda ihtilâf edilmiştir:

Hanefîlere göre Hâşimoğullarıdır ki, Al-i Abbas, Al-i Ali, Al-i Cafer, Al-i Akıl ve Al-i
Hâris'ten ibarettir. Ebû Leheb oğulları, bunlardan değildir.
İmam Malik ve Ahmed'e göre ise Al-i Muhammed, Haşimoğullarmm tümüdür.
İmam Şafiî'ye göre Haşimoğulları ile Muttaliboğulları'dır. Bu görüş, aynı zamanda
bazı Mâlikîlerle Ahmed b. Hanbel'den de rivayet edilmiştir.

îbn Kudâme: "Hâşimoğullarma zekâtın helâl olmadığı konusunda bir ihtilafın
olduğunu bilmiyoruz" demiştir. İbn Reslân da bu konuda jcmâ'-m olduğunu nakl
etmiştir. Ebü Yûsuf a nisbet edilen "Hâşim oğulları birbirlerine sadaka verebilirler"
görüşü, Hanefî mezhebini en iyi bilenlerden biri olan Tahâvî tarafından reddedilmiştir.
Hatta Tahavî, Ebû Yusuf tan Hâşimoğullarma nafile sadakanm bile haram olduğunu
nakletmiştir.

Hâşimoğullarma ganimetten beşte bir olan haklan verilmemişse, Şafiî ve Ahmed b.
Hanbel'e göre zekât almaları yine caiz değildir. Ancak Mâlik ve Şâfiîlerden İstahrî ile
Hanefîlerden Tahâvî, bu durumda zekât almalarını caiz görmüşlerdir. Bu görüş Ebû
Hanife'ye de isnâd edilmiştir.
Hâşimoğullarmm nafile sadaka almalarına gelince:

Hanefîlerce tercih edilen görüşe göre farz olan zekât gibi o da haramdır. Mâliki, Şafiî
ve Hanbelîler hem Hâşimoğullarmm hem de azatlılarının nafile sadaka almalarını
hediye hibe ve vakıf kabul etmelerine kıyas ederek caiz görmüşlerdir.
Haşimoğulları azatlılarının zekât almalarının Ebu Hanîfe ve arkadaşları, İmam Şafiî,
Ahmed b. Hanbel ve Mâlikîlerden İbnü'l-Mâcişûn haram olduğunu söylemişlerdir.
Delilleri açıklamaya çalıştığımız bu hadistir.

İmam Mâlik ve bazı Şâfiîler onlara zekât verilebileceğim ileri sürmüşlerdir. Delilleri

f2681

azatlılarla Haşimoğulları arasında bir akrabalık bağının olmayışıdır.



1651. ...Enes (r.a.)'ten rivayet edildiğine göre Peygamber (s. a.) sahibi bilinmeyen, yere
düşmüş bir hurmaya rast gelirdi de zekât olması korkusundan başka bir şey onu



[269]

almaktan menetmezdi.



Açıklama

Bu hadis kişinin mubah olduğunu bilmediği şeyleri alıp yemekten sakınmasının

r2701

gerektiğine delalet etmektedir.

1652. ...Enes (r.a.)'ten rivayet edildiğine göre Peygamber (s. a.) (yerde) bir hurma
buldu da:

um

"Zekât olmasından korkmasaydım, onu yerdim" buyurdu.

T2721

Ebû Dâvûd dedi ki: Hişâm bunu Katâde'den böyle rivayet etti.
Açıklama

Bu hadis, bir hurma tanesi, bir ekmek parçası veya bir üzüm tanesi gibi genellikle
başkasına verilmesinde cimri lik gösterilmeyen değersiz şeyleri yerden alıp kime ait
olduklarını sormadan yemenin mubah olduğuna delâlet etmektedir. Zira Peygamber
(s.a.) o hurmayı sadaka hurması olma ihtimalinden dolayı yememiştir. Şayet sadaka
olma ihtimali olmasaydı onu yiyecekti.

Ayrıca bu hadis farz olsun nafile olsun, sadakanın azının bile Peygamber (s.a.)'e

r2731

haram kılındığına delildir.

1653. ...İbn Abbas'tan; demiştir ki:

Babam, Peygamber (s.a.)'in kendisine zekâttan vermiş olduğu deve için beni ona
f2741

gönderdi.
Açıklama

Peygamber (s.a.) zekât müstehaklarma vermek üzere Hz. Abbas'tan ödünç deve almış,
sonra Peygamber (s.a.)'e zekât develeri gelince ödünç olarak aldığı develerin yerine o
zekât develerinden vermiştir. Ancak Hz. Abbas, malına zekât bulaşır endişesiyle o

1275] ''

zekât develerinin başka develerle değiştirilmesini istemiştir.

1654. ...İbn Abbâs'tan önceki hadisin benzeri rivayet edilmiştir, (ancak Salim,

1276]

rivayetinde) "develeri değiştirmesi için" ifâdesini eklemiştir.
30. Fakirin Zekat Malından Zengine Hediye Vermesi

1655. ...Enes (r.a.)'ten rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.)'e et getirildi.



"Bu nedir?" diye sordu.

Berîre'ye -sadaka olarak verilmiş bir şey, diye cevap verdiler. Bunun üzerine
Peygamber (s. a.):

T2771

"Bu onun için sadaka, bizim için ise hediyedir", buyurdu.
Açıklama

Peygamber (s. a.) "Bu nedir?" diye sormakla etin nereden geldiğim öğrenmek
istemiştir.

Berîre, bir cariyenin adıdır. Aişe (r.anhâ), onu azad etmek için satın almak isteyince
r2781

efendileri velâmn kendilerine ait olmasını şart koşmuşlardı. Hz. Aişe etin
durumunu Peygamber (s.a.)'e arz edince, ona şöyle buyurdu:

"Bu onun için sadaka, bizim için ise hediyedir" sözünde Peygamber (s. a) Berîre'ye
sadaka olarak verilen etin, artık Berîre'ye ait sayıldığım, böylece o etin vasfının
değişmesiyle kendilerine sadaka olarak değil de hediye olarak takdim edildiğini kast
[2791

etmiştir.

Bazı Hükümler

1. Bu hadis fakirin sadakayı almasıyla sadakadan vasfın kalktığına ve artık onun,
sadaka alması haram olan kişiye hediye edilmesinin helâl olduğuna delâlet etmektedir.

r2801

2. Peygamber (s.a.)'e hediye mubahtır.

31. Kişinin Sadaka Olarak Verdiği Mala Vâris Olması

1656. ...Bureyde'den rivayet edildiğine göre bir kadın, Resûlullah (s.a.)'a geldi ve
şöyle dedi.

Anneme sadaka olarak bir câriye vermiştim. Annem öldü ve o cariyeyi miras olarak
bıraktı. (Acaba durum ne olacak?) Peygamber (s. a.):

"0 sadakanın mükâfatına hak kazandın ve o sana miras olarak geri döndü" buyurdu.
[281]

Açıklama

Bu hadis sadakanın, onu verene miras yoluyla geri dönmeşinin caiz olduğuna delâlet
r2821

etmektedir.

32. Maldaki Haklar



1657. ...Abdullah (b. Mesûd)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s. a.) zamanında mâûnu,



T2831

kova ve tencerenin ödünç olarak verilmesi sayardık.



Açıklama

[284]

Mâûn kelimesinden "Mâûnu esirgerler" âyetindeki "el-mâûn" kelimesi kast
edilmiştir. Mâ-
ûn, örfen ödünç olarak verilen tencere, keser, balta ve kova gibi ev işlerinde kullanılan
eşyanın adıdır.

îkrime'den rivayet edildiğine göre mâûn'ım başı, malın zekâtı, aşağısı da elek, kova ve
iğnedir.

Zemahşerî Keşşaf adlı tefsirinde der ki: "Bu eşyanın ihtiyaç anında ödünç olarak

12851

istenip de verilmemesi sakıncalı ve şahsiyeti zedeleyicidir." Bu hadiste

r2861

yardımlaşma teşvik edilmiş, cimrilik zemmedilmiştir.

1658. ...Ebu Hüreyre'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s. a.) şöyle buyurmuştur:
"Servetinin zekâtını vermeyen hiçbir mal sahibi yoktur ki Allah,' kıyamet günü
cehennem ateşinde o malı kızdırtmamış olsun ve miktarı sizin saydığınız günlerden
elli bin sene olan bir günde Allah, kullarının arasında hükmedinceye kadar- o malla
sahibinin yüzü, yanları ve sırtı dağlanmasın. Sonra ya cennete ya da cehenneme (gi-
den) yolu kendisine gösterilir.

Zekâtını vermeyen hiç bir koyun sürüsü sahibi yoktur ki, kıyamet günü o koyunlar,
olduğundan fazla gelmesin ve sahibi düz ve geniş bir yere onların önüne yatırılarak
onu boynuzlan ile süsmesin, tırnakları ile çiğnemesinler ki, aralarında ne yamuk
boynuzlu ve ne de boynuzsuz yoktur. Miktarı sizin saydığınız günlerden elli bin sene
olan bir günde Allah, kullarının arasında hükmedinceye kadar sürünün sonundakiler,
onun üzerinden geçtikçe Öndekiler bir daha üzerine gönderilir. Sonra ya cennete ya da
cehenneme (giden) yolu kendisine gösterilir.

Zekâtım vermeyen hiç bir deve sahibi yoktur ki kıyamet günü o develer olduğundan
fazla gelmesin ve sahibi düz ve geniş bir yere onların önüne yatırılarak ayaklarıyla
çiğnemesinler. Miktarı sizin saydığınız günlerden elli bin sene olan bir günde Allah,
kullarının arasında hükmedinceye kadar sondakiler, onun üzerinden geçtikçe ön-
dekiler bir daha üzerine gönderilir. Sonra ya cennete ya da cehenneme (giden) yolu

[2871

kendisine gösterilir.
Açıklama

Hadiste geçen "kenz" kelimesi aslında yerde gömülü olan mal anlamına gelmektedir.
Ancak burada zekâta tâbi

olduğu halde zekâtı verilmeyen mal anlamında kullanılmıştır. Buna göre zekâtı verilen
mala "kenz" denilmez. Bununla ilgili malumat 1564 no'lu hadisin açıklamasında
geçmiştir.

"...olduğundan fazla..." sözünden o hayvanların hem sayı yönünden çokluğu hem de



semiz, sağlam ve kuvvetli oluşu kast edilmiştir.

Kâ', düz ve geniş yer demektir. Karkar da aynı anlama gelip ka'ı pekiştirmek için
zikredilmiştir.

"Aksa; yamuk boynuzlu, celhâ," boynuzsuz demektir. Bu hadis altın, gümüş, koyun ve
develerin zekâtının vâcib olduğuna ve zekâtını vermeyenin uğrayacağı azaba delâlet
[2881

etmektedir.

1659. ...Ebû Hureyre Peygamber (s.a.)'den bir önceki hadisin benzerini rivayet
etmiştir: (Hadisin senedindeki) Zeyd b. Eşlem, deve ile ilgili bölümde "onların hakkını
(zekâtım) vermeyen" sözünden sonra, "su başına geldikleri günde sağılmaları

r2891

haklarındandır" sözünü söyledi.
Açıklama

"Su başına geldikleri günde sağılmaları haklarındandır" cümlesindeki "hak"tan
maksat, vacib hak değil, mendub haktır. Cumhur bu görüştedir. Bazıları bu hakkın,
yardımın yapılması vâcib olduğu duruma mahsus olduğunu söylerken Kadı Iyaz da:
"İhtimal ki, bu zekât farz olmadan önceydi" demiş ve bu hakkın, zekâtın farz
olmasıyla nesh edildiğini kast etmiştir.

Hayvanların su başında sağılmaları hem hayvanlara hem de fakirlere kolaylık olması
içindir. Zira onları su başında sağmak, evde sağmaktan daha rahat, fakirlere yardım

r2901

için daha münâsibtir.

1660. ...Ebû Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.)'den önceki kıssanın
benzerini işittim. Birisi, Ebû Hüreyre'ye;

Develerin hakkı nedir? diye sordu. Ebû Hureyre:

İyisini verirsin, bol sütlü olanını sütü sağılıp sana geri verilmek üzere verirsin, (bir
başkasını) binilip sana iade edilmek üzere verirsin. Erkeğini dişileri aşılayıp sana iade

[291]

edilmek üzere verirsin, sütlerinden içirirsin, dedi.
Açıklama

Ebû Hüreyre'ye "develerin hakkı nedir?" sorusunu soranın Abbâs olduğu, Hâkim'in
rivayetinde geçmektedir.

"bol sütlü olan deveyi menîha olarak vermektir. "Menîha koyun veya deveyi sütünden
faydalanmak üzere birine verip sonra geri almaktır. Buna "minha" da denilir,
ifadesindeki fiili, "âriye verirsin" yani faydalanmak üzere birine verip sonra geri
alırsın, demektir. Sırt anlamına gelen "zahr" kelimesinden maksat, devenin kendisidir,
ifadesi de dişleri aşılatmak için erkek deveyi ariyet olarak vermek anlamına
f2921

gelmektedir.

1661. ...Ubeyd b. Umeyr'den; demiştir ki: Bir adam:



Ya Resûlellah! Develerin hakkı nedir? diye sordu. Râvî önceki hadisin benzerini

T2931

zikretti ve buna "develerin kova larmı ariyet olarak verirsin" sözünü ekledi.

1662. ...Câbir b. Abdullah'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s. a.) ağacından
koparılmış her on vesk hurmadan fakirler için mescidde bir salkım asılmasını emretti.
r2941

Açıklama

Câdd kelimesi, ism-i meful mânâsında kesilmiş koparılmış demektir. Bazı nüshalarda
"câzz" şeklinde geçmek-
tedir ki, ikisinin de mânâsı aynıdır.

Vesk'in altmış sâ' olduğu ve kilogram olarak hesabı 1559 no'lu hadisin açıklamasında
verilmiştir.

Hadiste geçen emir, nedb içindir. Cumhur bu görüştedir. Bazı Zahirîler onun vücûb
için olduğunu söylemişlerse de Peygamber (s.a.)'in zekât memurlarına gönderdiği
mektuplarda olmayışı, vâcib olmadığına delildir. Zira vâcib olsaydı, mutlaka
Peygamber (s. a.) onu beyân ederdi.

Bu hadis fakirlere şefkat edip -farz olan zekâttan başka- onlara yardım etmenin

[295]

müstehap olduğuna delildir.

1663. ...Ebû Said el-Hudrî (r.a.)'den; demiştir ki:

Resûlullah (s. a.) ile bir seferde iken bir adam devesinin üzerinde geldi de onu sağa
sola çevirmeye başladı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.):

"Kimin yanında fazla binit varsa onu biniti olmayana versin. Kimin yanında fazla azık
varsa onu azığı olmayana versin" buyurdu. Öyle oldu ki hiç birimizin (sahip olduğu)

[296]

fazla (mal) da hiç bir hakkının olmadığını zannettik.
Açıklama

Gelen adamın devesini sağa sola çevirmesi onu Resûlullah (s.a.)'a gösterip başka
bir deveye ihtiyacı olduğu-
nu imâ etmek içindir. Resûlullah (s.a.) bunu hemen anlamış ve kemal-i nezâketle ona
cevab vermiştir.

Bu hadis Peygamber (s.a.)'in ashabının ihtiyâçlarının karşılanmasına gösterdiği özeni
ve kavmin büyüğünün etbâmı güzel ahlâka ve muhtaçlara yardım etmeye teşvik

r2971

etmesinin gerektiğini açıklamaktadır.

1664. ...îbn Abbas'tan; demiştir ki:

r2981

"Altın ve gümüşü biriktirenler..." âyeti inince durum müs-lümânlarm ağırına
gitti. Bunun üzerine Ömer:



Ben sizi rahatlatırım, diyerek Resûlullah (s.a.)'a gitti ve:

Ey Allah'ın Peygamberi! Bu âyet ashabının ağırına gitti, dedi. Bunun üzerine
Resûlullah (s. a.):

"Allah zekâtı ancak mallarınızdan kalanı temizlemek için farz kıldı, Mirasları da
sizden sonrakilere kalması için farz kıldı" buyurdu. Ömer, tekbîr getirdi sonra
Resûlullah (s. a.) ona:

"Kişinin biriktirdiği en hayırlı şeyi haber vereyim mi? Saliha olan kadın ki, kocası ona
baktığı zaman kocasını sevindirir, kocası emrettiği zaman itaat eder, kocası yanında

f2991

olmadığı zaman onun haklarım korur" buyurdu.
Açıklama

Söz konusu âyetin ashâb-ı kiramın ağırına gitmesi onun umumuna bakıp altın ve
gümüş biriktirmenin azabını

düşünmelerindendir. Hz. Ömer'in konuyu Peygamber (s.a.)'e arz etmesiyle Peygamber
(s.a.) kenz'den maksadın zekâtı verilmeyen mal olduğunu ve Allah'ın zekâtı, malların
fakir haklarından korunması ve temizlenmesi için farz kıldığını haber vermiştir.
Peygamber (s.a.)'in zekâttan sonra mirasları zikretmesi, zekâtını vermek suretiyle mal
biriktirmenin dinen yasak olmadığına daha iyi delalet etmesi içindir. Zira mal
biriktirmek yasak olsaydı, miras meşru olmazdı. Çünkü miras ancak biriktirilip
bırakılmış malda olur. Buna göre söz konusu âyet, mallarının zekâtını vermeyen
müslümanlar hakkında inmiştir. Cumhurun görüşü de budur.

Peygamber (s.a.) yaptığı açıklamadan dolayı Hz.Ömer'in sevindiğini görünce asıl
sevinilecek şeyin başka şey olduğuna işaret buyurarak zekâtını verdikleri müddetçe
mal biriktirmelerinde onlar için bir günâh yoktur.

Ancak kişinin en güzel kazancı güzel huylu sâliha kadındır. Zira altın, bazı ihtiyaçlar
anında iş görür Saliha kadın ise, ölene kadar kocasının yanında kalacak ve onun

□001

huzurlu bir hayat geçirmesine vesile olacaktır.
Bazı Hükümler

1. Zekât vermek farzdır.

2. Kışı gerçek yonunu bilmediği meseleyi bir bilene sorup öğrenmelidir.

3. Allah'ın ve kulların maldaki vâcib haklarını vermek suretiyle mal biriktirmek
mubahtır.

4. Kişi saliha bir kadınla evlenmeyi başkalarına tercih etmelidir.

[3011

5. Saliha kadınla* evlenmek mal biriktirmekten daha hayırlıdır.
33. Dilenenin Hakkı

T3021

1665. ...Hüseyin b. Ali (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.):

r3031

"At üzerinde gelse bile, dilenenin hakkı vardır." buyurdu.



Açıklama



Nefsini zillete düşürüp isteyen hakkında hüsn-i zanda bulunarak görünürde zengin
olup at üzerinde gelse bile,

o atın ariyet olduğuna veya borçlu olup zekât alması caiz olduğuna ihtimal vermeli ve
onu boş olarak geri çevirmemelidir.

Bu hadis müslümanlar hakkında hüsn-i zanda bulunmaya ,onlara yardım etmeye ve
isteyene imkân dahilinde bir şeyler verip onu boş çevirmemeye teşvik etmektedir.
Menhel yazan bu konuda şöyle demektedir:

"Bu hüküm, İslâmiyetin ilk asırlarında yaşayan müslümanlarm durumuna göredir. Zira
onlar Resûlullah (s.a.)'m "Muhtaç olmadıkça insanlardan hiçbir şey isteme. Zira veren
el, alan elden üstündür," hadisiyle "ne zengin ne de sıhhat ve gücü yerinde olana zekât
helâl olmaz," hadis-i şerifıyle amel edip şiddetli bir zaruret içinde olmadıkça
istemezlerdi. Ama günümüz dilencileri ise, dilenciliği meslek edinmişlerdir. Tek
gayeleri mâl toplamaktır. Binaenaleyh dilenmeleri haram olduğu gibi, halkın onlara
vermesi de haramdır."

Bu hadis hakkında mevzu diyenler olmuşsa da, değişik tariklerden rivayet edilmesi

13041

onun mevzu olmadığına delildir. Menli el yazarına göre bu hadis hasendir.

T3051

1666. ...Ali (r.a.) Peygamber (s.a.)'den önceki hadisin benzerini rivayet etmiştir.
Açıklama

Ebû Davud'un bu rivayeti zikretmekten gayesi, bu hadisin mevzu olduğunu
söyleyenlerin iddialarını iptal etmektir. Nitekim Suyûtî de; "bu hadis hasendir, mevzu
olduğunu söylemek uygun değildir" demiştir.

r3061



r3071

1667. ...Resûlullah (s.a.)'e bey'at edenlerden biri olan Ümmü Büceyd'den rivayet
edildiğine göre Resûlullah'a şöyle demiştir:

Ya Resûlullah! Allah'ın salât-ü selamı üzerine olsun- fakir, (gelip) kapımın onunde
duruyor da ona verecek bir şey bulamıyorum.
Bunun üzerine Resûlullah (s.a.) ona şöyle dedi:

"Bir koyunun yanmış tırnağından başka ona verecek bir şey bufamazsan, (hiç

r3081

olmazsa) onu eline ver."
Açıklama

"Bir koyunun yanmış tırnağından" maksat, çok az herhangi birşeydir. Dilenciye
verilen şeyin çok az oluşu hak kında mübalağalı söylenen bir sözdür.



T3091

Bu hadis, dilenciyi boş çevirmemeye teşvik etmektedir.



34. Ehl-i Zimmete Sadaka Vermek

1668. ...Esma (r.a.)dan; demiştir ki:

Kureyş'in (Hudeybiye) antlaşması zamanında annem, İslâm'dan yüz çeviren bir müşrik
olduğu halde (kendisine yardım etmemi) arzulayarak bana geldi de Resûlullah (s.a.)'a:
Ya Resûlellah! Annem İslâm'dan yüz çeviren bir müşrik olduğu halde bana geldi. Ona
yardımda bulunayım mı?" dedim. O da:

mm

"Evet, annene yardımda bulun." buyurdu.
Açıklama

Esma, Hz. Ebu Bekr'in kızıdır. Ebû Dâvûd et-Tayâlisî ile Hâkim' in Abdullah b.
Zübeyr'den rivayet ettiklerine göre Esmâ'nm annesinin adı, Kuteyle bint Abdiluzzâ'dır.
Hz. Ebû Bekir onu Câhiliyye devrinde boşamıştı. Cumhur da bu görüştedir. Hattâbî
derki:

"Peygamber (s.a.)'in Esmâ'ya annesine yardımda bulunmasını emretmesi, aradaki
akrabalıktan dolayıdır. Değilse ona zekât vermesi, caiz değildir. Çünkü zekât,
müslümamn hakkıdır. Müslüman olmayana verilmez. Şayet annesi müslüman olsaydı
bile yine de zekât vermesi caiz olmazdı. Çünkü ona nafaka vermesi üzerine vâcibti.

13111

Ancak borçlu olup, borçlular fonundan ona verilmesi müstesna."
Bazı Hükümler

1. Bu hadis' Esmâ (r-anhâ)'nm faziletli biri olduğuna delildir.

2. Kâfir olan yakın akrabaya yardımda bulunmak caizdir.

3. Kâfirlerle sulh anlaşması yaparak onlarla muamelede bulunmak caizdir.

4. Bazıları bu hadisi delil göstererek "Müslüman bir kimsenin, kâfir anne ve babasına

1312]

nafaka vermesi vâcibtir" demişlerdir.

35. Esirgenmesi Caiz Olmayan Şeyler

1669. ...Babasından rivayette bulunan ve kendisine Buheyse denilen bir kadından
rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

Babam, Peygamber (s.a.)'den izin alarak (başını) onun gömleğinin altına soktu da
öpüp sarılmaya başladı. Sonra:

Ya Resûlullah! (başkasından) esirgenmesi helâl olmayan şey nedir? diye sordu.
Peygamber (s. a.):

"Sudur" diye cevap verdi. Babam tekrar:

Ey Allah'ın Peygamberi! (Başkasından) esirgenmesi helâl olmayan şey nedir" diye

sordu. Peygamber (s. a.):

"Tuzdur" cevâbını verdi. Babam yine:



Ey Allah'ın Peygamberi! (Başkasından) esirgenmesi helâl olmayan şey nedir? diye
sordu. Peygamber (s. a.):

13131

"Hayrı işlemen, senin için hayırlıdır." cevâbım verdi.
Açıklama

Buheyse'nin babasının, başım Peygamber (s.a.)'in gömleğinin altına sokması, onun
tenini öpmek içindir. Bunu da cesedini cehennem ateşinden kurtarmak arzusuyla
yapmıştır.

Suyun esirgenmesinin helâl olmaması, sahibinin ona ihtiyacı olmaması halindedir.
Zira Ahmed b. Hanbel'in Ebû Hureyre'den merfû olarak rivayet ettiği hadiste
Peygamber (s. a): "İhtiyaç duyulmayan fazla su başkasından esirgenmez"
buyurmaktadır.

Alimler sulan üç kısma ayırmışlardır:

1. Nehir ve vâdîlerde akan sel suları gibi sahibi olmayan sular: Bunlardan herkes
yararlanabilir.

2. Depo ve kaplara doldurulan sularla evlerde musluklardan akan şehir suları gibi
sahibi olan sular: Bu gibi sulardan ancak sahihlerinin izni ile yararlanılabilir.

3. Kanal, kuyu, pınar vb. sular: Hanefîlere göre, bu sulardan herkes yararlanabilir.
Delilleri bu hadis ile "suyun esirgenmesi" babında gelecek olan şu hadistir:
"Müslümanlar, üç şeyde ortaktır: otta, suda ve ateşte."

Şafiî'ye göre ise, bu gibi sulardan yararlanılabilir. Ama bulundukları yerlerin
sahiplerinin rızası olmadan onlarla arazî sulanmaz.

Ahmed b. Hanbel ile bazı Şâfiîlere göre de bu gibi sular depolara doldurulmuş
sahihleri olan sular gibidir. Ancak bu görüş reddedilmiştir. Zira bu gibi sular, sahipli
sulardan ziyâde sel sulan kabilinden sayılmıştır. Bu babın hadisi ile benzeri hadisler,
sular arasında bir farkın olmadığına ve hepsinin bu konuda aynı olduğuna delâlet
etmektedirler. Ancak âlimler, ikinci şıkta anlatılan suların, sahihlerinin milki
olmasında ittifak etmişlerdir. Milkin gereği ise sahibine ait olup onun tasarrufunda
bulunmasıdır, ortak mal olması değildir. Buna göre söz konusu hadislerdeki umum,
ikinci şıkta anlatılan sular dışındaki sulara mahsûstur.

Anlaşıldığına göre birinci şıkta geçen sulardan yararlanabilme konusunda âlimler
arasında ihtilâf yoktur. Keza ikinci şıkta geçen sulardan yararlanabilmek için nefsin
tehlikeye düşmesi gibi, bir zaruret olmadıkça sahihlerinden izin almak gerektiği
hususunda da ihtilâf yoktur. Üçüncü şıkta ise, ihtilâf vardır. Onu bazıları birinci şıkka
benzetip caiz görmüş, bazıları da ikinci şıkka benzetip izne bağlamıştır.
Tuzun esirgenmesi meselesine gelince bazı âlimler bu hükmü her türlü tuza teşmil
ederken, diğerleri de mülk olmuş tuzu bundan istisna etmiş ve "sahibi onu başkasından
esirgeyebilir" demişlerdir.

Buheyse'nin babası olan sahabinin aynı soruyu tekrarlaması, Peygamber (s.a.) ile
konuşmaktan zevk almasından dolayıdır.
Peygamber (s.a.)'in ona:

"Hayır işlemen, senin için hayırlıdır" buyurması, hâstan sonra âmmı zikretmek
kabilinden olup aynı soruyu bir daha sormamasını sağlamıştır.

Bu hadîs, hayır işlemeye ve verilmesi alışıla gelen şeyleri esirgememeye teşvik



13141

etmektedir.



36. Camilerde Dilenmek

015]

1670. ...Abdurrahman b. Ebî Bekr' den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.):
"İçinizde bugün fakir doyuran kimse var mı?" diye sordu da Ebû Bekir (r.a.):
Camiye girdiğimde dilenen bir dilenci gördüm de (oğlum) Abdurrahman'm elinde bir

13161

parça ekmek buldum. Ondan alıp o fakire verdim, dedi.
Açıklama

Cumhura göre camide dilenmek ve sadaka vermek câizdir. Ancak dilenci, dilenirken
ısrar ederse veya cemaatin üzerinden atlayarak onları rahatsız ederse dilenmek de, ona
sadaka vermek de haramdır.

Hanefîlere göre, ise camide ne şekilde olursa olsun dilenmek haram, dilenciye sadaka
vermek de mekruhtur. Bunlara göre bu hadis zayıftır. Zira senedinde Mübarek b.

13171

Fedâle vardır ki, bir çok muhaddis tarafından zayıf görülmüştür.
Bazı Hükümler

1. Bu hadiste sadaka Vermeye teşvik vardır.

2. Camide dilenmek caizdir.

3. Camide sadaka vermek caizdir.

4. Bu hadis Ebû Bekir (r.a.)'in hayır işlemeye düşkünlüğüne ve üstünlüğüne delâlet

13181

etmektedir.

37. Allah'ın Zatı İçin Dilenmenin Çirkinliği

1671. ...Câbir' (r.a.)den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.):

[3191

"Allah'ın zâtı için ancak cennet istenir." buyurdu.
Açıklama

Hadiste geçen "vech" kelimesinden maksat, halef âlimlere göre Allah'ın zâtıdır. Selef
ise, bu kelimeyi te'vil etmeden hakiki anlamı olan "yüz" şeklinde anlamışlar. Ancak
keyfiyyetini yalnız Cenab-ı Allah'ın bildiğini, dolayısıyle onun, mahrukatın yüzlerine
benzetilmesinden münezzeh olduğunu söylemişlerdir.

Bu hadis Allah'ın zâtı için dünya metâım istemenin uygun olmadığına delâlet
etmektedir. Ancak bu hüküm, kendisinden sadaka istenilen kişinin bu sözden canı
sıkılması ve dilenciyi boş çevirmesi hâline hamledilmiştir. Şayet Allah'ın
anılmasından hoşlanıp etkilenen ve dilenciyi boş çevirmeyen biri ise, Allah için



T3201

istemek caizdir. Bu hadisle bundan sonraki hadisin arası böyle cem'edilmiştir.



38. Allah İçin İsteyene Vermek

1672. ...Abdullah b. Ömer (r.a.)'den; demiştir ki Resûlullah (s.a.):

"Allah için size sığman kimseye yardım edin. Allah için isteyen kimseye verin. Sizi
davet edenin dâvetine icabet edin, size iyilik yapanı mükâfatlandırın. Eğer onu
mükâfatlandıracak bir şey bulamazsanız, -karşılıkta bulunduğunuza kanaat getirinceye

1321]

kadar- ona dua edin" buyurdu.
Açıklama

Dâvete icâbet etme emri, davetin islâm'a uygun olmasına bağlıdır. Şayet davet, İslâm'a
aykırı ise, ona icabet edilmez.

iyilikte bulunmak, fiilî olabildiği gibi soz ile de olabilir. Kişi, kendisine iyilikte
bulunanın iyiliğine karşılık iyilikte bulunmalıdır. Nitekim Cenab-ı Allah da "iyilikte
bulunmanın karşılığı ancak iyilikte bulunmaktır" buyurmaktadır. Karşılık olarak
iyilikte bulunmak için bir şey bulunamadığı takdirde dua edilir. Yapılacak dua ile ilgili
olarak Tirmizî ve Nesâî'nin Usâme b. Zeyd (r.a.)'den rivayet ettikleri hadîste Hz.
Peygamber (s.a.) şöyle buyurmaktadır:

"Kime iyilik yapılır da yapanına "Allah seni hayırla mükâfatlandırsın" derse, ona tam
senada bulunmuş olur."

Bu hadisten anlaşıldığına göre iyilikte bulunana şeklinde duâ etmekle ona teşekkür
edilmiş ve mükâfatı Allah'a havale edilmiş oluyor. Dilenci, Aişe (r.anhâ)'ya duâ ettiği
zaman o da dilenciye aynı duâ ile mukabelede bulunur, sonra sadaka verirdi. Aişe
(r.anhâ)'ye; "Hem mal veriyorsun, hem de dua ediyorsun, nasıl oluyor?" diye
sorulduğunda şöyle cevâp vermiştir: "Şayet ona dua etmeyecek olursam onun dua et-
mekten dolayı benim üzerimde olan hakkı, benim sadaka vermekten dolayı onun
üzerinde olan hakkımdan daha çok olur. Bana yaptığı duanın aynısmı ona yapıyorum
ki duasının karşılığını verip sadakam hâlis olsun."

f3221

Bu hadis, güzel ahlâklı olup iyilikte bulunmaya teşvik etmektedir.

39. Kişinin Bütün Malını Sadaka Olarak Vermesi (Caiz Midir?)

1673. ...Câbir b. Abdullah el-Ensârî (r.a.)'den; demiştir ki:

Resûlullah (s.a.)'in yanmdaydık, bir adam yumurta kadar bir altın getirip şöyle dedi:
Ya Resûlullah! Bunu maden ocağında buldum. Al, bu sadakadır. Bundan başka bir
şeyim yok.

Resûlullah (s.a.), ondan yüz çevirdi. Sonra o adam,. Resûlullah (s.a.)'a sağ tarafından
geldi, aynı şeyleri söyledi. Resûlullah (s.a.) yine ondan yüz çevirdi. Sonra ona sol
tarafından geldi. Resûlullah (s.a.) yine ondan yüz çevirdi. Sonunda arkasından geldi
bu sefer Resûlullah (s.a.), onu aldı ve adama attı. Eğer ona değseydi incitirdi veya
yaralardı. Arkasından Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:

"Biriniz, sahib olduğu şeyi getirip: "-Bu sadakadır" diyor, sonra da oturup insanlara



T3231

avuç açıyor. Sadakanın en faziletlisi, fazla maldan verilenidir."



Açıklama

Peygamber (s.a.)'in, o adamdan yüz çevirmesi, onun durumunda olanların mallarının
tümünü sadaka olarak vermelerinin doğru bir hareket olmadığına işaret etmek içindir.

13241

Adam işaretten anlamaymca Peygamber (s. a.), ona sözle söylemiştir.
Bazı Hükümler

1. Maldan ihtiyaç kadarı bırakıldıktan sonra sadaka vermek daha erdaıdır.

2. İşlerin yürütülmesinde ifrat ve tefrite düşürmemelidir.

3. Devlet başkanı, bütün malını sadaka olarak veren kişinin, fakirliğe
dayanamayacağını bilirse, sadakayı sahibine iade eder.

4. İnancı zayıf olan kişinin malının tümünü sadaka olarak vermesi mekruhtur. Çünkü
böyle bir kimse fakirliğe mâruz kalır, sadaka verdiğine pişman olur. Böylece hem
malından olur, hem de sevaptan mahrum kalır. Ama Ebû Bekir (r.a.) gibi inancı
sağlam olan kişilerin, mallarının tamamını sadaka olarak vermeleri mekruh değildir.
Bunun için Ebû Bekir (r.a.) tüm malını sadaka olarak verdiği zaman Resûlullah (s. a.)
ona ses çıkarmamıştır.

Bu hadisin, senedinde Muhammed b. İshak'm alması sebebiyle zayıf olduğu
1325]

söylenmiştir.

1674. ...Bir önceki hadisi Abdullah b. İdris, Muhammed b. İs-hak'tan aynı sened ve
mana ile rivayet etmiş ve (Resûlullah'm sözüne):

13261

"Bizden malını al, bizim ona ihtiyacımız yok" ibaresini ilâve etmiştir.

1675. ...Abdullah b. Sa'd'dan rivayet edildiğine göre Ebû Said el-Hudrî'yi şöyle
söylerken işitmiştir:

Bir adam mescide girdi. Resûlullah (s. a.) oradakilere elbise tasadduk etmelerini
emretti. Onlar da tasaddukta bulundular. Bunun üzerine Resûlullah (s. a.), o adama
onlardan ikisinin verilmesini emretti, sonra sadaka vermeye teşvik etti. O adam da
gelip iki elbiseden birini tesadduk etti. Resûlullah (s. a.) ona bağırdı ve:
r3271

"Elbiseni al" dedi.
Açıklama

Bu hadisin Sünen-i Nesâî'deki rivayeti şöyledir: Ebû Said el-Hudrî'den şöyle rivayet
edilmiştir:

Bir adam Resûlullah (s. a.) cuma günü hutbe irâde ederken mescide girdi. Resûlullah
(s.a.) ona; "iki rekat namaz kıl," dedi. O adam ikinci cuma Resûlullah (s.a.) hutbe
okurken geldi. Resûlullah yine; "iki rekat namaz kıl," dedi. Üçüncü cuma tekrar geldi.



Resûlullah (s. a.); "iki rekat namaz kıl" dedikten sonra (cemaate); "tasaddukta
bulunun" dedi. Onlar da tasaddukta bulundular. Resûlullah (s. a.) ona iki elbise verdi.
Daha sonra Resûlullah (s. a.), yine, "tasaddukta bulunun" dedi. O adam da o iki elbi-
seden birini tasadduk etti. Bunun üzerine Resûlullah (s. a.) şöyle buyurdu:
"Şuna bakın, o mescide kötü bir kılıkta girdi ona dikkat edip tasaddukta bulunmanızı
bekledim. Yapmadınız. Ben "tasaddukta bulunun" dedim. Siz tasaddukta bulundunuz.
Ben de ona iki elbise verdim. Daha sonra yine "tasaddukta bulunun" dedim. Peşinden

D281

o iki elbisesinden birini tasadduk etti. Elbiseni al!" dedi ve onu azarladı.
Bazı Hükümler

1. Kişinin muhtaç olduğu şeyi tasadduk etmesi mekruhtur.

2. Devlet başkanı, kişinin muhtaç olduğu şeyi sadaka olarak verdiğini görürse, onu

P291

geri çevirmelidir.

1676. ...Ebû Hüreyre'den; demiştir ki:
Resûlullah (s. a.):

"Sadakanın en hayırlısı, geride zenginlik bırakan -veya bol maldan verilen- sadakadır.

r3301

Tasadduka, bakmakla yükümlü olduğun kimselerden başla." diye buyurmuştur.
Açıklama

Kişinin malının bir kısmım sadaka olarak verip de ihtiyacına yetecek kadarını
bırakması, 1673 no'lu hadiste de açıklandığı üzere tüm malını verip başkalarına el açıp
yük olmasından daha iyidir.

Bu hadisin râvilerinden birisi, "geride zenginlik bırakan" sözü ile "bol maldan verilen
sadaka" sözünden, hangisini duyduğu hususunda şüphe etmiştir.
"Bakmakla yükümlü olduğun kimselerden başla" sözünden maksat, kişinin, önce
üzerine nafakası vâcib olanların ihtiyaçlarını karşılayıp onları başkalarına muhtaç

£3311

etmemesi ve ondan sonra başkalarına tasaddukta bulunmasını sağlamaktır.
Bazı Hükümler

1. Malın tümünü tasadduk etmek mekruhtur.

2. Nafaka ve benzen konularda önceliğe riayet

edilmesi gerekir. Sıralamada önce kendi nefsi, sonra aile fertleri gelmelidir. Bulûğ
çağma erip de mal ve kazancı olmayan çocukların nafakası konusunda âlimler ihtilâf
etmişlerdir:

a. Bazı âlimlere göre çocukların her durumda nafakaları babalarına aittir.

b. Cumhura göre erkek çocuklar baliğ oluncaya, kız çocuklar da evleninceye kadar
nafakaları babalarına aittir. Ancak bunlardan kötürümlük veya hastalıktan dolayı

T3321

kazanç elde edemeyenlerin nafakaları yine babalarına aittir.



40. Kişinin, Bütün Malını Tasadduk Etme Ruhsatı

1677. ...Ebû Hüreyre'den rivayet edildiğine göre o, şöyle demiştir.Resûlullah (s.a.)'a:

Ya Resûlullah; Hangi sadaka daha faziletlidir? dedim. O (s. a.) da:

"Fakirin gücünün yettiğidir. Bakmakla yükümlü olduğun kimselerden başla" buyurdu.

f3331



Açıklama

Sadakanın daha faziletli oluşundan maksat, sevabının daha çok olmasıdır "cuhd"
kelimesi, imkân ve güç, "el-Mükıll" kelimesi de az malı olan fakir
anlamında .kullanılmıştır.

Sevabı en çok olan sadaka fakirin güç yetirebildiği ve zorlanarak verdiği sadakadır.
Bu sadaka az da olsa zenginin zorlanmadan verdiği çok olan sadakadan daha
sevablıdır. Nitekim Nesâî'nin Ebû Hüreyre (r.a.)'den merfû olarak rivayet etmiş olduğu
bir hadiste şöyle buyuruim aktadır: "Bir dirhem, yüzbin dirhemi geçti." (Oradakiler):
"Nasıl?" dediler. Resûlullah (s.a.):

"Bir adamın iki dirhemi olur da birini tasadduk eder. Bir başka adam malının bir
tarafına gider de ondan yüz bin dirhem alıp onu tasadduk eder" buyurdu.
Böylece Resûlullah (s.a.) iki dirheminden birini tasadduk edenin alacağı sevabın,
geniş servetinin bir ucundan yüz binleri alıp sadaka verenin alacağı sevabı geçeceğini

£3341

bildirmiştir.
Bazı Hükümler

1. Sabırlı çalışkan ve Cenâb-ı Allah'a tevekkül eden kimselerin bütün mallarını
tasadduk etmeleri, mekruh değildir. Ama böyle olmayanların kendilerinin ve
bakmakla yükümlü oldukları kişilerin ihtiyaç duydukları şeyleri, sadaka olarak ver-
meleri mekruhtur. Alimler bu babta geçen hadislerle bir önceki babta geçen hadislerin
aralarım bu şekilde bulmuşlardır.

2. Sabırlı fakirin sadakası az da olsa, zenginin çok olan sadakasından daha faziletlidir.
Çünkü fakir şiddetli ihtiyacına rağmen nefsiyle mücâdele etmiş ve zenginin

r3351

katlanmadığı bir meşakkate katlanmıştır.

1678. ...Eşlem (r.a.)'den; demiştir ki: Ömer b. el-Hattâb'ı şöyle söylerken işittim:
Resûlullah (s.a.) bir gün bize sadaka vermemizi emretti. Bu (emir) bende mal bulunan
bir zamana rastladı. (Kendi kendime) "bir gün Ebû Bekr'i geçersem işte bugün
geçerim" dedim ve malımın yarısını getirdim. Resûlullah (s.a.):
"Ailene ne bıraktın?" dedi. Ben de:

Bu kadarını, dedim. Ebû Bekir de malının hepsini getirdi, sonra Resûlullah (s.a.) O'na:

"Ailene ne bıraktın?" dedi. O da:

Onlara Allah ve Resulünü bıraktım dedi. (O'na);



T3361

Bundan sonra seninle hiçbir şeyde asla yarışmam, dedim.
Açıklama

Hadiste geçen ifâdesindeki edatının nâfıye olma ihtimali olduğu gibi şartiyye olma
ihtimali de vardır. Terceme şartiyye olmasına göre yapılmıştır. Şartın cevâbı mah-zuf
olup makabli ona delâlet etmektedir. Nâfiye oluşuna göre ise, tercemesi şöyle olur:
"Bugün Ebû Bekri geçeyim, (daha önce) hiçbir gün onu geçemedim."
Hadis-i şerifte görüldüğü üzere Ebû Bekir (r.a.)'in bütün malını tasadduk etmesine,
Peygamber (s. a.) karşı çıkmamış, bundan önceki hadislerde geçtiği üzere altın ve
elbiseyi reddettiği gibi Ebû Bekr'in sadakasını reddetmemiştir. Çünkü Resûlullah (s. a.)
onun kuvvetli imanını, güzel sabrını ve Allah'a tevekkülünü biliyordu.
Bu hadis, sıhhati yerinde, akh başında, borçsuz ve varsa bakmakla yükümlü olduğu
kimselerle beraber darlığa sabırlı olan bir kimsenin bütün malını tasadduk etmesinin
caiz olduğuna delâlet etmektedir. Bu şartlardan birisi bulunmazsa, malın tümünü
tasadduk etmek mekruh olur. Müstehap olan, malın üçte birini tasadduk etmektir.
Cumhur, bu görüştedirler. İmam Mâlik ve Evzâî'ye göre, ancak malın üçte birini
tasadduk etmek caizdir. Bütün malını sadaka olarak veren bir kişiye üçte ikisi iade
edilir.

Hadis, sadakanın ve sadakaya teşvik etmenin faziletine, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in

r3371

üstünlüklerine, onların hayır işlemeye düşkünlüklerine delâlet etmektedir.
41. Su Vermenin Fazileti

1679. ...Said' (b. el-Müseyyeb)den rivayet edildiğine göre, Sa'd (b. Ubâde) Peygamber
(s.a.)'e geldi ve O (s.a.)'na:

Hangi sadaka (çeşidi) sana daha sevimlidir? dedi. Resûlullah (s. a.):
r3381

"Sudur" buyurdu.



Açıklama

Burada su hayratı genel olarak zikredilmiştir, ifâde in-san ve hayvanların içmesi,
bitkilerin sulanması ve insanların kullanması için olan her çeşit su hayratını içine
almaktadır.

Bu hadis munkatı'dır. Çünkü Said b. Müseyyeb, Sa'd b. Ubâde'nin zamanına

r3391

yetişmemiştir. Said, Sa'd'm vefat ettiği tarih olan H.15'de doğmuştur.

1680. ...Bir önceki hadisin aynısını Katâde, Said b. Müseyyeb ile Hasan el-Basrî'den

[3401

onlar da Sa'd b. Ubâde'den rivayet etmişlerdir.



Açıklama



Bu hadis de mımkatı'dır. Zira Hasan el-Basrî H. 21 yihnda doğmuştur. Ancak bu
durum, hadisin sıhhatine zarar vermemektedir. Zira Said b, el-Museyyeb olsun, Hasan

[3411

el-Basrî olsun adil olmayandan hadis rivayet etmezler.

1681. ...Sa'd b. Ubâde'den rivayet edildiğine göre O, şöyle demiştir:

Ya Resûlullah! Sa'd'm annesi öldü. Hangi sadaka (çeşidi) daha faziletlidir? Resûlullah
(s.a.):

"Su" buyurdu. Râvi dedi ki:

I342J

Sa'd bir kuyu kazdırdı ve "bu kuyu Sa'd'in annesinin kuyusudur." dedi.
Açıklama

Hadis, su hayratının faziletine, sadakanın ölüye fayda verip savabmm ona
ulaşacağına ve Sa'd b. Ubâde'nin annesine olan hürmet ve güzel muamelesine delâlet
£3431

etmektedir.

1682. ...Ebû Said'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Hangi müslüman elbise ihtiyacı olan başka bir müslümana bir elbise giydirirse, Allah
da ona cennetin yeşil elbiselerinden giydirir. Hangi müslüman aç bir Müslüman
doyurursa, Allah da onu cennet meyvelerinden doyurur. Hangi müslüman susamış bir

13441

müslümana su verirse, Allah da ona (kabı) mühürlü hâlis cennet şarâbı içirir."
Açıklama

Hadiste geçen kelimesinden maksat, elbiseye ihtiyaç duymaktır. hâlis cennet şarâbı ise
mühürlü demektir, kaplarının ağzı mühürlü, sahiplerinden başkası için açılmayan,
içenlerinin, sonunda nefis bir koku gelen değerli cennet şarâbı anlammadır. Hadis-i

[345]

şerifte geçen güzel amellere, teşvik vardır.

42. Faydalanmak Üzere Başkasına Ariyet Vermek

1683. ...Ebû Kebşe es-Selûlî'den; demiştir ki:

Abdullah b. Amr'ı işittim, şöyle diyordu: Resûlullah (s.a.): "Kırk haslet vardır ki
bunların en üstünü (sütünden faydalanmak üzere verilen) keçi ariyetidir. Bunlardan bir
hasleti, -sevabını umarak ve ona va'dedilen şeyi tasdik ederek- işleyen kimseyi, bu

[346]

sayede Allah cennete koyar" buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: Müsedded'in hadisinde Hassan dedi ki: "Keçi ariyetinden başka,
selâm almak, aksırana dua etmek, geçenlere eziyet veren şeyleri yoldan kaldırmak ve

[347]

benzen hasletleri de saydık onbeş haslete varamadık."



Açıklama



Bu hadis, Ebü Davud'a iki yolla ulaşmıştır. Bunlardan biri İbrahim b. Mûsâ, diğeri de
Müsedded'tir. Burada zikredilen lafızlar, müsedded yoluyla gelen hadise ait lâfızlardır.
Bâb'm başında geçen kelimesi, ariyet manasmdadır. Ariyet ise, menfaati başkasına
karşılıksız vermek manasınadır. Buradaki ariyetten maksat, yün veya sütünden bir süre
faydalanıp iade etmek üzere başkasına koyun, keçi, sığır ve deve gibi bir hayvanı
vermektir. Hadiste yalnız keçi zikredilmiştir. Diğerleri de kıyasla aynı hükmü
taşımaktadır. Hatta bunların menfaati daha fazla olduğu için sevabı da daha çok olur.
Resûlullah (s.a.) kırk hasletin ne olduğunu açıklamamıştır. Bunları açıklamaması her
türlü iyi işe teşvik sebebiyledir. Şayet belirtilmiş olsaydı insanlar onları işleyip
diğerlerini terk edebilirlerdi. Bu bakımdan Kadir Gecesi de Ramazan ayı içinde
gizlenmiştir.

Ebû Dâvûd bu hadisin sonunda Müsedded yoluyla gelen rivayetteki fazlalığa işaret
etmiştir. Bu fazlalıkta bildirildiğine göre Hassan, hayırlı işleri saymış, fakat onbeşe
varamamıştır. Onun varamaması başkalarını da varamayacağı anlamına gelmez.
Bazıları bu hasletleri kırktan fazlaya bile çıkarmıştır. Aç bir kimseyi doyurmak,
susamışa su vermek, selâmı önce vermek, sanat öğretmek, ip, ayakkabı bağı ve
benzeri şeyleri vermek, güler yüz göstermek, arkadaşsız olana arkadaşlık etmek,
başkasının üzüntüsünü gidermek, muhtaca yardım etmek, müslümânm kusurunu ört-
mek, meclise sonradan gelene yer vermek, müslümanı sevindirmek, zulme uğrayana
yardım etmek, zâlimi zulümden alıkoymak, iyilik yolunu göstermek, dargınların
arasını düzeltmek, dileniciyi tatlı sözle geri çevirmek, müslümânm namusunu
korumak, ağaç dikmek, iş görmek, hasta ziyaret etmek, tokalaşmak, Allah için
sevişmek, Allah için ziyâretleşmek, Allah için birbiriyle oturmak, Allah için
buğzetmek, nasihat, merhamet ve iyiliği emretmek gibi iyilikler sayılabilir.

IM81

Bu hadis, Allah rızası için her çeşidiyle hayır işlerine teşvik etmektedir.

43. Vekâleten Vereceği Sadakayı Muhafaza Eden Kimsenin Ecri

1684. ...Ebû Musa'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Verilmesi emredilen şeyi (sadakayı) gönül hoşluğuyla emrolunan kişiye (fakire)
eksiksiz, tam olarak verinceye kadar (koruyan) emin kasadar, sadaka veren iki kişiden
[3491

biridir."
Açıklama

Bu hadis-i şerif, başkasının malını koruyup verilmesi gereken yere onu ulaştıran
vekilin, mal sahibi gibi ecir ala-
cağım beyân ediyor. Her ikisinin hadiste mutasaddık (sadaka veren) diye
isimlendirilmesinden bu hüküm çıkarılmaktadır. Bu ifâde verilecek ecrin, mal
sahibinin ecrine denk olmasmı gerektirmez. Asıl maksat, ikisinin de ecre nail
olacaklarını beyân etmektir. Ancak ecre nail olması için vekilde bazı şartların
bulunması lâzımdır. Hadisin Sahih-i Buharî'deki rivayeti de göz önüne alınırsa, bu



şartlar şöyle özetlenebilir:

a. Sadaka vermeye vekil tayin edilmiş olmak,

b. Müslüman olmak,

c. Emin olmak,

d. Emri tamamen yerine getirmiş olmak,

e. Emredilen malı gönül hoşluğu ile vermek.

Hadis, emânetin korunmasına, iyilikte yardımlaşmaya A vekili emre iyi niyetle uymaya
r3501

teşvik ediyor.

44. Kadının Kocasının Evindeki Maldan Sadaka Vermesi (Caîz Midir?)

1685. ...Aişe (r.anhâ)'dan; demiştir ki:
Resülullah (s. a.) şöyle buyurdu:

"Kadın kocasının evinden kötülük kastetmeksizin infak ederse, ona infakm sevabı,
kocasına da kazanmasının sevabı verilir. Hizmetçisine de o kadar sevab verilir.

[351]

Onlardan birisi diğerlerinin sevabını eksiltmez."
Açıklama

Erkeğin kazancından kadının tasarrufta bulunması gerekir. Buradaki rivayette, gerekse
diğer hadis kitaplarındaki rivayetlerde bazı kayıt ve şartlara bağlanmıştır.
Hadiste geçen kötülük kast etmeksizin" kaydından infak edilen şeyin âdeten verilen
şeylerden olması, örfen belirlenmiş miktarları geçmemesi, israf hududuna varmaması,
aile dirliğim bozmaması gibi şartlar anlaşılmaktadır.

Asıl önemli olan da kadın veya hizmetçinin mal sahibinin infaka rızasının olup
olmadığını bilmesidir. Bu bakımdan kadının, kocasına ait maldaki tasarrufunun sahih
olması, erkeğin açıkça veya delâleten iznini bilmesine bağlıdır. Koca ile diğer insanlar
arasında bu bakımdan fark yoktur. Meselâ kadın, örfen verilecek miktarda ve
verilmesi âdet olan bir şeyi vermişse kocanın delâleten izni var sayılır. Eğer örf, kesin
olarak izne delâlet etmiyorsa, kocanın izni şüpheli ise, veya verilen malın benzerleri-
ne, kocanın cimrilik yaptığı bilinir ve onun bu halinden razı olmayacağı anlaşılırsa,
kadının veya başkasının o malı vermesi caiz olmaz. Açıkça mal sahibinin izninin
alınması gerekir.

Hadis, kadın ve hizmetçiyi yukarıda zikredilen şartlar dahilinde dilenciyi boş

[352]

çevirmemeye teşvik ediyor. Bu davranıştan dolayı alınacak ecri bildiriyor.

1686. ...Sa'd'dan rivayet edildiğine göre O, şöyle demiştir:

Resülullah (s. a.) kadınlardan bey'at aldığı zaman Mudar kabilesi kadınlarından olduğu
zannedilen cüsseli bir kadın kalktı ve:

Ey Allah'ın Resulü! Biz babalarımıza ve oğullarımıza yüküz Ebû Dâvûd:
"zannediyorum hadiste "kocalarımıza" ilâvesi de vardır" dedi- onların malından
(izinsiz) bize neler helâl olur? dedi.Resûlullah (s.a.) da:

"Ratb, onu hem yer, hem de hediye edersiniz," buyurdu. Ebû Dâvûd: Ratb, ekmek,
sebze ve yaş hurmadır, dedi. Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi (Süfyan) Sevrî de,



T3531

Yûnus'îan rivayet etmiştir.



Açıklama

Hadis-i şerifte bahsedilen bey'at, Mekke fethedildiği gün yapılmıştır. Ratb, kurunun
zıttı, yaş anlamına gelir. Burada ratbdan maksat, çok dayanmayan ve saklanması
mümkün olmayan meyve, sebze, pişmiş yemek gibi şeylerdir. Ebû Davud'un
açıklamasına göre ratbdan ekmek, sebze ve yaş hurma kast edilmiştir.
Sahibinin izni olmadan kadınların adı geçen şeylerde tasarrufuna, çabuk bozulacakları,
yenmezse çürüyüp atılacakları için izin verilmiştir. Ama kuru olanlar çabuk bozulmaz
ve saklanabilir. Bu sebeble kuru olan meyve ve sebzeler üzerinde tasarruf, sahibinin
izni olmadan caiz değildir.

Ebû Davud'un Siıfyân es-Sevrî'den aynı hadisin rivayet edildiğini belirtmesi hadisin
iki yoldan geldiğini belirterek onu takviye etmek içindir.

Bu hadis, sahabe kadınlarının dinî hükümleri öğrenmeye düşkün olduklarına, babanın
malında çocuğun, çocuğun malından babanın, kocanın malından kadının -eğer o mal
saklanamayacak cinstense- sarih izin almaksızın tasarruf edebileceklerine delâlet eder.
[3541

1687. ...Hemmâ b. Münebbîh dedi ki; Ebû Hureyre'yi şöyle derken işittim:
Resûlullah (s. a.): "Kadın izin almaksızın kocasının kazancından infak ederse, ona

T3551

kocasının ecrinin yarısı vardır," buyurdu.
Açıklama

Bu hadiste geçen izin, sarih izindir. Yani kadın kocasının malından -rızâsına
delâlet eden bir karine olduğu halde ondan açıkça izin almaksızın- infak ederse ondan
ecir alır. Eğer erkeğin rızasında şüphe edilirse, kadın her hangi bir ecir alamadığı gibi
günahkâr da olur. Hadisi "kadın, kocasının bilgisi dışında kendi nafakasına mahsuben
erkeğin malından alır ve onu infak ederse..." diye anlamak da mümkündür. Böylece
erkek, verilen mal kendi kazancından olduğu, kadın da kendi nafakasından verdiği için
ecre nail olur. Böyle bir yorumla bu hadis ve 1688 no'lu hadis cem' edilmiş olur.
Buradaki ecrin yarısı, verilecek sadakadan hâsıl olacak sevabın yarısı anlamına
değildir. Çünkü 1685 no'lu hadiste; "bunlardan birisi, diğerlerinin sevabını eksiltmez"
hükmü yer almıştı. O halde bu hadisteki "ecrin yarısı" ifâdesini, kadın da erkek gibi
ecre hak kazanır, şeklinde te'vil etmek gerekir.

Kirmanı şöyle diyor: (1685 no'lu hadiste geçen) "Bunlardan birisi diğerlerinin sevabını
eksiltmez" hükmü kadının infakı kocasının emri ve sarih izni ile olursa geçerlidir.
Ama bu hadiste olduğu gibi erkeğin emri bulunmaz fakat rızasının bulunduğu samlırsa
onlardan her birine hâsıl olacak ecrin yarısı vardır. Böyle bir te'ville hadis zahirine

f3561

göre anlaşılmış olur.

1688. ...Ata'mn, Ebû Hüreyre'den rivayet ettiğine göre kadının, kocasının evindeki



(maldan) sadaka verip veremeyeceği konusunda o, şöyle demiştir:

Hayır, kadın ancak kendi nafakasından (tasadduk eder) sevap da karı ile koca arasında

ortaktır. Kadının kocasının malından sadaka vermesi, ancak onun izniyle helâl olur.

[3521

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadis Hemmâm'm hadisini zayıflatır.
Açıklama

Ebû Dâvûd her ne kadar bu hadisin daha önce geçen Hemmam hadisini zayıflattığım
söylemışse de orada beyan edildiği üzere hadisler arasında bir tezâd söz konusu
değildir, diyebiliriz. Tezatın varlığını kabul etsek bile, Hemmâm'm hadisi sahih ve
merfu bir hadistir. Buharı ve Müslim, Sahihlerinde tahriç etmişlerdir. Bu hadîs ise,

r3581

mevkûf dur. Hatta bazı Ebû Dâvûd nüshalarında bu son ilâve cümle de yoktur.
45. Sılay-ı Rahim (Akrabaya İyilik Etmek)
1689. ...Enes (r.a.)'den; demiştir ki:

"Siz sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) vermedikçe asla iyiliğe ermiş
olamazsınız," âyeti inince Ebû Talha:

Ya Resûlallah! Galiba Rabbimiz, mallarımızdan bir kısmını (yolunda vermemizi)
istiyor. Sizi şâhid tutarım ki Bârîhâ adındaki yerimi Allah için verdim, dedi.
Resülullah (s. a.) O'na:

"O yeri akrabana ver" buyurdu. Bunun üzerine Ebû Talha, Onu Hassan b. Sabit ile

T3601

Ubeyy b. Ka'b arasında taksim etti.

Ebû Dâv'ûd dedi ki: Bana Muhammed b. Abdullah el-Ensârî'nin şöyle dediği ulaştı:
Ebû Talha (Zeyd b. Sehl b. el-Esved b. Haram b. Amr b. Zeyd Menât b. Adiyy b. Amr
b. Mâlik b. en-Neccâr) ile Hassan (b. Sabit b. el-Münzır b. Haram) üçüncü dedeleri
olan Haram 'da birleşiyorlar.

Ubeyy (b. Ka'b b. Kays b. Atık b. Zeyd b. Mu'âviye b. Amr b. Mâlik b. en-Neccâr' dır).
Böylece Amr, Hassan, Ebû Talha ve Übeyy'i birleştiren atalarıdır. el-Ensârî dedi ki:

1361]

"Ubeyy ile Ebû Talha arasında altı ata vardır."
Açıklama

Ayet-i Kerîmede geçen "el-bîrr" kelimesinden maksat, iyilik ve tam sevaptır. Takva ve
cennet anlamında kullanıldığı da söylenmiştir. Bu kelime aslında çokça hayır yapmak
anlamına gelmektedir. Allah'a nisbet edildiği zaman sevab, kula nisbet edildiği zaman
da taat mânâsma-gelir. Ayrıca bazan doğruluk ve güzel huy mânâsında da
kullanılmaktadır.

"Bârîhâ' " Ebû Talha'mn bahçesinin adıdır. Bu kelime muhtelif şekillerde rivayet
olunmuştur. İbnü'l-Esîr,'onları en-Nihaye fî ğarîbi'l-hadis adlı eserinde Beyrahâ,
Bîrahâ ve Bîruhâ şekillerin de almıştır.
el-Bâcî: "Bunların içinde en fasihi Beyrahâ'dır" demiştir.



Söz konusu bahçenin, Buhârî iie Müslim'in rivayetlerinde Mescid-i Nebevı'mn

karşısında olduğu zikredilmiştir. Nevevî: "Bu yer, Kasr-i Benî Cedîle adıyla bilinir.

Mescid-i Nebevfnin kıblesine düşmektedir," demiştir.

Bu hadis Sahih-i Buhârî ile Sahih-i Müslim'de şöyle geçmektedir:

Enes b. Mâlik' den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

"Ebü Talha Medine'de malı en çok olan Ensârdandı. Onun en sevimli malı da Beyrahâ
bahçesiydi ki, Mecsid-i Nebevî'nin karşısındaydı. Resû-luüah (s. a.) oraya girer ve
içindeki güzel sudan içerdi."

Hadiste geçen "akraba" kelimesinin kapsamında ihtilâf edilmiştir:

Ebu Hanife'ye göre akrabalardan maksat, ana, baba, dede, nine, evlât ve torunlar hariç,

ana veya baba tarafından olan ve evlenilmesi caiz olmayan yakınlardır.

Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ana, baba evlât ve torunlar dışında ana veya baba

tarafından olan -müslüman en uzak ataya kadar- bütün yakınlardır.

Şâfıîlere göre ise, müslüman olsun, kâfir olsun, uzak olsun, yakın olsun, kadın olsun,

erkek olsun, fakir olsun, zengin olsun, varis olsun veya olmasın, evlenilmesi helâl

olsun, haram olsun aynı soydan gelen bütün akrabadır.

Ahmed b. Hanbel bu konuda Şâfiîlerin görüşündedir. Ancak kâfiri istisna etmiştir,
tmam Mâlik ise, "akraba varis olmasalar da asabe olanlardır," demiştir.
Ebû Davud'un hadisin sonundaki açıklaması, Ebû Talha ile Hassan ve Übeyy

1362]

arasındaki yakınlığı beyan etmek içindir.
Bazı Hükümler

1. En sevgili mallardan mfak edilmesine,

2. Hayır yapmak istenilen konularda faziletli ve bilgili kişilerle istişare edilmesinin
müstehap oluşuna,

3. Akrabaya verilen sadakanın başkalarına verilen sadakadan daha faziletli olduğuna,

4. Sarf yeri belirtilmeksizin verilen sadakanın meşruiyetine,

5. Nisâb miktarından fazla bir malı bir kişiye sadaka olarak vermenin caiz olduğuna,
(Çünkü Hassan b. Sabit hissesini yüzbin dirheme Muâviye'ye satmıştır).

6. Ebû Talha'nm Beyrahâ adındaki bahçesini Hassan b. Sabit ve Übeyy b. Ka'b'a
temlik ettiğine, (çünkü temlik etmeyip vakfetseydi, Hassân'm satması caiz olmazdı.)

7. Nafile olan sadakadan zengin birine istemeksizin verilirse onu alabileceğine, (çünkü
Übeyy b. Ka'b, ensarm zenginlerinderidi.)

8. Ebû Talha'nm faziletine ve hayır işlemeye düşkün olduğuna,

9. Sadaka verirken daha yakın akrabanın tercih edilmesinin şart olmadığına, delâlet
eder.

Ayrıca bu hadis imam Mâlik'in kendisine sadaka verilen şahıs, sadakayı kabzetmese
de sadakayı verenin "tasadduk ettim" sözüyle sadakanın onun .mülkiyy etinden
çıkacağı yani sadakanın geçerli olması için kabzın şart olmadığı görüşüne delildir.
Diğer imamlara göre kendisine verilen şahıs sadakayı kabzetmedikçe ona mâlik
D631

olmaz.

1690. ...Peygamber (s.a.)'in hanımı Meymûne'den rivayet edildiğine göre şöyle
demiştir;



Bir cariyem vardı O'nu âzadettim. Peygamber (s. a.) yanıma girdi. O'na bunu haber
verdim. Bunun üzerine şöyle buyurdu:

"Allah sana ecrini versin.. Gerçekten sen onu dayılarına verseydin, savabm daha büyük
£3641

olurdu."
Açıklama

Hadis-i şerîf akrabaya yapılan hibenin köle âzad etmekten daha efdal olduğuna delâlet
eder. Tirraizî, Ahmed b. Hanbel ve Nesâî'nin tahriç ettikleri şu hadis de bu mânâyı
te'yid eder:

"Fakire verilen sadaka sadece bir sadakadır. Akrabaya verilen sadaka hem sadaka,
hem de akrabayı gözetmedir."

Ancak bu hüküm mutlak değildir. Peygamber (s.a.)'in beyânlarına göre akrabaya
yapılan hibenin köle âzad etmekten evlâ olması, akrabanın hizmetçiye muhtaç
olmasına bağlıdır.Akrabanm ihtiyacı yoksa köle âzad etmek, akrabaya hibe etmekten
daha evlâdır. Çünkü Peygamber (s. a.) Tirmizî ve İbn Mâce'nin tahric ettikleri bir
hadiste şöyle buyurmuştur: "Kim müslüman bir köleyi âzad ederse Allah cinsiyet
uzvuna varıncaya kadar kölenin her uzvuna karşılık onun bir uzvunu cehennemden
âzad eder."

Bu hadis kadının kendi malından kocasının izni olmaksızın infak edebileceğine,
akrabalara iyilik yapmanın faziletine, annenin akrabasına saygı gösterip önem vermek

D651

gerektiğine delâlet eder.

1691. ...Ebû Hüreyre'den; demiştir ki:

Peygamber (s. a.) sadaka verilmesini emretti de bir adam:

Ya Resûllellah, yanımda bir dinar var, dedi. Resûlullah (s. a.): "Onu kendine tasadduk
et (harca)" dedi. Adam:

Yanımda bir dinar daha var, dedi. Resûlullah (s. a.): "Onu da çocuğuna tasadduk et
(harca)" dedi. Adam:

Yanımda bir dinar daha var, dedi. Resûlullah (s. a.): "Onu da hanımına tasadduk et
(harca)" dedi. Adam:

Yanımda bir dinar daha var, dedi. Resûlullah (s. a.): "Onu da hizmetçine tasadduk et"
dedi. Adam:

Yanımda bir dinar dahal var, dedi. Resûlullah (s. a.): "(Sadaka verme usûlünü sana

[3661

açıkladıktan sonra) sen (durumunu) daha iyi bilirsin." buyurdu.
Açıklama

Resûlullah (s. a.) tasadduk konusunda önce kişinin kendi nefsini zikretmiştir. Çünkü
insana en yakın yine kendisidir ve kendi ihtiyacı başkalarmmkinden önce gelir. Diğer
akrabaya nisbetle babaya en yakın olduğu ve nafakaya şiddetli ihtiyacı bulunduğu için
ikinci sırada çocuğu zikretti. Daha sonra zevce ve hizmetçi zikredilmiştir. Bu hadis
kendi ihtiyacından ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin nafakasından artan maldan
sadaka vermeye teşvik etmektedir. Ayrıca çocuğun nafakasının zevceden önce,



zevcenin nafakasının da hizmetçinin nafakasından önce geldiğine ve yakınların kendi
aralarındaki derecelere göre sadakaya başkalarından daha lâyık olduklarına delâlet
13671

eder.

1692. ...Abdullah b. Amr'den; demiştir ki: Resûlullah (s. a.) şöyle buyurdu:

D681

"Bakmakla yükümlü olduğu kimseleri ihmal etmesi, kişiye günâh olarak yeter."
Açıklama

Peygamber (s. a.), "bakmakla yükümlü olduğu kişilerin nafakasından fazla malı
olmadığı halde ecre nail olmak

için malım tasadduk eder ve bu yüzden onları ihmal ederse, sevap değil günah
kazanır" demek istemiştir. Hadis-i şerifi şöyle anlamak da mümkündür: Kişinin
bakmak zorunda olduğu kimselere nafakalarım vermeyip onların zayi olmalarına
sebeb olması ona günah olarak kâfidir. Müslim'in başka bir tankla tahrîc ettiği şu hadis
de bu mânâyı te'yid etmektedir: Hay seme b. Abdurrahman şöyle dedi:
Biz Abdullah b. Amr ile oturuyorduk. Onun hazinedarı geldi ve (yanımıza) girdi.
Abdullah b. Amr:

Kölelere nafakalarını verdim mi?" dedi. O da:
Hayır (vermedim), dedi. Abdullah b. Amr:

Git onlara (nafakalarını) ver. Resûlullah (s. a.): "Kişiye, sahip olduğu kimselere
nafakasını vermemesi günah olarak yeter" buyurmuştur, dedi.

Bu hadis, bakmakla yükümlü olduğu kişilerin nafakasını tasadduk etmekten

13691

sakmdırmakta ve böyle yapanların günahının büyüklüğüne işaret etmektedir.

1693. ...Enes (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s. a.):

"Kimi rızkının genişletilmesi ve Ömrünün uzatılması sevindirirse, akrabasına iyilik
r3701

yapsın" buyurdu.
Açıklama

Hadiste geçen iyilik (sıla) mümkün olabilen iyilikleri yapmak, güç nisbetinde
uzaklaştırılması mümkün olan kötülükleri de uzaklaştırmaktır.

Alimler sıla-i rahim yapılması gereken akrabalık sının konusunda değişik görüşler ileri
sürmüşlerdir:

Bazıları "birisi kadın diğeri erkek kabul edildiğinde evlenmeleri caiz olmayan
yakınlıktaki akrabadır" demişlerdir. Buna göre amca, hala, dayı ve teyze çocukları
sıla-i rahmi gereken akrabalardan değildir.

Diğer bazılarına göre "varis olan akrabaya sıla-i rahim yapılması gerekir" demişlerdir.

Çünkü Sahih-i Müslim'de Ebû Hüreyre'den rivayet edilen bir hadiste şöyle

buyurulmaktadır:

Bir adam Resûlullah (s.a.)'a:

Ey Allah'ın Resulü! İnsanlardan kimin beraberliğine daha çok hakkı var? dedi.



Resûlullah (s. a.):

"Annenin, sonra annenin, sonra annenin sonra babanın daha sonra da sana en .yakın
olanın hakkı vardır" buyurdu.

Bu konudaki üçüncü bir görüş ise, "vâris olsun olmasın akraba olan herkese sıla-i
rahim yapılması" şeklindedir. Yine Sahih-i Müslim'de Abdullah b. Ömer'den .rivayet
edildiğine göre Peygamber (s. a.):

"İyiliğin en faziletlisi, kişinin, babasının sevdiklerine sıla yapmasıdır" buyur, muştur.
Kurtubî'ye göre sıla-i rahim yapılması gerekenler iki kısımdır:

1. Genel mânâda sıla-i rahim yapılması gereken kişiler: Bunlar dinen yakın olan
kimselerdir. Birbirlerini sevmeli, birbirlerine âdil ve samimi davranmalı ve birbirlerine
karşı vâcib ve müstehab olan hakları yerine getirmelidirler.

2. Özel mânâda sıla-i rahim yapılması gereken kişiler: Bunlar da neseben yakın
olan kimselerdir. Bunlara daha fazla iyilik yapmak, hallerini sormak ve küçük
kusurlarını görmemezlikten gelmek lâzımdır.

Hadiste geçen "ömrün uzatılması" ifâdesi, Kur'an-ı Kerim'deki "ecelleri geldiği zaman

[3711

bir saat ne geri bırakılırlar, ne öne alınırlar" âyet-i kerimesine ters düşmez. Şöyle
ki hadiste geçen ömrün uzatılması, süre olarak uzatma değildir. Kulu ibâdete ve
günahlardan kaçınmaya muvaffak kılarak ömrü bereketlendirmekten kinayedir. Böyle
bir kimse ölümünden sonra hayırla yâd edilir. Öldükten sonra geride bırakılan
faydalanılan ilim, devam eden sadaka ve salih bir evlâd da hayırla yâd edilmeye vesile
olan şeyler bu türdendir. Böyle bir kimse sanki ölmemiş gibidir. Bu mânâ, hadisin
zahirine uygundur. et-Tîbî de bunu tercih etmiştir. Çünkü "Eser" bir şeyin peşinden
gelen şeye denir. Bu bakımdan "ömrün uzatılmasının", ölümün arkasından gelen
hayırla anılmaya hamledilmesi uygun olur. Nitekim bu mânayı teyid eden başka
hadisler de vardır. Taberânî el-Mu'ce-mil-û Kebir'de şu hadisi tahrîc etmiştir: "Eceli
geldiği zaman Allah hiçbir nefsi geciktirmez. Ömrün artması sadece salih bir nesildir."
İbn Fûrek bu görüşü benimsemiş ve şöyle demiştir: "Ömrün artmasından maksat,
iyilik yapanın başına gelecek musibetlerin def edilmesidir."

İbnu'l-Kayyım'm ed-Dâ\ve'd-Devâ' adlı kitabında şöyle denilmektedir: "Ömür, zikir ve
ibâdetle kulun Allah'a kalben yöneldiği süredir. Kalb ne zaman Allah'tan yüz çevirir,
günahlarla meşgul olursa, ömür zayi edilmiş demektir. Buna göre hadisteki "ömrün
uzatılması" ifadesi, Allah, o kulun kalbini kendi zikriyle ve vakitlerini kendine ibadet
ve taatle mâmur kılar, demek olur."

Hadiste geçen ömrün uzatılmasını hakîki mânâsında da anlamak mümkündür. Bu da
ömür işlerine bakan meleğin ilmine göredir. Yukarıda geçen âyet-i kerimede Cenab-ı
Allah'ın ilmi nazar-ı itibara alınmıştır. Meselâ meleğe şöyle denebilir: Falanın ömrü
sıla-i rahim yaparsa seksen sene, sıla-ı rahim yapmazsa elli senedir. Allah katında
onun sıla-ı rahim yapıp yapmayacağı malum olduğuna göre Allah'ın ilmine nazaran
herhangi bir değişiklik yoktur. Eksiklik veya fazlalık meleğin ilmine göre olur. "Allah

D721

dilediğini siler, dilediğini bırakır. Ana kitap O'nun karındadır." âyet-i
kerimesinde buna işaret vardır. Allah ilminde olan Ana Kitap, Levh-i Mah-fuz'da
kesinlikle değişiklik ve silme olmaz. İşte bu kitaptakine "kaza-i mübrem," meleğin
yanında olana da "kaza-ı muallak" denir.

Bu konudaki diğer bir görüş de şudur: Her insanın iki ömrü vardır:
1. Ölümle sona eren dünya ömrü,



2. Ba'sü ba'de-l-mevt ile sona eren berzah ömrü.

Birinci ömrün başlangıcı doğum, ikinci ömrün başlangıcı ise, ölümdür. İki ömrün
toplamı sınırlıdır, artmaz ve eksilmez. Allah'a itaat edip sıla-i rahim yapan kimsenin
dünya ömrü artar, berzah ömrü eksilir. Sıla-i rahim yapmayanın dünya ömrü azalır,
berzah ömrü artar.

Hadis-i şerîf, sıla-i rahim yapılmasına teşvik etmekte ve bunun, ömrün

r3731

bereketlenmesine vesile olacağım beyân etmektedir.

1694. ...Abdurrahman b. Avf (r.a.) demiştir ki: Resûllah (s.a.)'ı şöyle buyururken
işittim: "-Allah buyurdu ki: "Ben Rahmanım, o (akrabalık) da rahimdir. Ona kendi
ismimden bir isim verdim. Kim ona iyilik yaparsa, ben de ona iyilik yaparım, kim ona

[3741 "

iyilik yapmayı terk ederse bende ona iyiliği terk ederim."
Açıklama

Rahman ismi, rahmet kökünden türemiştir. Rahmet ise, iyilik yapmayı gerektiren kalb
inceliğidir. Bu mana Cenab-ı Allah'a uygun gelmediği için bunun gereği olan "çok
merhametli" mânâsı kast edilmiştir. Rahim ise, akrabalık manasınadır. Rahim,
Rahman'm rahmetinin eserlerinden birisidir. Allah, akrabalık haklarını gözetene ve
akrabasına iyilik yapanlara her iki dünyada iyilik ve İkram yapacağını beyan ediyor.
Bunun aksine hareket edilmesi halinde de Cenab-ı Allah, onları rahmetinden mahrum
bırakacağını bildiriyor. Bir kimse, akrabasına zararı dokunmasa bile, onlara iyilik
yapmamakla sıla-i rahmi terk etmiş olur.

Hadis Allah'ın çeşitli ihsan ve ikramına sebeb olan sıla-i rahme teşvik etmekte, bunun
aksine olan davranışların gazab-ı ilâhiye sebeb olduğundan onlardan kaçınmaya
çağırmakta ve Allah'ın Rahman isminin rahmetten türemiş arapça bir isim olduğuna
13751

delâlet etmektedir.

1695. ...Abdurrahman b. Avf dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.)'den

[3761

yukarıdaki hadisin mânâsında bir hadis işitmiştir.
Açıklama

Ebû Seleme'nin adı İsmail veya Abdullah'tır. Abdurrahman b. Avf in oğludur. Ebû
Seleme onun künyesidir. Bu

rivayet Ebû Seleme'nin bu hadisi babasından değil, er-Reddâd el-Leysfden aldığını
r3771

göstermektedir.

1696. ...Cübeyr b. Mut'im'den merfu olarak rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.):

r3781

"Akrabalık alakasını kesen, cennete giremez" buyurmuştur.



Açıklama



Cennete giremeyecek olan sebepsiz yere ve haram olduğunu bildiği halde akraba
ile ilişkiyi kesmeyi mubah

gören kimsedir. Böyle bir kimse -Allah korusun- kâfir olacağından ebedî cehennemde
kalır. Yoksa günah işleyen cennete girmekten mahrum edilmez. Veya "Cennete
giremez" demek, ilk girenlerle birlikte cennete giremez. Hak ettiği kadar

D791

geciktirildikten sonra girer anlamındadır.

1697. ...Abdullah b. Amr (r.a.)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s. a.) şöyle buyurdu:
"Sıla-i rahim yapan kimse, (akrabasından gördüğü iyiliğe) karşılık veren kimse

D 801

değildir. O, akrabası kendisine iyiliği kestiği zaman onlara iyilik yapandır."
Açıklama

Bu hadisi Süfyân es-Sevrî üç kişiden almıştır. Bunlar Süleyman b. Mihrân el-A'meş,
Hasan b. Amr ve Fıtır b. Halife'dir. Hadisi, Süfyan es-Sevrî, Süleyman b. Mihrân
tarikinden mevkuf, Fıtr ile Hasan tarikinden merfu olarak almıştır.
Hadiste geçen "sı!a-i rahim yapan" ifâdesi, kâmil mânâda sıla-i rahim yapan
anlammadır. Yoksa akrabasından gördüğü iyiliğe karşılık iyilik yapan da aslında sıla-i
rahim yapmıştır. İnsanlar bu konuda üç dereceye ayrılır:

a. Sıla-i Rahim yapan

b. Karşılık gözeterek sıla-i rahim yapan

c. Sıla-i rahim yapmayan

Birincisi, karşılık gözetmeksizin, kendisi akrabasından iyilik görmediği halde onlara
iyilik yapan kimsedir.

İkincisi akrabasından gördüğü iyilik kadar onlara iyilik yapan kimsedir.

Üçüncüsü ise, akrabasından iyilik gören fakat kendisi onlara iyilik yapmayan

kimsedir.

Karşılık verme, iyilik mukabilinde iyilik yapmak şeklinde olabileceği gibi karşılıklı
iyiliği terketmek suretiyle de olur. İkinci durumda iyilik yapmayı önce terk edene
"kâtı 1 " buna karşılık daha sonra iyiliği kesene de "mukâfi' " denir.
Hadis kendisine kötülük yapanlara iyilik yapmaya teşvike ve gördüğü iyiliğe karşılık
iyilik yapan kimsenin kâmil mânâda sıla-i rahim yapmış olmayacağına delâlet
13811

etmektedir.
46. Cimrilik

1698. ...Abdullah b. Amr (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s. a.) bir hitabesinde şöyle
buyurdu:

"Cimrilikten sakının, çünkü sizden öncekiler cimrilik sebebiyle helak oldular. Cimrilik
onları, vermemeye şevketti de vermediler, akrabaya iyiliği kesmeye şevketti de

D821

kestiler, (mal toplamak için) günah işlemeye sevk etti de günah işlediler."



Açıklama



Hadiste geçen helâkla ilgili birkaç görüş vardır:

1. Buradaki helâk, uhreyî hdâk olabilir. Çünkü bu helâk, hadisin sonunda zikredilen
günahları ve benzerlerini işleme sonucu meydana gelmektedir.

2. Dünyevî helak olabilir. Müslim'in Câbir (r.a.)'den rivayet ettiği bir hadis buna
delâlet etmektedir: Resûlullah (s.a.)i "Zulümden sakının, çünkü zulüm kıyamet
gününde karanlıklardır. Cimrilikten de sakının zira o sizden Öncekileri helak etti.
Kanlarını dökmeye ve haramlarını helâl saymaya şevketti." buyurdu.

3. Hem dünyevi hem de uhrevî, her iki helak olabilir. Bu üçüncü ihtimal daha
uygundur. Zira cimriliğin sebebi, mal sevgisi ve malla ulaşılan nefsânî arzulardır.
Çaresi azla yetinmek, takdir-i ilâhiye sabretmek, sık sık ölümü hatırlamak, emsalinin
mal toplarken nasıl didinip sonra onu dünyada bırakıp gittiğini ve âhirette sadece
Allah yolunda harcanan malın fayda verdiğini göz önüne getirmektir. Hadis

r3831

cimrilikten ve malı hayır yollarına harcamamaktan sakmdırmaktadır.

1699. ...Esma bint Ebî Bekr (r.anhâ); demiştir ki, Resûlullah (s.a.)'a dedim ki:

Ya Resûlldlah! Benim, (kocam) Zübeyr'in evine getirdiğinden başka hiç bir şeyim
yok, ondan vereyim mi? Resûlullah (s. a.):

[3841

"Ver, saklama, yoksa senden de saklanır." buyurdu.
Açıklama

Hadiste geçen verme, israfa varmaksızın verilmesi âdet olan şeyin verilmesidir. Belki
de Peygamber (s. a.) Esmâ'-ya kocasının izninden bahsetmeksizin "ver'* demesi,
Zübeyr'in cömertliğini ve Esma'nm vereceği şeye ses çıkarmayacağını bilmesinden

r3851

dolayıdır. Esmâ'ya -daha önceki hadislerde geçtiği gibi- "kötülük kastetmeksizin
ver" dememesi, onun dindarlığını, yerli yerince infakta bulunacağını bildiği içindir.
Hattâbî'nin beyân ettiği üçüncü bir yorum daha vardır. O da ev sahibi evine bir şey
getirirse, âdeten bunun tasarrufu evin hanımına bırakılmış olur. Ev hanımı vakti
gelince yeteri kadar infak eder veya ilerisi için saklar. Buna göre Resûlullah (s.a.),
Esmâ'ya; "tasarrufu sana bırakılan bir şey olursa, ihtiyaç miktarını bıraktıktan sonra

[3861

artanı tasadduk et. saklama" demiş olur.

1700. ...Abdullah b. Ebî Müleyke'den rivayet edildiğine göre Âişe (r.anhâ), Resûlullah
(s.a.)'a bazı fakirlerden söz etti.

Ebû Dâvûd dedi ki: Veya Abdullah b. Ebî Müleyke'den başkalarının rivayetine göre
"bazı sadakalardan söz etti" Resûllah (s.a.) ona:

T3871

"Ver, sayma, yoksa sana da sayıyla verilir" buyurdu.



Açıklama



Resûlullah (s. a.) Aişe (r.anhâ)'ya verdiğin sadakaları sayma, sayarsan sana çok gelir ve
çok gördüğün için infakı kesersin. Allah da senin rızkını daraltır, demek istemiştir.
Hadis-i şerif, bir önceki hadis gibi cimrilikten sakmdırmakta ve cömertliğe teşvik
etmektedir. Zira cömertlik rızık kapılarının açılmasına, cimrilik de rızkın daralmasına
[3881

sebeb olur.



m

el-Bakara (2), 110.

m

et-Tevbe (9), 103.



el-Meâric (70) 24-25.

£41

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/89-91.

[51

Buhârî, zekât, 1, 40; İ'tisam 2; istitâbetû'l-mürteddîn 3; Müslim, iman 32; Tirmizî, iman 1; Nesaî, zekât 3; Ahmed b. Hanbel, 1-19, 48; 1 1-529.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/91-92.

m

et-Tevbe (9), 103.

[21

Buhârî, iman 17, salât 28, i'tisam 2, 28; Ebu Dâvud, cihad 95; Tirmizî, iman 2, tefsirü sureti 88; Nesâî, cihâd 1, tahrim 1, iman, 15; İbn Mâce,
mukaddime 9, fıten 1; Ahmed b. Hanbel, I-II, 78, 1 1-314, 345, 377, 423, III-199, 224, IV-9, V-246; Dârimî, siyer 10.

m

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/92-96.

[21

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/96-98.

rıoı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/98.

Llil

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/98.

£121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/99.

[İH

Buhârî, zekât, 32, 42, 56; Müslim, zekât 3,5-7; Tirmizî, zekât 7; Nesâî, zekât 5, 10, 18, 22-24; İbn Mace, zekât, 6; Dârimi, zekât 11; Muvatta, zekât
1,2; Ahmed b. Hanbel, II, 402.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/99.
[141

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/100-104.

[151

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/104-105.

[161

İbn Mâce, zekât 20; Dârimî, zekât 11; Ahmed b. Hanbel, 1 1 1-59.

ri7i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/105.

um

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/105-109.

[191

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/109.

[201

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/1 10.

HU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/1 10.

[221

Hadisi kütüb-i sitte müelliflerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/110-111.
[23J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/111.

[241

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/111.

[251

Dârekutnî, Sünen II, 128
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/111-112.



[261

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/1 12-113.

[2H

Nesâî, zekât 19; Tirmizî, zekât 12; Ahmed b. Hanbel, 1 1-178, 204, 208; VI-452, 453, 455, 461.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/1 14.
[281

et-Tevbe (9), 34.

[291

Dârekutnî, Sünen, II, 107.

[M

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/114-115.

[3H

Dârekutnî, Sünen, II, 105; Beyhâkf es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 140; Hâkim, el-Müstedrek, I, 390.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/1 16.
[321

et-Tevbe (9), 34.

[331

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/1 16.

[341

Hakim, el-Müstedrek, I, 390.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/116-117.
[35J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/117-118.

[36J

Ahmed b. Hanbel, IV- 171.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/118.
[371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/1 18-119.

[381

Buhârî, zekat 38; Nesâî, zekât 5, 10; Ibn Mace, zekât 10; Ahmed b. Hanbel, I, 1 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/1 19-123.
[391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/123-132.

[401

el-A'raf(7), 158.

[İH

bk. el-Menhel, IX, 152.

[421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/133-136.

[431

Tinnizî, zekât 4; Ibn Mâce, zekât 9; Ahmed b. Hanbel, 11-15; V-216;

[441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/136-138.

[45J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/138-139.

[461

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/139.

[471

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/140.

[481

Kütüb-i sltte müelliflerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/140-142.
[491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/142-146.

[M

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/146.

[511

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/146-147.

[521

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/147-149.
[531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/149-153.

[541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/153-154.

[551

Ahmed b. Hanbel, 1-148.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/154-155.
[561

el-En'âm(6), 141

[571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/155-158.



[581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/158.

[59]

Tirmizî, zekât 3; Nesâî, zekât 18; İbn Mâce, zekât 4, 15; Muvaatta, zekât 39-40, 'cihad 2 1 ; Ahmed b. Hanbel, 1-18, 92, 113, 121, 132, 145.

[601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/158-159.

[611

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/159-161.

[621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/161.

[631

Nesâî, zekât 4, 7; Ahmed b. Hanbel, V-2, 4; Dârimî, Zekât 36; Hâkim, el-Müstedrek, I, 398; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 1 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/161-162.
1641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/162-163.

[65J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/163.

[661

Tirmizî, zekât 5; Nesaî, zekât 8; Ahmed b. Hanbel IV-341.

[671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları

[681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları

[691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları

[701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları

[221

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları

OH

Nesâî, zekât 12, Ahmed b. Hanbel, IV-3 15;

LZH

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları

[25J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları

[26J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları

[221

İbn Mâce, zekât 11, Dârimî zekât 8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/170.

L7J1

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/170.

[221

Nesâî, zekât 15.

1801

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/170-172.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/172-173.

[821

Kütüb-i sİtte müelliflerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/173-174.
[83J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/174-175.

[841

Ahmed b. Hanbel,- V- 142.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/175-177.
[851

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/177.

[86J

Buhârî, zekât I; Müslim, iman 29; Tirmizî, zekât 6; Nesaî, zekât 1, 46; İb"n Mâce, zekât I; Ahmet b. Hanbel 1-233; Dârimî, zekât 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/178.
[821

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/178-182.

İM

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/182-183.

[891

Tirmizî, zekât 19; ibn Mâce, zekât 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/183.
[901

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/183-184.



Kütüb-i sitte içinde sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.



: 6/163-164.
: 6/164.
: 6/164.
: 6/164-165.
: 6/165.
: 6/165.

: 6/166-167.
: 6/167-169.
: 6/169.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/184-185.
[92]

Hakkında bilgi için bk. İbnu'l-Esir, Üsdu'l-gâbe, I, 229-230; Ibn Hacer, el-lsâbe, I, 149.

[931

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/185.

[941

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/186.

[961

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/186.

[921

Beyhaki, es-Sünnenu'l-kübrâ, IV, 114

[981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/186-187.

[921

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/187-188.

rıooı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/188.

rıon

Cerir b. Abdillah e)-Becelî. Ashabın ileri gelenlerindendir. Yüz ve huy güzelliğiyle meşhurdur. Hatta "bu ümmetin Yusuf u" diye tanımlanmıştır.
Herkesle sulh üzere olmaya Hz.Peygamber'e söz vermiştir. Belki de bu sebeple Hz.Ali ve Muavi'ye arasındaki olaylarda hiç bir tarafı iltizam
etmemiştir. Yuz kadar hadis rivayet etmiştir. Bunlardan sekizi Buhari ve Müslim tarafından müştereken rivayet edilmiştir. Ayrıca Buhari ile Muslım,de
altı hadisini tahric etmiştir. H.51'de vefat etmiştir. (Bilgi için bk. tbn Sa'd, Tabakât, VI, 22; Buhârî, et-Târîhu'l -kebir, Iİ, 211; tbn Ebî Hatim, el-Cerh
ve't-ta'dil, II, 502; îbnu'J-Esir, Üsdü'l-ğâbe I, 333; Zehebi, Siyeru a'lamı'n-nubelâ, II, 530-537; îbn Hacer, el-İsâbe, I, 232; Tehzibu't-Tehzib, II, 73-75;
lbnu'1-İmâd, ŞezerâtıTz-zeheb, I, 57, 58.)
[102]

Müslim, zekât 29; Nesâî, zekât 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/188-189.
[103]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/189.

[1041

Buhârî, zekât 64; Müslim, zekât 176; Nesaî, zekât 13; tbn Mâce, zekât 8; Ahmed b. Hanbel, IV-353-355, 381, 383.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/189-190.

no5i

et-Tevbe (9), 103.

11061

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/190-192.

[107]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/192-194.

11081

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/194-196.

[1091

Ebû Dâvûd, cihâd 63; Tirmizî, nikâh 30; Nesaî, nikâh 60; Ahmed b. Hanbel, 1 1-180, 215, 216; III-162, 197; IV-429, 439, 443.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/196-197.

n ıoı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/197.

[111]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/197-198.

LÜ21

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/198.

n i3i

Buhârî, zekât 59,cihâdl37; Müslim, hibe I, 3; Nesâî, zekât 100; ibn Mâce, sadakat 2; Muvatta', zekât 50; Ahmed b. Hanbel, 1-40, 1 1-55, 103.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/198-199.

rı i4i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/199-200.

n ısı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/200.

LU61

Müslim, zekât 10; Dârekutnî Sünen, II, 107, 127; Beyhakî, es-Sünnenii' 1 -kübrâ, IV, 117.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/200-201.

[illi

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/201.

n ısı

Buhârî, zekât 45, 46; Müslim, zekât 8, 9; Tirmizî, zekât 8; Nesaî, zekât, 16, 17; Ibn Mâce, zekât 15; Dârimî, zekât 10; Muvatta' Zekât, 37; Ahmed
b. Hanbel, 1 1-242, 249, 254, 279, 410, 420, 432, 454, 469, 477.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/202.
[119]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/202.

11201

Buhârî, zekât 55; Tirmizî, zekât 14, Nesâî, zekât 25; tbn Mâce, zekât 17; Ahmed b. Hanbel, 1-145; III-341, 353; V-233.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/202-203.
[İHI

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/203.



[122]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/204-205.

ri231

Müslim, zekât 7; Nesaî zekât 25 , Ahmed b. Hanbel, III-341, Dârekutnî, es-Sünen II, 130.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/205.
[124]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/205.

[125]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/205-206.

[1261

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/206.

[1271

lbn Mâce, zekât 16; Hâkim, el-Müstedrek, I, 388; Dârekutnî, es-Sünen, II, 100.

11281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/206-207.

11291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/207.

fl301

Nesaî, zekât 29; Dârekutnî, es-Sünen, IV, 238.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/208.
[131]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/208-210.

H321

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/210.
H331

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/210-21 1.

[1341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/2 1 1 .

[1351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/2 1 1 .

[1361

Attâb b. Esîd b. Ebî'l-Leys b. Ümeyye b. Abdi Şems, Ebu Abdurrahman el-Emevî el Mekkî, sahâbîdir. Resûlullah (s.a.)'den hadis rivayet
etmiştir. Kendisinden de Atâ b. Ebi Rebâh, Said b. Ebî Akreb ve el-Müseyyeb b. Said rivayette bulunmuştur. Peygamber (s. a.) Mekke'nin fethedildiği
sene Huneyn savaşma çıkarken onu Mekke'ye vali tayin etmiş ve o günden Hz.Ebû Bekir (r.a.)'m vefatına kadar bu görevde kalmıştır. Hz. Ebu Bekir
(r.a.) vefat ettiği gün o da vefat etmiştir. Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce onun hadislerini rivayet etmişlerdir. (Bilgi için bk. İbn Sa'd, Taba-kât,
V, 446; Ibnu'1-Esir, ÜsdüT-ğâbe, III, 556; ibn Hacer, el-İsâbe, II, 451)
[137]

Tirmizî, zekât 17; Nesaî, zekât 100; İbn Mâce, zekât, 18, Dârekutnî, es-Sünen, II, 132.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/21 1-212.
[1381

bk. 1 596 no'lu hadisin açıklaması.

[1391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/212-214.

[1401

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/214.

[HU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/214.

[1421

Tirmizî, zekât 17, Nesaî, zekât 26; Ahmed b. Hanbel, III, 448; IV, 2,3.

[1431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/214-215.

H441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/215-216.

[1451

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/216.

[1461

Abdullah b. Revâha b. Sa'lebe b. İmfii'l-Kays b. Amr el-Ensârî el-Mahzûmî, ilk mus-lumanlardandır. Akabe bey'atında bulunmuş, Bedir ve diğer
savaşlara katılmış, değerli şâir ve komutan bir zattır. H. VIII. yılda Mute savaşında şehit olmuştur. Bilgi için bk. İbn Sa'd Tabakât, III, 525; 612; Ebû
Nuaym, Hilyetu'1-evl iyâ 1, 118-121; lbnu'1-Esîr, ÜsdüT-ğabe, III, 234; Zehebi, Siyera a'lami'n-nubelâ I, 230-242; ibn Hacer, el-Ishâbe, II, 306;
Te'zîbu't-Tenzib, V, 212.
11471

Ahmed b. Hanbel, VI- 163.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/216.
[148]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/216-217.

[1491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/217.

[1501

Dârekutnî, es-Sunen, II, 130; Hakim, el-Mustedrek, II, 284.

[MU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/217-218.

£152]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/218.



[153]

Nesaî, zekât 27; İbn Mâce, zekât 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/218-219.
[154]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/219.

[155]

ibn Mâce, zekât 21; Hâkim, el-Mustedrek, I, 409.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/219-220.
[156]

Nesaî, zekât 35; İbn Mâce, zekât 21.

[1571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/220-222.

ri581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/222.

[1591

Buharı, zekât 70; Müslim, zekât 22; Tirmizî, zekât 36; Nesâî, zekât 45.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/222-223.
[160]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/223-224.

ri6iı

Buhârî, zekât 71; Müslim, zekât 12, 13; Tirmizî, zekât 35; Nesaî, zekât 33; ibn Mace, zekât 21; Ahmed b. Hanbel, II, 102, 137; Darimî, zekât 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/224.
11621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/224-226.

[163]

Buharı, zekât 70; Müslim, zekât 12, 13, 22, 23; Nesaî, zekât 33.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/226.
[164]

Buhârî, zekât 78; Müslim, zekât 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/227.
11651

Nasâî, zekât 4 1 .

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/227-228.
11661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/228.

11671

Buharî, zekât 77; Mushm, zekât 14, 15; Tirmizî, zekât 35; Nesaî, zekât 31.

[168]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/228.

[169]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/228.

[1701

Buhârî, zekât 73, 75; Müslim, zekât 18; Tirmizî, zekât 35; Nesaî, zekât 38; îbn Mace, zekât 21; Ahmed b. Hanbel, 11 1-23.

[171]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/228-230.

ri721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/230-23 1 .

[1731

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/231.

[1741

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/231-232.

[1751

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/232.

[1761

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/232-234.

[177]

Ahmed b. Hanbel, V, 432, Darekutnî, es-Sünen, II, 148, 150.

[1781

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/234.

[1791

Havâic-i asliyye: Ev, ev eşyası, hizmetçi, binit, kışlık ve yazlık elbiseleri gibi zaruri olan hayatî ihtiyaçlarla, kitap, silâh ve san'at âletleri gibi
meslekî ihtiyaçlardır.
[180]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/235-236.

[1811

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/236.

£1821

Dârekutnî, es-Sünen, II, 148; Hâkim, el-Müstedrek, EH, 279.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/236-237.
11831

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/237.

11841

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/237-238.



[185]

Nesâî, zekât 36.

[186]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/238-239.

[187]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/239.

11881

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/239.

[189]

Buhârî, zekât 49; Müslim, zekât 1 1; Nesâî, zekât 15; Ahmed b. Hanbel, II, 322, Dare-kutnî, es-Sünen, II, 123.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/239-240.
[190]

et-Tevbe (9), 74.

11911

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/240-242.

H921

el-Menhel IX, 244.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/242.
[193]

Tirmizî, zekât 37; İbn Mâce, zekât 7; Ahmed b. Hanbel, I- 104; Dârimî, zekât 12; Dârekutnî, es-Sünen, II, 123; Hâkim, el-Mustedrek, III, 332;
Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 111.
T 1941

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/242-243.

[195]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/243-244.

[1961

İbn Mâce, zekât 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/244.
11971

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/244-246.

11981

Tirmizî, zekât 22; Nesaî, zekât 87; tbn Mâce, zekât 26; Ahmed, b. Hanbel, ı, 388, 441; IV-181.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/246-247.
11991

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/247-248.

12001

Nesâî, zekât 90.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/248-249.
[201]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/249.

12021

Nesâî, zekât 89; Ahmed b. Hanbel III, 7, 9; IV, 36; V, 430.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/250.
12031

Ahmed b. Hanbel, IV, 181.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/250-252.
12041

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/252.

12051

bk. Ahmed b. Hanbel, IV, 169.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/253.
[206]

et-Tevbe (9), 60.

12071

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/253.

12081

Buhan, zekât 53; Müslim, zekât 101; Nesaî, zekât 76; Ahmed b. Hanbel, I, 384, 446; II, 260, 316, 445, 506.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/253-254.
12091

el-Bakara (2), 271.

[210]

el-Hac. (22), 79.

[2111

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/254-257.

[2121

Nesaî, zekât 76.

[2131

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/257-258.

[2141

ez-Zâriyat(51), 19.

[2151

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/258.

[2161

Nesâî, zekât 91; Ahmed b. Hanbel, IV, 224; V, 290, 362.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/259.

mu

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/259.

mm

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/259-260.

1219]

Tirmizî, zekât 23; Nesâî, zekât 90; İbn Mâce, zekât 26; Ahmed b. Hanbel, II, 164, 192, 377; V, 375; Dârimî, zekât 15; Darekutnî, es-Simen, II,
118; Hâkim, el-Müstedrek, I, 407.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/260-261.
r2201

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/261-262.

[221]

Muvatta, zekât 29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/262.
f2221

et-Tevbe (9), 60.

T2231

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/263-264.

[224]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/265.

[225]

Yani Atâ b. Yesâr.

12261

İbn Mace, zekât 27; Ahmed b. Hanbel, III, 56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/265.
[2271

Ahmed b. Hanbel, III, 97.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/266.
12281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/266.

[229]

Buhârî, diyât 22, ahkâm 38, kasâme 2-6; Müslim, kasâme 1-6; Ebû Dâvûd, dİyâ 4521; Tirmizî, diyât 22; Nesâî, kasâme 3-5; ibn Mâce, diyât 28;
Ahmed b. Hanbel IV, 32, 142.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/267.
r2301

Müslim, kasâme 6.

[23ü

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/267-269.

T2321

Concordance'da bu baba numara verilmemiştir.

[2331

Tirmizî, zekâi 38; Nesâî, zekât 93.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/269.
[2341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/270.

[235J

Müslim, zekât 109; Nesaî, zekât 80, Darimî, zekât 36; ibn Hıbbân, Sahih, V, 168.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/270-271.
[2361

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/271.

[2371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/271.

[2381

Tirmizî, büyü 10; Nesâî, büyü' 22; İbn Mâce, ticarât 25; Ahmed b. Hanbel, III, 1 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/272-273.
[2391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/273-274.

[2401

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/274.

[2İU

Müslim, zekât 108; Nesaî, salât 5: ibn Mâce, cihâd 41.

[2421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/274-275.

[2431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/275.

[2441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/276.

[2451

Nesaî, Zekât 86.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/276.
[2461

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/276.

[2471

Buharî, zekât 18, 50; Müslim, zekât 124; Tirmizî, birr 77; Nesaî, zekât 85; Ahmed b. Hanbel, III, 12, 44, 93, 403.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/276-277 '.
[248]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/277.

[2491

Tirmizî, zühd 18; Ahmed b. Hanbel, I, 407, 442.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/277-278.
[250]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/278.

[25J1

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/278.

[2521

Nesaî, zekât 84.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/278.
[2531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/279.

[2541

Buhârî, ahkâm 17; Müslim, zekât 1 12; Nesaî, zekât 94; Ahmed b. Hanbel, I, 52.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/279.
[2551

bk. 1655 no'lu hadis.

[256J

el-Mâide (5), 42.

12571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/279-281.

[2581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/281.

[2591

Buhârî, zekât 18; vesâyâ9: Rikâk II; Müslim, zekât 94; Nesaî, zekât 52; Ahmet b. Hanbel, II, 4, 98, 319; III, 330.

[2601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/281-282.

[2611

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/282.

[2621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/282.

[2631

Ahmed b. Hanbel, I, 446; IV, 137.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/282.
[2641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/282-283.

[2651

Tirmİzî, zekât 25, Nesaî, zekât 97; Ahmed b. Hanbel, VI, 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/283-284.
[2661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/284.

[2671

Müslim, zekât 168.

[2681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/284-285.

[2691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/285.

[2701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/285.

um

Buharı, buyu, 4, lukata 6; Müslim, zekât 164; Ahmed b. Hanbel II, 317; III, 132, 193, 292.

r2721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/285-286.

[273J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/286.

[2741

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/286.

[275J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/286.

[276J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/286-287.

[2771

Buharı, zekât 61, 62. hibe 7; Müslim, zekât 170; Nesaî, zekât 99; Ahmed b. Hanbel, III, 117, 180, VI 115, 191.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/287.
[2781

Velâ: Köle azadından dolayı doğan bir miras hakkıdır.

[2791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/287.

f2801

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/288.



mu

Müslim, sıyâm 157; Tirmizî, zekât 31; Ahmedb. Hanbel V, 349, 351, 361.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/288.
[282]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/288.

f2831

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/289.
[2841

el-Mâûn(107), 7.

T2851

el-Keşşâf. IV, 806.

T2861

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/289.

[287]

Müslim, zekât 26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/289-291.
f2881

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/291.

[289]

Müslim, zekât 24.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/291.
12901

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/291-292.

[291]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/292.

[292]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/292.

12931

Müslim, zekât 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/292-293.
[294]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/293.

[295]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/293.

[2961

Müslim, lukata 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/293-294.
12971

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/294.

[298]

et-Tevbe (9), 33.

T2991

Hâkim, el-Müstedrek, I, 409.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/294-295.
[300]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/295-296.

[30U

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/296.

[302]

Hz. Hüseyin, H.61 yılında Kerbelâ'da Yezîd'in emriyle kendisini ve beraberindekileri muhasara eden askerler eliyle şehıd edildi. (Bilgi için bk.
Buhârî, et-Tarihu'l-kebir, II, 381; Hatib, Tarihu Bağdad, I, 141; îbnu' 1 -Esir, Üsdülğâbe II, 18; Zehebi, Siyeru a'lfımı'n-nubelfı, III, 280-321; tbn Hacer,
el-lsâbe, I, 332; Tehzibu't-Tehzîb, II, 345; Ibnu'1-lmad, ŞecerâtıTz-zeheb, I, 66.
T3031

Ahmedb. Hanbel, 1,201.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/296.
[3041

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/296-297.

[305]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/297.

r3061

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/297.

[3071

Ümmü Büceyd (r.anhâ)'m adı, Havva bint Yezld b. es-Seken el Ensâriyye'dir. Ondan Abdurrahman b. Büceyd rivayette bulunmuştur. Peygamber
(s.a.)'e bey'at eden kadınlardandı. Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî hadislerini tahric etmişlerdir- (Bilgi için bk. İbnu'l-Esîr, ÜsdüT-ğâbe, VIII, 305; İbn
Hacer, el-tsâbe,)V, 277).
T3081

Tirmizî, zekât 29; Nesâî, zekât 70; Ahmed b. Hanbel, VI, 383.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/297-298.
[309]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/298.

[310]

Buharî, edeb 7-8; Müslim, zekât 49.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/298-299.



ram

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/299.

[312]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/299.

r31 31

Ahmed b. Hanbel, III, 480-48 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/299-300.
[3141

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/300-301.

rai 5i

Abdurrahman b. Ebî Bekr, Hz. Âişe (r.anha)'nm öz kardeşidir. Mekke fethinden Önce müslümân olmuştur. Câhüiyye devrinde adı Abduluzza idî.
Hz. Peygamber (s. a.), ona Abdurrahman adını vermiştir. Hz. Peygamber (s. a.) ile babası Hz. Ebû Bekir (r.a.)'den hadis rivayetinde bulunmuştur.
Hicretin 54. yılında vefat etmiştir. (Bilgi için bk. İbnu'l-Esir, Üsdül-ğâbe, III, 466; Zehebi, Siyera alamıl 'n-nubelâ, II, 471-473; İbn Hacer, el-lsâbe, II,
407)
13161

Müslim, fedâilu's-sahâbe 12; zekât 87.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/301-302.

rai 7i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/302.

rai sı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/302.

rai 9i

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/303.
[320]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/303.

[321]

Nesâî, zekât 72; Ahmed b. Hanbel, I, 250; II, 68, 99, 127.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/303-304.
[322]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/304.

f3231

Hâkim, el-Müstedrek, I, 413.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/305-306.
[324]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/306.

[325]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/306.

[326]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/306.

[3271

Nesâî, zekât 55.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/306-307.
f3281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/307.

[3291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/307.

r3301

Buhârî, zekât 18, nafakât 2; Müslim, zekât 95; Nesâî, zekât 53, 60; Dârimî, zekât 21, 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/308.
13311

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/308.

[3321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/308.

13331

Nesâî, zekât 49; Darimî, salât 135; Ahmed b. Hanbel, II, 357; III, 412; V, 178, 179, 265.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/309.
[3341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/309.

[335J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/310.

[3361

Tirmizî, menâkıb, 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/3 10-3 1 1 .
[3371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/3 1 1 .

[3381

Nesâî, vesâyâ 1; ibn Mâce, edeb 8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/31 1-312.
13391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/312.

13401

Nesâî, vesâyâ 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/3 12.



[341]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/312.

[342]

Nesâî, vesâya 9; İbn Mâce, edeb 8; Ahmed b. Hanbel, V, 285; VI, 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/312-313.
[343]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/313.

[344]

Tirmizî, kıyâme 18; Ahmed b. Hanel, III, 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/3 13.
[3451

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/313-314.

[3461

Buhârî, hibe 35; Ahmea b. Hanbel, II, 160.

T3471

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/314.

[348J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/315.

[3421

Buhârî, icâre I, vekâlet 16; Müslim, zekât 79; Nesâî, zekât, 57, 67; Ahmed b. Han-bel, IV, 394.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/315-316.
r3501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/316.

[35ü

Buharî, zekât 17, büyü 12; Müslim,'-?ekât 80; Tirmizî, zekât 34; İbn Mâce, ticâret 65; Ahmed b- Hanbel, VI, 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/317.
[3521

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/317-318.

[353J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/318.

[3541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/318-319.

[3551

Buhârî, nafakat 5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/3 19.
[3561

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/319-320.

[3571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/320.

[3581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/320.

[3591

Âl-i îmran (3), 92.

T3601

Buhârî, vesâyâ 10; Müslim, zekât 43; Tirmizî, Tefsirü Sûre İ|5; Nesâî, ihbâs 2; Ahmed b'. Hanbel, III, 184, 262, 285.

[36U

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/320-322.

[3621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/322-323.

[363J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/323.

[3641

Buhârî, hibe 15; Müslim, zekât 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/323-324.
[3651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/324.

[3661

Nesâî, zekât 54; Dârimî, rikâk 53; Ahmed b. Hanbel, III, 251, 471.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/324-325.
[3671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/325.

13681

Ahmed b. Hanbel, II, 160, 193, 195.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/325.
[3691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/325-326.

[3701

Buhârî, büyü' 12-13; Müslim, bin 20-2 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/326.
[3711

el-A'râf (7), 34.

T3721

er-Ra'd(13), 39.



[373]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/326-328.

1374]

Tirmizî, birr 9; Ahmed b. Hanbel, I, 191, 194; II, 498.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/328-329.
[375]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/329.

13761

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/329.

[3771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/329.

0781

Buhârî, edeb 11; Müslim, birr 18; Tirmizî, birr 10; Ahmed b. Hanbel, III, 14; IV, 80, 83, 84,399.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/330.
[3791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/330.

r3801

Buhârî, edeb 15; Tirmizî, birr 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/330.
[381]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/330-33 1.

[3821

Hakim, el-Mustedrek, I, 415.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/33 1-332.
[3831

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/332.

[3841

Buharı, zekât 21; Tirmizî, birr 40; Nesâî, zekât 62; Ahmed b. Hanbel VI, 344, 354.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/332.
[3851

Bkz. 1685-1688 no'lu hadisler.

T3861

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/333.

[3871

Buhârî, zekât 21; Hibe 15; Müslim, zekât 88-89; Nesâî, zekât 62; Ahmed b. Hanbel, VI, 71, 108, 345, 346, 352, 354.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/333.
f3881

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/333.