بَابٌ فِي الْإِكْسَالِ

: : هذه القراءةُ حاسوبية، وما زالت قيدُ الضبطِ والتطوير،   

بَابٌ فِي الْإِكْسَالِ

: هذه القراءةُ حاسوبية، وما زالت قيدُ الضبطِ والتطوير،  

: : هذه القراءةُ حاسوبية، وما زالت قيدُ الضبطِ والتطوير،   

196 حَدَّثَنَا أَحْمَدُ بْنُ صَالِحٍ ، حَدَّثَنَا ابْنُ وَهْبٍ ، أَخْبَرَنِي عَمْرٌو يَعْنِي ابْنَ الْحَارِثِ ، عَنِ ابْنِ شِهَابٍ ، حَدَّثَنِي بَعْضُ ، مَنْ أَرْضَي ، أَنَّ سَهْلَ بْنَ سَعْدٍ السَّاعِدِيَّ ، أَخْبَرَهُ ، أَنَّ أُبَيَّ بْنَ كَعْبٍ ، أَخْبَرَهُ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ : إِنَّمَا جُعِلَ ذَلِكَ رُخْصَةً لِلنَّاسِ فِي أَوَّلِ الْإِسْلَامِ لِقِلَّةِ الثِّيَابِ ، ثُمَّ أَمَرَ بِالْغُسْلِ ، وَنَهَى عَنْ ذَلِكَ ، قَالَ أَبُو دَاوُدَ : يَعْنِي الْمَاءَ مِنَ المَاءِ

: هذه القراءةُ حاسوبية، وما زالت قيدُ الضبطِ والتطوير،  

it contains greasiness.

(214).Übeyy b. Ka'b şöyle haber vermiştir;

"Rasûlullah (s. a.) İslâm'ın ilk yıllarında elbisenin azlığından dolayı inzâlsiz cima
neticesinde insanlara yıkanmamayı bir ruhsat kıldı. Daha sonra ise guslü emretti.
r2861

Ruhastı kaldırdı."

Ebû Dâvud şöyle der; Übeyy, bununla; "Sudan dolayı suyu" kasdetmiştir. (Bu da

r2871

meninin gelmesinden dolayı guslün gerektiğini ifâde etmektedir.)
Açıklama

Übeyy (r.a.)'in haberinden anlaşıldığına göre, İslâm'ın ilk devirlerinde, müslümanlar
fakir, elbiseleri az olduğu için, sık sık yıkanmaktan dolayı bir zarara uğramamaları
bakımından, meni gelmediği müddetçe cinsi temastan dolayı bir ruhsat ve kolaylık
olarak gusül emredilmemişti. Bazı rivayetlerde ( ) "Elbiseler" kelimesinin yerine ( )
"Sebat" sözü kullanılmıştır. Buna göre, müslümanlar henüz İslâm'a yeni girdikleri için
dînî emirlere olan sebatları azdı. Bu yüzden kendilerini İslâm'a ısındırmak ve kolaylık
göstermek bakımından menî gelmeyen temastan dolayı gusül gerekmiyordu; anlamı
çıkar.

İhtimal ki Übeyy, sonraları bu meselenin konuşulup, o şekilde fetva verildiğini
duymuş ve onun İslâm'ın ilk zamanlarına mahsus bir ruhsat olduğunu,şimdi ise
hükmün değişip menî gelmese bile sünnet mahallerinin birbirine temasından dolayı
guslün vacip olduğunu anlatmak istemiştir.

Hadîs, ister menî gelsin, ister gelmesin mutlak manada cinsi temasın, guslü
gerektirdiğine işaret etmektedir. Ancak ulemâ bu meselede ihtilâf etmiştir.
Ebû Eyyûb el-Ensârî, Ebsû Sâ'ıd el-Hudrî, İbn Mes'ûd, Sa'd b, Ebî Vakkâs, Übeyy b.
Kâ'b, Râfî b. Hadîc, Zeyd b. Hâlid, Atâ b. Ebî Rebâh, Ebû Seleme, Süleyman el-A'meş
ve Zahirîlere göre, menî gelmeden, cinsî münâsebet guslü gerektirmez. Bunlar
Müslim'in, Ebû Sa'îd el-Hudrî'den, Buhârî'nin, Hâlid el-Cühenî'den ve Tahâvî'nin Ebû
Hureyre'den rivayet ettikleri hadîslere istinad etmişlerdir ki,bu hadisler guslün ancak
menî gelmesinden dolayı farz olduğuna işaret etmektedirler.

Nevevî, Müslim Şerhi'nde, "bilmiş ol ki, bugün müslümanlar, menî gelmese bile,
mücerret temasdan dolayı guslün farz olduğunda ittifak etmişlerdir. Ashaptan bazıları,
menî olmadan guslün farz olmadığı görüşünde idiler. Onlardan bir kısmı
görüşlerinden döndü ve icmâ meydana geldi..." demektedir.

Cumhur, biraz sonra gelecek olan 216. hadîs ile, Buhârî ve Müslim'in Ebû
Hureyre'den, Müslim'in Hz. Aişe'den ve Tahâvî'nin Ebû Sâlih'den rivayet ettikleri ve
"menî gelmese bile temastan dolayı guslün farz olduğunu"

ifade eden hadîslere dayanmışlardır. Bunlar, evvelki hadîslerin guslü emreden
hadislerle neshedildiğini söylemektedirler.



İbn Abbâs, Guslün şart olmasını meninin gelmesine bağlamanın ihtilâmla ilgili
olduğunu söyler.

Subülü's- Selâm' da bu konuda şunlar söylenmektedir; "Hadîs-i şerif nesh hususunda
açıktır. Nesh olmasa bile bu hadîs ( ) "Su sudandır" hadîsine tercih edilir. Çünkü,
bu "mantûk" öbürü "mefhûm" dur.

"Usül-ü fıkıhta, mantûk mefhûm üzerine tercih edilir. Ayet-i kerîme de bu mantûk'u
desteklemektedir. Mâide Sûresinin 6. ayetinde ( ) "Cünup olursanız tertemiz
paklanınız" buyuruluyor. İmam Şafiî der ki; "Arap dili, cenabet kelimesinin hakikat
olarak cinsî münâsebet mânâsına gelmesini gerektirir, isterse, menî çıkmasın. Çünkü,
birisine, filanca falan kadından cünup oldu deseler, meni inmese bile hemen, o kadın
ile cinsî münâsebette bulunduğunu anlar. Bu suretle sadece içeriye girmenin guslü

r2881 r2891

icâp etmesi babında kitab ile Sünnet birbirini desteklemiş oluyor."
Bazı Hükümler

1. Sünnet mahallî girdikten sonra, menî gelmese bile gusul farzdır.

2. Guslün, meninin gelmesine bağlı olduğu hükmü İslâm'ın ilk dönemlerine mahsustu,
sonradan nesh edildi.

3. Şer'î hükümlerin bazıları bazılarını nesh eder.

4. Sünnetin Sünnetle neshi caizdir.

: : هذه القراءةُ حاسوبية، وما زالت قيدُ الضبطِ والتطوير،   

197 حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ مِهْرَانَ الْبَزَّازُ الرَّازِيُّ ، حَدَّثَنَا مُبَشِّرٌ الْحَلَبِيُّ ، عَنْ مُحَمَّدٍ أَبِي غَسَّانَ ، عَنْ أَبِي حَازِمٍ ، عَنْ سَهْلِ بْنِ سَعْدٍ ، حَدَّثَنِي أُبَيُّ بْنُ كَعْبٍ ، أَنَّ الْفُتْيَا الَّتِي كَانُوا يَفْتُونَ ، أَنَّ الْمَاءَ مِنَ المَاءِ ، كَانَتْ رُخْصَةً رَخَّصَهَا رَسُولُ اللَّهِ فِي بَدْءِ الْإِسْلَامِ ، ثُمَّ أَمَرَ بِالِاغْتِسَالِ بَعْدُ

: هذه القراءةُ حاسوبية، وما زالت قيدُ الضبطِ والتطوير،  

The Messenger of Allah (ﷺ) drank some milk and he did not rinse his mouth nor did he perform ablution, and he offered the prayer.

(215).Sehl b.Sa'd (r.a.) Übeyy b. Kâ'b (r.a.)'m kendisine şöyle dediğini haber verdi:
"Suyun sudan (guslün meniden) olduğuna dâir sahâbîlerin verdiği fetva, İslâm'ın ilk
günlerinde Rasûlullah'ın tanıdığı bir ruhsattı. Rasûlullah, sonraları (menî gelmese bile

f2901 [291]

temastan dolayı) yıkanmayı emretti."
Açıklama

Bu Hadîs-i şerif de bir evvelki hadîsin hemen hemen aynısıdır. Ancak, bu hadîs-i şerîf
de evvelkinden farklı olarak, ruhsatın niçin verildiği tâyin edilmemiş, fazla olarak da
Ashâb-ı Kirâm'dan bazılannm o ruhsata uygun olarak fetva verdikleri kaydedilmiştir.
Menî gelmediği takdirde guslün îcâp etmediğine dâir fetva veren sanayilerin isimleri
önceki hadîste belirtilmiştir. Mes'ele hakkında tafsilât için o hadîsin şerhine müracaat
edilmelidir.

216.. ..Ebû Hureyre (r.a.) Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir; "Erkek,
kadının dört dalı (kollan ve bacakları) arasına oturur, (erkek) sünnet mahallini,
(kadının) sünnet mahalline bitiştirirse (inzal vuku bulsun, bulmasın) gusül vacip
f2921 f2931

olur."
Açıklama

Hadîste geçen "Şu'ab" kelimesi "Şu'be "kelimesinin çoğuludur. İbnu'l-Esîrln
bildirdiğine göre; herşeyin bir kısmı ve parçası demektir. Buradaki "Şu'be"den ne



kasdedildiği ulemâ arasında ihtilaflıdır. Bazılarına göre bunlar» kollarla bacaklardır.
Nitekim, "Şuab" kelimesi "Misbâh" isimli eserde ifâde edildiği gibi "Şu'be"
kelimesinin çoğulu olup ağacın gövdesinden sarkan dalları manâsına, teşbih yoluyla
da kadının kol ve bacakları manâsına gelmektedir. Bu teşbihten maksat cimâ'dır.
Diğer bazıları "şuab"uı ayaklarla uyluklar olduğunu söylemişlerdir. Kadı İyâz'a göre;
bundan murat kadının dört tarafı, yani kollarıyla bacaklarıdır. Bununla, kinaye
suretiyle cinsî münâsebet kasdedilmiştir. Yani cinsî münâsebete niyetlenir ve âletini
sünnet yeri kayboluncaya kadar idhal ederse menî gelmese bile gusül vacip olmuş
olur.

Tirmizî, bu hükmün, ulemânın ekserisinin görüşü olduğunu söyler.

Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Âişe (Radıyallâhü anhüm) gibi büyük sahâbîler,

Süfyân-ı Sevrî, Şafiî, Ahmed İshâk ve Hanefîler bu görüştedirler.

Şafiî olan îmam Nevevî bu mevzuda şunları söylemektedir;

"Ashabımız (şafıî âlimler) şöyle demiştir; Kesinlikle yasak olmasına rağmen Haşefe,
kadın veya erkeğin dübüründe, bir hayvanın dübür veya fercinde kaybolursa yine
gusül vacip olur. Bu durumda kendi ile temas edilen insan ölü veya diri, büyük veya
küçük, isteyerek veya istemiyerek, bilerek veya unutarak olması âletinin sert olup
olmaması veya sünnetli ya da sün-netsiz olması hükmü değiştirmez. Bütün bu
pozisyonlarda fail ve mefûle gusül lâzımdır. Yalnız taraflardan birisi çocuksa,
mükellef olmadığı için ona gusül lâzım gelmez. Fakat onun için de "cünüp oldu"
denir. Eğer mümeyyiz ise, velîsinin ona abdesti emrettiği gibi guslü de emretmesi
gerekir..."

Nevevî'nin ifâdeleri aslında Şafiî Mezhebi'nin görüşleri olmakla beraber, bir çok
hususta diğer mezheplerin de görüşlerini yansıtmaktadır. Farklı olarak Mâliki ve
Hanbelîler, küçük kızla temas hâlinde, çocuk müştehat olmadığı takdirde meninin
inmesini şart koşmuşlardır.

Hanefilere göre de hayvana veya ölüye temas hâlinde guslün farz olması için meninin
inmesi şarttır. Aletin bez gibi bir şeye sarılmış vaziyette temas edilmesi hâlinde, fercin
hareketi hissedilir ve lezzet alınırsa, menî gelmese de gusül farz olur. Aksi halde menî

f2941

gelmeden farz olmamakla beraber ihtiyata binâen uygun olanı guslün lüzumudur.
Bazı Hükümler

1. Haşefenin girmesi halinde, menî inmese bile hem fail hem de mef,ul için gusletmek
farz olur.

2. Anlatılması güç olan bazı hususların kinaye yoluyla anlatılması caizdir.

3. Sarahaten anlatılmasına gerek duyulan şeylerin açıkça anlatılabileceğine işaret
vardır.

217.. ..Ebû Sa'îd el-Hudrî'den Rasûlullah (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir;

r2951 \296]

"Su (yıkanma) sudan (meniden) dir." Ebû Seleme de böyle yapardı.
Açıklama

Hadîste, guslün lüzumunun, meninin inmesine bağlı olduğu ifâde edilmektedir. Ancak



bu, yukarıda da işaret edildiği gibi İslâm'ın ilk zamanlarına mahsus bir ruhsattı,
bilâhare neshedildi.

İbn Abbâs, bunun neshedilmediği, bununla muradın rüyada ihtilâm olmak olduğu
görüşüne sahiptir. Ancak hadîs-i şerifin sevk edildiği bahis cima ile alâkalıdır.
Müslim'in Ebû Sa'îd el-Hudrî'den rivayet ettiği şu hadîs, bu hükmün cima ile ilgili
olduğunu tereddüde meydan vermeyecek şekilde ortaya koymaktadır
Hadis şöyledir: "Pazartesi günü Rasûlullah aleyhisselâm'Ia birlikte Kubâ'ya (gitmek
üzere yola) çıktım. Beni Sâlim(in bulunduğu yer)e vardığımız zaman, Rasûlullah
Itbân'm kapısı önünde durarak ona seslendi. İtbân esvabını sürükleyerek çıktı.
Rasûlullah (s. a.): "Adam'a acele ettirdik" buyurdu.

Itbân; "Yâ Rasûiellah ne buyurursun, bir adam karısı ile cima hâlinde iken acele
ettirilir de meni indirmezse ona ne lâzım gelir" dedi. Rasûlullah (s.a.); "Su ancak

f2971

sudan dolayı icâp eder" buyurdular.

İbn Abbâs'm bu hâdiseden haberi olmaması ve bu yüzden; "Suyun ancak sudan dolayı

T2981

lâzım olacağı" hükmünü ihtilâmla alâkalı sayması muhtemeldir.

84. Cünüp Olan Kişinin (Yıkanmadan) Tekrar Cima Etmesi

218....Enes b. Mâlik (r.a.)'dan rivayet edilmiştir: "Rasûlullah (s.a.) bir gün (bütün)

r2991

hammlarıyla (cinsî) temasta bulundu ve (en sonunda) bir kere gusül abdesti aldı."
Ebû Dâvûd dedi ki; Bunu, Hişâm b. Zeyd, Enes'den; Mâ'mer de Kaiâde vâsıtası
ileEnes'ten; Salih b. Ebi'l-Ahdar Zührî'den, hepside Enes tankıyla Rasûlullah 'tan

DOOl

(böylece) rivayet ettiler.
Açıklama

BuhârFnin bir rivayetinde o gün Rasûlullah (s.a.)'in dokuz, başka bir rivayetinde de
onbir hanımı bulunduğu beyan ediliyor. Bir başka görüşe göre de dokuz hanımı, iki de
cariyesinin olduğu ifâde edilmektedir.

Rasûluüah'm karı koca muamelesinde bulunduğu hanımları şunlardır;
Hz. Hadîce, Şevde, Âişe, Hafsa, Ümmü Seleme, Hind, Çüveyriye, Zeyneb bint Cahş,
Zeynep bint Huzeyme, Reyhâne, (Rasûlullah bunu esir almış sonra âzad edip Hicretin
altıncı senesinde onunla evlenmiştir), Ümmü Habîbe, Remle bint Ebî Süfyan, Safıyye,
Meymûne, Fa'tıma bint Dahhâk, Esma bint Nûman'dır.

Ayrıca nikahlayıp da karı koca muamelesinde bulunmadığı hanımları da olmuştur.
Buhârî Şârihi Aynî, Efendimizin nikahladığı hanımların sayısının yirmi sekize
vardığını söyler. Tabiî bunların hepsi aynı anda nikâhı altında bulunmuş değildir.
Peygamber Efendimizin çok evlilik yapmasının birçok hikmetleri vardır. Ailevî
münâsebetlere âit ahkâmın tesbit ve yayılması, kimsesiz kalan hanımların himâyesi,
devletin gücünü muhafaza ve İslâm'ın yayılmasını temîne yardımcı olması bakımından
devrinin ileri gelenleri ile akrabalık kurma, çok evlenmenin Araplar arasında bir
fazilet ve medh vesilesi sayılması, ehl-ü ıyâlin çokluğunun kişiyi Rabbisi ile meşgul
olmaktan alıkoymaması gerektiğinin gösterilmesi bu hikmetlerdendir.



Rasûlullah (s.a.)'in çok hanımla evlenmesi dünya zevkine düşkünlüğünden dolayı
değildir. Eğer öyle olsaydı daha İslâmı tebliğe ilk başladığı günlerde Müşriklerin,
İslâm dâvasını bırakması şartıyla Mekke'nin en güzel kızlarını teklif etmelerini kabul
eder, çok evliliğin âdet olduğu bir devirde elli yaşma kadar tek kadınla yetinmezdi.
Nesâî ve Hâkim'in Enes'ten rivayet ettikleri bir hadîste; "Sizin dünyanızdan bana
kadın ve güzel koku sevdirildi, gözümün sürüm namazda kılındı" buyurarak namazı
hepsinden üstün tuttuğunu ortaya koymuştur.

Üzerinde durduğumuz hadîs-i şerifdeki "Tavaf (dolaşmak)"tan murat cinsî
münâsebettir. Buhârî'nin rivayetinde Katâde'nin: "Enes'e; "Rasûlullah aleyhisselâm
buna dayanabiliyor muydu?" dedim. Biz aramızda, "Ona otuz erkek kuvveti
verildiğini konuşurduk" cevâbım verdi" demesi de bunu gösterir.
Rasûlullah (s.a.)'in bir gusülle bütün hanımlarını dolaşmasının birkaç veçhe ihtimâli
vardır. Şöyle ki;

1. Bunu, seferden geldiği zaman yapmıştır. Çünkü o zaman, "Kasm" denilen, zevceler
arasında adalete riâyet lâzım değildir, peygamber (a. s.) sefere çıkacağı zaman
hanımları arasında kur'a çektirir, kur'a hangisine çıkarsa beraberine onu alırdı.
Döndüğü zaman "kasm"e yine başlardı. Fakat başlarken bu hakta bütün hanımları eşit
olduğu için hiçbirini tercih etmez, bir defada hepsinin yanma uğrar kasm'e ondan
sonra başlardı.

2. Birden dolaşma mes'elesi, hanımlarının rızası ile olmuştur.

3. Mühelleb'e göre bu iş zevceleri arasında kur'a çektirerek sefere çıkacağı gün
olmuştur. Çünkü kur'adan sonra kasm'e riâyet lâzım değildir.

Ancak bu te'viller Rasûlullah (s.a.)e zevceleri arasında devam üzre müsâvâta riâyet
farzdır diyenlere göredir ki, ekseri ulemânın kavli budur.

Ona kasm vacip değildir, diyenlere göre Hadîs-i te'vile hacet yoktur. Ebû Bekr İbnu'l-
Arabî diyor ki, "Allah, nikâh konusunda bazı şeyleri Peygamberine tahsis
buyurmuştur. Onlardan biri de kendisine bir saat tahsis etmesidir. O vakitte
zevcelerinin onun üzerinde hakkı yoktur. Onların hepsinin yanma girer, kendilerine
dilediği muameleyi yapar, sonra nevbet sırası hangisinirise ona döner .Müslim'in
Kitabında İbn Abbâs'tan rivayet edilen bir hadîste bu saatin ikindiden sonra olduğu
bildirilmektedir.

Rasûlullah (s.a.)'in zevcelerini bir gusülle fakat ayrı ayrı abdest alarak tavaf etmiş
olması muhtemeldir. Yahutta abdest almadan bir gusülle hepsini dolaşmış ve bunun da

13011

caiz olduğunu göstermek istemiştir.

Ebû Davûd'da 220 numarada gelecek olan hadîs Efendimizin aralarda abdest aldığını
[302]

bildirmektedir.
Bazı Hükümler

1. Temas edilen kadm ister aynı, ister ayrı ayrı olsun iki temas arasında gusul şart
değildir. Ancak gusletmek

müstehaptır.

2. Cenabetten dolayı hemen yıkanmak lâzım değildir. Fakat namaz vaktini daraltmaya
meydan verilmemelidir.

3. Güç yetmesi hâlinde temasın çokluğu mekruh değildir.



4. Adaletle hareket edileceğine emin olunduğu takdirde dörde kadar evlenmeye

T3031

dinimiz ruhsat vermiştir.

85. (Cinsî) Temastan Sonra Tekrar Temasta Bulunmak İsteyenin Abdest Alması

13041

219.. ..Ebû Râfi (r.a)'den, demiştir ki;

Rasûlullah (s. a.) bir gün her birinin yanında (ayrı ayrı) yıkanmak suretiyle, (bütün)
hanımları dolaştı. Ebû Râfî şöyle dedi;

"Yâ Rasûlullah, hepsi için bir kerre gusül etsen olmaz mıydı?" dedim.
"Bu, (sevap yönünden) daha iyi (kalbin tatmini için) daha güzel, (beden için) daha
r3051

temizdir" buyurdu.

r3061

Ebû Dâvâdi "Enes'in (Önceki) Hadîsi bundan daha sahihtir" demiştir.
Açıklama

Ebû Dâvûd bu son ifâdesi ile, önceki hadis ile bu hadîs arasındaki ihtilâfa işaret
ederek, birini diğerine tercih etmek suretiyle bu ihtilâfı gidermek istiyor.
Şevkânî, Hafızın: "Ebû Dâvûd bu hadîsi ta'n edip, Enes hadîsinin daha sahih olduğunu
söyledi" dediğini naklediyor. Aslında Ebû Davud'un yaptığı ta'n değildir. Çünkü, onun
sıhhatini inkâr etmemektedir.

Nesaî: "Bu hadîsle Enes hadîsi arasında ihtilâf yoktur. Bilakis Rasûlullah, bazan
cimâlar arasında yıkanmaz bazan da yıkanırdı" der.

Nevevî de: "Bu, Rasûlullah'm değişik zamanlarda her iki uygulamada bulunduğuna
hamledilir" demiştir.

Hadîs, cimâm tekrarlanması hâlinde, cima aralarında guslün müstehap olduğuna
delâlet eder. Şevkânî'nin beyânına göre, Zahirîlerle, îbn Habîb, temaslar arasında
abdest almanın vücûbuna kaildirler. Bu görüş sahipleri, bu babtaki hadîslere
dayanırlar.

Diğer, îslâm ulemâsına göre ise, temaslar arasında abdest almak farz değildir.
Tahâvî'nin Hz. Aişe'den naklettiği ve Rasûlullah'm cimâî tekrarlamak istediğinde
abdest almadığını ifâde eden haberler Cumhurun delillerindendir.
Ayrıca, hadîs-i şerifin son kısmı ve sahabenin sorusuna cevap niteliği taşıyan
bölümünde "Daha faziletli" olduğunu belirtmesi güsûl yapmadan da, ikinci bir
temasda bulunulabileceğine işarettir. Böylece iki hadîs arasında tearuz olmadığı açıkça
r3071

görülmektedir.
Bazı Hükümler

1. Aynı gün. temasın tekrar edilmesi hâlinde arada gusletmek mestehaptır.

2. Gusül yapmadan da cima tekrarlanabilir.

3. Dînî meselelerde tereddüt edilen noktaların sorulup öğrenilmesi lâzımdır.



220.. ..Ebû Sa'îd el-Hudrî (r.a.) Rasûlullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu nakletmiştir;
"Sizden biri hanımına yaklaştığında, tekrar etmeyi isterse ikisi arasında (sadece)
r3081 r3091

abdest alsın."
Açıklama

Evvelki hadîste de ifâde edildiği gibi Zahirîlerle, Malikîlerden İbn Habîb, arada abdest
almanın vücûbuna kail olmuşlardır. Buna da delil olarak hadîsdeki "İki cima arasında
abdest alsın" emrini göstermektedirler.

içinde Hanefîlerin de bulunduğu Cumhur ise, abdestin müstehap olduğu"
görüşündedirler. Ancak, Ebû Yûsuf abdestin, vacip veya müstehap olmayıp mubah
olduğunu söylemiştir.

Ulemâdan bazıları buradaki "Vudû"u lügat mânâsına alarak, maksadın tenasül
uzvunun yıkanması olduğunu; abdestin, şehveti tatmin için değil, ibâdet için meşru
olduğunu söylerler. Zira, diğer bir rivayette "abdest alsın" yerine "fercini yıkasın"

[3101

denmektedir. Buna göre yalnız avret mahallinin yıkanmasıyla da iktifa edilebilir.

86. Uyumak İsteyen Cünup (Ne Yapmalıdır?)

221.... Abdullah b. Ömer (radıyallâhü anhümâ) şöyle dedi;

Ömer b. el-Hattâb,geceleyin cünup olduğunu Rasûlullah (s.a.)'a anlattı. Rasûlullah

f31 11 r3121

(s. a.) ona; "Abdest al, zekerini yıka sonra uyu" buyurdu.
Açıklama

Hadîs-i şerifin bu şeklinden, Hz. Ömer'in, cünup olarak uyumanın hükmünü
Rasûlullah'a sorduğu, onun da yukarıdaki cevabı verdiği anlaşılmaktadır. İbn Hacer,
Nesaî'nin, bu sorunun sebebini açıkladığını, buna göre Hz. Ömer'in oğlu, Abdullah'ın
gece cünup olup, durumu babasına söylediğini, babasının da Rasûlullah (s.a.)'a
gelerek, mes'elenin hükmünü sorduğunu kaydetmektedir.

Menhel sahibi, Nesaî'nin es-Sünenu's-Suğrâsmda böyle bir hadîse rastlamadığım
söyledikten sonra hadîsin es-Sünnenu'I-Kübrâ'da olabileceğini beyân etmiştir. Fakat
Hz. Ömer'in bir sefer kendisi bir sefer de oğlu için sormuş olması da mümkündür.
Rasûlullah (s.a.)'in Hz. Ömer'e "Abdest al, zekerini yıka sonra uyu" buyurması, abdest
almanın öne alınmasını gerektirmez. Çünkü, cümleleri biri birine bağlayan atıf edatı
(vav) tertibe delâlet etmez, sadece iki şeyin bir arada toplanmasını ifâde eder. Buna
göre hadîs-i şerifte abdest almakla zekeri yıkama işlerinin ikisinin de yapılması
emredilmektedir. İstincânm abdestten evvel olduğu da malumdur. Nitekim hadîsin
İmam Mâlik'ten rivayeti; "Zekerini yıka, abdest al, sonra uyu" şeklindedir.
Hadîs-i şerifte abdestin önce alınması, onu ta'zim ve teberrük içindir. Buhârî'nin
rivayetinde abdest alma emir siğasiyla değil,"Abdest aldığı zaman uyur" şeklinde şart
sîğasiyla gelmiştir.

Cünup olan bir kimsenin uyumadan öne abdest alması meşrudur. Ancak, bunun
hükmü hususunda ihtilâf edilmiştir.



Mâlikîlerden tbn Habîb ile Zahirîlere göre cünubün uyumadan abdest alması farzdır.
Zahirî İbn Hazm ise bu mes'elede Dâvûd ez-Zâhirî'den ayrılarak, "Cünup bir kimsenin
yemek yiyeceği, uyuyacağı, selâm alacağı ve Allah'ı zikredeceği zaman abdest alması
vacip değil, müstehaptır" demiştir. Ibnu'l-Arâbî İmam Şafiî ve Mâlik'in de abdestin
farz olduğuna kail olduklarını söylemekte ise de, sonra gelen bazı Şafiî ulemâsı bunu
red etmişlerdir. Doğru olan da budur.

Süfyân-ı es-Sevrî, Sa'îd b. Müseyyeb, Hasan b. Hayy ve İmam Ebû Yûsufa göre,
cünubün abdest almadan uyuması caizdir.

Evzâî, Leys, İmam-i Azam Ebû Hanîfe, İmam Muhammed, İmam Şafiî, İmam Mâlik,
Ahmed b. Hanbel, İshâk, İbn Mübarek ve Cumhûr-u ulemâya göre, cünub kimsenin
uyumadan öne abdest alması müstehaptır. Bunlar, üzerinde durduğumuz hadîsteki
abdestin emredilmesini nedbe hamletmişlerdir. Zîra, İbn Huzeyme ve îbn Hibbân'm
Sahihlerinde İbn Ömer'den rivayet ettikleri bir hadîs-i şerifde, İbn Ömer Hz.
Peygamber'e, "Cünup iken bizden her hangi biri uyuyabilir mi?" diye sormuş Hz.
Peygamber Aleyhisselâtü vesselam da; "Evet, dilerse abdest alır" buyurmuşlardır.
Bir grup ulemâ da buradaki vudû'dan muradın vudû-ı liığavî olduğunu söylemişlerdir.
Bunlara göre, gerekli olan, elleri ve ferci yıkamaktır. İbn Cevzî bunun hikmetinin
meleklerin pislik ve kötü kokudan uzaklaşıp Şeytanların yaklaşması olduğunu söyler.
Veliyyuilah Dehlevî de, Hucettullahi'l-Bâliğa'smda şunları söylemektedir; "Cünupluk
meleklerin melekliğine zıt olduğuna göre, mü'min hakkında uygun olan, cünup olarak
uyumamak ve yemeği uzatmamaktır. Şayet gusl etmesi mümkün olmazsa abdesti
terketmemesi gerekir..."

Suyun bulunmaması veya kullanma imkânı olmaması hâlinde teyemmüm, abdestin
yerini tutar. Her ne kadar Beyhakî'nin Hz. Aişe'den yaptığı rivayette, "RasUlullah
aleyhisselâm cünupken uyumak istediği zaman abdest alır veya teyemmüm ederdi"

1313]

denilmekte ise de, teyemmüm hali abdeste kadir olamamaya hamledilmiştir.
Bazı Hükümler

1. Cimâdan sonra tenasül organı yıkanmalıdır.

11141

2. Cunup bir kimse, cunup olarak uyumak isterse, abdest alması müstehaptır.
87. Cünup İken Bir Şey Yemek

222....Aişe (r.anha), şöyle demiştir: "Rasûlullah (s. a.) cünup iken uyumak istediğinde

D 151 [316]

namaz için abdest aldığı gibi abdest alırdı."
Açıklama

Buhârî'nin rivayeti: "Tenasül organım yıkar ve namaz için abdest alırdı" şeklindedir.
Yani fercini yıkar ve namaz için abdest aldığı gibi abdest alırdı. İbn Mâce'in rivayeti
ise, Ebû Dâvûdun ki gibidir.

Hadîs-i şerifteki ( -idi) kelimesi, Efendimizin bu hareketinin bir defaya mahsus
olmayıp, tekrar ettiğini ifade etmektedir. Hadîs-i şerifin konu ile münâsebeti, bundan



sonraki hadîsde yer alan Yûnus'un Zührî'den yaptığı ziyâdedir. Ancak bu rivayet
önceki bâbla ilgilidir.

223.. ..Yûnus; Zührî'den, öneki hadîsi aynı senet ve mânâ ile rivayet etmiş ve; "Cünup

13171

iken (bir şey) yemek istediğinde ellerini yıkardı." ibaresini ilâve etmiştir.
Ebû Dâvûd şunları söylemiştir:

"Bu hadîsi îbn Vehb, Yûnus'dan rivayet edip, yemek hâdisesini Hz. Aişe'nin sözü
olarak göstermiştir.

"Salih b. Ebi'l-Ahdar da ZührVden îbn Mübârek'in dediği gibi rivayet etmiş; fakat,o
(Zührî)"Urve veya Ebû Seleme'den..." diye rivayet etmiştir.

"Evzâi ise Yûnus'tan o da Zührî vasıtasıyla îbn Mübârek'in dediği gibi rasûlullah'tan
[318]

rivayet etmiştir."
Açıklama

Müellifin bu farklı rivayetleri almaktaki maksadı, hadîsin merfTi ve mevkuf
rivayetlerine işaret ederek, îbn Mübârek'in rivayetini takviye etmektir.
Hadîs-i Şerifin zahirinden anlaşıldığına göre, cünup olan kişi bir şey yemek isterse
ellerini yıkamalıdır. Evzaî'nin görüşü de bu merkezdedir.

Ahmed b. Hanbel'e göre; cünup olan kişinin uyumazdan, ikinci defa temasta
bulunmazdan veya yiyip içmezden evvel zekerini yıkamakla beraber abdest alması
müstehaptır.

İmam Mâlike göre, ellerine pislik bulaşmışsa onları yıkar. İmam Şafiî de aynı
görüştedir. İmam Ebû Hanîfe ve Sevrî'ye göre, cünup olan kişi bir şey yemek isterse
ellerim yıkar, ağzını da su ile çalkalar. Abdest almadan uyumasında beis olmamakla

13191

beraber alması daha uygundur.

88. "Cünup Olan Kimse (Yemek Veya Uyumak İstediği Zaman) Abdest
Almalıdır" Diyenlerin Delilleri

224....Aişe (r.anhâ)den, cünüblük halini kasdederek şöyle demiştir; "Rasûlullah (s.a.)

r3201 [321J

(bir şey) yemek veya uyumak istediği zaman abdest alırdı."
Açıklama

Buharı, Müslim, Nesaî ve İbn Mâce'nin rivayetlerinden anladığımıza göre buradaki
vudû, el yıkamak manâsına değil, abdest alma manâsına kullanılmıştır. Meselâ,
hadîsin Müslim'deki rivayeti şu şekildedir; "Rasûlullah (s.a.) cünup olarak yemek
yemek veya uyumak isterse namaz için abdest aldığı gibi abdest alırdı."
Bu hadîs-i şerifle, sadece el yıkamaya işaret eden evvelki hadîs arasında bir zıtlık
yoktur. Peygamber Efendimiz, cünup iken yemek veya uyumak istediğinde bazan
abdest almış, bazan da cevazına işaret etmek için ellerini yıkamakla iktifa etmiştir.
Ancak, bu durumda Efendimizin daha çok yaptığı, abdest almak olmuştur.



Bu hadîsten cünup olan kişinin yemek veya uyumak istemesi halinde adest almasının
müstehap olduğu hükmü çıkarılmıştır.

225....Ammâr b. Yâsir (r.a.)den rivayet edildiğine göre; "Rasûlullah (s. a.), cünup olan
kişiye (birşey) yiyeceği, içeceği veya uyuyacağı zaman abdest almasına ruhsat
[322]

verdi."

Ebû Dâvüdşöyle demiştir; "Bu hadîsin senedinde, Yahya b. Yâ'mur ile Ammâr b.

f3231

Yâsir arasında zikredilmeyen bir râvî vardır."

Ali b. Ebî Tâlib, îbn Ömer ve Abdullah b. Amr; "Cünup olan kişi yemek istediği

13241

zaman abdest alır" demişlerdir.
Açıklama

Cünup olan kimsenin yemek, içmek veya uyumak istediği zaman abdest almasının
hükmü 22 1 . hadîsin açıklamasında verilmiştir. Müellifin hadîse ilâve olarak, Hz. Ali,
İbn Ömer ve Abdullah b. Amr'm görüşlerini zikretmesi, üzerinde durulan hükmün,

[325]

hem merfu hem de mevkuf olarak sabit olduğuna işaret içindir.
Bazı Hükümler

Hadîs, cünup olan kişinin, yemek, içmek veya uyumak istediği zaman gusletmesmin
cfdaı olduğuna işaret ediyor. Çünkü, abdest ruhsat olarak gösterilmiştir. Azimet de

[326]

ruhsattan daha efdaldir. Ancak, gusledilmemesi hâlinde abdest alınmalıdır.
89. Cünup Olan Kişinin Guslü Geciktirmesi

[3271

226....Gudayf b. Haris (r.a.) şöyle demiştir: "Aişe (r.a)'ya: Ne dersin? Rasûlullah

(s.a.) cünuplükten dolayı, gecenin başında mı, yoksa sonunda mı yıkanırdı? dedim.

Bazan başında bazan da sonunda guslederdi, dedi.

Allahu Ekber... Genişlik (kolaylık) veren Allah'a hamd olsun, dedim.

(Peki) Vitri gecenin başında mı yoksa sonunda mı kılardı? Bana haber ver, dedim.

Bazan başında bazan da sonunda kılardı dedi.

Allahu Ekber... Kolaylık ihsan eden Allah'a hamd olsun, dedim.

(Gece) namazında, açıktan mı yoksa sessiz mi okurdu? diye sordum.

Bazan açıktan bazan da sessiz okurdu, dedi.

r3281 P291

Allahu Ekber... Kolaylık ihsan eden Allah'a hamd olsun,dedim."
Açıklama

Hadîs-i Şeriften, cünup olan kişinin, cünup olur olmaz hemen yıkanmasının farz



olmadığı, gecenin sonuna kadar guslü tehir ve terketmesinin caiz olduğu
anlaşılmaktadır. Ancak, bundan sonraki hadîste tafsilatı geleceği gibi, gusülde acele
etmek efdaldir. Rasûlullah (s. a.) ümmetine bir kolaylık ve cevazına işaret etmek üzere
guslü bazan gecnin sonuna kadar te'hir etmiştir.

Vitir konusunda da Hz. Aişe, soru biçimine uyarak, Efendimizin vitri bazan gecenin
evvelinde bazan da sonunda kıldığını söylemiştir.

Halbuki Rasûlullah (s.a.)'m gecenin evveline ve sonunda olduğu gibi, ortasında da
kıldığı olmuştur. İnşallah vitir namazı bahsinde konu hakkında geniş malûmat
verilecektir.

Gece namazlarmdaki kıraatin şeklinin ne olacağı hususu da yeri geldikçe mufassalan
verilecektir. Burada sadece, geceleyin namaz kılan kişi için Hanefîlere göre, hem
açıktan hem de sessiz olarak okumanın caiz olduğunu hatırlatmakla iktifa edelim.
Yalnız, Teravih cemaatle kılmırsa, imam olan kişi açıktan okumalıdır. Ayrıca bu
mes'ele efdaliyet mes'elesidir. Hanefi ulemasından Aynî; "Sahih olanın, okuyanın
zamanı, yeri ve hali ile mukayyet olduğunu, sesli veya sessiz okumada bu hususların

T3301

göz önünde bulundurulması gerektiğini" söyler.
Bazı Hükümler

1. Cünup olan kişinin, cünup olur olmaz gusl etmesi farz değildir.

2. Vitir namazının hem gecenin evvelinde hem de sonunda kılınması caizdir. Ancak,
gecenin sonunda kalkmaya alışık olanların te'hir etmeleri, alışık olmayanların da,
gecenin başında kılmaları efdaldir.

3. Geceleri kılman nafile namazlarda kıraatin açıktan olması da gizü olması da caizdir.

227.. ..Ali (r.a.) Rasûlullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir;

[331] f3321

'İçinde, resim, köpek ve cünup bulunan eve melekler girmez"
Açıklama

Melâike, melek kelimesinin çoğuludur. Bu kelimenin aslı "mef al" vezninde,
"mel'ek"tir. Hemzenin harekesi lâm'a nakledilerek hemze hazfolunmuş ve "melek"
olmuştur. Cemî yapılacağında, hazf edilen hemze geri gelmektedir.
Melekler lâtif, nürânî cisimlerdir. Müslim'in Hz. Aişe'den rivayet ettiği bir hadîs-i
şerifte; "Melekler nurdan, cinler dumansız ateşten, Adem Kur'an-ı Kerîmde de sizlere
belirtildiği gibi (topraktan) yaratılmışlardır? Erkeklik ve dişilikle vasfedilemezler.
Muhtelif şekillere girebilirler. Şöyle ki;

a. Meçhul bir insan suretinde görünmeleri; Meselâ; Hz. Cibril'in bilinmeyen bir insan
suretinde Hz.Peygamber (s.a.)'in ve sahabelerin bulunduğu meclise gelmesi, Hz.
Peygamber'e İman ve İslâm hakkında soru yöneltmesi, Hz. Ömer tarafından rivayet
edilmektedir. Ayrıca Meryem Sûresi'nde Meryem'e Cebrail'in tanımadığı bir insan
suretinde görünmesi, aynı sûrenin 16, 17, 18 ve 19. âyetlerinde belirtilmiştir.

b. Belirli bir insan suretinde görünmeleri: Meselâ: Cibrîl-i Emin'in sahabelerden
Dıhye el-Kelbî suretinde geldiği beyan edilmektedir.

Melekler yemekten, içmekten, evlenmekten, doğmaktan, doğurmaktan uzaktırlar.



Hatta insan suretine büründükleri zaman dahi yemez içmezler. Meselâ, Hz. İbrahim
kendisine insan suretinde gelen meleklere, ikramda bulunduğunda yemeğe el
sürmemişler, Hz. İbrahim de bu olaydan korkmuştu. Zâriyât Sûresi'nin 24, 25, 26, 27
ve 28. âyetlerinde bu olay anlatılmaktadır.

Meleklerin bir kısmı dâima ibâdet, zikir ve fikirle uğraşır. Nitekim, Enbiyâ Sûresî'nin
19 ve 20. âyetlerinde bu husus açıkça belirtilmektedir. Bir kısmı da yerde ve göklerde
bir takım vazifelerle meşgul olurlar. Bunlar arasında Cebrail'in peygamberlere vahiy
getirmek, Azrail'in ruhları kabzetmek, Mîkâü'in hadîste beyan edildiği gibi, nzik
işleriyle meşguliyet, İsrafil'in kıyametten önce Sûr üfurmek, gibi görevleri vardır. Arş'ı
taşıyan melekler, Arş'm etrafını çevreleyip de Cenab-ı Allah'ı teşbih eden melekler,
Cennet ve Cehenneme müvekkel olan melekler, insanlarla meşgul olan, 121. gün ruh
vermekle mükellef olan melekler, insanların amellerini murakabe eden melekler,
insanları korumakla yükümlü olan melekler v.s. olduğu bilinmektedir. Meleklerin
şekil olarak iki, üç, dört kanatlı olanları bulunduğu Fâtır Sûresi'nin birinci âyeti
kerimesinde belirtilmektedir. Ayrıca Hz. Aişe'den mervî bir hadis-i şerifte
Rasûlullah'm Cebrail'i melek suretinde altıyüz kanadıyla ufukları doldurmuş halde iki
kere gördüğü; birinin Mîraç Gecesi, diğer birinin de Mekke'deki Ecyâd Vadisinde vâki
olduğu belirtilmektedir.

Melekler yerle gök arasında Cenab-i Hak'ın izni ile her çeşit çekim ve akımlar da dahil
hiçbir şeyden etkilenemezler. Uzun mesafeleri kısa zamanda katetmeye muktedir
oldukları âyeti kerîmelerde beyan edilmektedir. Meleklerin gücü hiçbir insan gücüyle
ölçülemez. Nitekim, Lût Kavmi'nin helak edilmesindeki hâdise bunu açıkça gösterir.
Melekler Allah'ın emirlerine asla isyan etmezler. Vazifelerini emrolundukları biçimde
yaparlar. Sayıları insanlarca bilinmez. Taberânînin bir rivayetinde, yedi semâda melek
bulunmayan, bir ayak, bir karış, hatta bir avuç yerin olmadığı ifâde edilmektedir.
Üzerinde durduğumuz Hadîs-i Şerifteki Meleklerden murat, Hafaza, Kirâmen Kâtibin
ve ruhları kabzetmekle vazifeli olanların dışmdakilerdir. Çünkü, bunlar her eve
girerler.

Hadîsin zahirinde Meleklerin evlere girmemelerine sebep olan resim'in evsâfı tâyin
edilmemiştir. Hadîsin mutlak oluşundan hareketle Nevevî, Meleklerin, içerisinde her
türlü resim bulunan eve girmediklerini söylemiştir. Resimle ilgili diğer hadîslerin de
gözönüne alınması halinde, buradaki resimden maksadın canlı resmi olduğunu
söyleyenler de çoktur.

Mes'ele, aslında yapılması veya kullanılması meşru olan ve olmayan resimlerle
ilgilidir. Yani yapılması ve kullanılması meşru olan resimler meleklerin girmesine
mâni değil, meşru olmayanlar manîdir.

Tecrîd-i Sarih'de, resimle ilgili değişik hadîsler ve ulemânın değişik görüşleri
verildikten sonra hulâsa olarak şunlar kaydedilmiştir.

"...Bubâbda ulemânın iki noktada ittifak ve bir noktada ihtilâf ettiklerini görüyoruz.
İttifak ettikleri noktalardan birisi; Ağaç, dağ, taş gibi eşya ve manzara resimlerinin
mutlak surette mubah olduğudur. Diğeri de vesikalık fotoğraflar gibi vücudun tamamı
olmayarak bedenin bir kısmına âit olan canlı resimlerinin hem yapılmalarının hem de
kullanılmalarının caiz olduğudur. Vücudun tamamı olan canlı resimleri hakkında
ihtilâf edilmiştir. Bazı âlimler tazim maksadı olmaksızın bunların kullanılmasını da

r3331

mekruh olmakla beraber caiz görmüşlerdir. Bazıları da caiz görmemişlerdir."

Menhel sahibi ise, Canlı resimlerinin yapılmasının haram olduğunda ulemânın ittifak



ettiğini kaydeder.

Resmin nehy edilmesinin en önemli sebebi, bunlara ibâdet edilmesi endişesidir. İslâm,
tevhid dînî olduğu için tevhide zarar verme ihtimâli olan her şeyden sakmılmıştır.
Hatta, Efendimiz kendi kabrine bile ibâdet edercesine hürmet gösterilmesini
istemiyordu. Bu sebeple, İslâm'ın ilk günlerinde Rasûlullah aleyhisselâm, ister tazim
ister tahkir ifâde edecek biçimde kullanılsın, ister ibâdet ister ihanet manâsı arzetsin,
resimli eşya kullanılmasını mutlak surette nehyetmiştir. Fakat, İslâm şirke galip gelip,
zafer tahakkuk ettikten sonra, ilk günlerdeki kadar dar çerçeveli harekete lüzum
kalmamış, resim ve timsallerin ta'zim ifâde etmeyecek biçimde kullanılmasına müsaa-
de edilmeye başlanmıştır.

Netice olarak; İçinde canlı bulunmayan manzara resimlerinin yapılmasında,
alınmasında ve kullanılmasında bir mahzur olmadığı ittifakla kabul edilmiştir. Canlı
resimler için "mutlak surette caizdir" diyenler olduğu gibi, tamamen yasaklayanlar da
olmuştur. Üçüncü bir görüşe göre, ta'zîm kasdedilmek sizin timsâli olmaması şartıyla
kullanılmasının caiz olduğu ve meleklerin girmesine mâni olacağı beyan edilmekte ve
uygun olan görüşü de bu olduğu ifâde edilmektedir.

Meleklerin evlere girmekten kaçınmalarına ikinci sebep de köpektir. Hadîsin zahiri,
ister çoban ve av köpeği gibi alınıp satılması caiz olanlardan olsun, ister olmasın bütün
köpekleri içine almaktadır. Çünkü, hadîs-i şerifte "Kelb (köpek)" kelimesi siyakı
nefıyde nekre olarak gelmiştir. Bu da umûm ifâde eder. Kurtubî ve Nevevî, bu görüş
sahiplerindendir.

Hattâbî ve bir gurup âlim'e göre; bekçilik için bulundurulan köpekler bu hükmün
dışındadır.

Meleklerin, köpek bulunan evlere girmekten imtina etmelerine değişik sebepler
gösterilmiştir. Kimi, köpeğin aynının pis olmasını, kimi necaset yemesini ileri
sürmüşlerdir. Bazı âlimler ise, yukarıdaki sözlere itiraz ederek bunu kulun
bilemiyeceğini söylemişlerdir.

Netice olarak: Hadîs-i şeriflerde belirtilen çoban köpeği, av köpeği, ekin ve ziraat
koruyuculuğu yapan köpekler ve bunlara kıyasla faydalı ve lüzumlu olan, askeriyede
kullanılan muhabere köpekleri, polis köpekleri, bulundurulmalarına izin verilen
köpeklerdendir. İhtiyaca binâen bulundurulan bu köpeklerin bulundukları eve, çiftliğe
veya müesseseye izin verilmeleri sebebiyle meleklerin girmesine mâni bir hal
olmadığı anlaşılmaktadır.

İhtiyaç dışında olan süs köpekleri, sokak köpekleri v.s.'nin bulunduğu evlere
meleklerin girmeyeceği hadîs-i şerifte belirtilmiştir.

Allahu âlem hadîsteki hükmün de bu olduğunu söylemek zorlama olmayacaktır. Daha
geniş bilgi için 74. 'üncü hadîse de müracaat ediniz.

Meleklerin evlerden uzak kalmalarına sebep olan üçüncü şey de hadîsin bu babda
şevkine sebep olan cünupluk halidir. Bundan murat guslü terketmeyi âdet haline
getirip, namaz vaktinin geçmesine aldırış etmeyenlerdir. Ra-sûlullah (s.a.)'m bir
gusülle bütün hanımlarını dolaşması, Hz. Aişe'nin bildirdiğine göre, guslü bazan
gecenin sonuna kadar geciktirmesi, bir müddet cünup durmanın mahzurlu olmadığını
gösterir.

Eğer, bu durum meleklerin eve girmesine engel olsaydı, devamlı melekle haşir-neşir
olan Rasûlullah guslü geciktirmezdi.

İçinde cünup bulunan eve meleklerin girmekten imtina etmelerinin hikmeti, cünubun



13341

namazdan ve Kur'ân okumaktan uzak olmasıdır.



Bazı Hükümler

1. Hadîs, yukarıda belirtilen ve -istisna edilen köpek ve resimlerin haricindeki- köpek
ve resim bulundurmayı yasaklamaktadır.

2. Cünüplükten ötürü yıkanmakta gevşeklik göstermek hayr ve berekete mânidir.

228.... Aişe (r.a.) şöyle demiştir; "Rasûlullah (s. a.) cünup olduğu halde, suya

r3351

dokunmadan uyurdu."

Ebû Dâvûd dedi ki; Hasen b. A li el- Vâsıtî bize haber verdi ve dedi ki; "Yezîd b.
Harun'un Bu hadîs (Ebû îshâk hadîsini kastederek) yanılmadır, dediğini
T3361

duydum."
Açıklama

Hadîs-i şeriften Rasûlullah Efendimizin cünup olduğu halde abdest almadan ve
gusletmeden uyuduğu anlaşılmaktadır. Efendimizin bu hareketi, cünupken, abdest
almadan uyumanın caiz olduğunu göstermek içindir.

Nevevî, Müslim Şerhi'nde şunları söyler: "Bu hadîs sahihse, Peygamber
aleyhisselâm'm uyumadan evvel abdest aldığını belirten diğer rivayetlere muhalefet
arzetmemektedir. Bu rivayetlerin te'lîfı şu iki şekilde yapılmıştır.

1. Burada swya doVommatoan maVsaVgusüldür. Bu iki büyük imâm (Ebu'l-Abbas
ibn Şureyh ve Ebû Bekir el-Beyhâkî)m te'vîlidir.

2. Bazı hallerde Rasûlullah asla suya el sürmemiştir. Şayet devamlı abdest alsaydı,
onun vacip olduğu zannedilebilirdi. Bence uygun olan te'vil de budur."

Müellifin sondaki ziyâdeyi getirmekten maksadı, bu hadîsin hâlini beyan etmektir. Bu
hadîste hata olduğunu Ebû Dâvûd' tan başka söyleyenler de vardır. Tirmizî de;
"Rasûlullah'in uyumadan önce abdest aldığına dâir olan Hz. Aişe hadîsini Esved'den
bir çok kişi rivayet etmiştir. Bu, Ebû İshâk'm Esved'den rivayet ettiği (üzerinde
durduğumuz) hadisten daha sahihtir. Bu hadîsi, Ebû İshâk'tan, Şu'be, Sevrî ve
başkaları rivayet etmiştir. Bunların hepsi hatanın Ebû İshâk'tan olduğu görüşündedir"
denilmektedir.

Ebû İshâk'm yanıldığı nokta şudur: O, bu hadîsi uzun bir hadîsten kısaltmış fakat bunu
yaparken hata etmiştir. Hadîsin tamamını Tahâvî rivayet etmiştir. Tahavî rivayetinin
sonunda; 'Rasûlullah'in suya dokunmamasından muradı guslet mernesidir, bu da
abdest almadığını ifâde etmez" demiştir.

Bütün bu söylenenlere rağmen îbn Mâce de aynı hadîsi, Ebû Dâvûd'taki şekli ile
rivayet etmiştir. Bu hususta îmâm Nevevî'nin biraz önce söylediği gibi doğru görüş:
"Üzerinden namaz vakti geçmemek ve bunu âdet haline getirmemek kaydı ile cünup
olarak bir müddet yatabileceği ve kalabileceğedir. Bununla birlikte anında yıkanmak
ve temiz olmak, ibadetlere hazırlıklı bulunmak müstehaptır.

Hadisten cünup olan bir kimsenin gusletmeden ve abdest almadan uyumasının caiz



T3371

olduğu anlaşılmaktadır.



90. Cünup Olarak (Kur'ân) Okumak

229.. ..Abdullah b. Seleme'den, demiştir ki; Biri bizden, diğerinin de Benî Esed'den
olduğunu zannettiğim iki kişi ile birlikte Ali (r.a.)'m huzuruna girdim. Ali (r.a.) onları
(âmil olarak veya bir başka görevle) bir tarafa gönderdi ve şöyle dedi:
"Siz, ikiniz de güçlü kuvvetlisiniz. Dîniniz için çalışınız (veya dîninizi koruyunuz)."
Sonra kalkıp helaya girdi. Heladan çıktı (ğmda) su istedi, bir avucuna alıp onunla
(ellerini) yıkadı. Sonra Kur'ân okumaya başladı. (Oradakiler) bunu garipsediler.
Bunun üzerine Hz. Ali şöyle dedi:

"Muhakkak, Rasûlullah (s. a); heladan çıkar, bize Kur'ân-ı Kerîm okutur ve bizimle
beraber et yerdi. Cünuplükten başka hiç bir şey onu Kur'ân (okumak)dan
P381 P391

ahkoymazdı."
Açıklama

Hadîs-i şerif cünup iken Kur'ân okumanın caiz olmadığına delâlet ediyor. Cumhurun
görüşü de budur. Bunlar, üzerinde durduğumuz hadîs ile Tirmizî ve tbn Mâce'in Ibn
Ömer'den rivayet ettikleri, "Cünup ve hayızlı olan Kur'ân'dan bir şey okumasın"
mealindeki hadîse dayanmışlardır.

Cumhur her ne kadar cünubun Kur'ân okuyamayacağında hem fikir ise de, bazı
istisnalarda aralarında görüş ayrılıkları vardır. Şöyle ki;
Şâfıîlere göre, zikir maksadıyla okunabilir.

İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel, "Cünubun bir âyet kadarını okumasına ruhsat
verilir" demiştir,

Hanefilere göre: Duâ ve senaya dâir olan âyetleri, duâ ve sena maksadıyla okumak
caizdir.

İbn Münzir, Taberî, İbn Abbas ve Dâvûd ez-Zâhirî'ye göre, cünup iken Kur'ân okumak
caizdir. Bunlar Hz. Aişe'den rivayet edilen, "Rasûlullah (s. a.) her halinde Allah'ı
zikrederdi" hadîsine dayanmışlardır.

Cünupken Kur'ân okumanın haram olduğunu söyleyen Cumhura göre, bu zikirden
maksat, Kur'ân-ı Kerîm'in dışında olanıdır.

Cünup iken, bir örtü veya çubuk ile de olsa Kur'ân'a dokunmak, imamların ekserisine
göre haramdır. Hanefilere göre; Kur'ân'a bitişik olmayan bir kılıf, bir mahfaza, bir
torba veya sandık içinde bulunan bir Mushaf-ı Şerifi tutmak caizdir. Bunların
haricinde haramdır. Kur'âru Kerîme cünup iken el sürmenin haram olduğu görüşünde
olan ulemâ "Ona (Kurân'a) tam bir surette temizlenmiş olanlardan başkası el süremez,

13401

(O) âlemlerin Rabbi'nden indirilmedir" âyeti kerimesine dayanmışlardır.
Dâvud ez-Zâhirî, cünup kimsenin Kur'am Kerîme dokunmasını caiz görür. Delîli,
RasûluUah (s. a.) Herakliyus'a yazdığı mektupta Kur'ân-ı Kerîm'-den âyet
bulunuşudur. Gerek Herakliyus gerekse adamları pis (cünup) oldukları ve Efendimizin
onların dokunacağını bildiği halde mektubuna âyet yazdığını söyleyerek görüşünü
takviye cihetine gider.



Cumhur bu iddiaya, "Rasûlullah'in mektubundaki bir âyettir, buna da mushaf denmez"
diyerek cevap vermiştir.

Hanefî, Şafiî ve Hanbelîlere göre, abdestsiz olan kişinin de Kur*ân-ı Kerîme
dokunması haramdır. Kur'ân'a bitişik olan cildi, kenanndaki beyaz kısım ve satırlarının
arası için de hüküm aynıdır. Yalnız, Hanefî ve Hanbelîlere göre, abdestsizin, Kur'ân-ı
Kerîm ona bitişik olmayan kılıfı ile veya elbisesinin yeni ile dokunması caizdir.
Cünup veya abdestsiz olan kimse, yanması, suya batması, kâfirin eline geçmesi veya
necasete düşmesinden korktuğu takdirde, Mushafı eline alabilir. Eğer eline almaz ve
kurtarma imkânı varken yanmasına, suya batmasına veya kâfirin eline geçmesine göz
yumarsa günahkâr olur. Necasette bırakırsa kâfir olur.

Netice olarak: Abdestsiz olan kişinin Kur'ân-ı Kerîm'e dokunması ona bitişik olan
kapta olsa dahi caiz değildir. Abdestsiz iken ezberden Kur'ân okumak ve dinlemek
caizdir.

Cünup iken Kur'ân'a dokunmak ve okumak caiz değildir. Ancak duâ âyetlerinin, duâ
maksadıyla ezbere okunması caizdir.

Cünup, hayızlı ve nifaslı kadınların Kur'ân'ı dinlemelerinde bir beis yoktur, -her ne

[34U

kadar cünup olan kişinin bir an evvel yıkanması gerekli ise de-
fi azı Hükümler

1. Devlet başkanının, raiyyesinden bazılarını, lüzumlu gördüğü vazifelere ta ymı
caizdir.

2. Kişi görüşüne muhalif birşey görürse bunu ortaya koymalıdır.

3. Abdesti olmayan kişinin ezberden Kur'ân'ı Kerimi okuması caizdir.

[3421

4. Cünubun okuması ise haramdır.

91. Cünup Olanın Musafaha Etmesinin Cevazı)

230....Huzeyfe (b. el-Yemân)den rivayet edildi ki; "Rasûlullah (s.a.) kendisi ile
karşılaştı ve elini uzattı. Huzeyfe de;

[343]

Ben cünubum, dedi. Buna karşılık rasûlullah; "Müslüman necis olmaz" buyurdu.
I344J

Açıklama

Bazı nüshalarda, ( Necis olmaz) ibaresi yerine Necis değildir) ifâdesi kullanılmıştır.

13451

Hadîs-i Şerifin Müslim'deki rivayeti; şeklindedir.

Hadîs-i şerifteki "Müslüman necis olmaz" ifâdesinden murat, onun cünuplük sebebiyle
pis olmayacağı ve başkasını pisletmeyeceğidir.

Cünupluk sebebiyle insanın pis olmaması, sadece müslümana mahsus değildir.
Kâfirlerin vücutları da necasete bulaşmadıkları takdirde temizdir.



13461

Zahirîler, ( ) "Müşrikler necistir.

âyeti kerîmesinin zahirine bakarak, müşriklerin necîsu'l-ayn olduklarına hük-
metmişlerdir. İbn Reslân'm beyânına göre, bunlara şu şekilde cevap verilmiştir:
"Ayetten murat, müşriklerin itikatlarının pisliğidir, bedenleri değil. Ayrıca Cenâb-ı
Allah, Ehl-i Kitabın kadınları ile evlenmeyi mubah kılmıştır. Onlarla aynı yatağa
yatan kimsenin terlerinden korunması mümkün değildir. Buna rağmen, ondan dolayı
yıkanmak emredilmemiştir. Şu halde ister müslim, ister kâfir diri olan kimse, necîsu'l-
ayn değildir."

Nevevî, bu hadîs-i şerif için şunları söyler:

"Bu hadîs, ister ölü ister diri, müslümanm temiz oluşu hakkında büyük bir asıldır. Diri
olanların temizliği icmâ ile zahirdir. Hatta, bir kadın çocuk düşürse, fercinden çocuğa
bulaşan ıslaklık dahi temizdir..."

Ölü hakkında ise, ulemâ ihtilaflıdır. Şafıînin ikj görüşü vardır: Sahih olanına göre, o
temizdir. Rasûlulîah'm: "Ölü ikejarde, diri iken de müslüman necis olmaz" mealindeki
hadîs-i şerifi de buna işaret etmektedir. Temizlik ve pislik (taharet ve necaset)
hususunda kâfir de müslüman gibidir.

Hanefî âlimlerinden Aynî de, ister ölü ister diri olsun müslümanm necis olmayacağım
söyledikten sonra şunları ilâve eder: "Eğer sen, müslümanm ölüsünün de dirisinin de
pis olmayacağına dâir söylenenlere karşı;"öyle ise, cenazenin yıkanmaması gerekirdi"
dersen, şu karşılığı veririm: Cenazenin yıkanmasının vücûbımda âlimlerimiz ihtilâf
etmiştir. Bazılarına göre, Necasetten dolayı değil, mafsalların gevşemesi sebebiyle
çıkması umulan bir ha-desten dolayı yıkamak farzdır. Çünkü, insanoğlu bir ikram
olarak ölümle pislenmez. Eğer pislenseydi diğer hayvanlarda olduğu gibi yıkamakla
temizlenmemesi gerekirdi. Normal olarak, bu durumda, sağlığında olduğu gibi bir
abdest aldırmakla iktifa etmek gerekirdi. Fakat hayatta iken hades tekrarlandığı, ölüm
sebebiyle ise tekrar etmediği için ölüm hâlindeki hades cünupluğa benzetilmiş ve
vücûdun tamâmının yıkanması icâp ettiğine hükmedilmiştir. Çünkü bunda bir güçlük
yoktur.

"Irak âlimlerine göre ise; Cenaze hadesten dolayı değil, ölüm sebebiyle pislendiği için
yıkanır. Çünkü, insanda, akan kan vardır. Bundan dolayı diğer pis şeylere kıyasla,
ölüm hâlinde pislenir. Eğer öyle olmasaydı, insanın kuyuya düşüp ölmesi ile, kuyu
pislenmezdi."

Netice olarak diyebiliriz ki; İslâm ulemâsının Cumhuruna göre, cünupluktan dolayı
insanın vücûdu pislenmez ve başkasını da pisletmez. Bundan dolayı cünup birisi ile

13421

konuşmak da, ona dokunmakta ya da musâfaha etmekte, mahzur yoktur.
Açıklama

1. Alim olan birisi, karşısmdakinde yanlış bir hareket görürse onu ikâz etmeli,
doğrusunu söylemelidir.

2. Cünupluktan dolayı guslü te'hir etmek caizdir. Ancak, namaz vaktinin geçmesinden
korkutursa acele edilmelidir.

3. Cünupluk, dokunanı pisleyen cinsten bir necaset değildir.

231. ...Ebû Hureyre (r.a.)'den, şöyle demiştir; "Medîne yollarından birinde, ben cünup



iken Rasûlullah (s. a.) bana rastladı. (Ondan) gizlendim, gidip yıkandım ve (geri)
geldim.

Rasûlullah (s. a.):

Nerede kaldın? Vâ Ebâ Hureyre? dedi. Ben;

Cünup idim, temizlenmeden seninle beraber oturmayı doğru bulmadım, dedim.

[348]

Sübbânellah. Müslüman necis olmaz, buyurdu."

(Ebû Dâvûd dedi ki:) Bişr kendi rivayetinde hadîsi Humeyd ve Bekr'den tahdisen

[3491

aldığını gösteren ( ) tabirini kullandı.
Açıklama

Hadîs-i şerifteki; ( ) "gizlendim" kelimesi Buhârf nin bir rivayetinde; aynı manada
( ) bir başka rivayetinde ( ) "Sıvıştım" Müslim ( ) "Sıvıştı"

Tirmizîde ( ) "Koştum" şekillerindedir. Ayrıca; ( ) " kendimi necis saydım." ( )
kendimi noksan buldum" ( ) "Kendimi Rasûlullah aleyhisselâmla beraber
oturmaktan men ettim" şekillerinde rivayet edenler de olmuştur.
Ebû Hureyre'nin Efendimizden geri kalmasının sebebi şudur: Rasûlullah aleyhisselâm,
Ashabından birisi ile karşılaşırsa, musafaha ve duâ ederdi. Ebû Hureyre cunupluk
sebebiyle kendisini pis zannetmiş ve O halde Allah Rasûlunun kendisiyle musafaha
etmesinden korkmuştur. Bundan dolayı koşarak yıkanmaya gitmiştir.Rasûlullah
aleyhisselâm, Ebû Hureyre'nin bu hareketine hayret etmiş ve; "Sübhânellah.
Müslüman pis olmaz" buyurmuştur.

"Sübhânellah" kelimesi, tenzih ve teacüp (hayret) manâsına kullanılır.
Burada teaccup için gelmiştir. Bu kelime, mahzûf bir fiilin mefulüdür. "Seni tenzih
için teşbih ettim, yâ Rabbi" takdirindedir. Bazıları da bu kelimenin "Tâat hususunda

r3501

Allah'a koşarım" manasına geldiğini söylemişlerdir.
Bazı Hükümler

1. Fazilet sahiplerine hürmet ve ta'zim'de bulunmak, onların yanında güzel kılık ve
kıyafet, terbiye ve nezaketle oturmak müstehaptır.

2. Cünup olan kişinin, namaz vaktinin geçmesinden korkmuyorsa yıkanmadan önce
bazı önemli işlerini yapması caizdir.

[3511

3. Cemaat reisinin, cemaatını ısındırmak için iltifat etmesi güzeldir.
92. Cünup Olan Kimsenin Camiye Girmesi

232....Aişe (r.anhâ)'nm şöyle dediği rivayet edilmiştir; Ashâb-i Kiramın evlerinin

kapıları Mescide açılmış bir halde iken, Rasûlullah (s.a.) (Mescide) gelip;

"Şu evlerin yönlerini (kapılarını) mescidden çeviriniz" buyurdu ve(hucre-i saadetine)

girdi.

Ashab, kendileri hakkında bir ruhsat inmesini umarak bir şey yapmadılar (evlerin
kapılarını çevirmediler.) Bir müddet sonra Rasûlullah aleyhisselâm onlar (m yanma)



tekrar çıktı ve;

"Şu evlerin (kapılarını) çeviriniz. Çünkü ben, mescidi hayız ve cüntıp (olan)lara helâl

[3521

görmüyorum" buyurdu.

r3531

Ebû Dâvûd dedi ki; ıı(Seneddeki)0(Eflet b. Halîfe), Füleyt el-Âmirî'dir."
Açıklama

Zahirîlerden İbn Hazm, senetteki "Eflefın meçhul olduğunu ileri sürerek bu hadîsin
zayıf olduğunu söylemiştir. Buna karşılık; Şevkânî, îbn Kattan, îbn Huzeyme ve İbn
Seyyid'in Nâs sahih olduğunu söylemişlerdir.

Hattâbî şöyle der; "Eflet'in meçhul bir râvi olduğunu ileri sürerek bu hadîs için zayıf
demişlerdir, ama bu isabetti değildir. Çünkü, İbn Hıbban ona "sıka" Ebû Hatim de
"Şeyh" demiştir. Ahmed b. Hanbel, ( ) ifâdesini kullanmış, Süfyân es-Sevrî ve
Abdulvâhid b. Ziyâd da kendisinden hadîs rivayet etmişlerdir. Onun hakkında,
Kâşifte; "sadûk" Bedru'l-Münîr'de "Meşhur, Sıka" denilmiştir..."
Cünup olanın camiye girmesinin caiz olup olmadığı hususu ihtilaflıdır.
Müzenî, Dâvûd ve îbn Münzir'e göre, özürlü veya özürsüz, abdest alarak ya da
almadan, camide oturmak veya caminin içinden geçip gitmek caizdir. Bunlar, bundan
evvelki bâbda geçen "Müslüman pis olmaz" hadîsine dayanırlar. Ancak müslumamn
necis olmaması, onun camide kalmasının caiz olmasını gerektirmez. Bu konuya has
hadîsler bulunmaktadır.

İshak b. Rahûye, Süfyân es-Sevrî ve Mâlikîlerin çoğunluğuna göre, cünubun, caminin
içinde Hurması da, geçip gitmesi de caiz değildir. Ancak zaruret hâlinde abdest alarak
içinden geçebilir. Bazı Mâlikîlere göre, teyemmüm etmelidir.

Hanbelîlere göre: Zaruret olsun olmasın, abdesti oîmasa bile geçip gitmesi, abdest
almak şartıyla da içinde kalması caizdir.

Şafıîier; mescidde durmadan geçip gitme hususunda Hanbelîlerin görüşündedirler.
Delilleri şu âyeti kerîmedir.

"Ey iman edenler, siz sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye ve cünup iken de -yolcu

[3541

olmanız müstesna- gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın..."

Şafıîier ( ) (geçip gitmenin) ancak namaz kılman yerlerde olabileceğini, bunun
sefere mahsus olduğunu söylemeye delil bulunmadığını söylerler. Üstelik "Müsâfır"
kelimesi âyette tekrarlandığı için sefer manâsına kullanılmış olsaydı tekrar olacaktır.
Kur'ân-ı Kerîmde ise bunun olmadığı açıktır, derler.

Sa'îd ve îbn Ebî Şeybe'nin Câbir'den İbn Münzir'in de Zeyd b. Eşlem'den rivayet
ettikleri hadîsler de Şafiîlerin delillerindendir.
Cünubun, camide durması ise Şafiîlere göre de haramdır.

Hanefîlere göre; Cünubun, eğlenmeden, geçip gitmek içinde olsa mescide girmesi
haramdır. Ancak evinin kapısı mescide açılıp da değiştirme imkânı olmayışı gibi
zaruret hallerinde haram olmaz. Eğer mescidde iken cünup olur da beklemeden
çıkabilirse, teyemmüm edip çıkar. Çıkamazsa, teyemmüm edip bekler. Cünup
olduğunu bilmeden camiye girer de camide iken cünup olduğunu hatırlarsa, hemen
dışarı çıkar, Çıkamayacaksa teyemmüm edip bekler. Fakat, namaz kılamaz, Kur'ân-ı
Kerîm okuyamaz. Hanefîler; üzerinde durduğumuz hadîs ile, Tirmizî'nin rivayet ettiği,



"...Yâ Ali şu mescidde cünup olarak (bulunman) seninle benden başka hiçbir kimseye
helâl olmaz" hadîs-i şerifidir. Üzerinde durduğumuz hadis hakkında bazı şeyler
söyİenmişse de, Açıklama kısmının başında hadîsin sahih olduğunu söyleyenlerin
çoğunlukta olduğu beyan edilmiştir.

Hanefîler, Şafiîlerin delil kabul ettikleri âyeti onlar gibi anlamamışlar, ( -namaz)
kelimesinin başına ( -yerleri) kelimesinin muzaf olarak takdir edilmesine itiraz ederek
şöyle demişlerdir: "Kelimenin başına muzaf takdir etmek, asim hılâfmdadır. Buna
göre; "Siz sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaz yerlerine
yaklaşmayınız" kısmına da muzaf takdir etmek gerekirdi. O zaman mana; "Sarhoşken
ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaz yerlerine yaklaşmayınız." olur ki bu
mümkün değildir. Zaten bunu kimse söylememiştir.

Seferin tekrarı mes'elesine gelince, bu, cenabet hâli ile hastalık hâlinin, hükümde eşit
olduğuna işaret içindir."

Hanefîler âyeti kerimeyi şu şekilde anlamışlardır; "...Cünupken namaza
yaklaşmayınız, ancak cünup, müsâir olur da su bulamaz veya kullanmaya muktedir
olmazsa müstesna."

Hz. Ali, tbn Abbâs, Mücâhid ve Sa'îd b. Cübeyr de Hanefîlerle aynı görüştedirler.
Hayız ve nifas hâlindeki kadın için de Hanefîlerin görüşü ayıdır. Yani, bunlar da
mescide giremezler. Mâlikîler de aynı görüştedir. Tabiî zaruret hâli bu hükmün
dışındadır.

Şafiî ve Hanbelîlere göre; Cünup için olduğu gibi ayhali ve lohusa için de, mescidi
kirletmeyeceklerinden emin iseler, içinden geçmeleri caizdir. İçeride durmaları,
Şafıîlere göre caiz değil, Hanbelîlere göre kanm kesilmesi ve ab-dest almış olmaları
şartıyla caizdir.

Mescidin içinde ihtilâm olan bir kimsenin derhal dışarıya çıkması lâzımdır. Kapıların
kapalı olması gibi bir sebepten dolayı içerde kalması ise zarurete binâen caizdir.
Caminin iki kapısı varsa, kendisine yakın olandan çıkmalıdır.

Mescidde, abdestsiz olarak durmak ittifakla caizdir. Sebepsiz yere abdestsiz duruyorsa

mekruh olduğunu söyleyenler de olmuştur.

Mescidde uyumanın hükmü hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir.

Saîd b. Müseyyeb, Hasen el-Basrî, Atâ, Muhammed b. Şîrîn ve Şafiilere göre,

kerâhatsiz caizdir. Ancak, namaz kılanlara yeri daraltır veya onların gönlüne vesvese

vermesine sebep olursa, caiz değildir, haram olur.

İmam Mâlik, "Evi olanın mescidde gecelemesini veya gündüz uyumasını doğru
bulmam" demiştir. İmam Ahmed'le İshâk da bu görüştedir.
İbn Mes'ûd; Tâvûs, Mücâhid ve Evzâî, mescidde uyumayı mekruh görmüşlerdir.
Hanefîlerden Aynî, "İbn Müseyyeb ve Süleyman b. Yesâr'a camide uyumanın hükmü
soruldu. "Bunu nasıl sorarsınız, Ehl-i Suffa mescidde uyurlardı, onların meskeni

T3551

mesciddi" dediler" demiştir.
Bazı Hükümler

1. Şeriata uygun olmayan şeylerin değiştirilmesi gerekir.

2. İlk emirle arzu edilen şey hasa olmamışsa, emrin tekrarı lâzımdır.

D561

3. Cünüb ve hayızlı olanların mescide girmesi haramdır.



93. Cünub Olduğunu Unutarak Cemaate Namaz Kıldıran (İn Durumu)



13521

233. ...Ebû Berke (r.a.) den rivayet edildiğine göre;

Rasûlullah (s. a.) sabah namazına başlamıştı ki, eliyle (cemaate) "Yerinizden
ayrılmayın" diye işaret etti (ve evine gitti, biraz) sonra başından sular damlaya

r3581 r3591

damlaya gelip cemaate namaz kıldırdı."
Açıklama

"Rasûlullah (s.a.)in mescide girip mihraba geçtikten sonra abdestsiz olduğunu namaza
başlamadan mı, yoksa başladıktan sonra mı hatırladığına dair bu hadis-i şerifte bir
açıklık yoktur" denmesine rağmen "dehale" "namaza girdi" kelimesi ile diğer bir
rivayette de "kebbere" "iftitâh tekbirini aldı" kelimesi görülmektedir. Bu yüzden bazı
âlimler namaza girdiğini iddia ederken, bazıları da hadisin diğer rivayetindeki
"kebbere" "tekbir aldı" fiilinin başına bir "erâde" fiili takdir ederek "tekbir almak
istedi" şeklinde manalandırmışlardır. Bütün bunlar hadis-i şerifi tevil açısından
zorlamadır.

Dârakutnî'nin Enes'ten îbn Mâce'nin de Ebû Hüreyre'den rivayet ettiği hadisler,
Efendimizin iftitah tekbirini alıp, namaza başladığını bildiriyor. Ebû Davud'un bundan
sonra gelecek olan rivayeti de aynı şeye delâlet etmektedir.

Ebû Davud'un Ebû Hüreyre'den rivayet ettiği 235 nolu hadisi, (bu hadisi Buharı,
Müslim ve Nesâî de rivayet etmişlerdir) ve Müslim'in yine Ebû Hüreyre'den rivayet
ettiği hadis, Rasûlullah (s.a.)'m namaza başlamadığına işaret ediyor.
Ulemâ bu hadislerin, arasım birleştirmek için şu görüşleri ileri sürmüşlerdir:

1. Olay tekerrür etmiştir. Efendimiz bunlardan bazılarında namaza başlamış,
bazılarında başlamamıştır. Neyevî ve İbn Hibbân bu şekilde söylemişler ve Ebû Bekre
ile Ebû Hüreyre'nin hadislerinin ayrı ayrı iki vaka ile alâkalı olduğunu ileri
sürmüşlerdir.

2. Vak'a tektir. Ebû Dâvûd'taki "namaza girdi" cümlesi bir muzaf takdiri ile "namaz
yerine girdi" şeklindedir. Yine Ebû Dâvûd'taki 235 nolu hadis ile Buhârî'deki ( )
"namaz kıldığı yerde durunca" ifâdeleri bu te'vili takviye etmektedir. Diğer
rivâyetlerdeki ( ) "tekbîr aldı" kelimesi de yukarıda işaret edildiği gibi ( ) "tekbir
almak istedi" mânâsına hamledümiştir.

3. Resûlullah (s. a.) tekbir almış, Ebû Bekre önde olduğu için bunu duymuş ve
duyduğu şekliyle, Ebû Hüreyre ise, uzakta olduğu için duymamış ve gördüğü şekliyle
nakletmiştir.

"İmamın, abdestsiz olduğunu unuttuğu için namazı fasit olsa da cemaatin namazı
sahihtir" diyenler bu hadis-i şerife dayanmışlardır. Mâlik ve talebeleri, Şafiî, Evzâî,
Sevrî ve Ahmed b. Hanbel'in mezhebleri budur. Esrem, Ebû Sevr, İshâk, Hasan el-
basrî, İbrahim en-Nehaî ve Saîd b. Cübeyr'in de bu görüşte oldukları rivayet edilmiştir.
Bunlar Efendimizin ilk anda tekbir aldığını, cemaatin de Rasûlullah'a tabi olduklarını,
Rasûlullah ayrıldıktan sonra yine namazlarına devam ettiklerini söylerler.
Hattâbî bu hadisin şerhinde şunları söyler:

"Bu hadis delâlet etmektedir ki, bir imam cünüb olduğunu unutup da cemaate namaz



kildırsa, cemaat onun halini bilmeseler, namazları sahihtir, iadesi gerekmez. İmamın
ise, kendi namazım iade etmesi gerekir. Haberin lâfzının zahirinden çıkan hüküm
budur .Çünkü sahâbîler Rasûlullah (s.a.)'le birlikte namaza başlamışlar sonra
Efendimiz kendisi gusledinceye kadar cemaatten oldukları gibi beklemelerini istemiş,
işi bittikten sonra gelip namazlarını tamamlamıştır. Namazdan, üzerine bina caiz
olacak kadar bir cüz sahih olunca diğer cüzleri de sahih olur. İmama uymak tamamen
ictihâdi bir yoldur. Cemaat imamın zahirini bilmekle mükellef tutulmuştur. İç halini
ihata emredilmemiştir. Zaten bunu anlamaya gücü yetmez. Zahire göre verdiği hü-
kümde hata etmişse bu onun işini bozmaz. Hakim de aynen böyledir. İçtihadı bir
hükümde hatâ'ederse, bu hüküm bozulmaz. Cemaatin, imamın taharetini bilmesine
imkân yoktur. Onu bilemediği için de kınanmaz. Bu, Ömer b. el-Hattâb (r.a.) m
görüşüdür ve ona muhalefet eden herhangi biri bilinmemektedir. Şafiî'nin mezhebi de
budur.

"Yine bu hadis, muktedînin, namaza imamdan evvel başlaması hâlinde namazının
batıl olmadığına delildir. Ayrıca, abdestin bozulması halinde binanın sahih olduğunu
söyleyenler için de hüccettir."

Hattâbî'nin bu sözlerine Aynî itiraz ederek şunları söylemiştir:

"Hattâbî'nin "Haberin lâfzından çıkan hükmün zahiri, sahâbîler Rasûlullahla beraber
namaza başladılar..." sözü merduttur. Çünkü Efendimiz, İbn Hıbbân'm Sahîh'inde de
belirttiği gibi cemaata namazı (evvelki tekbirle değil) yeni bir tekbirle kıldırmıştır.
Sahih-i Müslim'deki "Rasûlullah aleyhisselam tekbir almadan önce ayrıldı" ifâdeleri
de bunu göstermektedir."

"Namazsra bir cüz'ü sahih olunca diğer cüzleri de sahih olur." sözü de aynı şekilde
merduttur. Biz, bu cüz'ün sahih olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü -Rasûlullah'm
önceden başladığı kabul edildiği takdirde- Efendimiz yerine birini geçirmeden
imametten ayrıldığı için bu cüz bâtıl olmuştur. Baş tarafı fasit olunca üzerine bina da
fasit olur. Çünkü fasidin üzerine bina kılman şey de fasittir. Ayrıca, sahih veya fasit
olma yönünden namaz parçalanmaz. Doğrusu, yukarıda da söylediğimiz gibi
Efendimizin yeni bir tekbirle başlamış olmasıdır.

"Hz. Ömer'in görüşü budur ve ona muhalif biri de bilinmemektedir" sözüne gelince,
bu doğru değildir. Çünkü Dârakutnî'nin Sünen'inde, Amr b. Hâlid, Habîb b. Ebî Sabit,
Asim b. Hamza ve Hz. Ali senediyle yaptığı rivayette Hz. Ali cemaate cünup olarak
namaz kıldırmış sonra kendisi namazını iade etmiş, o cemaate de iade etmelerini
emretmiştir. Abdürrezzak da Taberânfnin naklettiği bu hâdiseyi ve şunu rivayet
etmiştir: Ebû Ümâ-me'den rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer (r.a.) cemaate cünup
olarak namaz kıldırmış ve namazını iade etmiş, cemaate ise iade ettirmemiş. Bunun
üzerine Hz. Ali, "Seninle birlikte namaz kılanların da namazlarım iade etmeleri
gerekirdi" demiş, cemaat de Hz. Ali'nin sözüne dönmüştür. Kasım, "İbn Mes'ûd da Hz.
Ali'nin görüşündedir" der.

"Hadiste, imamdan evvel tekbir aldıkları takdirde cemaatin namazının bâtıS
olmadığına işaret vardır." sözü de reddedilmiştir. Çünkü hadiste buna işaret yoktur.
Zira Efendimiz, ya tekbir almadan yıkanmaya gitmiştir (ki sahih olan da budur) ya da
onların zannettiği gibi tekbir aldıktan sonra gitmiştir. Tekbir almadan gitti ise, ne
imamdan ne de cemaatten tekbir alan olmamıştır. Tekbir aldıktan sonra gitti ise,
cemaat, Efendimizin yeniden aldığı tekbir ile namaza girmişlerdir. Üstelik Şafiî
imamdan önce tekbir alanın namazının bâtıl olduğunu söylemiştir."
İmam Ebû Hanîfe, Şa'bî ve Hammad b. Ebî Süleyman, namaza başladıktan sonra



imamın abdestsiz olduğu meydana çıkması halinde, cemaatin namazının fâsid olduğu
görüşündedirler. Bunlar, İmam Ahmed'in Ebû Hü-reyre'den merfu'an rivayet ettiği ( )
"İmam, koruyucu ve gözeticidir" (yani cemaatin namazının sıhhati imamın namazının
sıhhatine bağlıdır) hadis-i şerifine dayanmışlardır. Aynı hadisi Taberânî de Ebû
Umâme'den rivayet etmiştir. Bu görüş sahihlerine göre, imamın namazı cemaatin
namazını da şâmil ve mutazammmdır. Cemaatin namazının sıhhati imamın namazının
sıhhatine, fesadı da onun namazının fesadına bağlıdır. Bu durumlarda imam cünup
olduğu için tahrimesi (iftitah tekbiri) sahih olmaz. Tahrime olmadığı için de imamın
namazı fasit olduğuna göre cemaatin namazı da fasittir. Zira Efendimiz: "İmamın
namazı fasit olunca, mukiedînin namazı da fasit olur" buyurmuştur. Dârakutnî'nin Saîd
b. Müseyyeb'ten Resûlüllah'm cünupken namaz kıldırıp hem kendisinin hem de
cemaatin namazını iade ettiklerine dair haber ve Hz. Ali'nin aynısını yaptığına dair
olan haber de bu görüş sahiplerini takviye etmektedir. Bu görüş Hanefî mezhebinin
benimsediği görüştür.

Olayın temeli imamın cünuplüğünü unutarak namaza yaklaşması veya durmasıdır,
imam cünup ve abdestsiz olduğunu bilerek namaza durursa iman açısından imamın
durumu tehlikelidir. Böyle kişilerin namaza durması değil, camiye girmesi dahi

[3601

yasaktır. Bir önceki hadiste bunun hükmü geçmişti, oraya bakılabilir.
Bazı Hükümler

1. İnsan olmaları sebebiyle Peygamberlerin de herhangi bir şeyi unutmalan
mümkündür.

2. Vakit müsait olduğu müddetçe cemaatin imamı beklemesi meşrudur.

3. Cünup olanın, guslü geciktirmesi caizdir.

4. Cünup olduğunu unutarak camiye giren hatırlayınca derhal camiden çıkar. Uygun
olanı, teyemmüm ederek çıkmasıdır.

5. Kâamet getirildikten sonra imamın abdestsiz olduğu anlaşılırsa (abdest alıp tekrar)
geri geldiğinde kaametin iadesi gerekmez ve böyle bir durumla karşılaşan imamın
durumunu cemaate açıkça beyan etmesi gerekir.

234....Hammad b. Seleme önceki hadisi aynı senetle ve aynı manada rivayet etmiş,
(fakat) başında (Rasûlullah) "tekbir aldı" sonunda da namazı bitirince, "ben ancak bir

1361]

beşerim, cünup idim (yıkanmayı unuttum) buyurdu" ifâdelerini ilâve etmiştir.
Ebû Dâvûd, şunları söyledi:

Bu hadîsi Zührî, Ebû Seleme b. Abdurrahmân 'dan, o da Ebû Hüreyre'den (şöylece)
rivayet etmiştir: (Ebû Hüreyre) dedi ki:

Namaz kıldığı yerde durunca, biz tekbir almasını bekledik. 0,ayrıldı sonra
"Olduğunuz halde kaimiz" buyurdu.

Bu hadîsi Eyyüb îbn Avn ve Hişâm, Muhammed kanalıyla (mürsel olarak) Rasûlullah
(s.a.) dan şöyle rivayet etmiştir: "(Rasûlullah)Tekbîr aldı, sonra cemaate eliyle
oturmalarını işaret edip gitti ve gusletti."

Bunu aynı şekilde Mâlik, îsmâil b. Ebî Hakîm'den o da Atâ'dan rivayet etmiştir.'Ata
(rivayetinde) "Resülullah (s.a.) namazında tekbir aldı"demiştir.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bunu aynı şekilde Müslim b. fbrahîm, Ebân' dan; O, Yahya'dan;



Yahya, Râbib. Muhammed'den o da Rasûlullah (s. a.) nakletti ve "tekbîr aldı" dedi.
[3621



Açıklama

Bu hadis-i şerifi, Hammâd bir evvelki Ebû Bekre hadisinin senediyle aynı mânâda
fakat değişik lâfızlarla rivayet etmiştir. Ancak Hammâd'm rivayetinde, Efendimizin
gusletmeye gitmeden evvel tekbir alıp namaza başladığı, sonunda da; "Ben de bir
beşerim ve ben cünup idim" buyurduğu sarahaten ifâde edilmiştir. Bu rivayeti İbn
Habbân da tahric etmiştir.

Ebû Davud'un ilâve ettiği taliklerden Zührî'ye ait olanı bazı nüshalarda yer almamıştır.
Doğrusu da bu olsa gerektir. Çünkü bu talik Ebü Bekre hadisine değil, Ebû Hüreyre
hadisine aittir. Bu ta'Ukte, Efendimiz'in tekbir almadığına işaret edilmektedir.
Sonraki iki rivayet ise, Peygamber Efendimizin namaza başladığında tekbir aldığına
işaret etmektedir.

235.. ..Ebû Hüreyre (r.a.)'den şöyle demiştir:

Namaza ikâmet edildi ve cemaat sallardaki yerini aldı. Rasûlullah (s. a.) (odasından)
çıktı. (Mihrabtaki) yerine durduğunda gusletmediğini hatırlayıp, cemaate (eli ile işaret
ederek veya sözle) "Yerinizden ayrılmayın" buyurdu ve evine gitti. (Biraz sonra) biz
saflarda (durur) iken, yıkanmış olarak başından sular damlar bir vaziyette aramıza
geldi.

H631

(Hadisin zikredilen) bu kısmı, îbn Harb'in lâfzıdır. Ayyaş ise, rivayetinde :
"Biz onu yıkanmış olduğu halde yanımıza gelinceye kadar ayakta beklemeye devam

f3641 f3651

ettik." sözüne yer vermiştir.
Açıklama

Bu hadis-i şeriften, Peygamber aleyhisselâram namaza ikâmet edilip saflar
düzeltildikten sonra hane-i saadetlerinden çıktığı anlaşılmaktadır. Müslim'in, Ebû
Hüreyre'den yaptığı, "Namaza ikâmet edildi, biz kalktık ve Rasühıllab (s. a.) gelmeden
önce safları düzelttik." şeklindedir. Müslim'in Câbir b. Semûre'den yaptığı rivayette
ise,

"Bilâl, RasûluHah (s.a.) çıkıncaya kadar kaamet etmezdi" şeklindedir. Buhârî ve Ebû
Davud'un başka bir rivayetinde de Efendimizin; "Namaza ikâmet edildiği zaman, beni
görünceye kadar ayağa kaikmaymız" buyurduğu ifade edilmektedir.
Görüldüğü gibi, bu rivayetlerin ikisinden Peygamber (s.a.) mescide girmeden ayağa
kalkıp onu ayakta bekledikleri anlaşılmakta; diğer ikisi ise bunun aksini ifade
etmektedir. Böylece ilk anda hadis-i şerifler arasında bir tearuz göze çarpmaktadır.
Ancak Rasûlullah camiye girdiğinde Ashab-i Kirâniî ayakta görmesi ve bunun caiz
olabileceği hususunda ikrarda bulunmamaları ve onlara acıyarak, "beni görmeden
kalkmayınız" buyurmalarına sebeb olmuştur. Sonraları Rasûlullah gelmeden ayağa
kalkmazlardı. Yani genel durumları bu idi. Bu yorumla aradaki tearuz giderilmiş
olmaktadır.



Üzerinde durduğumuz hadis-i şerif bundan evvelki hadis-i şerifin Ey-yûb îbn Avn ve
Hişâm'dan gelen rivayeti ile de bir tenakuz arz etmektedir. Çünkü onda, Efendimizin
cemaata oturmalarını emrettiği ifâde edildiği halde, bunda ayakta "oldukları şekilde"
durmalarım emrettiği ve onların da durduğu beyan ediliyor. Bezlu'I-Mechûd sahibi bu
tearuzu şu şekilde telif yoluna gitmiştir: "Rasûlullah (s.a.)'m cemaata işaretini
bazılarının mescidden dışarıya çıkmama, bazılarının bulundukları hali bozmama,
bazılarının da oturma şeklinde anlamış olmaları mümkündür. Bazı rivayetlerde "işaret
etti", bazılarında da "dedi" şeklinde olan farklılığı şöyle cem' edebiliriz: "Dedi"
şeklinde rivayet edenlerin işareti bu şekilde yorumlamış olmaları mümkündür. Ayrıca
Efendimizin söz ile işareti birleştirmesi, bazılarının hem sözü duyup hem de işareti
görmüş olması, bazılarının ise, sözü duymayıp sadece işareti görmüş olmaları da
muhtemeldir."

Ayrıca bu iki rivayetin birini diğerine tercih ederek tearuzu gidermek de mümkündür.
Şöyle ki, Ayyâş'm rivayeti "onu ayakta beklemeye devam ettik" şeklindedir. Aynı
zamanda muttasıl bir rivayettir. Eyyûb İbn Avn ve Hişâm'm Muhammed b. Sirîn'den
"eliyle (oturun!)" şeklindeki rivayet ise, mürsel bir rivayettir. "Muttasıl rivayet mürseî
rivayet üzerine tercih edilir" kaidesince, Ayyâş'm rivayetini tercih ederek tearuz
[3661

giderilmiş olur.
Bazı Hükümler

Önceki hadislerin hükümlerine ilâve olarak, safların düzgün oımasmm gerektiğine
işaret etmekle beraber Buhârî şârihi, Aynî bunun icma ile mustehab olduğunu
söylemiştir.

Zahirî mezhebinden îbn Hazm'e göre safların düzeltilmesi sıklaştırılması, birinci safta
yer varken ikinci saffm inşa edilmemesi saflar düzeltilirken, ayaklara ve omuzlara

1367]

dikkat edilmesinin farz olduğunu söylemiştir.

94. (Ihtilam Olduğunu Hatırlamayıp Da) Uyandıktan Sonra Üzerinde Islaklık
Gören Kimsenin Durumu

236....Aise (r.anhâ)'dan şöyle demiştir:

Rasûlullah (s.a.)'a ihtüâm olduğunu hatırlamadığı haîde (çamaşırmda) ıslaklık bulan
adam (in durumu) soruldu. Efendimiz:
"Gusleder (gusletsin)" buyurdular.

İhtilâm olduğunu gören, fakat ıslaklık bulmayan kişi (nin durumu) soruldu:
"Ona gusl gerekmez" buyurdu.
r3681

Ümmü Süleym "bunu gören kadına da gusül icabeder mi?" diye sordu.

Rasûlullah (s. a.)

r3691 r3701

"Evet. Çünkü kadınlar erkeklerin benzeridirler." buyurdu.



Açıklama



Hadism zâhiri, ihtilâm olduğunu hatırlamadığı haide uyanınca elbisesinde veya
bedeninde bir yaşlık gören kimsenin gusletmesinin gerekli olduğuna delâlet
etmektedir. îbn Abbas, Şa'bî, îbn Cü-beyr ve Nehâî'nin mezhebleri budur.
Hanbelilere göre, uykudan uyanan veya bayılmışken ayılan baliğ bir kimse,
kalktığında bedeninde veya elbisesinde bir yaşlık görür de onun meai olduğuna
hükmederse yıkanması farzdır; mezi olduğuna hükmederse, yıkanması gerekmez.
Fakat o yaşlığı yıkaması gerekir.

Şâfıîîere göre bu durumda, çıkan yaşlığın meni olduğu kesin olarak anlaşılırsa
gusletmesi farzdır. Mezi veya vedi ya da idrar olduğu belli ise, yıkanması gerekmez.
Meni mi, yoksa mezi mi olduğunda şüphe ederse bir tarafı tercih ederek ona göre
hareket edebilir. İhtiyaten gusletmesi daha iyidir.

Hanefilere göre, uykudan uyanan kimse yatağında veya çamaşırında ya da butlarında
bir yaşlık görür ve ihtilam olduğunu hatırlarsa, kendisine gusül lâzım gelir. O yaşlığın
meni veya mezi olduğunu bilsin veya şüphe etsin fark etmez. Bunda ittifak vardır.
Fakat ihtilam olduğunu hatırlamadığı takdirde o yaşlığın mezi mi, meni mi olduğunda
şüphe etse veya meni olduğuna kani olsa, Ebû Yusuf a göre gusül lazım gelmez.
Çünkü şehvetle geldiği belli değildir. îmam-i Azam ile İmam Muhammed'e göre
bunun mezi olduğuna kani ise, gusül Sazım gelmez; fakat meni olduğuna kani olur
veya meni mi, mezi mi, diye şüphe ederse, gusül lâzım gelir. İhtiyatlı olan budur. Za-
ten fetva da bu şekilde verilmiştir.

Mâlikîlere göre ise, uykudan uyanıp da ihtilam olduğunu hatırlamayan ve fakat
bedeninde veya elbisesinde bir ıslaklık gören kişi, kesinlikle bunun meni olduğuna
hükmeder veya meni midir, değil midir şüphesine düştüğü zaman gusletmesi gerekir.
Meni olmadığına teinükle kanaat getirir veya meni mi, mezi mi, vedi mi olduğunda
şüphe ederse, gusül gerekmez.

Bir erkek veya kadın, rüyada ihtüâm olduğunu hatırladığı halde meni dışarıya çıkmasa
gusletmeleri gerekmez. îmam Muhammed'e göre bu durumda kadının ihtiyaten
yıkanması gerekir. Çünkü kadından çıkacak maddenin gerisin geriye dönmesi
muhtemeldir.

Uyanıp yatağından kalkan kimse, ihtilam olduğunu hatırladığı halde tenasül uzvunda
bir yaşlık görürse gusletmesi lâzımdır. Ayakta veya oturduğu yerde uyuyan kimse,
uyanıp da bu uzvunda bîr yaşlık görür ve bu yaşlığın meni olduğuna hükmederse veya
uyumadan evvel âleti hareketsiz bir halde bulunmuş ise, gusl etmesi lâzımdır. Fakat
meni olduğuna hükmedemez de tenasül uzvu önceden sert bir vaziyette imişse gusül
gerekmez. Uzvun sert olması mezi çıkmasına sebeb olduğu için bu yaşlığın mezi
olduğu kabul edilir.

[371]

Bu mevzuda geniş bilgi için 206, 210-211 nolu hadislere de bakılabilir.
Bazı Hükümler

1. Kıyas caizdir.

2. İhtüâm olduğunu hatırlamasa bile uyandığında elbise veya bedeninde ıslaklık gören
kadın ve erkeğe gusletmek gerekir. Konu ile ilgili tafsilât açıklama kısmında
verilmiştir.

3. Kadınlar arasında da erkekler gibi ihtilam olanlar olabilir.



T3721

4. Şer'î bir meselede soru sormaktan utanmamak gerekir.
95. Uykusunda Erkekler Gibi Ihtilam Olan Kadın
237.. ..Aişe (r.a.)'dan, demiştir ki;

Enes b. Mâlik'in annesi Ümmü Süleym el-Ensâriye (Peygamber aleyhisselama
gelerek):

Yâ Rasûlallah, muhakkak Cenab-i Allah gerçeğin sorulması konusunda utanmayı
emretmez. Kadın uykusunda erkeğin gördüğünü görürse, gusleder mi, etmez mi? (Bu
hükmü) bana bildirir misin?

Rasûlullah (s. a.): "Evet suya(meniye) rastlarsa yıkansın" buyurdu.

Ben Ümmü Süleym'e dönüp, "Öff!.. hiç kadın bunu görür mü?" dedim. Bunun üzerine

Rasûlullah (s. a.) bana döndü ve:

"Allah hayrını versin yâ Aişe (çocuğu ona) neden benziyor ya?"
f3731

buyurdu.

Ebû Dâvûd şöyle demiştir:

(Bu hadisi) Zübeydt, Ukayl, Yûnus ve Zühfı'nin kardeşinin oğlu (İbrahim), Zührî'den;
(ayrıca) îbn Ebi'l-Vezîr, Mâlik'ten, Mâlik de Zührî'den, Yûnus'un îbn Şihâb'tan rivayet
ettiği gibi rivayet ettikleri Müsâfı' el-Hacebîde ZührVye muvafakat edip Urve'den, o
da Aişe'den... demiştir. Hişâm b. Urve ise, Urve'den, Urve, Zeyneb bint Ebî
Seleme'den o da Ümmü Seleme'den, "Ümmü Süleym Resulüllah sal-lellahü aleyhi

[3741

veselleme geldi... (Hadisin metni) şeklinde rivayet etmiştir.
Açıklama

Hadis-i şerifin muhtelif rivayetlerinden anlaşıldığına göre, Rasûlullah (s.a.)'a soruyu
soran Ürnmü Seleme olduğunu söylemişse de, Kadı Iyâz, doğrusunun ümmü Süleym
olduğunu ifade etmiştir. Hi-şâm b. Urve'nin rivayetinden de anlaşıldığı gibi, Ümmü
Seleme hâdiseye şöyle şâhid olmuş olabilir; Evvelki rivayetler Hz. Aişe'den geldiği
halde Hişam b. Urve'nin yaptığı rivayet Ümmü Seleme'de nihayet bulmaktadır. Ebû
Dâvûd, hâdiseye şâhid olan Sahabiyenin Hz. Aişe oluşunu tercih ederken, Kadı Iyaz
Ümmü Seleme olduğunu ehl-i hadisten nakl etmiştir. İmam Nevevî ise, bu rivayetlerin
arasını birleştirerek, soru sorulduğu sırada hem Hz. Aişe'nin hem de Ümmü
Seleme'nin Efendimizin huzurunda olup, Ümmü Süleym'i kınamış olmalarının
muhtemel olduğunu söyler. Hafız îbn Hacer de Nevevî'nin sözlerini beğenerek "Bu
güzel bir cem'dir. Çünkü Hz. Aişe ile Ümmü Seleme'nin Rasülullah'm huzurunda aynı
mecliste bulunmaları olmayacak şey değildir" demektedir.

Ümmü Süleym (r. anhâ), kadının ihtilâm olmasının hükmünü Efendimize sormuş,
fakat bu, kadın için âdeten ayıp bir şey olduğu için nezâketle ve önceden özür beyan
etmiştir. Buna rağmen, Hz. Aişe durumu yadırgayarak Ebû Davud'un rivayetine göre,
"Yazıklar olsun sana! Hiç bunu kadın görür mü?" Müslim'deki bir rivayete göre ise,
"Yâ Ümmü Süleym kadınları rezîl ettin, Allah hayrını versin" demiştir.
"Allah hayrını versin" diye tercüme ettiğimiz ( ) sözünü, Ebû Davud'un rivayetine
göre, Rasûlullah aleyhisselâm Hz. Aişe'ye, Müslim'in bir rivayetine göre. Hz. Aişe



Ümmü Süleyme söylemiş, Efendimiz de "asıl senin Allah hayrım versin" buyurmuş.
Başka bir rivayete göre ise, Rasûlullah Efendimiz Ümmü Seleme'ye söylemiştir. ( )
cümlesinin esas mânâsı daha önce de ifâde ettiğimiz gibi "sağ elin topraklansın"
demektir. Bu cümle hakkında hayli ihtilâf edilmiş ise de, muhakkıklarm tesbitine göre
"fakir olasın" manası daha sahihtir. Fakat Araplar bunu bizim "Allah hayrını versin,
Allah'tan bul" dediğimiz gibi bazan beddua, bazen de takdir ve taaccüp manasına
kullanmışlardır.

Ibn Abdilberr, Hz, Aişe'nin bu inkârından bütün kadınların ihtilâm olmadıklarının
anlaşıldığını ifade ederek "öyle olmasaydı Hz. Aişe bunu inkâr etmezdi" der. Süyûtî
de rüyaya giren şeyin şeytan olduğunu söylemiştir. Peygamberler ihtilâm olmazlar,
çünkü ihtilâm olayı şeytanî bir olaydır. Peygamberler ise bundan masundur. Diğer
bütün erkek ve kadınlar ihtilâm olurlar. Ancak bunun erkeklerde kadınlardan daha çok
olduğu söylenmektedir.

Resûlüllah (s. a.) hanımlarından birinin, kadının ihtiîâm olmasını yadırgamasına
karşılık, durumu isbat için "peki ya benzerlik nereden gelmektedir?" buyurmuştur. Bu
mana Buhârî ve Müslim'de değişik lâfızlarla ifade edilmiştir. Sarihler Efendimizin bu
ifâdesinden istifâde ederek erkeğin suyunun galib gelmesi hâlinde çocuk babaya,
kadının suyunun galip gelmesi halinde de anaya benzeyeceğini söylemişlerdir. Sahîh-i
Müslim'deki bir rivayetin sonunda Rasûlullah Efendimiz "Eğer kadının suyu galip
gelirse çocuk dayılarına, erkeğin suyu gaiip gelirse amcalarına benzer"
[3751

buyurmuşlardır.
Bazı Hükümler

1. Kişinin yararına uygun olan şeyleri sormaktan utanmaması gerekir.

2. Utanılacak cinsten de olsa, bilmediği bir şeyi soran kimseyi ayıplayanı kınamak
caizdir.

3. Kadın da erkek gibi ihtilâm olur ve ondan da meni gelir.

[3761

4. Doğan çocuk babasına benzediği gibi anasına da benzeyebilir.
96. Gusl İçin Yeterli Su Mikdarı

238.... Aişe (r. anhâ) şöyle demiştir: "Resûlüllah aleyhisselâm, cünuplükten dolayı

D771

ferak (demlen) bir kaptan guslederdi."
Ebû Dâvûd şu rivayetleri de kay d etti:

Bu hadisfm rivayetin)de, Ma'rner Zührî'den naklen şöyle dedi:

Aişe dedi ki "ben ve Rasûlullah (s. a.)' içinde ferak miktarı su olan bir kaptan
guslederdik."

îbn Uyeyne Mâlik hadisinin benzerini rivayet etti

Ebû Dâvüd dedi ki; Ahmed b. Hanbel; "Ferak on altı ntldır" derken işittim. Yine onu
"İbn Ebi Zi'b'in Sa'ı ntldır" derken dinledim ve bazılarının "bir sa', sekiz rıtıldır"
dediklerini söyledim. "Bu mahfuz değildir" dedi. (Bir seferinde de) Ahmed'i şöyle
derken duydum: "Kim fıtır sadakasını bizim şu nalımızla ( rıtıl) verirse sadakasını tam
çiarak vermiştir. "Kendisine (itiraz olarak) "Sayhanı ağırdır" denildi. İmam, (cevaben



önce); "Sayhanı en güzeldir, (dedi, biraz düşündükten sonra da) "bilmiyorum" dedi.
r3781



Açıklama

Bu hadis-i şerifi, Buhârî ( ) "...ferak denilen bir kaptan..." şeklinde rivayet etmiştir.
Müslim'in rivayeti ise, aynen Ebû Davud'un rivayeti gibidir.

Hadis-i şerifte zikri geçen "Ferak" kelimesi hakkında değişik şeyler söylenmiştir. Son
devir âlimlerinden merhum Ahmed Nâim, Tecrid-i Sarih Tercemesi'nde bu konuda
şunları kaydetmiştir:

Ferak cumhurun görüşüne göre iki sa' miktarı su alır bir kaptır ki, takriben altı litre
eder. İbnü'l-Esîr ise "Ferak"m 16 rıtl, yani 3 sa',-ki takriben 9 litredir-Ferk' in ise 120
rıtl, yahut 22 sâ', yani takriben 67,5 litre olduğunu beyan ediyor. Ümmü'l-Mü'minin
Aişe (r.anhâ) "ferak altı "kısfdır" demiştir. Ehl-i lügatin bil ittifak beyanıyla her kist
yarım sa' diye tarif edilmiş olduğundan Ibnü'l-Esir'in nakline diyecek kalmıyor,,
Süfyan b. Uyeyne ile tmam Şafiî ve ehl-i lügat bunda müttefiktir. Ancak Hanefi
fukahasi müddü (2) ntl i'tibar edip sa' da (4 ) müd olduğundan onlara göre ferak (2)

r3791

sâ'dır ki yine Hicazlılann (3) sa'm toplamı itibar ettikleri (16) ntl demek olur.
Bu ifadelerden anlıyoruz ki; Hanefîlere göre "ferak" altı litre su alan bir kaptır. Hadis-i
şerifin Zührî'den gelen tankından Rasûlallah aleyhisse-lamla Hz. Aişe'nin birlikte
yıkandıkları kabın isminin "ferak" değil, bir ferak miktarı su alan bir kap olduğu
anlaşılmaktadır. Mecmö'daki ifâdelerden de ferakm on altı ntl miktarı su alan bir ölçek
olduğunu anlıyoruz. Fakat Buhârî'deki rivayette (yukarıda da işaret edildiği gibi) bu
kabın adının "ferak" olduğu ifade edilmektedir. Hadis-i şerifin tercemesi, Buhârî'nin
rivayeti gözönüne alınarak yapılmıştır. Rasûlullah aleyhisselamm ferâktan veya ferak
miktarı su alan bir kaptan yıkanması onun içindeki suyun tamamını kullandığına
delâlet etmez. Öyle bir kaptan su alarak yıkandığı da anlaşılabilir. Nitekim
Efendimizin guslettiği suyun miktarı hakkında değişik rivayetler vardır. Rasûlullah
aleyhisselam bazan bir sa' (üç litre) su ile guslettiği halde, bazan daha fazla su
kullanmıştır. Aslında gusül için yeterli olan su, bedenin tamamını ıslatabilen sudur. Bu
bir sâ' olabileceği gibi az veya çok da olabilir. Ancak israf derecesine kaçmamalı ve
dökünen kişiye yıkanmış denemeyecek kadar az olmamalıdır. Ulemânın beyânına göre
gusülde müstehab olan bir sa'dan; abdestte müstehab olan bir müdden az su
kullanmamaktır.

Deniz kenarında bile olsa suyu israf etmenin men'edilmiş olduğunda bütün ulemâ
müttefiktir. Zahire göre bu yasaktan murad, kerâhet-i tenziyyedir. Alimlerimizden
bazıları "israf haramdır" demişlerdir.

Müellif Ebû Dâvûd son olarak "ferak" hakkında Ahmed b. Hanbel'-den duyduklarını
kayd etmiştir. İmam Ahmed'in, Sa'ı nisbet ettiği, îbn Ebî Zi'b, İmamın hocasıdır.
Ahmed b. Hanbel hocasının, bir sa'ı rıtıl kabul etmesini benimsemiş ve bu miktarda
verilecek sadakayı fıtrin yeterli olduğunu ifade etmiştir. Fakat kendisine Sayhanı
denilen hurmanın daha ağır, dolayısıyla rıtlmm bir sâ'dan az olacağı ima edilerek
itiraz edilince önce, Sayhânî'nin daha iyi olduğunu söylemiştir. Ancak biraz
düşününce "bilmiyorum" demiştir.

Hanefî ve Mâlikîlere göre, ağırlığı ne olursa olsun bir sa'a baliğ olmadan verilen fıtır



T3801

sadakası edâ edilmiş sayılmaz.



Bazı Hükümler

Güsûl abdesti alırken suyu israf derecesinde çok ve yıkanmış denemeyecek kadar az

[3811

kullanmamak gerekir.

97. Cünublükten Yıkanmak

Bu bâb cünuplükten dolayı yıkanmakla ilgili hadisleri ihtiva etmektedir.( ) (gasl)
yıkamak, ( ) (gusl) yıkanmak mânalarında kullanılır.

Gusl lûgatta "akıtmak" ıstılahta ise, "bedende, suyun varması mümkün olan her yere
suyu ulaştırmak (bütün vücûdu yıkamak)" manalarına gelir. Ağızm ve burnun içi,
yıkanması gereken yerlerdendir.

Cenabet, lügatta uzaklık demektir. Cünup olan kişi, yıkanmcaya kadar namaz ve
mescidlere yaklaşmaktan men' edildiği için, bu isim verilmiştir. Şeriata göre, namazın
sıhhatine mâni, bedende olan manevî pisliktir.

T3821

239....Cübeyr b. Mut'im 'den rivayet edildi ki:

Sahabe-i Kiram (r.a,) Rasûlullah (s.a.)'m yanında cünuplükten dolayı yıkanmaktan
bahsettiler. Rasûlullah (s. a.) her iki eli ile de göstererek "Bakın ben başıma üç defa (üç

r3831

avuç) dökerim" buyurdu.
Açıklama

Şerhini yaptığımız bu hadis Peygamber sallellahü aleyhi vesellemin guslederken başa
üç defa eliyle göstererek (su döküp) guslettiğini beyan eder.

Şafiî ulemasından Nevevî "Bu hadis başa üç defa su dökmenin rnüste-hab olduğuna
delâlet eder. Ashabımız başa kıyasla bedeni de aynı hükmün altına sokmuşlardır" der.
Hanefî ve Hanbelilerin görüşü de Nevevînin işaret ettiği gibidir. Yani gusülde bütün
bedenin üç defa su dökülerek yıkanması müstehabtır.

Mâlikîlere göre sadece başın üç defa yıkanması mendûptur. Beden için mendub
oluşuna delâlet edecek bir şey yoktur. Bu hadisin zahiri ile Buhârî (gusül, 5-15) ve
Müslim'in Hz. Aişe'den rivayet ettikleri hadis, Malikîlerin görüşünü te'yîd etmektedir.
Buhârî, sarihlerinden Askalânî de îbn Battal'dan şu nakli yapar: "Asıl olan bir defa
yıkamaktır."

[3841

Zaten bedenin üç defa yıkanması sabit olsaydı, bu bize kadar gelirdi.
Bazı Hükümler

1. Din büyüklerinin yanında ilmî konuların müzâkeresi câizdir.

2. Yıkamldığmda başa üç defa su dökmek müstehaptır.



3. Öğretmenin Öğreteceği şeyi, öğrencinin anlayabileceği bir şekilde anlatması
gerekir.

4. İlmi mevzular konuşulurken bir mevzuyu aydınlatmak için ilim adamının
müdâhelede bulunması yerindedir.

240.. ..Aişe (r.anha)den şöyle demiştir: "RasûluIIah (s.a.) cünuplükten dolayı yıkanmak

r3851

istediği zaman süt kabına benzer bir kap isterdi. (Kap gelince) iki avucu ile su
alır ve önce başının sağ tarafım, sonra da sol tarafını yıkardı. Daha sonra iki eline

H861 D 871

tekrar su alır ve başının tamamına dökerdi."
Açıklama

Bu haciis-i şerif bir Önceki hadisi açıklar mâhiyettedir. Şöyle ki birinci hadiste Hz.
Peygamber başına elleriyle üç defa su dökmekle iktifa etmişti. Burda ise, birinci su
ahşıyla başının sağım, ikincisi ile solunu, üçüncüsü ile başının tümünü yıkadığı Hz.
Aişe tarafından nakledilmektedir.

Hz. Peygamberin yıkanmaya başından başlayıp onu üç defa yıkaması, kir tutmakta
başın en önde gelen azalardan olduğunu ve dolayısıyla, bu şekildeki guslün hikmetini
tebarüz ettirmektedir. Nitekim, Malikîlerin de baştan başka üç defa yıkanması nıendup

r3881

olan aza olmadığını söylemeleri bunu göstermektedir.
Bazı Hükümler

1. Gusül ve abdest için su hazırlamak meşru olur.

2. Gusle başı yıkayarak başlamak müstehaptır.

3. Yıkamaya önce sağdan başlanması gerekir.

241....Teymullah b. Sa'lebe'nin oğullarından biri olan Cumey b. Umeyr'den, demiştir

"Annem ve teyzem ile birlikte Aişe (r.anha)nin yanma gitmiştik. Onlardan birisi Aişe
(r.anha) ye; gusülde neler yapardınız? diye sordu. Âişe (r.anhâ) da şu cevabı verdi:
RasûluIIah (s.a.) önce namaz için aldığı abdest gibi abdest alır, sonra başına üç defa su

r3891 r3901

dökerdi. Biz ise, saçımızdaki örgülerden do-,layı bes defa dökeriz."
Açıklama

Bundan önceki hadislerde Rasûlullah'm gusülden önce abdest aldığına dair bir işaret
olmamasına rağmen, bu hadis-i şerifte gusülden önce namaz abdesti gibi abdest
aldığım daha sonra başına üç defa su dökerek gusül yaptıkları anlatılmaktadır.
Hz. Aişe her iki hadiste Rasûlullah'm başına üç defa su dökerek gusle başladığını,
diğer bir olayda birinci hadis-i şerifi şerheder mahiyette gusülden önce abdest aldığım
söylemektedir. Yine Hz. Aişe ve Hz. Meymûne, 243-245 no'lu hadisler de Hz.
Peygamberin gusül öncesi neler yaptığım anlatmaktadırlar. Her hadis diğer bir hadisin



şerhi durumundadır. Böylece ümmetin maslahatı sağlanmış olmaktadır. Bu konuda
geniş bilgi 243-245. hadislerde gelecektir. Açıklamaya çalıştığımız hadis-i şerifin
delâlet ettiği noktaları ise, ulemâmız şöyle belirlemiştir:

Hadis-i şerifin zahirinden gusülden önce abdest almanın sünnet olduğu
anlaşılmaktadır. Ulemânın ekserisinin görüşü de bu merkezdedir. Sadece Dâvûd (-
ızâhiri) ile Ebû Sevr gusülden Önce abdest almanın vâcib olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Ancak bu görüşe delil olabilecek bir açıklama getirilmemiştir.

Ayrıca bu hadis-i şerifteki Aişe (r.anhâ)nm "Biz saçımızdaki örgülerden dolayı beş
defa su dökeriz" ifadesine göre, kadınların başlarını beş defa yıkamalarının müstehap
olması gerekir. Ancak senedde adı geçen Cümey'den dolayı bu hadis zayıf sayılmış ve
delil olarak kabul edilmemiştir. Ayrıca ilerde gelecek olan 25 1 no'lu hadiste kadınların
örgülerinin durumu ve başlarına üç defa su dökebileceklerine dair açık ifadeler
I39JJ

bulunmaktadır.
Bazı Hükümler

1. Gusle abdestle başlamak sünettir.

2. Erkekler üç, kadınlar beş defa başlarına su dökebilirler.

3. Kadınlar saçlarım örebilirler.

4. Saçlarının dibine su ulaşıyorsa kadınların saç örgülerini çözmeleri gerekmez.

242.. ..(Ebu Davud'un Süleyman b. Harb el-Vâşihî ve Müsedded'den rivayet ettiği
hadiste) Aişe (r.anhâ) şöyle demiştir:

"Rasûlullah (s. a.) cünuplükten dolayı guslet (mek iste)diği zaman -Süleyman b.
Harb'in rivayetine göre,- önce sağ eliyle sol eline su döker -Müsedded'in rivayetine
göre de- önce kaptan suyu sağ eli üzerine dökerek ellerini yıkar,- sonra ikisinin
ittifakla rivayetine göre- ve fercini yıkardı. (Bundan sonra Müsedded): Suyu sol eline
dökerdi. Aişe (r.anhâ) bazan ferci kinayeli olarak söylerdi (sözlerini ilâve etti).
(Hadis'in bundan sonraki kısmında Süleyman ve Müsedded ittifak etmişlerdir:)
Rasûlullah sonra namaz için aldığı abdest gibi abdest alır, her iki elini de kaba daldırıp

[392]

(su alır) suyun (başının) derisine ulaştığını bilinceye veya deriyi paklaymcaya
kadar saçlarını hilaller ve başına üç defa su dökerdi. Sudan artan olursa onu da

f3931 P941

vücûduna dökerdi."
Açıklama

Hadiste Rasûlullah'm gusle ellerinden başladığı ancak Süleymana göre sağ eh ile sol
eline su döktüğü; Mısedded e göre ise, kabtan direkt olarak sağ eline su döktüğü
şeklinde beyân edilmektedir. Daha sonra her iki râvinin de ittifakı ile avret mahallini -
burada Müsedded'in beyânına göre sağ eliyle döküyor sol eliyle avret yerini-
yıkıyordu. Bunu müteâkib namaz abdesti gibi abdest alıyor, sonra da iki elini kaba
daldırarak su alıyor, saçlarım ve vücudundaki kılları ovalayarak aralarına suyun nüfuz
etmesini sağlıyordu. Suyun tenine değmesiyle oranın temizlenmesine kanaat getirdiği
an, üç defa başına su alarak bütün vücudunu yıkıyordu. Artan su kalırsa hepsini birden



vücuduna döküyordu.

Kadı Iyaz, bazı kişilerin, bu hadise dayanarak vücuttaki bütün kılların ovalanmasının
gerektiği görüşünü benimsediklerini söyler. Mâlikîlere göre sık otsun, seyrek olsun,
vücuttaki bütün kılların ovalanması vâcibtir. Şafiî ve Hanbelilere göre, ovalanmadığı
takdirde su deriye ulaşıyorsa kılların ovalanması mendub, ulaşmıyorsa vâcibtir.
Bu meselede Hanelilerin görüşü de şöyledir: Ovalanmadan su deriye kadar ulaşırsa
saçın ve sakalın ovalanması müstehap, ovalanmadan deriye ulaşmazsa, farzdır.
Gusülde bedenin ovalanmasını şart koşmayanlar bu hadisi delil gösterirler. Zira ( )
suyu akıtmak, dökmek anlamına gelmektedir, derler. Vücudu ovalamanın hükmü ile

13951

ilgili görüşler, abdestle ilgili bahiste verilmiştir.
Bazı Hükümler

1. Cünuplükten dolayı yıkamldığmda önce eller ve avret yen yıkanmalıdır.

2. Gusle başlarken abdest almak sünnettir.

3. Kılların dibi ovalanmalıdır.

4. Rasûlullahm tertibi üzere gusül yapmak sünnettir.

243. ...Aişe (r.anhâ) şöyle demiştir:

"Rasûlullah (s. a.) cünuplükten dolayı gusletmek istediği zaman Önce ellerini
bileklerine kadar, sonra da fercini kaşığıyla yıkar ve onlar üzerine su dökerdi. Ellerini
temizledikten sonra duvara sürterdi. Sonra abdest almaya başlar (abdest aldıktan)

H961 r3971

sonra da başına su dökerdi."
Açıklama

Hadis-i şerifte geçen ( ) kelimesi kasık ve koltuk altı gibi kirlerin toplandığı suyun zor
ulaştığı yerlere denir. Burada fere kast edilmektedir. Zabtı bazı nüshalarda ( )
"dirseklerini" şeklindedir. Irakî doğru olanının bu olduğunu kaydetmektedir, ( )
"sonra onun üzerine suyu döktü" cümlesinin açıklanmasında, sarihlerden kimi
kasıklara, kimi ellere kimi de bütününe şâmil olabileceğini söylemişlerdir.
Rasüllah (s.a.)'in avret yerlerini yıkadıktan sonra ellerini duvara sürtmesi, ellerindeki
herhangi bir kokunun kalma ihtimaline binaendir. Günümüzde temizleyici sabun ve
benzerlerinin kullanılmasının lüzumuna işarettir. Ayrıca önceden de belirtildiği gibi

[3981

tuvaletten sonra ellerin sabunla yıkanması da gerekmektedir.
Bazı Hükümler

1. Gusulde msan vücudundaki suyun zor yetiştiği yerleri yıkamakta mübalağa
edilmesi gerekir.

2. Ellerde pislik eseri kalmaması için ek temizleyici kullanılmalıdır. Böyle bir şey
olmadığı takdirde toprakla temizlenmelidir.

244.... Aişe (r.anhâ) şöyle buyurmuştur: "Vallahi eğer isterseniz, size cünuplükten



dolayı yıkanmış olduğu yerdeki duvarda Rasûlullah'm elinin izini
f3991 r4001

gösterebilirim."
Açıklama

Münzirî, bu hadisin mürsel olduğunu, Şa'bî'nin bunu Hz.Aışe (r.anha)den duymadığını
söyler.

Fazla bilgi önceki hadiste geçmiştir.

[4011

245.. ..İbn Abbâs, teyzesi Meymûne 'nin şöyle dediğini haber vermiştir:
"Rasûlullah (s.a.) için cünuplükten dolayı yıkanacağı suyu hazırladım. Kabı sağ elinin
üzerine eğdi, iki veya üç (bu şüphe el-A'meş'tendir) defa yıkadı. Sonra avret yerine su
döktü ve orayı sol eliyle yıkadı. Daha sonra da (sol) elini yere sürttü ve
yıkadı.Bilahere ağzına ve burnuna su aldı, yüzünü ve ellerini yıkadı, başına ve

r4021

vücuduna su döktü, kenara çekilerek ayaklarını yıkadı. Ona havluyu verdim
almadı, suyu bedeninden (silip silkeleyerek) atmaya başladı. (el-A'meş der ki) Bunu
(Rasûlullah'm havluyu almayıp, üzerinden su serptiğini) İbrahim (en-Nehâiy)e
söyledim. İbrahim; "onlar havlu kullanmakta bir beis görmezlerdi, fakat onu âdet
edinmeyi kerih addederlerdi" dedi.

Ebû Dâvud, Müsedded'in şu sözünü nakleder: "Abdullah İbn Dâ-vûd'a, "Onlar
havluyu âdet edinmeyi kerih görürlerdi" şeklinde bir şey biliyor musun? dedim o; evet
öyledir (Meymune'nin rivayetinde, onlar bunun âdet olmasını kerih görürlerdi ibaresi

T4031

yoktu) fakat ben kitabımda bu ibareyi mevcut olarak buldum, dedi."
Açıklama

Hadis-i Şerifte geçen "iki veya üç defa yıkadı" ifadesindeki şek, tercümede
belirttiğimiz gibi Süleyman el-A'meş'tendir. Nitekim bu şüphenin ondan geldiğim
Buhârî de belirtmiş bulunuyor. Ancak yine ei-A'meş'in rivayet ettiği ve Ebû Avâne'nin
Sahîh'inde kaydettiği aynı hadîste, "ellerine üçer defa su döktü" deyip şek belirten bir
ifade kullanmamıştır. Hafız İbn Hâcer aynı şahıstan gelen bu farklı rivayetler hakkında
şu yorumunu yapar: "A'meş anlaşıldığı kadarıyla önceleri bu konuda şek etmekte iken,
sonraları hadisi hatırlamış ve "üç defa" diyerek kati bir ifade kullanmıştır. Çünkü bu
rivayeti A'meş'ten üç defa ve tereddütsüz olarak rivayet eden ibn Fudayl, şüpheli
olarak rivayet edenlerden daha sonraları ondan hadis dinlemiştir."
Hadis'in bundan sonraki kısımlarından Rasûlullah (s.a.)'in sol eliyle edep yerini
yıkadığı, bu yıkama esnasında eline herhangi bir kokunun bulaşmış olma ihtimaline
karşılık ellerini yere iyice sürttüğü anlaşılmaktadır. Bu da yüce Rasûl'ün temizliğe ne
derece önem verdiğini, hoş olmayan kokuların bedeni üzerinde kalmaması için ne
derece dikkat ettiğini göstermektedir.

Gusül ve abdest esnasında ağıza ve buruna su alıp mazmaza ve istinşâk yapmanın
hükmünün ne olduğunda ulemâ arasında farklı görüşler vardır:

Ibnu'l-Mübârek, Ahmed b. Hanbel ve İshâk gibi imamlara göre abdestte de gusülde de



mazmaza ve istinşâk vâcib (farz) dır.

Hanefîlerle Süfyân es-Sevrî'ye göre, gusülde farzdır, abdestte değildir. Mâlik ve Şafiî
âlimlerine göre ise, her ikisinde de sünnettir.

Bu konuda yeterli açıklamalar, daha önceden Abdest ile ilgili hadislerin açıklaması
üzerinde durulurken verilmiş bulunuyor. Bu bakımdan burada delillerini ayrıca tekrar
etmeye gerek görmüyoruz. "Sonra başına ve bedenine (su) döktü" ifadesinden
Rasûlullah (s.a.)'in saçları arasını ovalamadığı, sadece suyu dökmekle iktifa ettiği
anlaşılır. Halbuki, daha evvel Rasûlullah (s.a.)'in daha su dökünmeye başlamadan
vücutta kıl olan yerlerini ovaladığı zikredilmişti. Burada râvinin hadisi uzatmamak
için bunu zikretmemiş olduğu anlaşılabileceği gibi, Peygamber (s.a.)'in ovalamayı
bazan terkettiği de anlaşılabilir.

Hadis-i şeriften Rasûlullah (s.a.)'m ayaklarını yıkamak için yerini değiştirdiği ve
ayaklarım yıkamayı en sona bıraktığı anlaşılmaktadır, bu mânâyı ifâde eden başka
rivayetler de vardır. Cumhur, bu rivayetlere istinaden, mutlak olarak gusülde ayakları
en son yıkamanın müstehap olduğu görüşüne varmışlardır. İmam Mâlikden eğer yer
temiz değilse ayakları yıkamayı sona bırakmamn, temizse abdestin hemen akabinde
yıkamanın müstehap olduğu da rivayet edilir.

İmam Ebû Hanife ve talebelerine göre, gusledilen yer leğen, küvet gibi suyun biriktiği
bir yerse ayakları yıkamayı en sona bırakmak, değilse abdestin hemen sonunda
yıkamak müstehaptır.

"Ona havlu verdim almadı" cümlesinin Buhârî ve Müslim'deki ifadeleri lafız
yönünden farklı ise de mânâ itibariyle herhangi bir farklılık yoktur.
Câbir b. Abdillah, İbn Ebî Leylâ ve Saîd b. Müseyyeb bu hadise dayanarak, gusül ve
abdestten sonra kurulanmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir. Şâfiîlerin meşhur
kavline göre, silinmeyi terk etmek müstehaptır. Osman b. Affân, Hasan b. Ali, Enes b.
Mâlik, Hasen el-Basrî, Ebû Hanîfe, Mâlik ve Ahmed (Allah hepsine rahmet etsin)
abdest ve gusülden sonra kurulanmada kerahet görmemişlerdir. Bunlar görüşlerine İbn
Mâce'nin Selmân-ı Fârisî tankıyla rivayet ettiği;

"Rasûlullah (s. a.) abdest aldı, üzerinde olan yün di b bey i ters çevirdi ve onunla
r4041

yüzünü sildi" hadisi ile Tirmizî'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiği "Rasuiullah'm bir

1405] "

bez parçası vardı, abdestten sonra bununla kurulanırdı" hadisini delil kabul
etmişlerdir.

Resûlullah'm havlu kullanmaması, her zaman kullandığının hilâfmadır. O'nun bu
hareketi o gün havlu kullanma ihtiyacını hissetmemesinden veya serinleme isteğinin
bulunmasından olsa gerektir.

Ayrıca bu hükümler sıcak iklimde bulunanlar içindir. Soğuk iklimde yaşayıp silinme
zorunluğu olan mü'minler için değildir. Çünkü mevzubahis olan sıhhattir. Soğuğun
çok şiddetli olduğu yerlerde bazılarının "sünnettir" diye silinmemede ısrar etmeleri

r4061

sünnete uygun bir hareket değildir.
Bazı Hükümler

1. Abdest ve gusül suyunun hazırlanmasında başka-smdan yardım istemek caizdir.

2. Kadının kocasına hizmet etmesi meşrudur.



3. Avret mahalleri sol elle yıkanmalıdır.

4. Avret mahalli yıkanmadan önce ve yıkandıktan sonra eller yıkanmalıdır.

5. İstincadan sonra ellerde kalması muhtemel necaset artığını gidermek için
(temizleyicinin bulmadığı zaman) toprağa sürtmek matluptur.

6. Gusülde mazmaza ve istinşak gereklidir. Üç defa olması sünettir.

7. Gusülde ayaklan yıkamanın en sonraya bırakılması meşrudur.

8. Gusülden sonra havlu ile silinmek terkedilebilir.

246....Şu'be'den rivayet edilmiştir,demiştir ki; İbn Abbas (r.a.) cünuplükten dolayı
yıkanmak istediğinde sağ eliyle sol eline yedi defa su döker sonra da avret yerini
yıkardı.

"Bir keresinde kaç defa su döktüğünü unuttu ve "kaç defa döktüm?" diye bana sordu.
Ben de; bilmiyorum" dedim. Bunun üzerine İbn Abbâs (hayretle) "Hey anasız
(kalasıca), niçin bilmiyorsun?" dedi.

Daha sonra namaz için abdest aldığı gibi abdest alıp vücuduna su döker ve "Rasûlullah

r4071 r4081

(sallellahü aleyhi ve sellem) cünuplükten işte böyle temizlenirdi" derdi.
Açıklama

Hadis-i Şerifte geçen ( ) "Anasız kalasıca! " sözü Nihâye'de belirtildiğine göre zem ve
sebbetme için kullanılan bir deyimdir. "Sen sokağa bırakılmış, annesi belli olmayan
birisin" manasına gelir. Bu sözün bazan teaccübmânâsmda medh için kullanıldığı da
söylenir. Tîbî daha çok medh için kullanıldığını söyler. Herhalde îbn Abbâs, burada
Şu'be'yi zem etmek veya ona küfretmek değil de, dikkatsizliğinden dolayı ona hayret
ettiğini göstermek istemiştir.

Bu hadis-i şerifin zahirinden anlaşıldığına göre Rasûlullah (s.a.) cünuplükten dolayı
yıkandığında ellerini yedi defa yıkardı. Ancak râvîler içerisinde Şu'be b. Dinar
bulunduğu için bu hadis zayıf sayılmıştır. Şu'be b. Dinar tenkid edilmiştir. Hadisi
hüccet kabul edilmez, üstelik hadis, Rasûlullah (s.a.)'in yıkandığında ellerini üç defa
yıkadığını bildiren sahih hadislere zıt düşmektedir.

Şayet üzerinde durduğumuz hadis sahih kabul edilirse, o zaman Rasûlullah (s.a.)'ın
ellerini üç defa yıkadığını bildiren hadislerle neshedilmiş olur. Oysa durum böyle
değildir. Hüccet olarak üç defa yıkanmayı bildiren hadisler kabul edilmiştir.

247.... Abdullah b. Ömer (r.a.)den, şöyle demiştir:

"Namaz elli (vakit), cünuplükten dolayı yıkanmak yedi defa ve elbiseden idrarı
yıkamak yedi defa idi. Rasûlulah (s.a.) namaz beş vakit, cünuplükten dolayı yıkanmak
bir ve elbiseden sidiği yıkamak da bir defaya indirilinceye kadar (Allah'a) duaya
r4091

devam etti."
Açıklama

Hadis-i şeriften anlaşıldığına göre, Cenab-ı Allah başlangıcında namazı elli vakit,
cünuplükten dolayı yıkanmayı yedi defa ve elbisedeki sidiği yıkamayı yedi defa
gerekli kılmıştı. Rasûlullah (s.a.) Cenabı Allah'ın rahmet ve şefkatinin büyüklüğüne



güvenerek bunların hafifletilmesi için duâ ve tazarruda bulunmaya başladı. Rasûlullah
(s.a.)'m isteği namaz beş vakit, diğerleri de birer defa oluncaya kadar devam etti.
Namazın önce elli vakit olarak farz kılınıp da sonra beş vakte indirilmesi Mi'rac
gecesinde olmuştur. Müslim'deki rivayete göre, Rasûlullah (s. a.) hâdiseyi şu şekilde
haber vermiştir:

"Allah (c.c) bana her gün ve gece de elli vakit namazı farz kıldı Mûsâ (a.s.)'mn yanma
indim, bana "Allah, ümmetine neyi farz kıldı" diye sordu, ben de "elli vakit namazı"
dedim.

Rabbine dön ve hafifletilmesini iste. Çünkü ümmetinin gücü buna yetmez. Ben israil
oğullarım imtihan edip denedim dedi. Ben de Rabbime dönüp "Ya Rabbi benim
ümmetime (namazı) hafiflet" diye duâ ettim. Allah (c.c) beş vaktim indirdi. Sonra
tekrar Musa (a.s.)'ya döndüm ve Allah'ın benden beş vakti eksilttiğim söyledim, Mûsâ
(a.s.):

Ümmetinin gücü buna da yetmez, Rabbine dön ve hafifletilmesini iste, dedi. Cenab-ı
Allah: "Ya Muhammed, bunlar her gece ve gündüz beş namazdır. Her namaz için on
namaz (sevabı) vardır, bu da elli eder" buyurun caya kadar Allah (c.c) ile Mûsâ (a.s.)

[4101

arasında gidip gelmeye devam ettim."

Cünuplükten dolayı yıkanmanın bir defaya indirilmesi ile, elbisedeki idrarı yıkamanın
bir defaya indirilmesinin namazla birlikte Mi'raç gecesinde veya ayrı ayrı zamanlarda
olması muhtemeldir.

Ancak sarihlerin beyânına göre İslâm'ın ilk yıllarında olabileceğini söylemeleri
yanında hadis zayıf olduğu için delil değildir, diyenler üzerinde fazla
durmadıklarından yeterli bilgi elde edilememiştir. Hadisin sahih olduğu kabul edilse
bile namazın elli vakitten beş vakte indirilmesi hususu sahih hadislerle sabittir. Fakat
cünuplükten temizliğin, elbisenin yedi defa yıkanarak temizlenmesinin hükmü sahih
hadislerde varid olmamıştır. Buna göre de imamların ittifak ettikleri husus cünüplekte
su bütün vücûda nüfuz etmesi halinde bir defa ile iktifa edileceğidir. Elbisede de
durum aynıdır.

Elbisedeki bir pisliğin yıkanması, Şafiî ve Mâlikîlere göre bir defadır. Ancak Şafiîlere
göre üç defa yıkamak menduptur. Eğer necaset bir veya üç defa yıkamakla yok
olmamışsa, zail oluncaya kadar yıkamaya devam etmek gerekir. Ahmed b. Hanbel'den
gelen iki rivayetten biri de bu şekildedir. Muğnî müellifi İbn Kudâme bunu tercih
etmiştir.

Hanefîlere göre necaset ikiye ayrılır:

Necâset-i Galîza: İnsanın tersi ve sicjiği, eti yenmeyen hayvanların tersi, sidiği ve
salyası, eti yenen hayvanlardan tavuk, kaz ve ördeğin tersi, kan, irin, meni, mezi, vedî,
hayz ve nifas ileistihazakanlan ağız dolusu kusuntu gibi insanın bedeninden çıkıp da
abdesti bozan şeyler bir de şarap ve boğazlanmadan ölmüş hayvanın eti ve derisi.
Necâset-i hafife: Atın ve eti yenen ehli ve vahşi hayvanların sidiği, eti yenmeyen
kuşların tersi, eti yenen hayvanların, eşek ve katırın sidiği, İmam A'zam'a göre galiza,
imameyne göre hafifedir. Fetva İmameynin görüşüne göre verilmektedir.
Bu necasetlerden galizanm katı olanının dirhem miktarından fazlası namaza mâni,
daha azı mâni değildir. Sıvı olanında ise, avuç içi miktarından azı namaza mâni değil,
daha fazlası mânidir.

Necâset-i hafıfenin isabet ettiği yer elbisenin veya bedenin dörtte birinden az ise
namaza mâni değil, dörtte birine denk veya daha fazla ise, namaza mânidir.



İmam Ebû Yûsuf a göre enine boyuna bir karış miktarı namaza mâni değil, daha
fazlası mânidir. Elbise veya bedende namaza mani olacak miktarda pislik varsa (ister
galiza, ister hafife) hemen yıkanması gerekir. Bu pisliklerde ya gözle görülür yani,
kuruduktan sonra iz bırakır, ya da gözle görülmez yani kuruduktan sonra iz bırakmaz.
Gözle görülen bir necasetle pislenmiş olan şey, pisliğin aynı ve eseri yok olunca temiz
olur. Temizleme yolunun, yıkamak, silmek, ovalamak (v.s.) olması arasında fark
yoktur. Pislik yıkanarak giderilecekse suyun akıcı veya durgun,az veya çok olması
arasında fark olmadığı gibi yıkamanın adedi de mühim değildir. Mühim olan pisliğin
kendisi ve eserinin ortadan kaldırılmasıdır.

Renk ve kokudan ibaret olan eserin kalması, (izalesi meşakkatli olduğu için) zarar
vermez. Bunları gidermek için sabun ve deterjan kullanmak zarureti yoktur.
Gözle görülmeyen (iz bırakmayan) necasetle pislenmiş olan şey, yıkayanın zann-i
galibine göre temizlenmiş oluncaya kadar yıkanır. Müftâbih olan görüşe göre aded
mühim değildir. Ancak zann-ı gâlib üç defa yıkamak ve yıkanılan şey sıkilabilecek
cinsten ise, her seferinde sıkmakla hasıl olur. Bilhassa üçüncü yıkayışta damlalar
kesilinceye kadar sıkılmaya devam edilmelidir.

Bu hususta itibar sıkanın kendi kuvvetinedir. Tahtavî'nin beyânına göre, galebe-i
zannm üç defa yıkamakla hasıl olacağı şeklinde bir mecburiyet yoktur. Bu üçten az
yıkamakla da hâsıl olabilir. Hatta pis bir elbise üzerinden su akıtılsa ve zann-ı galibe
göre o elbisenin temizlendiği kanaati hasıl olsa. yıkama ve sıkma olmadığı halde, o
elbisenin kullanılmasicâizolur. Vesveseli olmayan kimse hakkında zahir budur.
Vesveseli olan için uygun olan, zann-ı galibi sayı ile takdir etmektir ki, o da üçtür.
Eğer elbisenin yıkandığı su akıcı olmazsa, o zaman her bir yıkanışta sıkılması zâhir-i
rivayete göre lâzımdır. Ebû Yûsuf tan sıkılmanın şart olmadığına dâir bir görüş de

mu

rivayet edilmiştir. Esas olan temiz olduğuna dair zann-i galibin hasıl olmasıdır.
Bazı Hükümler

1. Ser'î hükümlerin bazılarının bazıları ile nesh edilmelen caizdir.

2. Cenab-ı Allah, ibâdetleri hafifletmek suretiyle bu ümmete merhamet etmiştir.

3. Kulun mahzurlu olmayan bir şeyi Rabbisin'den istemesi caizdir.

4. Rasûlullah (s.a.)'m şefaati makbuldür.

248.. ..Ebû Hureyre (r.a)'den, demiştir ki; Rasûlullah (s. a) şöyle buyurdu:

"Muhakkak her küm altında cünuplük vardır. Bütün kılları yıkayınız, teni

[4121

temizleyiniz."

[413] [414]

EbûDâvûd, "Haris b. Vecih'in kendisi zayıf, hadisi münker"dir, dedi.
Açıklama

Bu hadis-i şeriften anlaşılmaktadır ki, cünuplükten dolayı yıkanan kışı vücudunun
tamamına suyu ulaştırmahdır. Suyun isabet etmediği bir kıl bile kalsa cünuplük devam
eder. Hattâbî "Hadisin zahiri, gusledecek kişinin saç örgülerim çözmesi gerektiğine
işaret eder. Çünkü vücuttaki kılların tek tek yıkanması gerekir. Bu da ancak örgülerin



çözülmesiyle mümkündür. İbrahim en-Nehaîbu görüştedir. Ancak ulemânın cum-
huruna göre su saçların dibine ulaşırsa örgülerin çözülmesine lüzum yoktur" der.
İmam Nevevî ise, "cumhura göre gusleden kadın saç örgülerini çözmeden su
saçlarının tamamına ulaşırsa örgüleri çözmesine lüzum yoktur, aksi takdirde örgülerin
çözülmesi vaciptir. Bizim görüşümüz de budur. Ümmü Seleme'nin hadisi, örgüler
çözülmeden suyun saçlarının tamamına ulaşmış olduğuna hamledirir" demektedir.
Hanefilere göre, saç örgülerinin çözülüp çözülmemesi hususunda erkekle kadın
farklıdır. Kadınların saçlarının dibine su ulaştığı takdirde, örgülerin çözülerek saçların
yıkanmasına lüzum yoktur. Çünkü Müslim'in bir rivayetinde, ümmü Seleme (r.a.)
Rasûlü Ekrem (s.a.)'e:

"Ya Resulullah ben saçlarımı örerim, cenabetten dolayı yıkanacağımda onu çözeyim

[4İ5]

mi?" diye sormuş, Rasûllah da "Hayır" cevâbım vermiştir.

Erkeklerin ise saçları örgülü ise, guslettiklerinde örgülerini çözüp suyu saçlarının
tamamına ulaştırmaları gerekir. Bu konuda 251. hadisin şerhinde daha fazla bilgi
verilecektir.

Yine Hattâbî'nin ifade ettiğine göre, gusülde mazmaza (ağıza alma) ve istinşâk .
(buruna su alma) yi farz görenler bu hadis-i şerife istinad etmişlerdir. Çünkü hadis-i
şerifte, her küm yıkanması emredilmektedir. Burunun içinde de kıllar olduğuna göre
burunun içinin de yıkanması gerekir, Hadis-i şerifteki ( ) "deriyi (vücûdun dışını)
temizleyin" emri de ağıza su almanın farziyetine delâlet eder.

Aynî de yukarıda verilen bilgileri tekrar ettikten sonra İmam-ı Azam'm bu hadise
dayanarak mazmazayı ve istinşaki farz saydığını söylemektedir. Hattabî bu hadise
dayanılarak mazmazanm farz sayılmasına itiraz ederek şöyle demektedir: ( ) sözü
lügatlara göre, vücudun dışı, gözün gördüğü kısımdır. Ağızm ve burunun içine beşere
değil, ( ) (edeme) denilir. Dolayısıyla ( ) emri mazmaza (ağıza su alma)nm farz
olduğuna delalet etmez."

Ancak lügatçılann ifadesi Hattâbî'nin ortaya attığı görüşe zıt düşmektedir. Meselâ
Cevherî'nin beyanına göre ( ) (edeme) derinin ete bitişik olan kısmıdır. Ağız ve
burunun içi ise, böyle değildir. Öyleyse bu hadis-i şerifteki ifâdelere dayanarak
mazmaza ve istinşaki farz saymak yerinde bir harekettir.

[416]

Bu konu ile ilgili bilgi için 106. hadis-i şerif ve açıklamasına bakılabilir.
Bazı Hükümler

1. Cünuplükten dolayı yıkanmada bütün vücudun ve vücuttaki kılların yıkanması
farzdır.

2. Deriye suyun ulaşmasına mâni olan pisliklerin izâle edilmesi şarttır.

249.. ..Ali (r.a.)Men rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim kıl dibi kadar bir yeri yi kam ayıp cünup bırakırsa ona (terk edilen yere veya bu

[4171

yeri yıkamayıp terk eden kişiye) şöyle böyle (veya şu kadar süre) azab edilir."
Ali (r.a.) "Bunun (bu şiddetli azabı duyduğum) için (üç defa) başıma (saçıma) düşman

I4JL81

oldum" der ve saçını da tıraş ederdi.



Açıklama



Hadis"i Şerifte Seçen ( ) zamiri bazı müshalarda ( ) şeklinde müennes olarak gelmiş
ve harf-i cerre sebebiyet ma

nâsı verilmiştir. Bezlü'l-mechûd'deki kayıt o şekildedir. Terceme Menhel'in
açıklamasına göre ve zamir müzekker kabul edilerek yapılmıştır.
Tîybî bu hadise dayanarak başı tıraş etmenin sünnet olduğuna hükmetmiş ve;
"Rasûlullah (s. a.) Ali'yi başını tıraş etmekten men'etmediğine göre bu bir takriri
sünnettir. Aynca Rasûlullah (s. a,) ümmetine Hulefâ-i Râşidîn'in sünnetine uymalarını
emretmiştir" demiştir.

îbn Hacer, ve Aliyyü'l-Kârî Tîybî'nin görüşünü reddederek "Bir halifenin yaptığı
Rasûlullah (s. a.) ve diğer üç halifenin yaptıklarına muhalif olduğunda sünnet değil,

14191

ruhsat olur" demişlerdir.
Bazı Hükümler

1. Gusülde vücudun ve vücuttaki kılların tamamına suyu ulaştırmak farzdır.

2. Vücuttan veya vücuttaki kıllardan bir parçayı (kadınların örgüleri müstesna)
yıkamayıp kuru bırakan kişi, Allah'ın dilediği kadar azap görecektir. Yıkandıktan
hemen sonra bu kuru kalan yerleri de yıkarsa ittifakla guslü tamam olur. Ama hava ve
yıkanan kişinin mizacı mutedil olduğu halde diğer azaları kurduktan sonra daha evvel
yıkanmayan kısmı yıkarsa Malikilere göre guslün iadesi lâzımdır. Diğer üç mezhebe
göre lâzım değildir.

r4201

3. Başı tıraş etmek caizdir.

98. Gusülden Sonra Abdest Almak
250.... Aişe (r.anhâ)'dan, demiştir ki;

"Rasûlullah (s. a.) gusleder, iki rekât ( sünnet)i ve sabah namazı-nı(n farzını) kılardı.

[421] f4221

Onun guslettikten sonra abdesti yenilediğini hatırlamıyorum."
Açıklama

Rasulu Ekrem (s.a.)'nin guslettikten sonra kıldığı iki rekat, sabah namazının
sünnetidir. Nitekim, Hâkim'in rivayetinde "sabah namazından Önce iki rekât kılardı"
denilmektedir.

Hadis-i şerifteki ( ) (zannetmiyorum) kelimesinin elifin fethası ile ( ) şeklinde de
okunması mümkündür. O zaman mana, "Onun gusülden sonra abdesti yenilediğini
bilmiyorum" şeklinde olur ki, tercemede her iki husus gözetilerek "hatırlamıyorum"
tarzı tercih edilmiştir.

Bu hadis-i şeriften anlaşıldığına göre gusülden sonra abdest almaya lüzum yoktur.
Tirmizî birçok Sahabe ve Tâbiûn'un bu görüşte olduğunu söyler. Hâkim'in İbn
Ömer'den rivayet ettiğine göre, Rasûlullah (s.a.)'a guslettikten sonra abdest almanın



gerekli olup olmadığı sorulmuş, O da, "Gusülden daha efdal hangi abdest var ki!..."
1423]

buyurmuştur.



Bazı Hükümler

1. Sabah namazından önce ıkı rekat namaz kılınır.

2. Cunuplukten dolayı yıkandıktan sonra namaz kılmak için yeniden abdest almaya
gerek yoktur.

Şimdiye kadar geçen hadislerden anlaşıldığına göre, sünnet üzere gusletmenin şeklî
şudur: Gusledecek olan kişi önce üç defa ellerini yıkar, sonra avret mahallinde veya
bedeninin herhangi bir yerinde pislik varsa onu yıkar, abdest alır, önce başına, sonra
vücudunun sağ ve sol tarafına su döker. Vücudundaki kılları ovalar. Leğen ve benzeri
bir kapta guslediyorsa ayaklarını yıkamayı en sona bırakır. Nehir, göl deniz veya
büyük bir havuzda guslediyorsa suya dalması kâfidir.

Guslün Farzları:

Guslün farzları mezheplere göre farklıdır. Bunlar:
Malikîlere göre: 1. Niyet,

2. Vücudun tamamım yıkamak,

3. Vücudu ovalamak,

4. Saçların arasını ovalamak ve

5. Bunları peşpeşe (tertip üzere) yapmak.
Hanbelilere Göre:

1. Vücuttaki -altına suyun girmesine mâni olan- pislikleri temizlemek, gidermek,

2. Niyet etmek,

3. Besmele çekmek,

4. Ağız ve burun, saçların tamamı ve sünnetsiz ise, haşefe dahil vücudun tamamına su-
yu ulaştırmak.

Şâfıîlere Göre:

1. Niyet,

2. Bedeninde pislik varsa onu yıkamak,

3. Vücudu ve saçları yıkamak.
Hanefîlere Göre:

1. Mazmaza (ağıza su vermek),

2. îstinşâk (buruna su vermek),

3. Vücudun tamamını yıkamaktır.

Hanefî mezhebinde guslün sünnetleri de şunlardır:

1. Gusle niyet etmek.Niyet, diğer üç mezhepte farzdır. Onun için bile bile
terkedümemelidir.

2. Besmele çekmek,

3. Misvak kullanmak,

4. Önce elleri, uylukları yıkamak, bedeninde pislik varsa gidermek,

5. Gusülden evvel abdest almak,

6. Abdestten sonra sırayla üç defa başa, üç defa sağ omuza, üç defa da'sol omuza su
dökmek,



7. Her su döküşte bedeni ovalamak,

8. Bir kap içinde yıkamlıyorsa önce sağ, sonra da sol ayağı yıkamak.

9. Suyu haddinden az veya çok kullanmamak,

10. Kimsenin göremeyeceği bir yerde yıkanmak,

11. Tenha yerde de olsa avret mahallini açık bırakmamak,

12. Gusül esnasında konuşmamak,

13. Gusülden sonra silinmek,

T4241

14. Elbiseyi giyerken acele etmek.

99. Kadın Gusl Ederken Örülü Saçlarını Çözmeli Mi?

251. ...Ebû Davud'un Zuheyr b. Harb ve Ibnu's-Serh'ten Rivayet ettiği hadîste Ümmü
Seleme (r.a.) şöyle demiştir; "Müslümanlardan bir kadın -Züheyr, dedi ki; Ümmü
Seleme kendisi- Rasûlullah (s.a.)'a

"Yâ Rasûllah, ben saçımı bağlayan bir kadınım. Cünuplükten dolayı (yıkanacağımda)
onu çözeyim mi?" dedi. Rasûllah (s. a.)

1425]

"Başına sadece üç avuç su dökmen sana kâfidir" cevabını verdi." Züheyr bu
kısmı, "Rasûlullah (s. a.) "Başa üç avuç su dökmen kâfidir. Sonra da (suyu) bedenînin
geri kalan kısmına dökersin işte o zaman sen temizlendin demektir" buyurdu" şeklinde
14261

rivayet etti."
Açıklama

Hadis-i şeriften anlaşıldığına göre cünuplükten dolayı gusül edecek olan kadının saç
örgülerini çözmesine lüzum yoktur. Bu mevzuda Hanefîlerin görüşünü 248. hadiste
açıklamıştık. Diğer mezheplerin görüşleri de şöyledir:

Mâlîkilere Göre: Saç kendi kendine kullanılmadan örülmüşse abdestte değil, sadece
gusiılde örgünün çözülmesi lâzımdır. Saç üç veya daha fazla iplikle örülmüşse örgüler
hem abdest, hem de gusülde çözülmelidir. Bir veya iki iplikle örülmüş olup örgü sert
ve sıkı olursa, çözülmesi lüzumlu, aksi halde lüzumlu değildir. Bu hükümlerde,
yıkanan kişinin erkek veya kadın olması arasında fark olmadığı gibi; yıkanma
sebebinin de cünuplük veya hayız ve nifas olması arasında fark yoktur.
Şâfıîlere Göre: 248. hadisin şerhinde Nevevî'den naklen beyân edildiği gibi, su
saçların dibine ve iç kısmına ulaşıyorsa örgülerin çözülmesine lüzum yoktur, ama
ulaşmıyorsa örgülerin çözülmesi vâcibtir. Hem erkek hem kadın için hüküm aynıdır.
Yıkanmayı gerekli kılan sebebler arasında da fark yoktur.

Hanbelîlere Göre: Yıkanma hayız ve nifastan dolayı ise, kadının saç örgülerini
çözmesi vâcibtir. Cenabetten dolayı yıkamlıyorsa ve örgü çözülmeden saçlar
ıslanıyorsa çözülmesine ihtiyaç yoktur, Hanbelîlerden bazıları cü-nupluktan veya
hayız ve nifastan dolayı yıkanmak arasında fark gözetmemişler ve saç örgülerini
çözmeyi gerekli görmemişlerdir.

Hanefîlere göre daha evvel belirttiğimiz gibi, kadınların saç örgülerini çözmesi
gerekmez. Erkeklerin ise, sahih kavle göre, çözmesi gerekir.

Saç örgülerinin çözülmesini şart koşmayanlar, örgülerin çözülmesine işaret eden



hadisleri vücûba değil de mendûbiyete hamletmişlerdir. Nitekim Dârakutnî'nin
Sünen'indeki rivayette örgülerin açılması ile birlikte hıtmî ve üş-nân (çöven)
kullanılmasının zikredilmesi bu te'vili desteklemektedir.

Müslim, İbn Mâce ve Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettikleri şu haber de Örgüleri
çözmenin farz veya vacip olmadığına işaret eder. Hz. Aişe (r.a)'ye Abdullah îbn
Amr'in, kadınlara yıkandıklarında saç Örgülerini çözmelerini emrettiği haberi gelince,
şöyle demiştir: "Hayret, madem ki tfon Amr, kadınlara saç örgülerim çözmelerini
emrediyor, başlarını tıraş etmelerini de emretse ya! Ben Rasûlullah (s.a.)'la beraber bir
kaptan yıkanır, başıma üç avuçtan daha fazla su dökmezdim."

Hadis-i şerifteki "başına üç defa su dökersin" ifadesinin manâsı, üç defa dökmekle
suyun saçların dibine vardığına dair zann-ı galib hasıl olmasıdır. Aksi halde daha çok
su dökmek gerekir.

252....Usâme, Makburfden Ümmü Seleme: (r.anhâ)nın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Bir kadın bana geldi (Üsame burada evvelki hadîsi nakleder.) O kadın için
Peygamber (s.a.)'e (bundan evvelki hadisde zikredilen meseleyi) sordum. (Usâme,
önceki rivayete ilâve olarak) Rasûlullah (s.a.)

[4271

"(Guslederken) her su döküşünde saçının örgülerini sık" buyurdu." dedi.
Açıklama

MussaniPin bu hadisi bu ifâdelerle getirmesinin sebebi, bundan evvelki hadiste yer
alan Züheyr ve îbn Şerh rivayetlerinin te'lif yönüne işarettir. Çünkü Züheyr'in
rivayetine göre, Rasûlulİah (s.a.)'a soruyu soran Ümmü Seleme (r. anhâ) İbn Serh'in
rivayetine göre müslümanlardan başka bir kadındır. Bu rivayetleri birleştirirsek, bir
kadın Ümmü Seleme'ye gelerek saçları örülü olan bir kadının yıkanırken, örgülerini
çözüp çözmeyeceği meselesini Rasûlullah'tan sormasını istemiş, o da onun için soru-
vermiştir. Soruyu sorma işinin Ümrnü Seleme'ye isnad edilmesi hakikat, diğer kadına
isnad edilmesi mecazdır. Çünkü o kadın sorunun sorulmasına sebeb olmuştur. Önce o
kadın adına Ümmü Seleme (r.anha)'nm sonra te'kid için kadının kendisinin tekrar
sormuş olmaları da muhtemeldir. Ancak bu rivayette diğer rivayetten fazla olarak
"Başına her su döktüğünde örgülerini sık" ziyâdesi mevcuttur. Bu da saçların dibine

r4281

suyun nüfuz etmesini sağlamak için olsa gerektir.
Bazı Hükümler

1. Gusulcie suvu saclarm dibine kadar ulaştırmak zaruridir.

2. Kdmlarm guslettiklerinde saç örgülerini çözmelerine lüzum yokutr. Erkekler ise,
çözmek mecburiyetindedirler.

253.. ..Aişe (r.anhâ)'den, şöyle demiştir; "Bİzden (Rasûlullah'm eşlerinden) birine
cünuplük isabet ettiği zaman, şöylece üç avuç (su) alıp -her iki elini kast ediyor-
başma dökerdi. (Sonra) bir eliyle (su) alıp şu (sağ) tarafına, başka bir sefer (tek eliyle

f4291 r4301

su alıp) diğer (sol) tarafına dökerdi."



Açıklama

Hadis-i şe"fte Hz. Aişe'nin başına üç avuç su döktüğünü söylemesi, başka hadislerde
geçen beş avuç su döktüğüne dâir olan rivayetlere zıt değildir. Bazan beş avuç bazan

14311

da üç avuç su dökmüş olması muhtemeldir.
Bazı Hükümler

Rasûmllan'm zevceleri guslettiklerinde saç örgülerini çözmezlerdi.

254....Aişe (r. anhâ)'den, demiştir ki; "Bizler ihramlı ve ihramsız olarak Rasülullah ile
beraber iken ve başımızda (saç örgülerimiz de) olduğu halde (onları çözmeden)
f4321 f4331

yıkanırdık."
Açıklama

Hadis-i şerifte geçen ( ) kelimesi aslında yaralı uzuv üzerine sarılan bez sargısı
manasına gelir. Bu hadis-i şerifte saça koku sürünmek manasına kullanılmıştır. Hz.
Aişe'nin bildirdiğine göre Rasülullah (s.a.)'m zevceleri ve ashab-ı kiramın hanımları
başlarına sürdükleri koku sebebiyle saçları birbibîrine yapışmış olduğu halde gusleder
ve bu yapışık saçları açmazlardı. Rasülullah da bunu men etmezdi. Çünkü bu şekilde
de olsa saçlarının dibine su ulaşırdı.

14341

Mânânın şu şekilde olması da muhtemeldir: "Biz gusleder ve içerisine hıtmî

[435]

karıştırılmış su ile yetinir, bundan sonra başka bir su kullanmazdık.."
Bazı Hükümler

Kadınlar guslederken saçlarına sürdükleri koku (v.s.) gibi şeyleri gidermek
mecburiyetinde değil dirler.

14361

255....Şureyh b. Ubeyd şöyle demiştir:

"Cübeyr b. Nüfeyr bana cünuplükten yıkanmak hususunda fetva verdi. (Ctibeyr'in
dediğine göre) Sevbân, onlara (Cübeyr ve arkadaşlarına): Gusül hususunda Rasülullah
(s.a.)'den fetva istediklerini bildirmiştir. (Rasülullah s.a.) şöyle buyurmuş: "Erkek,
(saçı örgülü ise) saçlarını dağıtsın ve saçların diblerine su ulaşıncaya kadar yıkasın.
Kadının ise (örgülerini) çözmemesinde vebal yoktur. O iki eti ile başına üç avuç su
14371

döksün."



Açıklama



Erkeklerde sac örme onlar için ziynet olmadığından, kadınlarda ise ziynet olduğundan
kadınların çözmemesi erkeklerin ise çözmesi gereklidir.

İbn Reslan, "hadisin zahiri, örgülerin çözülmesi hususunda erkekle kadının farklı
olduğunu gösterir. Fakat ben bu görüşte olan kimseyi bilmiyorum" demektedir. Ancak
248. hadisin şerhinde beyân edildiği üzere Hanefîlere göre gusülde erkekler saç
örgülerim çözmek mecburiyetinde oldukları halde, kadınlar mecbur değildirler.

[438]

Onların suyu saçlarının dibine ulaştırmaları kâfidir. Bu hadis-i şerif Haneklerin

[439]

görüşlerini te'yid etmektedir.

100. Cünup Olan Kişinin (Guslederken) Başını Hıtmî (Karıştırılmış) Su İle
Yıkaması

256.. ..Hz. Aişe (r.anhâ)'den rivayet edildiğine göre; "Rasûlullah (s. a.) cünup olduğu
halde başını hıtmî (karıştırılmış su) ile yıkar, bununla yetinir ve başına (ayrıca) su
r4401 [44JJ

dökmezdi."
Açıklama

Hıtmî, Kâmûs\m ifâdesine göre, çiçeğine "hâtem" denilen bir bitkidir. Mesanedeki
taşları düşürme, bazı yaraları iyileştirme, sirke ile mazmaza edildiğinde diş ağrılarını
dindirme ve ateş düşürme gibi faydalan vardır. Ayrıca kirlerin ve ter kokusu gibi
kokuların izâlesi için sabun yerine kullanılırdı.

Bu hadis, suya temizleyici özelliğini artırmak gayesiyle, sabun, soda gibi bir şey
karıştırıldığında, suyun tadı, rengi ve kokusu değişmiş de olsa, bu suyun hadesi
(abdestsizlik ve cenabeti) izâle için kullanılmasının caiz olduğuna delildir. Hanefîler
bu görüşü benimsemişlerdir. Çünkü bu şekildeki bir suya da su ismi verilir; sadece
temizleme özelliği fazlalaşmıştır.

İbn Kudâme'nin Muğnî'deki ifâdesine göre suya, suyun temizleyicilik vasfını artıran
bir şey karıştırıldığı takdirde o su ile gusledilip edilmeyeceği hususunda ihtilâf vardır.
Ahmed b'. Hambel'den yapılan iki rivayetten birine göre, böyle bir su ile gusül
yapılırsa cenabetten kurtulunmaz. Şafiî, Mâlik ve Ishak da aynı görüştedirler.
Hanefîlere göre böyle bir su ile gusul caizdir. Yine ibn Kudâme "Suya temiz bir şey
karıştırıp da onu değiştirmediği takdirde bu su ile abdest almanın cevazı hususunda
hiçbir ihtilâf bilmiyoruz" demektedir.

Bu hadis-i şerif her ne kadar zayıf ise de İbn Ebî Şeybe'nin İbn Mes'ûd'dan yaptığı
rivayetle cenazelerin, sidr, çöğen sabunu gibi şeylerle yıkanması nın sünnet oluşu bu
hadis-i te'yid etmektedir, ibn Kudâme'nin de ifade ettiği gibi Şafiî, Mâliki ve
Hanbelîlere göre, içerisine sabun, soda vs. gibi suyun temizleme özelliğini artıran bir
şey karıştırılmış su-ile yıkanmak cenabetin izâlesi için kâfi değildir. Sonradan tekrar
normal su dökünmek lâzımdır.

İbn Reslân, içerisine hıtmî karıştırılmış su ile, cünuplükten dolayı yıkanmaya niyet
edilirse cenabetten temizlenilebileceğini ayrıca su dökülmesine lüzum olmadığını,
ancak bunun sabunu suya kanştırmayıp başa koyarak temizlenildiği takdirde olduğunu
söyler. Veya Hz. Peygamber (s. a.) ilk önce normal su île yıkamış daha sonra hıtmî ile



ikinci defa yıkamıştır, denebileceği gibi hıtmînin çok az olduğu ve suda hiçbir
değişiklik yapmadığı şeklinde de te'vil edilmiştir. Fakat bütün bu te'villere ihtiyaç
kalmaksızın, temizleyici olan bu maddenin suya karıştırılarak kullanılması hiçbir
mahzur teşkil etmemekte ve bu konuda ihtimale yer bırakmayacak şekilde Hz.

f4421

Peygamber tarafından kullanıldığı bilinmektedir.

101. Erkek Ve Kadından Gelen Suyun (Meni Veya Mezinin) Nasıl Yıkanacağı

257....Aişe (r.anhâ); erkek ve kadından gelen su (meni veya mezi) hakkında şöyle
demiştir: "Rasûlullah (s. a.) bir avuç su alır, suyun (meni veya mezinin) üzerine
dökerdi. Sonra tekrar bir avuç su alır yine suyu (meni veya mezinin) üzerine
f4431

dökerdi."
Açıklama

Rasûlullah (s.a.)'m üzerine su döktüğü şey ya meni ya da mezidir. Hanefılere göre
temizlenmesi gerektiği Şafiî ve Hanbelîlere göre temiz olduğu ise önceden geçmişti.
Meziye gelince bütün mezheplere göre pis olduğundan temizlenmelidir. Dolayısıyla
Hanefîlerin dışındakilere göre temizlemek maksadıyla Rasûlullah (s. a.) üzerine su
döktüğü şey mezi olmalıdır.

îbn Reslân, bu hadisin, mezinin, üzerine su dökülmekle temizleneceğini söyleyen

f4441

Hanbelîlere delil olduğunu söyler.

102. Aybaşı Halindeki Kadınla Yemek Yeme Ve Bir Arada Bulunma

Hayız, lügatta, çıkan kan demektir. Şeriat'ta hayz, hades midir, necis midir ihtilaflıdır.
Hades olması daha uygundur. Necis oluşuna göre tarifi, hasta veya yaşça küçük
olmayan bir kadının rahminden dışarı çıkan kandır. Hades oluşuna göre, bu kan
sebebiyle meydana gelen şer-î maniadır.

Bir kadının rahminden, hastalık veya doğum gibi bir sebebe bağlı olmaksızın belli
müddetler içinde gelen kandır. Buna "âdet hâli", "ayhâü", "aybaşı hali" de denir .Kız
çocukları normal olarak 9 yaşında âdet görmeye başlarlar. Bu hal onların bulûğ
çağının başlamasıdır. Hayız halinin sonuna da "sihn-i iyas" denilir. En son haddi elli
beş yaştır. Bu yaşa gelen kadın artık âdet olmaz. Hayzm daha evvel kesilmesi de
mümkündür.

Hayz olan kadın ister küçük, ister yaşlı olsun gebe kalmaya, çocuk doğurmaya
müsaittir. Kadın gebe kalınca doğum yapıncaya kadar rahmin ağzı kapanır ve kan
gelmez. Hanefîlere göre, hayz müddetinin en azı -geceleri ile birlikte- üç, en çoğu on,
normali beş gündür. İleride temas edileceği üzere üç günden az ve on günden fazla
gelen kanlara istihâza kanı denilir. Hayız hâlindeki kadınlar için bir takım özel
hükümler vardır. Yeri geldikçe açıklanacaktır.

258....Enes b. Mâlik (r.a.) demiştir ki;

Yahudiler, bir kadın hayız olduğunda, onu evden çıkarırlar, onunla beraber yemezler,



içmezler ve aynı evde birlikte bulunmazlardı. Bu durum Rasûlullah (s.a.)'e soruldu.
Bunun üzerine Cenâb-ı Allah:

"Sana kadınların ay hâlini de sorarlar. De ki, O bir ezadır. Onun için hayz zamanında

[4451

kadınlardan ayrı kalm...ilh" mealindeki âyet-i kerimeyi indirdi; Rasûlullah da:
"Onlarla birlikte evlerde oturunuz ve cinsî temastan başka her şeyi yapınız" buyurdu.
Bunun üzerine Yahudiler:

"Bu adam, bizim (dinimizin) işinden hiç bir şey bırakmadan hepsine muhalefet etmek

f4461 f4471
istiyor" dediler. (Bunu duyan) Üseyd b. Hudayr ve Abbâd b.Bişr

Peygamber (s.a.)'e geldiler ve:

"Ya Rasûllah, Yahudiler şöyle şöyle diyorlar (onlara muhalefet olsun diye) hayızh
kadınlarla (cinsî) temasta da bulunsak mı?" dediler. Resûlullah sallallahü aleyhi
veslelemin (mübarek) yüzünün (rengi) değişti, hatta biz onlara kızdığım zannettik. Bu
iki zat (Rasûlullah'm huzurundan) çıkmışlardı ki, Rasûlullah'a hediye olarak süt
getiren biri ile karşılaştılar. Resûlullah (s. a.) peşlerinden gönderip kendilerine (bu

r4481 r4491

sütten) içirdi. Böylece biz de Resûllah'm onlara kızmadığını anladık."
Açıklama

Hadis-i Şeriften anlaşıldığına göre; Yahudiler er ay hâli olan bir kadını evlerinden
ayırırlar; onlarla birlikte yemeyi, içmeyi ve bir arada oturmayı ter kederlerdi.
Müslümanlar Resûlullah'a hayızlı kadınlara ait durumun ne olacağını sorunca Bakara
Süresinin 222. âyet-i kerimesi nazil oldu. Bazı Müslümanlar, bu âyet-i kerimedeki
"aybaşı hâlinde kadınlardan ayrı kaim" ifadelerini görünce, bu ayrılmanın Yahudilerin
yaptıkları gibi kadınları terketmek şeklinde olduğunu zannettiler. Bir kısım sahâbiler
Resûlullah'a gelerek,

"Ya Resûlullah soğuk şiddetli, elbise az, eğer kadınları tercih edecek olursak, ev halkı
helak olacak, ev halkını tercih edersek kadınlar zarar görecek. Ne yapalım?" diye
sordular. Resûlullah (s. a.) kendilerine şu cevabı verdi.

"Sizin emrolunduğunuz onlara yaklaşmamamzdır; onları evden çıkarmanız
14501

değil."

Resûlullah'm aybaşı hâlindeki kadından sorulduğu zaman renginin atması, kadına
rahatsız olduğu bir zamanda, sinir sistemlerinin bozuk, vücudunun hırpalanmış,
kadınlık hislerinin kaybolmuş olduğu bir vaziyette iken ona ezâ vermenin insanlıkla
bağdaşmayacağının bir ifadesidir. Ayrıca, Yahudilerin yaptığı gibi ailenin temel direği
olan ananın yaratılışının hikmetlerinden olan tabiî bir arızadan dolayı evinden
kovulmasının abesliğini, gayr-i insaniliğini ortaya koymaktadır. İslama göre kadın,
anadır. Yavrularının bekçisidir. Aileden kopamaz, tahkir edilemez. Nitekim Allah ve
Resulü kadının bu hâlini tabiîliğini vurgulamış, bu hali bahane edilerek ona
yöneltilmek istenen ithamları ortadan kaldırmıştır.

Resûlullah'a soru soranları daha sonra süt ikram etmek için geri çağırmaları ise,

14511

Resûlullah'm keremidir, onlara kızmadığının işaretidir.



Bazı Hükümler



1. Ay hâli olan bir kadınla cinsî münasebette bulunmak ıcmaen haramdır. Bu konudaki
hüküm kesindir.

2. Elinde olmayarak, fıtratının tabii bir icabı olan kadının bu durumunu nefretle değil,
şefkatle karşılamak insanlık görevidir.

3. Müslüman olmayan bir kişinin, İslama karşı hareketine sebebiyet verilmemelidir.

4. Müslümanlar arasındaki kırgınlığın uzun sürmemesi gerekir.

5. Bir kimseye kızıp gönlünü kıranın, gücendirdiği kişinin gönlünü almak için iltifat
etmesi uygun olur.

259.. ..Aişe (r.anhâ)'den şöyle demiştir;

"Ben hayızlı iken kemiğin üzerindeki eti ısırıp Peygamber (s.a.)'e verirdim; O da
ağzını benim (ağzımı) koyduğum yere koyar (ısırır)dı. Bir şey içerken de Resulullah
(sallellahü aleyhi vesellem)e verirdim. O da (içerken) ağzını, benim (ağzımı koyup)

f4521 f4531

içtiğim yere koyardı."
Açıklama

ARK: Üzerinde et artığı kalmış kemiktir. Bazılarına göre bir miktar ettir. Halil b.
Ahmed'e göre "ark", etsiz kemiktir. ( ) "kemiğin etlerini sıyırırdım" manasmdadır.
Hadîs-i Şerif hayızlı kadının artığının ve bedeninin temiz olduğuna delildir. Bazıları,
Ebû Yûsuf a göre hayızlı kadının bedeninin necis olduğunu söylemişlerse de bu
rivayet yanlıştır.

Yahudilerin yaptığı gibi kadınları terketmek değil, onlarla beraber olmak, yemek,
içmek, şaka yapmak gibi hareketlerde bulunmak gerektiğinin ifadesi vardır.
Nitekim aynı hadis-i şerifi değişik lâfızlarla Beyhakî şöyle nakletmektedir:
Sahabelerden biri Hz. Aişe'ye:

"Sen hayızlı iken Resûlullah sana yaklaşır mı?" diye sorduğunda, Hz. Aişe:
"Evet ben o halde iken Resûlullah (s. a.) bana: "Ebû Bekrin kızı peştemalmı üzerine
(yani göbekle diz kapağı arasma),al" diyerek benimle uzun zaman ilgilenirdi. Sahabe
Hz. Aişe'ye:

"O halde iken seninle yer miydi?" diye sorduğunda Hz, Aişe:

"Üzerinde et olan kemiği bdna uzatır ben de onu ısırırdım. Onu benden alarak
ısırdığım yerden ısırarak yerdi."

Peki, senin içtiğin kabtan da içer miydi? diye sorduklarında da Hz. Aişe:

"Evet, Resûlullah su kabını bana uzatırdı, ben ondan içerdim, daha sonra benden alır

ağzımı koyduğum yere koyarak Resûlullah da içerdi."

Resûlullah (s.a.)'m eşlerine aybaşı hallerinde bulundukları zamanda da, sair
zamanlardan farklı bir harekette bulunmadığı görülmektedir.

I454J

Aile mutluluğuna örnek olan Resülullah'a salat-ü selâm olsun.
Bazı Hükümler

1. Hadis-i Şerif Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem) in tevazu ve hoşgörüsüne



delildir.

2. Erkeğin karısına lâtife yapması onun hoşlanacağı hareketlerde bulunması lâzımdır.

3. Hayızlı kadınla beraber yemek, içmek ve bir arada bulunmak caizdir.

4. Hayızlı kadının artığı ve bedeni temizdir.

260....Aişe(r.anhâ)dan şöyle demiştir; "Ben hayızlı iken Rasülullah (sallallahü

r4551 f4561

aleyhi vesellem) başım kucağıma koyar (Kur' ân) okurdu."
Açıklama

Hicr: Koltuk altı ile böğür arasındaki kısma denir. Buharı'deki bir rivayetle Müslim'in
rivayeti. "Kucağıma yaslanırdı", Buharî'deki diğer bir rivayet de "Başı benim
kucağımda olduğu halde Kur'an okurdu" şeklindedir.

Hz. Aişe'nin bu rivayetinde Kur'ân okumayı Rasûlullah'a atfetmesi ha-yızh olan
kadının Kur'ân okuyamayacağına işaret sayılabileceğini, bazı âlimlerimiz beyan
etmişlerdir.

Nevevî Müslim Şerhi'nde, "Bu hadiste uzanarak, hayızlı bir kadına yaslanmış olduğu
halde Kur'ân okumanın cevazına işaret vardır."

Aynî bununla ilgili olarak şöyle der: "Hayızlı kadın temizdir, pis olan kandır. Kan her
zaman pistir.

Buna göre helaya karşı Kur'ân okumanın mekruh olmaması icabeder. Bununla birlikte
Kur'ân-ı Kerim'e hürmeten heîâya karış Kur'ân okumanın mekruh olması gerekir.
Çünkü bir şeye yakın olan onun hükmünü alır."

Muvafık olanı da Aynî'nin dediği olsa gerektir. Çünkü müslüman Allah'ın Kitabım

1457]

okurken mümkün mertebe edepli hareket etmelidir; pis yerlerden uzaklaşmalıdır.
Bazı Hükümler

1. Yan yatmış (uzanmış) halde ve hayızlı kadına yaslanarak (ezberden) Kuru an-ı
Kerim okunabilir.

1458]

2. Kur'ân okurken hayızlı kadından uzaklaşmak gerekmez.

103. Aybaşı Halindeki Kadının Mescidden Bir Şey Alıp Vermesi

kelimesi "TEFAÜL" babından olabileceği gibi "müfâle" babından da olabilir. Tefâul
babından olduğu kabul edilirse "tâ" mn fethası ile (tenâvele) şeklinde okunur ve
"tâ'lardan birinin hazfedildiğine hükmedilir. Mufâale babından olduğu kabul
edilirse tâ'nm zammesi ile ( ) (tünâvilü) şeklinde okunur ve mana, aybaşı halindeki
bir kadının mescitte birine bir şey vermesi şeklinde olur. Başlık her iki ihtimale göre
terceme, edilmiştir.

261....Aişe (r.anhâ)'dan demiştir ki:

"Rasülullah (sallallahü aleyhi vesellem) bana, "Mescitten seccadeyi alıver." dedi.
"Ben hayzhyım" dedim. Bunun üzerine:



r4591 r4601

"Senin hayzm elinde değildir" buyurdu.
Açıklama

Hadis-i Şerifteki (min) harf-i cerrinin müteallâkı hakkında ihtilaf edilmiştir. Kadı Iyaz,
harf-i cenin mü-teallâkmm (dedi) fiili olduğunu söyler. Buna göre manâ, "Rasûlullah
(s.a.) mescitten bana seslendi"olur.Bu durumda Rasûlullah mescidin içerisinde,
seccade dışarıdadır. Rasûlullah hayızlı olan Hz. Aişe'ye uzatıvermesini emretmiştir.
Hz. Aişe hayızlı iken elini mescide sokmayı istemediği için durumunu Efendimize
bildirmiş. O da, "hayız senin elinde değildir" karşılığını vermiştir.
Hattâbî ve ulemânın ekserisine göre harf-i cerrin muteallaki "bana alıver" fiilidir. Bu
mütalaa babın adına daha muvafıktır. Ebû Dâvüd sarihleri de bunu benimsemişlerdir.
Hadis-i şerif tercemesi bu takdire göre yapılmıştır. Buna göre, Rasûlullah (s.a.)
mescidin dışında, seccade içeridedir. Hz. Aişe elini uzattığı takdirde mescidin
içerisindeki seccadeyi alabilecek bir yerde oturmuştur. Ancak hayızlı iken elini
mescide uzatmayı uygun bulmadığı için mazeret beyan etmiş, Rasûlla Efendimiz de
"hayız senin elinde değil" karşılığını vermiştir.

İbn Hacer de, Hattâbî'nin dediği gibi harf-i cerrin müteallakımn fiili olmasının daha
muvafık olacağını, ( ) tealluk ettirmenin uzak bir ihtimal olduğunu söylemektedir.
Kadı Iyaz'ı bu görüşe sevkeden şey, NesâTnin Ebû Hureyre'den rivayet ettiği,
"Resûhıllah (s.a.) mescitte iken,

"Ey Aişe bana elbiseyi ver" buyurdu hadîs-i şerifi olabilir. Fakat bu babın hadisi ile
Nesâî'deki hadis arasında fark vardır. Çünkü Rasûlullah (s.a.) birisinde seccade,
diğerinde elbise istemiştir. Her iki hadisin ayrı ayrı olaylardan bahsetmiş olması
mümkündür.

Hadis-i şerifteki ( ) kelimesini muhaddislerin ekserisi "Hâ" nın fethası ile ( )
şeklinde okumuşlardır. Buna göre kelime hayız kanının akıntılarından bir akıntı
mânâsına gelir. Kadı Iyaz bunu tercih etmiştir. Nevevfnin beyânına göre rivayetlerin
ekserisi bu şekilde vâki olmuştur.

Hattâbî muhaddislere itiraz ederek kelimenin "ha"nm kesresi ile ( ) (hizateki)
şeklinde okunması gerektiğini söyler. Buna göre kelime, hayızlı kadının, kendisine
helâl olmayan şeylerden uzaklaşmasını gerektiren hal ve hey'eti mânâsına gelir.
Bezlü'I-Mechûd sahibi, Hattâbî'nin görüşünü benimsemiştir. Çünkü Hz. Aişe elinde,
elini mescide sokmasına mâni bir hayız pisliği olmadığını biliyordu. Onu elini
mescide sokmaktan men'eden şey, hayızdan dolayı kendisine arız olan manevî

1461]

pisliktir.

Bazı Hükümler

1. Ay hâli gören bir kadının elini mescide sokarak, ora-dan bırşey alması caizdir.
Ancak mescide giremez.

1462]

2. Kadının kocasına hizmet etmesi gerekir.
104. Hayızlı Kadının Namazını Kaza Etmez



[463]

262....Muâze (r.anhâ) demiştir ki; Bir kadın Aişe (r.anhâ)ya; "hayızh kadın
(namazını) kaza eder mi?" diye sordu. Hz. Aişe:
r4641

"Yoksa sen Harûrî misin? Bilesin ki, biz Rasûlullah (s.a.) yanında (zamanında)
hayız olur, (hayız günlerindeki namazları) kaza etmez ve kaza etmekle de

r4651 \466~]

emrolunmazdık" karşılığını verdi.
Açıklama

Hz. Aişeye soru soran kadının kim olduğu kesin olarak beili değildir. Ebû Dâvûd ve
Müslim'deki Eyyûb'un rivayetlerinde ve Buhârî'deki Hemmâm'm rivayetinde bu
kadının ismi açıklanmamıştır. Yalnız Müslim'in Şube tarikiyle Yezid'den yaptığı
rivayetten, soruyu soranın bizzat Muâze olduğu anlaşılmaktadır. Sorunun Hz. Aişe'ye
bir defa Muâze, başka bir kez de bir başka kadın tarafından sorulmuş olması da pek
tabiî mümkündür.

Hadisteki "Harûrîler"den maksat Haricilerdir. Onlar ay hali olan kadının hayız
müddetince kılamadığı namazları, temizlendikten sonra kaza etmesinin gerektiğini
kabul ederler.

Hz. Aişe (r.anhâ), bu soruyu soran kadının hâlinden hayız halinde iken kılamadığı
namazların sonradan kaza edilmeyeceği hükmünü yadırgadığım anlamış ve"sen Harici
misin yoksa?"diye sormuştur. Müslim'in Asım tarikiyle Muâze'den yaptığı rivayete
göre soruyu soran bizzat Muâze'dir ve Hz. Aişe'ye, "hayır ben Haruri değilim,
hükmünü öğrenmek için sordum" cevabını vermiştir.

Namaz ibâdeti, bedenî olma bakımından oruca benzemektedir. Hayızlı olan kadınların
orucu kaza etmeleri gerekir. Zira oruç ibâdeti yılda bir kere olduğundan kazasında
güçlük yoktur, aybaşı hâli ise, her ay tekerrür etmesinden dolayı günlük ibâdet olan
namazın birikmesine, böylece de ibâdette güçlük doğmasına sebebtir. İslâm bu
güçlüğü kaldırmıştır.
Aybaşı haliyle ilgili bazı hükümler:

Adet gören müslüman kadınlar için şu hükümler cereyan eder: Adet gören bir kadın,
namaz kılamaz, şükür secdesi yapamaz, oruç tutamaz, Kur'ân-ı Kerîm' den bir âyet de
olsa okuyamaz. Ancak dua âyetlerini duâ maksadı ile okuyabilir. Kur'ân-ı Kerîm'e
veya Kur'ân-ı Kerîm' den bir âyet veya bir âyetten daha az bir bölüm yazılmış bir şeye
el süremez. Esah olan kavle göre Kur'ân tercemesi hakkında da hüküm böyledir.
Camiye giremez. Kabe'yi tavaf edemez, kocasıyla cinsî münasebette bulunamaz.
Kocası, kendisinin diz kapağı ile göbek arasından çıplak olarak istifâde edemez.
Hayızlmm Allah'ı zikretmesi, teşbih okuması, kabir ziyaret etmesi, yiyip içmesi ise
caizdir.

Selef ulemâsından bazıları, hayızlı kadının namaz vakti girdiğinde, abdest alıp,
kıbleye dönerek Allah'ı zikretmekle meşgul olmasının müstehap olduğunu
söylemişlerdir. Ebû Cafer de bu görüştedir. Bazıları da bunun bir emir olup terkinin
mekruh olduğunu söyler.

Nevevî, cumhura göre hayızlı kadın için ne namaz vakitlerinde, ne de başka bir
zamanda abdest, teşbih ve zikrin olmadığını söyler. İbn Cerîr, Evzâî, Mâlik, Sevrî,



İmam-ı Azam ve talebeleri ve Ebû Sevr'in de aynı görüşte olduklarını kayd eder.
Ancak bundan maksat teşbih ve zikrin emredümediğidir. Emredilmemiş olması zikir
ve teşbihin caiz oluşuna mâni değildir. Nitekim Dürrü'l-Muhtâr'da hayızlımn
zikredebileceği, teşbih okuyabileceği kaydedilir.

263....Ma'mer Eyyûb'dan, Eyyûb Muâze'den, O da Hz. Aişe (r.anhâ)dan, bir önceki
hadisi rivayet etmişler. (Mâmer rivayetinde ilave olarak Aişe (r.anhâ)nin:

14671

"Biz orucu kaza etmekle emrolunur, namazı kaza etmekle emrolunmazdık"
T4681

demiştir.
Açıklama

Mussamfm bu rivayeti nakletmekteki maksadı hadisteki senet ve metin farklarına
işarettir. Evvelki hadisi Eyyûb sadece Kılâbe vasıtasıyla Muâze'den; bu hadisi ise,
doğrudan Muâze'den almıştır. Ayrıca Eyyûb ile musannif arasında evvelki hadiste iki,
bu hadiste ise, dört râvî vardır. Metin yönünden de evvelki hadiste orucun kazasının
emredildiğine dâir bir işaret yokken bu hadiste emredilmiş olduğu belirtilmektedir.
[4691



LU

Nesaî, tahâre 105; İbn Mâce, tahâre 48.

m

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 245.

m

Buhârî, vudû' 1, 22,42; Tinnizî, tahâre 26, 32, 34, 35; Nesât tahâre 64; tbn Mâce, tahâre 45,47; Dârimî, tahâre 29 ve ileride gelecek olan (138) nolu
hadis; Sa'ati el-Fethurrabbani II, 47.

m

Sa'âtî, el-Fethu'r-rabbftnî, II, 18 ve bundan sonraki babın hadisleri.

[5]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 245-247.

[6]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 247.

LU

Buhârî, vudûl 1,23,41,42,45,46; Tirmizî, tahâre 33-36; İbn Mâce, tahâre 47; Dârimî, tahâre 28; Ahmed b. Hanbcl 1,3 15, 1 1,288, 364.

[8]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 247-248.

[21

Nevevî, Şerhu Müslim, III, 106.
[10]

TirmizS, tahâre 35.

LLU

Buhârî, tahâre 22, Tirmizî, tahâre 42; ibn Mâce, tahâre 45; Nesâî, tahâre 64.

ri2i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 248-249.

ri3i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 249-250.

1141

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 250.

1151

bk. Buhârî, vudû" !, 22, 42; Tirmizî, tahâre 26, 32, 34, 35; Nesâî, tahâre 64; îbn Mâce tahâre 45, 47; Darîmî salât 29, Ahmed b. Hanbel I, 23, 233,
332, 336, 372; H, 27, 38, 109, V, 368.



[16]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi: 1/ 250-25 1.

r i7i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi: 1/251.

risı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/251.

1191

ibnMâce, tahâre 43.

[20J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 251-252.

[21]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 252.

[221

Buhârî, vudû* 25, 26; Müslim, tahâre 20, 22; Tirmizî, tahâre 21; Nesâî, tahâre 69; 71, 72; Ahmcdb. Hanbel II, 277, 308, 352, IV-313, 314.

[231

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 252.

[241

Tirmizî, salât 1 10.

[251

Buhârî, bedül-halk II; Müslim, tahâre 23; Nesâî, tahâre 72; Ahmed b. Hanbel, II, 352.

[261

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 253-254.

[221

İbn Mâce, tahâre 44; Ahmed b. Hanbel I, 228.

[28J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 254.

[291

Tirmizî, Savm 69, Ncsaî, tahâre 91, ibn Mace, tahâre 54; Dârimî vudû' 34;Ahmed b. HanbelIV, 211.

[301

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 254-256.

[3JJ

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 256-258.

[321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 258-260.

[33J

bk. Şevkani, Neylu'l-evtar I, 166.

[341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 260.

[351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 260-261.

[36J

bk. 248 numaralı hadis.

[371

Şevkânî, Neylu'l-evttr, 1.177; SehârenfDrî, Bezlu'l-mtchûd, I, 356.

[311

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 261-262.

[391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 262-263.

[401

Müslim, tahâre 8 1 .

[411

Şevkânî, Ncyln'l-Evtflr, I 195.

[421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 263-264.

[431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 264.

[441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 264-265.

[451

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 265.

[461

el-Müslevrld b. Şeddad b. Amr el-Kureşî el-Fihrî el-Mekkî. Hem kendisi hem de babası
Rasûlü ekrem (s.a.)'ın sohbetinde bulunmak saadetini tatmışlardır. Rasûlullah (s.a.)'dan ve babasından hadîs-i şerif rivayetinde bulunmuştur.
Kendisinden de Kays b.Ebî Hazm, Vakkas b. Rabîa, Abdurrahman b. Cübeyr, Ma'bed b. Hâlld ve daha pek çokları hadîs rivayet etmişlerdir. Hadîsleri
Buhari ve Tirmizi'de bulunmaktadır. Mısır'ın fethinde bulunmuş 45 hicri yılında iskenderiye'de vefat etmiştir. (Bilgi için bk. Ibnu'1-Esir, Üsdu'l-gabe,
V, 154)
[471

Tirmizî, tahâre 30; tbn Mace, tahâre 54.

[481

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 265.

[49J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 266.



[M

bk. Ahmed b. Hanbel, IV, 39.

[51]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 266.

[521

Buhfırf, tahâre 35; Müslim, tahâre 75, NesâS tahare 96; İbn Mftce, tahâre 84. Tirmizî, tahâre72.

[531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 266-268.

[541

et-Tevbe (9), 38, 39.

[551

bk. et-Tevbe (9), 117,118.

[561

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 268-271.

[571

bk. Buhârî, tahâre 35, 48; Müslim, tahâre 75; Nesâî, tahâre 96; İbn Mâce, tahâre 84; Tirmizî tahâre 72.

[581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 271-272.

[591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 272-273.

[60J

Buhârî, tahâre 35; Müslim, tah&re 75; Nesâî, tahâre 96; İbn Mâce, tahtre 84; Tirmizî, tahâre 72.

[611

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 273-274.

[621

Nevevi, Şerbu Müslim III, 170.

[63J

Meylanî Ahmed, Hidâye Tercümesi, I, 61.

[641

bk. Aynî, UmdHn'l-kaari III, 102.103; Davudoglu Ahmed, Sahlh-1 Müsüm Terane ve Şerhi, II, 400-401.

[651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 274-276.

[66J

Buhâri, tahare 35; 48; Müslim, tabire 75; Nesâî, tahâre96; ibn Mâce, Uhân 84; Tirmizî, tahâre72.

[671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 276-277.

[681

Abdurrahman b. Avf b. Abd b. Haris b. Zühre b. Kilâb b. Mttrre b. LOey Ebû Mu-hammed. Asıl adı Abdu Amr idi. Islâmiyete girdikten sonra
Rasûlü Ekrem (s. a.) bu ismi değiştirdi ve adını Abdurrahman koydu. Umûmi rivayete göre FiTyıbnda dünyaya gelmiştir. Rasûlü Ekrem'le aym yastadır.
Rasûlü Ekrem (s.a.)'m tevhid akidesini nesr ve tebliğ ettiği sırada kırk yasını geçmiş bulunuyordu. Fıtraten afif ve son derece temiz bir kimse olan
hazreti Abdurrahman, Hazreti Sıddık'ın delaletiyle tarffc-ı hakka girmiş, tik müslümanlardan olma şerefini kazanmıştır. Islflmiyeti kabul ettikten sonra
o da diğer möslümanlar gibi türlü tûriü mihnet ve eziyetlere uğradı. O da evini ve yurdunu terk ile hicrete mecbur oldu ve Habeş muhâcirleriyle birlikte
Habeşistan'a hicret etti. RasÛ-lü Ekrem'(sa) in Medme4 mttnevvereye hicretinden sonra da Medine'ye Meret etti Orada Rasûlullah Abdurrahman'ı Sa'd
b. er-Rebî İle kardeş yaptı. Sa'd bütün malım ve möl-kttnü Hz. Abdurrahman İle paylaşmak istediyse de o buna rftzı olmamış "Arfz kardeşim, Allah
sana ve çolak çocuğun» bereket Ih»* etabı mal ve hdMİnİçog«tara,SMbw» çarşının yolunu göster, ben orada Mraı ah| veriş Be meşgul ohyrn" demiş ve
bir kaç gün içinde zengin olmuştu. Hz. Abdurrahman bu serveti kendisi İçin kullanmamış bütün bu serveti Allah yoluna vakfetmiştir.
Berâe SÛresi'nde sahâbe-i kiram hayra teşvik edilince Hz. Abdurrahman malının yansıra teşkil eden 4000 dirhemi hemen teberru' etmiş, binlerce
atoram vafcfttmişti. Aynea birçok köleleri de kazancıyla hürriyete kavuşturmuştu. Diğer taraftan 500 ath süvariyi ve 500 de deve süvarisini Allah
yolunda silahla donatıp kendilerine hayvan te'minettiği rivayet edilir. Hz. Abdurrahman namazlarını son derece huşu ile edft eder, bilhassa flğ-İe
namazının farzım edadan sonra nafile namazı kılardı. Günlerinin çoğunu oruçtu geçirirdi. Her sene hacca giderdi.

Kendisinden 65 hadîs rivayet edilmiştir. Bunlardan ikisini Buhâri ve Müslim rivayet etmişlerdir. Beş tanesini de sadece Buhârî rivayet etmiştir.
Kendisinden ise İbrahim, Humeyd, Musa b. EbÛ Seleme, İbn Ömer. Itm Abbas, Enes b. Mâlik rivayette bulunmuştur. Hicretin 32«nesindc bu fftni
hayattan ebedi hayata intikal etmiştir. Cennetle müjdelenen bahtiyarlardandır. (Geniş bilgi için, bk. İbn Sa*d, Tabakât, IH, 87-97, Bu hari et-Tftribu'l-
kebir, V, 240; İbn Ebî Hatim, et-Ceriı ve'Ma'dil, V, 247; Ebû Nuaym, Hüyeta'l-evliy», I, 198.100; lbnu'1-Esîr, ÜıdtiM-iâbe, III, 480-485; Zehebî
A'ttmn'n-nabetfi, i, 68-92; İbn Hacer, el-İsibe H, 416-417; Tehribu't-Tehrib, VI, 244; lbnu'l-tm*d , Ş«erttuVieheb, 1, 38; Ansârî, Asr-ı Satdel, 1, 400-
413).
[691

Bilâl b. Rcbah Ebû Abdillah. Ebû Beki' es-Sıddik'm hürriyetine kavuşturduğu bir büyük sahâbîdir. Bedir muharebe» başta olmak üzere bütan
savaşlara Rasûlti Ekrem (s.a.)'le beraber katılmıştır. Köle iken inancı uğruna korkunç İşkencelere tabı tutulmuş fakat bütün banlar onun Allah'ı (c.c.)
zikirden alakoyamamıştı. Bilindiği gibi O'nu efendisi Umeyye b. Halef, öğlenin yakıcı sıcağında kızgın kumlar üzerine yatırır, sonra da alev saçan «gır
kayaları göğsünün üzerine koyar; "Ya Muhammedi inkâr edersin veya-hutta Ölünceye kadar böyle kalırsın" derdi. O, " AJUh (c.c.) bir, Allah birdir 1'
demekten geri durmazdı. Bir gün yine bu haldi iken Ebû Bekr O'na tesadüf elti, satın alarak hürriyetine kavuşturdu,Rasûlü Ekrem (s. a.) den 44 hadîs
rivayet etmiştir. Bunlardan birini hem Buhar? ve hem de Müslim rivayet etmiş, ikisini de sadece Buhâri rivayet etmiştir. Kendisinden de Ebû Beki',
Ömer, tbn Ömer, Üsftme b. Zeyd, Nehaî. Sa*id b. Müseyyeb rivayette bulunmuştur. Şam'da Hicrî 20. senede 60 küsur yaşında iken vefat etmiştir, (r.a.)
(Geniş bilgi tein bk. tbn Sa'd, Ttbmkit, İU, 165; tbn Ebî Hatim, el-Cerh ve't-tt'dU, U, 395; EbÛ Nuaym, HüyetuM-evHya, 1,147-151; lbnu'1-Esîr,
Üfdo'Htbe, 1,243; Zehc-bî, A'HiraB'n-ıınbcta, 1,347-360; tbn Hacer, el-tsftbt, 1,165; Tehribu't-Tehrib, 1,502; lbnu'1-lmâd, Şneritta A -zcbeb I, 31,
Ansârî, Asm Saadet, 11, 44-52).
[701

Müslim, tahâre 84; Tirmiri, tahftre 75; Mesai, tah&re 85; tbn Mftce. tahâre 89; Ahmed b. Hanbel, IV, 135; V, 281, 288, 439, 440; VI, 12, 13.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 277-280.

[721

Zafer Ahmet el-Osmani, tlau's-SttnM, I, 22.

[731

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 280-281.



T741

Buhârî, salftt 1, 25; Müslim, tahârc 72; Tirmizî, tahâre 70; Nesflt tahârc 96; tbn Mâce, tahlre84.

[25J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 281-282.

[76J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 282-283.

[221

Btireyde b. Husayb Efendimiz (s.a.)'c Mekke'den Medine'ye hicret ettiklerinde Gamîm adlı yerde seksen kişiyle gelerek sohbet şerefine ermiş,
yatsı namazını RasÛlü Ekrem (s.a.)'in arkasında kıldıktan sonra kavmine dönmüştür. Bedirden başka bütün savaşlara katılmıştır. Bir rivayete göre de (6
savaşa katılmıştır. Hz. Osman zamanında Hora san savaşma katılmış oradan da Merv'e gitmiş ve yerleşmişin-. Orada h. 63. yılında vefat etmiştir.
Horasan'da en son vefat eden sahâbî olarak bilinmektedir.

Kendisinden 1 64 hadîs-i şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan birini hem Buhârî ve hem de Müslim rivayet etmiş, ikisini sadece Buhârî, onbirini de sadece
Müslim rivayet etmiştir. Kendisinden de oğullan Abdullah, Süleyman ve Üsâmc, EbuM-MeRh el-Hûzelî ve cs-Şa'bî hadîs rivayet etmişlerdi. (Geniş
bilgi için bk. Ibn Sa'd, Tabak» t, IV, 241-242; VII, 365; Ibjı Ebî Hatim, et-Ccrh ve*Ma*dfl, II, 424; tbnu'l-Esîr, Üsdu'l A abe 1,209; Zchebî, A'llmu'n-
nttbeia, II, 469-471; Ibn Hacer el-İsâbt, !, 146; tbnu'l-tmâd, Şezertta A zeheb, I, 70; Ansârî, A»r-ı Saadet, II, 433-436.)

um

Tirmizt, edeb 55; tfcn Mace, tahâre 84; Libâs 3 1 ; Ahmed b. HanbeU V, 352.

[221

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 283-284.

[M

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 284-285.

[811

Buhârî, tahâre 35; Müslim, tahâre 75; Nesâî, tahâre 96; tbn Mâce, tahâre 84; Tirmizî, tahâre 72.

[M

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 285-286.

[831

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 286.

[841

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 286.

[851

Tirmizî, tahâre 71; Ibn Mâce, tahâre 86.

[861

Ubey b. lmâre kendisine İbn Ubftde de denilir. Sahabenin ilen gelenlerındendır. Mısır'da yerleşmiş, kendisinden Mest üzerine mesh ile ilgili bir
hadis rivayet edilmişse de onun da senedinde "İzdırâb" vardır. Ebû Hâtem onun isminin astında Abdullah b. Amr b. ÜrnmU Haram olduğunu,
künyesinin de Ebû Ubeyy olduğunu söyler.
[871

İbn Mâce, tahâre 87.

[88J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve

[M

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve

[901

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve

[911

Tinnizî, tahâre 99; İbn Mâce, tal

[921

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve

[931

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve

[941

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve

[951

Ahmed b. Hanbel IV, 7.

[961

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve

[921

İbn Kudâme, el-Mugnl, I, 296.

[981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve

[991

Tinnizî, tahâre 73.

rıooı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 297.

[1011

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 297-298.

rıo2i

bk. 4607 numaralı hadis.

[1031

el-Haşr (59), 7.

11041

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 298-300.

11051

bk. 164. hadis; MA.Nâzıf, ei-Tftc, I, 106-107.



Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 286-288.
Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 288-291.
Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 291.
ı&re 559.

Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 291-292.
Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 292-294.
Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 294.

Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 294-295.

Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 295-296.



[106]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 300-301.

[107]

İbn Mâcc, tahâre 85; Tirmizî, tahâre 76, 80.

[108]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 301-302.

[109]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 302-303.

rııoı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 303.

rıın

Nesaî, tahâre 102; İbn Mâce, tahâre 58; Tirmizi, tahâre 38.

LÜ21

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 304.

[113]

bk. Mübârekfüri.Tuhfelu'l-ahvezî, I, 168.

n i4i

bk. Mübârekfüri.Tuhfelu'l-ahvezî, I, 168.

[115]

Nesâî, tahâre 102; tbn Mâce, tahâre 58; Tirmizi, taftâre 38.

11161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 304-305.

rını

Tirmizî, tahâre 38; Nesfıî, tahâre 102; fbn Mâce, tahâre 58.

[118]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 306.

n i9i

Ukbe b. Amir b. Abs b. Atnr Ebû Hammâd, cl-Cühcnî: Meşhur sahftbt, RasûlU Ekrem (s.a.»'den bir çok hadîs-i şerif rivayet etmiştir.
Kendisinden de bir çok sahfibî ve tabiî hadîs naklet m iştir. İbn Abbâs, Ebû Umflme Cübeyr b. Nüfeyr ve Ebû ldris el-Havlanî bunlardandır. Ebû Said
b. Yûnus der ki: "Ukbe (r.a.) kâri, ferâiz (miras hukuku) alimiydi. Güzel konuşan bir şâir ve yazardı. Kur'ân'ı Kerîm'i toplayıp bii/ kitap haline
belirenlerdendir. .Renurıuniiz A snıanhn.miKha&adar A vX':«üVi«ahiriini!fıhAfınııM> sır'da gördüm. Sonunda "Bu mushafı Ukbe b. Âmir gibi kendi
eliyle .»azdı" ibaresi vardı." Ukbe (r.a.) Dımask fethini Hz. Ömer'e ileten postacı idi. Pekçok fetihlerde hazır bulundu. Sıffîn savaşında Hz. Muâviye
safında bulundu. Daha sonra da Hz. Muâ-vtye kendisini Mısır'a emir ta'yin etti. Hicretin 58 senesinde Mısır'da vefat etti. (Bilgi için bk. tbn Sa'd.
Tabakftt, IV, 343,344; Buhârî et-Tarihu'l-kebfr VI, 430; İbn Ebî Ha-tim d-Cerh ve't-ta'dlt VI, 313; İbnu'l-Esîr Ü*du'l-ftalw IV, 53; Zehebî, A'ttmB'D-
nobea. ir, 467; İbn Ha cer. Tetazlbu'l-Tehrfb, VII, 242-244; H-lsftbe, VII, 21; Asm Saadet II. 441-444 (Şâmil Yayınlan).
[120]

Müslim, tahâre 17; Tirmizî, tahâre 41; Nesâî, tahâre 109.

[121]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 306-308.

[122]

bk. Buhftrt, İmân 33.

11231

bk. el-muttakî, Kenz-ül-Ummfıl IX, 46, 467, 468.

11241

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 308-309.

[125]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 310.

£126]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/311.

[1271

Concordanceda bu bflb'a numara verilmemiîlir.

H281

Buhârî, vudû' 54; Müslim, tahöre 86; Tirmkî, tahâre 44; Nesât, tahftre 101, İbn Mace, tfıhâre 72.

[129]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/311.

ÜM

bk. Buhari, vudû 54.

[131]

Nevevî, Şerha Müslim III, 171.

11321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/311-313.

H331

Müslim, tahâre 86; Tirmizî, tahâre 44; İbn Mâce, tahâre 72; Nesâî, tahâre 101, Dârimi tahâre 3, 46; Ahmed b. Hanbel III, 132, 133, 154; V 225,

358.
[134]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/313.

[1351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 313-315.

£1361

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/315.

£1371

ibn Mâce, tahâre 139.



[138]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 315-316.

[139]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 316-317.

11401

bk. lbn Mâce, tahâre 139.

[141]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/317-318.

[1421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 318-319.

[1431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/319.

[1441

Buharı, vudû 4, 34; büyü, 5; Müslim, hayz 98, 99; tbû DâvUd tahâre 67; salât 192; Tirmizî, tahâre 56; Nesâî, tahâre 114 A bn Mâce.'tahâre 74;
Ahmed b. Hanbel, H, 330, 410, 414, 435, 471; III, 12, 37, 50, 51, 53, 54, 96.
[145]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/319.

[1461

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 3 19-321.

[1471

Müslim, bayz 9; Tirmizî, tahâre 56; İbn M&ce, tahâre 74.

[148]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 321.

[149]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 322-323.

11501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 323.

rışıı

Nesâî, tahâre 120,121; Tirmiri, tahâre 63; tbn Mfıce, tahâre 69, Ahmed b, Hanbel VI, 62.

[152]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 323.

[153]

bk. 712 numarıb hadis.

[1541

Noat, tahrire 121; Tİrmitf, tahâre 63. tbn Mftce, tahâre 6», Ahmed b. Hanbd VI, 2, 10,207.

[155]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 324-326.

[156]

el Bakara (2), 140.

[157]

Ncsaî, tahâre 121; Tirmizî, tahâre 63; lbn Mâce.'tahâre 69 Ahmed b. Hanbel VI, 2, 10, 207.

11581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 326-327.

11591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 327-328.

[160]

Mervân b. Hakan: Hicretten iki veya dört sene sonra dünyaya gelmiştir. Rasûlullah'-tan rivayeti olmamakla beraber sahâbîlerin büyüklerinden
hadis rivayet etmiştir. Kendisi fakîhlerden sayılır. Babası ile beraber Tâifte ikâmet ediyordu. Hz. Osman, Hakem "in Medîneye dönmesine izin verince
babası ile birlikte Medine'ye geldi. Hz. Aişe'nin safında Cemel, Hz. Muâviyc'nin safında Sıffin muharebelerine iştirak etti. Hz. Muâviye tarafından
Medine emirliğine tâyin edildi. Yezid b. Muâviye devrinde, İbnu'z-Zübeyr, bunları Medine'den çıkanncaya kadar.orada kaldı. Sonra Şam'a gitti.
Muâviye b. Ye-zîd b. Muâviye Ölünceye kadar Şam'da kaldı. Şamlıların bir kısmı Mervân'a biat ettiler. Hilâfet müddeti altı ay kadardır. H. 65
senesinin Ramazan ayında vefat etti. (Bilgi için bk. İbn Sa'd Tabakjt V, 35; Buhftrî, et-TârihÛ'l-keMr, VII, 368, fbnu'l-Esîr, Üsdu'l-ftabe, V, 144; et-
KftmH IV, 191; Zehebî, Tarih u'l-İslam, III, 70; A'lâmu'n-nubd*, III, 476-479; İbn Hacer, d-lsâbe, III, 477; Tefcriba't-TehzSb, X, 91; tbnu'l-tmad,
Şenratn'z-reheb, I, 73).
[1611

Büsra bint Safvfin, Mervân b. Hakem'in teyzesidir. AbdUlmelik b. Mervan'm ninesi olur.Abdullah b. Amr, Urve b. Zübeyr, Mervân b. Hakem ve
Sfiid b. Müseyyeb kendisinden rivayette bulunmuşlardır. (el-Menbel, II, 192).
[162]

İbn Mflce, tahâre 63, 64; Tirmizî, tahâre 61, 62; Nesflî, tahâre 117, gusül, 30; Dârimî, vudû 50; Muvattâ, tahâre 58; 60, 62; Ahmed b. Hanbel II,
223, 333, IV, 22, 23.
[1631

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 328-329.

[1641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 329-331.

[1651

Buradaki şek râvîterden birinden gelmektedir.

11661

Tirmizî tahâre 62; Nesaî, tahâre 118.

[167]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 331-332.

H681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 332-334.

H691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 334.



[170]

Müslim, hayz 97; Tirmizî, salât 142; tbn Mâce, Mesâcid 12; Dârimî, salât 112; Ahmed bjHanbel 11,451,491, 509; IV, 67, 85, 86, 150, 288, 303,
352, V, 54, 55, 57, 93, 98, 100, 106, 108, 113.
[171]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 334-335.

[1721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 335-337.

£1731

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 337.

[1741

İbn Mâce, Zebâih 6.

£175]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 337-338.

11761

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 338-339.

£1771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 339.

11781

Aliye: Medine arazisinin yüksek kısımlarındaki yerlerdir. Medine'ye en yakın olanı dört mil, en uzak olanı da Necid istikâmetinde sekiz mil
mesafededir.
£179]

Müslim, Ztthd 2; Ahmcd b. HanbelJII, 365.

£180]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 339.

£1811

Müslim, Zühd 2.

11821

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 339-340.

£1831

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 340.

£184]

Buharı, vudû' 30; Müslim, hayz 91; Muvalta, tahftre 19; Ahmed b. Hanbel, 1,267,28!, 366, 1 1,389.

£185]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 340-341.

£186]

Aslında fakirlik ve zillet dilemek için söylenen bir bedduadır. Asıl manâsı "Ellerin topraklımın" demektir. Ancak burada levm için kullanılmıştır.
Çünkü RasûtuUah'm misafirle beraber yemek yerken BilâTin namaza çağırması uygun değildi. Fakat Rasûlullah, Allah'ın daveti olduğu için yemeği
bırakıp namaza gitmiştir.
£187]

Ahmed b. Hanbel IV, 252, 255.

£188]

Buradaki jüphe IbBu'l-Eabârt ye aittir.

£189]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 341-342.

£190]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 342.

£191]

İbn Mâce tahâre 66.

£192]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 342-343.

£193]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 343.

£194]

Ahmcd b. Hanbel I, 279* 361; VI, 306, 371, 419.

£1951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 343-344.

11961

Tirmizî, tahare 59; Dftitmt, tahflre 15; Muvatti tahare 25.

£1971

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 344.

£198]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 344-345.

£1991

Buhârî, et'ime 53; Müslim, hayz 90; tirmizî, tahâre 41, 38; Nesaî, tahâre 121, 122; ibn Mâce, tahâre 65; Muvattft, tahâre 22; Ahmed b. Hanbel
1,264; II, 265, 271, 272,427, 45»* 479, 503, 529; IH, 264, 275; IV, 28, 30, 297, 413; V, 184, 188, 190, 192; VI, 89, 306,319,321,326,328,426,429, Not:
Bu kaynaklardaki hadîsler aynı konuda olmakla beraber, rivayetler farklıdır.
r2001

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 345.

£201]

Rasûlullah'm ashabmdandır. Efendimizden hadîs rivayet etmiştir. Mısır'da ikâmet etmiş, Mısırlılar kendisinden hadîs almışlardır. TaberTnin
nakline göre asıl adı Ast idi, RasûtuUah adım deştirerek Abdullah yaptı. Ahmed b. Muhammed b. Selime bu sa-1 hâbînin ölümünün Mısır'ın aşağı
kısnunda Sıkt eVKudur adındaki köyde olduğunu söyler. Mısır'da en son vefat eden sahâbîdir. Vefatı H. 85 yılında olmuştur. 86, 87,88 rivayetten" de
vardır.



12021

Buradaki şek râvflerden birine aittir.

12031

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[2041

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 345-347.

[205]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 347.

12061

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 347.

12071

Nesâî, tahfıre 121; Ahmedb. Hanbel, İl, 4S8; İV,30.

12081

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 347-348.

12091

Ümmü Habîbe Ramle bini Ebî Süfyan Sahr b. Harb: Rasûlullah'm hanımlanndandır. Babası Ebû Süfyan'dan senelerce önce müslüman olmuş ve
kocası Ubeydullah b. Cahş ile beraber Habeşistan'a hicret etmiştir. Fakat kocası orada vefat etmiş, Rasûlullah kendisi ile Hicri altı veya yedi senesinde
evlenmiştir. Bir seferinde Ebû Süfyân Medine'ye gelmiş ve kızı Ummu Habîbe'nin odasına girmiş, Ummü Habîbe yerdeki yatağı toplıyarak babasını
oturtmamış, Ebû Süfyân: Demek babandan bir döşeği kıskandın?deyince,"Bu, Rasûlullah'm döşeğidir. Sen hala şirk üzeresin" cevâbını vermiştir. Hz.
Aişe'nin anlattığına göre, Ummu Habîbe öleceğinde Hz. Aişe'yi çağırtmış ve "Aramızda eşler arasında olan şeyler olmuş olabilir. Hakkını helâl et"
demiş, Hz. Âişe'de hakkını helâl edip onun için duâ etmiştir. Bunun üzerine Ümmü Habîbe "Sen beni sevindirdin, Allah'da seni sevindirsin" demiştir.
Ümmü Habîbe Hz. Aişe'ye söylediğinin aynısını Ümmü Seleme'ye de söylemşitir. H. 44 yılında Medine'de vefat etmiştir. Rasûlullah'tan 65 hadîs
rivayet etmiştir .Bunlardan ikisinde Buhârî ve Müslim ittifak etmişlerdir. (Geniş bilgi için, bk. İbn Sa'd Tabaka t, VIII, 96-100; lbnu'1-Esir, Usdu'l-
gabc, VII, 110; Zehebî, A'lâmu'n-nubelâ, II, 218-233; İbn Hacer, el-tsabe, IV; Tehzîbu't-Tehzîb, XII, 419; tbnu'l-Imad, ŞezerAtu'z-zelıeb, I, 54.)
12101

Şüphe râvîlerden birine aittir.

mıı

Ahmed b. Hanbel, VI, 326.

12121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 348-349.

[2131

bk. Şerfau Meâni'l-Âsâr I, 64, 65.

[214]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 349-350.

[2151

Buhârî, vudÛ' 52, eşribe 12; Müslim, hayz 95; Tirmizî, tahâre 66; Nesaî, tahâre 124; İbn Mâce, tahâre 68; Ahmed b. Hanbel, I, 223, 227, 329,
337, 373.
H16]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/351.

[2171

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/351.

[2181

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[219]

Bu ifâdeden maksat, Mûtî b. Râşid'in güvenilir bir râvî olduğuna işaret etmektir.

12201

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 352.

[2211

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 352.

12221

Zâtürrikâ Gazve» hicretin 4, senesinde yapılmıştır. Buhârî'nin haberine göre bu gazve Hâyber'in fethinden sonradır. Oradaki bir ağaçtan dolayı
b,u ad verilmiştir. Kendisinde beyaz, siyah ve kırmızılık olan bir dağdan dolayı bu adın verildiği de söylenmektedir. Bir başka görüşe göre de Ashabın
ayaklan delinmiş ve ayaklarına bezler bağlamışlar, bu yüzden bu isim verilmiştir. Buhar! ve Müslim'in Ebû Mûsâ el-Eş'ari'den naklettikleri habere en
uygun görüş budur.
[2231

Muhacirlerden olan Ammâr b. Yâsir, Ensâr'dan olan da Abbâd b. Beşîr veya imâra b. Hazm'dı.

12241

Bazı nüshalarda ( ) "arkadaşım uyandırdı" şeklindedir.

[2251

Beyhâkî'nin ifâdesine göre bu sûre Kehf Süresidir.

[2261

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 353-354.

12271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 354-346.

12281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 356-357.

12291

Rasûlullah'm meşgul olduğu şey Taberânî'nin tasrîhine göre ordunun hazırlanmasıdır.

12301

Buhârî, mevâkît 24; Müslim.mesâcid 221, 225; Ahmed b. Hanbel, II, 88, 126.

12311

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 357-358.



12321

el-Mâide (5), 6.

T2331

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 358-360.

[2341

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[235]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 360-361.

12361

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 361-362.

[2321

Şüphe râvîlerdeiTbirine aittir.

12381

Buhârî, ezan 27; Müslim, hayz 126.

[239]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 362.

r2401

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 362-363.

[241]

Tirmizi, tahârtf 57.

[242]

Siyaktan buradaki ( JU ) nin failinin tbn Abbâs olması gerekir. Ancak Bcyhâki, Ebû Davud'un ibaresini nakletmiş ve ( ) "terime dedr demiştir.
Her halde eldeki nüshalarda "İlerine" kelimesi düşmüş olacaktır, (bk. AvmTI-ma'bud, 1 ,344).
12431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 363-364.

12441

Üslûb-u hakim; Muhatabın, sorusuna beklediğinden başka bir cevap almasıdır. Bu, sözü ya kastettiğinden başka bir mânâya çelçmek veya
sorusunu terkedip sormadığı bir soruya cevap vermek suretiyle olur. Cevap verenin böyle davranmasından maksat, soru soranın adında bu soruyu
sorması ya da bu manâyı kasdetmesi gerektiğine işaret etmektir.
[245]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 365.

[2461

Bu bölümün tefsirinde sarihler şu açıklamayı yapmışlardır:
Hadis, RasÛlullah'tan abdest bozucu herhangi bir şeyin kendisinden çıkmadığı anlamında değildir. Kendisinin ( ) her halinde (uyku, uyanık halinde)
kontrolü dışında abdesti bozucu herhangi bir şeyin çıkmasında mahfuz (korunmuş) olduğu anlaimndadır. ( ) "Benim gözlerim uyur ama kalbim
uyumaz" ifâdeleri Hz. Peygambere mahsus olmayıp başka bir hadîste ifâde edildiği gibi bütün peygamberlerin ortak özelliklerindendir.Hz. Peygamber
(s. a.) uyku halinde de kendisine vahiy gelir ve bunu olduğu gibi zabt ederdi. Kalbinin uyumaması hadesle ilgilidir. Vftdfde uyuyup namazının kazaya
kalması, bazı hususlarda kalbinin de uyuduğuna işaret eder. Fakat İmam Nevevî: "Sabah namazının kazaya kalması olayı, kalple değil, gözle ilgili olan
meselelerdendir. Ama hadesle ilgili meselelerin zuhuru yalnız kaible ilgilidir" demektedir.
[2471

Ibn Mâce tahâre 62; Dârimî, vudü' 48; Ahmed b. Hanbel IV, 97.

12481

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 365-366.

[249]

199. hadîsin şerhine bk.

[250]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 366.

[251]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 366.

12521

Bazı nushalarda"( ) ayağıyla" kelimesi yoktur.

[2531

Tırmızî, tahâre 109; İbn Mâce İkâme 67.

[2541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 367.

[2551

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 367-368.

[256]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 368.

[2571

Ebû Dâvûd salât 187; TinnızS, radâ' 12.

[2581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 369.

[2591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 369-370.

12601

Hz. Ali'nin hikâye yoluyla "Ben mezîsi çok olan biriydim" demesi, ya sonradan bu halin geçtiğine delâlet eder veya "Allah alîm ve hakimdir"
âyetinde olduğu gibidir. Hz. Ali den mezî gelmesi devamlıydı. (Ibn Reslan).
[2611

Buradaki şek râvîlerden birine aittir.

[2621

Nesaî, tahâre 129; Ahmed b. Hanbel.I, 109, 125.



T2631

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 370-371.

[2641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 371-373.

12651

Nesâî, tahâre 111, İbn Mâce, tahâre 70; Muvatta, tahâre 53; Ahmed b. Hanbel, VI , 4.

[266]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 373.

[2671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/373.

[2681

Ahmed b. Hanbel, I, 124, 126, 145.

[2691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 374.

r2701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 374-375.

[271]

Sehl b. Huneyb b. Vâhib b. Akim b. Sa'lebe el-Ensârf el-Evsî el-Medenî Ebû Sabit veya Ebû Abdillah. Bedir ve diğer gazvelere iştirak etmiştir.
Uhud savaşında müslümanlar dağıldığı zaman yerinden ayrılmamış, ölünceye kadar Rasûlullah'ı korumak üzere bîat etmiştir. O gün Rasûlullah'a atılan
okları def etmişti. Cemel Vak'ası'ndan sonra Hz. Ali Basra'ya vali tâyin etmiş, sonra da Hz. Ali ile birlikte Sıffin Muharebesi'ne iştirak etmiştir.
Rasûlullah'm onu Hz. Ali ile kardeş yaptığı söylenir. Rasülullah'dan kırk hadîs rivayet etmiştir. Bunların dördünde Buhârî ve Müslim ittifak .etmiştir.
Müslim ayrıca iki hadîsini rivayet etmiştir. (Bilgi için bk. ibn'Sa'd, Tabakât, VI, 15; Buhârî, et-Târîhu'l kebîr, IV, 97; IbnuM-Esîr, Üsdu'l-ğabe, II, 470;
Zehebî, A'lâmu'n-nuhelâ, II, 325-329; Ibn Hacer el-İsâbe, II, 87, Tehzibu't-Tehzîb, IV, 25 1 ; Asr-ı Saadet, III, 436-437.)
T2721

Tirmizî, tahâre 84; Ibn Mâce, tahâre 70.

12731

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 375-376.

[2741

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 376-377.

[2751

Abdullah b. Sa'd el-Ensârî'nin hem Kureyşli hem de Ezdli olduğu söylenir. Haram b. Hakîm'in amcasıdır. Şam'da bir sure katmıştır. Kendisinden
Haram ve Hâlid b. Mî'-dân hadîs rivayet etmiştir. Ebû Hatim ve tbn Hıbbân, kendisinden bundan başka hadîs rivayet edilmediğini söylerler. (Bilgi İçin
bk. Îbnu'l-Esir, Üsdu'î-ğabe, III, 258;îbn Ha-cer, el-İsâbe, II, 318).
[2761

Ahmed b. Hanbel, I, 145; IV, 342.

T2771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 377-378.

[2781

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 378.

[2791

Ahmed b. Hanbel, I, 14.

12801

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 378-379.

12811

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 379-380.

f2821

Kütüb-ü Sitte arasında yalnız Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[283J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 380.

[284J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 380.

[2851

Übeyy b. Ka'b b. Kays. Kurrânm efendisidir. İkinci Akabe Bîâtında hazır bulunmuş, Bedir ve bir çok savaşa katılmıştır. Rasûlullah onu ilimle
müjdelemiştir. Hâkim'in, Müs-tedrek'te rivayetine göre Rasûlullah kendisine, Kur'ân-ı Kerimdeki en efdal âyetin hangisi olduğunu sormuş o da Ayetü'l-
Kürsî olduğunu söylemiş, bunun üzerine Efendimiz onu tebrik etmiştir. Ubeyy, fetva ehlindendir. Efendimiz onu "Ensânn efendisi" diye
isimlendirmiştir. Sonraları "Müslümanların efendisi" unvanım kazanmıştır. Efendimiz, onu, Saîd b. Zeyd ve Amr b. Nevfel'le kardeş yapmıştır.
Rasûlullah'm ilk kâtibidir. Ashâb'm büyükleri kendisinden rivayette bulunmuşlardır. Hz. Osman'ın hilâfeti zamanında H. 30 yılında vefat etmiştir.
(Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakât.III, 59; Buhârî, et-Tarîhu'l -Kebir II, 39-40; tbn Ebî Hatim el-Cerh ve'Ma'dÜ, II, 290; Ebû Nuaym, HHyefu'l-evliyâ, I,
250-256; tbnu'I-Esîr, Usdu'l-ğâbe, I, 61; Zehebî, TezkiretıTl-huffâz, 1,16; A'lâmıı'n-nııbelâ, I, 389-402; İbn Hacer el-İsâbe, I, 26, Tehzîbu't-Tehzîb, I,
187; ibnu'Mmâd, Şezerâtu'z-zeheb, I, 32-33, Ansârî, Asr-ı Sasdet, III, 210-230.).
[2861

ibn Mâce tahâre İH, Tirmizî, tahâre 81; Ahmed b. Hanbel, V, 115, 1 16.

T2871

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/381.

T2881

A. Davudoğlu, Selâmet Yollan I, 145-146.

[2891

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 381-383.

[2901

Ahmed b. Hanbel, V, 1 15, 1 16.

[291]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 383.

[2921

Buhârî Gusl 28, Müslim, hayz 88; Tirmizî, Tahâre 80; Nesâî, tahâre 128; îbn Mâce, tahâre 111; Dârimî, Vudû 75; Muvattâ, tahâre 71, 73,



75; Ahmed b. Hanbel II, 178, V, 1 15, VI, 47, 97, 1 12,123, 135, 161, 227, 239, 265.
[29U

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 383-384.

[294]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 384-385.

[2951

Müslim, hayz 81; Tirmizî, tahâre 81; Nesâî, tahâre 131; ibn Mâce, tahâre 1 10; Dârimî, vudû 74; Ahmed b. Hanbel, III, 29, 36; V, 1 15, 116, 416,

421.
[2961

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 385-386.

[2971

Müslim, hayz 2 1 .

f2981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 386.

[2991

Buhârî, Nikâh 102; Nesâî, tahâre 169; İbn Mâce, tahâre 102; Dârîftıî, Vudû' 71; Ah-medb. Hanbel VI, 8, 9, 391.

pooı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 386-387.

[301]

A. Davudoğlu, Sahihi Müslim Terecine ve Şerhi II, 1008, 1009.

T3021

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 387-389.

[3031

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 389.

[3041

Ebû Râfı', Rasûlullah (s.a.)m azattadır. Adının ibrahim, Eşlem veya Sabit olduğu söylenir. Önce, Hz. Peygamberin amcası Hz. Abbâs'ın kölesi
idi. Hz. Abbâs RasÛIullah'a hibe etti. Ebû Râfi', Abbâs'm müslüman oluşunu müjdeleyince Efendimiz kendisini âzad etti. Bedir Gazvesİ'nden evvel
müslüman olduğu halde ona iştirak etmemiş, Uhud ve sonraki savaşlara katılmıştır. Rasûlullah'tan ve Abdullah b. Mes'ud'dan rivayette bulunmuştur.
Hz. Ali'nin hilâfeti zamanında vefat etmiştir. (Bilgi, için bk. ibn Sa'd, Ta-bakâl IV, 73-75; ibn Ebî Hatim, el-Cerh ve't-ta'dü, II, 149; lbnu'1-Esîr,
Üsdu'l-ğabe, I, 52; Zehebî, A'lâınu'n-nubelâ, II, 16-17; tbn Hacer, el-tsâbe, IV, 67; TchzîbıTt-Tehzîb, XII, 92-93.).
[3051

ibn Mâce, Tahâre 102; Ahmed b. Hanbel, VI, 8, 10, 39.

T3061

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 389-390.

[3071

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 390-391.

[3081

Müslim, hayz 27; Tirmizî, tahâre 107; İbn Mâce, tahâre 100.

T3091

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 391.

[3101

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 391.

[311]

Buhârî, gusül 13, 27; Müslim, hayz 25; Nesaî, tahâre 129,166; Muvattâ;, tahâre 76; Ah-med b. Hanbel 1 1,46, 64.

[3121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 392.

[3131

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 392-393.

[314]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 393.

[3151

Buhârî, gusl 27; Müslim, hayz 21, 22; Nesâî, tahâre 162, 165; İbn Mâceh, tahâre 99; Muvatta', tahâre 78; Ahmed b. Hanbel, VI, 26, 85, 91, 102,
103, 119, 143, 191, 192, 200, 260,279.
[3161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 394.

[3T7J

Bu açıklama ravîlerden birisine aittir.

[3181

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 394-395.

[3191

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 395.

[3201

222 nolu hadîsteki kaynaklar.

[3211

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 395-396.

f3221

Tirmizî, cum'a 78.

T3231

Müellifin bu ilâveyi yapmaktan maksadı, hadîsin muhkatı' olduğuna işaret etmektir. Her ne kadar bu za'f alâmeti ise de, abdest almanın mustehap
oluşuna işaret eden hadîsler, bu hadîsi takviye etmektedir.
[3241

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 396-397.



[325]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 397.

[326]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 397.

[3271

Rasûlullah (a. s.) devrini idrâk etmiştir. Ancak,Rasûlullah'la görüşüp görüşmediği ihtilaflıdır. "Bazı şeyleri unuttum fakat Rasûlullah'ı namazda
sağ elini sol eli üzerine koymuş halde gördüğümü unutmadım" dediği rivayet edilmiştir. Hz. Ömer, Bilâl, Ebû Zer, Ebu'd-Derdâ ve Hz. Aİşe'den
rivayetleri vardır. Aclî, îbn Sa'd ve Dârakutnî onu "güvenilir" olmakla vasıflandırmışlardır.Mervân b. Hakem'in hilâfeti zamanında vefat etmiştir. Ebû
Dâvûd, Nesâî ve îbn Mâce kendisinden hadîs rivayet etmişlerdir. (Bilgi için bk: tbnu'l-Esîr, Üsdu'l-gâbc, IV, 340; tbn Hacer, el-tsâbe, W, 186-187).
[3281

Nesâî, tahâre 140, 141, gusl b; Ahmed b. Hanbel.Vl, 47.

f3291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 397-398.

[3301

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 398-399.

[3311

EbûDâvüd, libâs 129; Nesaî, tahâre 167, hayl 11; Dârimî istîzân 34; Ahmed b. Hanbel, I, 80, 83, 107, 139, 150.

13321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 399-400.

[3331

Kâmil Mîras, Tecrîd Tercemesi, VI, 421, (Ankara 1969).

[3341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 400-403.

[335J

Tirmizî, tahâre 87; Ahmed b. Hanbel.Vl, 146, 171.

[3361

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 403-404.

[3371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 404-405.

[3381

Nesaî, tahâre 170; İbn Mace, tahâre 105; Ahmed b. Hanbel, I, 84, 107, 124.

13391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 405.

[3401

el-Vâkıa (56), 79, 80.

[341]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 406-407.

[3421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 407.

[3431

Buhârî, gusl 23, 24, Cenâiz 8; Müslim, Hayz 115,116; Tirmizî, tahâre 89: Nesaî, tahâre 171; tbn Mâce, tahâre 80: Ahmed b. HanbeMI, 235, 382,
371,5,384, 402.
[3441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 407-408.

[3451

Hadisin anlamı şöyledir: Kendisi cünup iken Rasûlullah (s.a.v.) ile karşılaştı. Ondan uzaklaşıp (gitti ve) yıkandı. Daha sonra gelip şöyle dedi:
"Ben cünup idim" (Rasûlullah Efendimiz.) "Muhakkak mûslûman necis olmaz" buyurdu.
[3461

et-Tevbe 9, 28.

[3471

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 408-409.

[3481

Buhârî, gusl 23; Tirmizî, tahâre 89; Ahmed b. Hanbel, II, 471.

[3421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 409-410.

[3501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 410.

[35İ1

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/411.

[3521

İbn Mâce, tahâre 126.

[3531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/411-412.

[3541

en-Nısâ (4), 43.

T3551

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/412-414.

[3561

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/414.

[3571

Ebû Bekre; adı Nüfey 1 , babasının adı Hâris'tır. Tâıf kalesinden bir makara ile atlayıp Rasûlullah'a geldiği için bu isilme anılmıştır. Bu zata, bu
künyeyi bizzat Efendimiz vermiş ve azâd etmiştir. Rasûlullah'tan 132 hadis rivayet etmiştir. Bunların sekizini hem Bu-hârî hem de Müslim müştereken,
beşer tanesini de ayrı ayrı rivayet etmişlerdir. H. 5) senesinde Basra'da vefat etmiştir. (Bilgi için bk. îbn Sa'd, Tabakât, VII, 15; ibn Ebî Hatim, el-Cerh



ve't-ta'dfl, VIII, 489; tbnu'l-Kayserânî, el-Cem' beyne ricâli's-sahîhayn, II, 533; fbnu'l-Esîr, Üsdu'l-gâbe, V, 354; Zehebî, A'lamu'n-nubelâ, III, 5-10;

tbnHa-cer, el-tsâbe, III, 571, 572; Tehzîbu't-Tehzîb, X, 469; Ibnu'1-tmâd, Şezerâtu'z-zeheb, I, 58).

T3581

Buhârî, vudu' 34; gusl 17; mevâkît 24; ezan 25; temennî9; Müslim, hayz 83; mesacıd 225; Nesâî, mevâkît 20; îbn Mâce, tahâre 83, 110; İkâme
137; Ahmed b. Hanbel, I, 88, 99, 366; II, 448, 518; III, 21, 26; V, 41, 45, 69, 359, VI, 99, 102, 11 1, \M, 182, 190, 221, 262.
13591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/415.

13601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/415-418.

[361]

Ahmed b. Hanbel, V,41.

T3621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/418-420.

[363]

Hadis-i şerif dört ayrı yoldan gelmiştir. Bunlardan Ibn Harb ile Ayyâş'm rivayetleri arasında işaret edilen bu fark vardır.

[364]

bk. 233. hadisin kaynakları.

[365]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 420-421.

[366]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 421-422.

[3671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 422.

f3681

Ümmü Süleym, Ens A rdan Milhân b. Zeyd'm kızıdır. Efendimizin hizmetçisi, Enes'in annesidir. İsmi hakkında ihtilâf edilmiştir. Kimi Sehle, kimi
Remıle, kimi de Muleyke olduğunu söylemiştir. Daha çok künyesi olan Ümmu Süleym diye meşhur olmuştur. Câhiliye devrinde Mâlik b. Nadr ile
evlenmiş ve ondan Enes (r.a.) dünyaya gelmiştir. Bu hanım, Ensârdan, İslama ilk girenlerdendir. Kocası buna kızarak Şam'a gitmiş ve orada A ş.
Ümmü Süleym de Ebû Talha ile evlenmiştir. Ahmed b. h A : **"i*jj n Enes b. Mâlikten rivayetine göre: Ebû Talha henüz müsiüman olmadan Ummü
SuîeymTe evlenmek istemiş, bunun üzerine Ümmü Süleym "Ya Ebâ Talha sen taptığın ilahının arzın bir bitkisi olduğunu bilmiyor musun?" demiş Ebû
Talha da "Evet bilmiyorum" cevabını vermiş. Bunun üzerine "Bir ağaca tapmaktan utanmıyor musun? Eğer Müslüman olursan senden başka bir mehir
istemem" demiştir. Ebû Talha "Biraz düşüneyim" deyip gitmiş ve Kelime-i Şehadet getirerek geri dönmüş. Bunun üzerine Ümmu Süleym oğluna "Ya
Enes beni evlendir" demiş, o da evlendirmiş-tir. Rasûlullahla birlikte bazs gazvelere iştirak etmiştir. Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd ve Nesâî kendisinden
hadis rivayet etmişlerdir. (Bilgi için bk. îbn Sa'd, Tabakat VIII, 424; îbn Ebı Hatim, eE-Certı ve't-ta'dîl, IX, 464; tbnıfl-Esîr, Üsdu'l-ğfıhe, VII, 345;
Zehebî.-A'lfımu'D-nubelâ, II, 304-311; tbnHacer, Tehzîbu't-Tehzîb, XII, 471).
[369]

TirmM, tahâre 82; Dârimî, vudu'76; Ahmed b. Hanbel VI, 256, 377.

[3701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 423.

[371]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 424-425.

13721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 425.

[373]

Buhârî, gusl 22; Müslim, hayz 29, 30; Nesâı, tahâre 130; tbn Mâce, tahâre 107; Tirmi-zî, tahâre 90; Ahmed b. Hanbel, II, 90; III, 199, 282; VI,

306.
[374]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 425-426.

[375]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 427-428.

[3761

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 428.

[3771

bk. Buhârî, gusl 2; Müslîm, hayz 40, 41; Nesâî, tahâre 143, 144; Gusl 8; Dârimî, vudû' 68; Muvattâ', tahâre 68; Ahmed b. Hanbel, VI, 37, 199.

[378]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 428-429.

[3791

Tecrid-i Sarih Tercemesi I, 205.

T3801

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 429-430.

[38U

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/431.

13821

Cübeyr b. Mut'im Kureyş'in büyüklerindendir. Ensâb ilmini çok iyi bilirdi. Bedir'de esir edilen kureyşlileri kurtarmak maksadıyla Medine'ye
gelmiş ve Rasûlullah (s.a.)m okuduğu Kur'ân-ı Kerim'i dinlemişti. Bu gönlünde İslama karşı bir yakınlığın doğmasına sebeb olmuştur. Cübeyr, Hayber
Savaşı olduğu sene müsiüman olmuştur. Mekke'nin fethi senesinde İslama girdiğini söyleyenler de vardır. Rasûlullah'tan 60 hadis rivayet etmiştir.
Bunlardan 6'sı Buhârî ve Müslim'de müşterek olarak mevcuttur. H. 57 veya 59 senesinde Medine'de vefat etmiştir. (Bilgi için bk. Buhârî el-Tarîhu'l-
kebir, II, 223; İbn Ebî Hatim, el-Cerh ve't-ta'dît, II, 512; tbnu'l-Kayserânî, el-Cem' beyne ricâli's-sahîhayn, I, 76; lbnu'1-Esîr, Usdu'l-ğâbe I, 323; Zehebî
A'lâmu'nmıbelâ, III, 95-99; İbn Hacer, el-tsâbe, I, 225; Tehzîbu't-Tehzîb, II, 63; Ibnu'i-İmad Şezerâtu'z-zeheb, I, 64.).
[383]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 431-432.

[384]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 432.

[385]

Ahmed Naîm Efendi hadis-i şerifteki (k-jl A ) kelimesini, Kâmûs tercemesine istinaden "külek" şeklinde terceme etmiştir. Kâmûs'ta "el-hiiâb"
kelimesi İçin: "Sut sağacak kaba denir ki, külek ve susak tabir olunur" diyor. Ahmed Naım Ebû Avâne'nın Ebû Asim en-Nebîl'den naklen bu kabın,



uzunluğunun ve genişliğinin bir karıştan az olduğunu, Beyhakî'nin de sekiz rıtıl su alan bir testi olarak takdir ettiğini kayd etmektedir. (Tecrid-i Sarih

Tercemesi, I, 207).

T3861

bk. Buhârî, gusl 6; savm 65; buyu' 98; Müslim, hayz 39; mesâcîd 229; sıyâm 1 10; buyu' 23; Nesâî, gusl 19; Ahmed b. Hanbel, I, 321, 346, 367;
II, 19, 116, 375.
13871

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 432-433.

13881

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 433.

P891

bk. Nesâî, tahâre 149; Ibn Mâce, tahâre 94; Dârimî, vudû' 1 15; Ahmed b. Hanbel, VI, 188.

T3901

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 433-434.

[391]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 434.

[392]

Buradaki şüphe râvilerden birisindendir.

T3931

Ahmed b. Hanbel, I, 183; IV, 188.

[3941

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 435-436.

[395]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 436.

[396]

bk. Ahmed b. Hanbel, VI, 102, 227.

T3971

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 436-437.

[3981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 437.

[399J

Hadisi sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

ROOl

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 437-438.

[40J1

Meymûne binti'l-Hâris.Rasûlullah'ın hammlarındandır. Rasûlullah (s. a.) onunla hicretin altıncı senesinde evlenmiştir. Kendisinden 46 hadis
rivayet edilmiştir. Bunların yedisinde Buhârî ve Müslim ittifak etmiştir. Ayrıca Buhârî'de bir, Müslim'de de beş hadisi vardır. H. 5 1 de vefat etmiş ve
namazını tbn Abbâs (aldırmıştır. (Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakâl VIII, 132-140; tbnu'l-Esîr, ÜsduT-ğâbe, VII, 272; Zehebî, A'lâmu'n-nubelâ, II, 238-
245; İbn Hacer, el-İsâbe, IV, 411-413; Tehzîbu't-Tehzîb, XII, 452; îbnu'l-tmâd, ŞezerfıtuVzeheb, I, 12, 58).
T4021

Buhârî, gusl 8, 1 1 , 1 8, 2 1 ; Nesâî, Gusl 22; Ahmed b. Hanbel, VI, 335.

[4031

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 438-439.

T4041

İbn Mâce, tahâre 59.

[4051

Tirmizî, tahâre 40.

T4061

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 439-441.

[4071

Ahmed b. Hanbel, I, 307.

T4081

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 441-442.

[409J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 442-443.

r4ioı

bk. Buhârî, salat 1; enbiya 5; Müslim İman 259, ?63, Tirmizî, mevâkıt 45; Nesâî, salat 1; İbn Mace Likâme 194; Ahmed b. Hanbel, IH, 149; V,

144.

r4in

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 443-446.

[4121

Tirmizî, tahâre 78; İbn Mâce, tahâre 106.

[4131

Tirmizî: "Haris b. Vecih'in hadisi garibtir"; Şâfıî, "Bu hadis sabit değildir"; Beyhakî, "Bunu ehl-i ilim inkâr etmiştir" der.Dârakutnî İlel'inde:
"Malik b. Dinar Hasen'den mursel olarak, Ebânü'l-Attar Kata-de tarikiyle Hasen'den o da Ebû Hureyre'den rivayet ettiklerini" söylemektedir.
[4j4]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 446.

[4151

Müslim, hayz 58; Tirmizî, tahâre 77; Nesaî, tahâre 149; tbn Mâce, tahâre 108; Dârimî, vudû 1 15; Ahmed b. Hanbel, VI, 289, 315.

[416]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 446-448.

[417]

İbn Mâce, tahâre 106. Ahmed b. Hanbel, I, 94, 101, 133.

14181

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/448.



[419]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 448-449.

[420]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 449.

[421]

Benzer rivayetler için bk. Tirmizi, tahâre 79; Nesâî, tahâre 1 59; Gusl 24; tbn Mâce, ta-hâre 96; Ahmed b. Hanbel, VI, 68, 192, 253, 258.

[422]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 449.

[423]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 450.

[424]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/450-451.

[425]

Tirmizi, tahâre 77; Nesâi, tahâre 149; lbn Mâce, tahâre 108.

[426]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/451-452.

[4271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/452-453.

[4281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/453-454.

[4291

bk. Buhârî, gusl 1 9.

14301

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/454.

[431]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/454.

[4321

bk. Ahmed b. Hanbel, VE, 79, 138.

[433J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/454-455.

[4341

Hitmî: sabun yerine kullanılan bir bitkidir.

[4351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/455.

[436J

Şureyh tabiûndandır. Muâviye b. Ebî Süfyân, Ebü Zerr el-Ğifâri, Ebû Ümâme, Ebu'd-Derdâ ve diğer bazı sahâbilerdcn hadis rivayet etmiştir, (el-
Menhel, III 32).
[4371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/455-456.

[4381

bk. Hİdiye-, 1,16; Fethu'l-Kadİr I, 50; tbn Âbidin 1,153-154; Tahtâvîf Haşiyetü MenOuT-Fdfth, 82; Zeylaî Tebytnti'l-Hafcftlk 1, 14-15.

[4391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/456.

[4401

Bu hadisi bu lafızlarla sadece Ebû Dâvûd rivayet etrtıiştir. Benzer bir rivayet için bk. Ahmed b. Hanbel, VI, 78.

[44U

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/456-457.

[4421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/457-458.

14431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/458.

f4441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/458.

[4451

Bakara; (2) 222.

14461

Useyd b. Hudayr b. Simak b, Atik e!-Ensârî el-Eşhelî: Künyesi Ebû Yahya'dır, tslâm'ı ilk kabul edenlerdendir. Mus'ab b. Umeyr vasıtası ile
muslüman olmuş ve ikinci Akabe Biatında bulunmuştur. Bedir savaşında bulunup,bulunmadığı ihtilaflıdır. RasüluHah kendisini Zeyd b. Harise ile
kardeş yapmıştı. Uhud savaşına katılmış ve yedi yerinden yara almıştır. Buhârî'nin Tarih'inde haber verdiğine göre öldüğünde dört bin dirhem borcu
vardı. Alacaklılara verilmek üzere arazisi satıldı. Hz. Ömer (r.a.): "Ben kardeşimin çocuklarını eli boş, fakir bırakmam! " dedi ve araziyi geri verdi. Dört
senelik meyvesini dört bin dirheme alacaklılara sattı. H. 20 veya 21'de vefat etti. (Bilgi için bk. Buhârî, et-Tarihu'l-kebir, II, 47; İbnu'l-Esir, Üsdu'l-
gâbe, I, 111-113; Zehebî, A'l&mu'n-njibeîâ, I, 340-343; İbn Hacer, el-tsâbe, I, 49; Tehzîbu't-Tehzîb I, 347; tbnu'l-tmâd, Şezerâtu'z-zeheb, I, 31; el-
Ensârî, Asr-ı Saadet, III, 297-303 (Şamil Yayını)).
14471

Abbâd b. Bİşr b. Vakş el-Ensârî el-Eşhelî. Mus'ab b. Umeyr vasıtasıyla Medine'de müs-lüman olmuştur. ResûluUah'm yaptığı bütün savaşlara
katılmıştır. Kırk beş yaşında İken Yemâme savaşında şehid olmuştur. Resûlullah kendisini Ebû Huzeyfe b. Utbe ile kardeş yapmıştır. (Bilgi için bk. tbn
EbîHatîm el-Certı ve'Ma'dil, VI, 77; lbnu'1-Esîr, Üsdü'l-gâbe, III, 150; Zehebî A'lâmu'n-nubelfı, I, 337-340; tbn Hacer, el-tsâbe, II, 363).
14481

Ebû Dâvûd, nikâh 46; Tirmizî, tefsiru sure (2) 24; Nesâi, hayz 8; Dârimî, vudu 107; Ahmed b. Hanbel I, 419, 421, 452, VI, 150.

[4491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/459-461.

[4501

es-Subki, el-Menhel, III, 36.



[451]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/461.

[452]

Müslim, hayz 14; Nesâî, tahâre 55; miyah 9; İbn Mâce, tahâre 125; Ahmed b. Hanbel, VI. 127, 210.

[453]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/462.

[454]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/462-463.

[455]

Buhârî, hayz3; Müslim, hayz 15; Nesâî, tahâre 173, 174;hayz 16, 19; tbn Mâce, tahâre 160; Ahmed b. Hanbel, VI. 69, 331, 334.

[456]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/463-464.

[457]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/464.

[458]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 464.

[459]

Müslim, hayz 1 1-13; Tırmizî, tahâre 101; Nesâî, tahâre 176; hayz 18; Dârimî, vudû 108; Ahmed b. Hanbel, II, 70.

T4601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/465.

[461]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/465-466.

[462]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/466.

[463]

Muâze bint-i Abdillah el-Adeviyye el-Basriyye ÜmmüVsahbâ: İbn Maîn kendisinin güvenilir olduğunu söyler. Zehebî, bu kadının geceleri ihya
ettiğini ve "kabirlerdeki uykunun uzunluğunu bilip de bu dünyada uyuyan göze hayret ederim" dediğini haber verir. Hz. Aişe, Hz. Ali ve Hişâm b.
Âmir'den hadis rivayet etmiştir. H. 83 senesinde vefat etmiştir.
[464]

Harûrâ: Kûfe'ye iki mil uzaklıktaki bir köyün adıdır- Haricîlerin toplandıkları ilk yerdir. Bu yüzden Haricîlere bu köye nisbetle Harûrî de denilir.
Haricîler Sıffîn Savaşından sonraki hakem olayında önce Hz. Ali'yi hakem tayinine zorladıkları halde daha sonra hakem işine razı olup Ebû Mûsâ el-
Eş'arî'yi hakem tayin ettiği için karşı çıkmışlar, hatta onu küfürle İtham etmişlerdir. Bunun için Hâriciler diye meşhur olmuşlardır. Sayılan 8 bin (veya
12 bin) kadardır. Başlarında Abdullah b. el-Kevvâ adında birisi vardı. Hz. AIİ bunlara Abdullah b. Abbâs'ı göndermiş, Abdullah'ın konuşmaları sonucu
iki bini geri dönmüş, gerisi fikirlerinde ısrar etmişlerdir. Bunun üzerine Hz. Ali bunlara harp açmıştır.

Haricîler görüşlerini müdafaa bakımından İslâm mezheplerinin en katı, kızıp şiddetlenme bakımından en şiddetli olanıdır. "El-hukmü IHlah Hüküm
ancak Allah'ındır." sözünü kendilerine düstur edinmişlerdir.

Haricîler Ezârıka, Necedât, Sufriye, Acâride, İbâdiye, Yezîdiye, Meymûniyye vs. adındaki fırkalara ayrılmışlardır. Bunlardan son ikisi İslâm dini

çerçevesinin dışında mütalaa edilir.

Haricî fırkalarının bazı müşterek görüşleri şunlardır:

1 . Halife, herhangi bir fırka veya gurup tarafından değil, bütün müslümanlarm iştirak edeceği bir seçimle seçilebilir.

2. Arap ailelerinden hiç biri halife kendi ailesinden olduğu için bir imtiyaz kazanamaz.

3. Necedat fırkasına göre, insanlar kendi aralarında birlik ve beraberliği kurabilirlerse, halifeye muhtaç değildirler.

4. Günahlar arasında hiçbir fark gözetmezler. Günah İşleyen bir kimsenin dinden çıkıp kâfir olduğuna hükmedilir.

5. Kur'ân'da bulunan emirleri kabul ederler; Hadiste bulunup Kur'ânda bulunmayan emirleri reddederler. (Bilgi için bk. Abdulkâhir el-Bağdâdî,
Mezhepler Arasındaki Farklar <trc. E,R. Fığlalı), s. 66-100, tslâm Esasları (ter. S. Yeprem), S. 73-92, İstanbul 1981).

[465]

Buhârî, hayz 20; Müslim, Hayz68; Nesâî, hayz7; siyam 64; İbn Mâce, Tahâre 119;Dâ-rimî, vudû' 102; Ahmed b. Hanbel, VI, 32, 94, 97, 120,
143, 185,231.
T4661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/467-468.

[467]

Müslim, hayz 69.

f4681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/468-469.

T4691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/469.



105. Hayızlı Kadına Yaklaşmanın Hükmü

106. Hayız Halindeki Hanımına Cîmâ Dışında Kişinin Yapabileceği Şeyler

107. tstihazalı Kadın Hakkındaki Hükümler Ve "Ayhali Olduğu Gün Sayısınca
Namaz Kılmaz" Diyenler

108. tstihazalı Bir Kadın Hayız Günleri Geçtiği Zaman Namazını Terk Edemez

109. (tstihazalı Kadın) Hayzı Gelince Namazı Terk Eder

110. Müstehazanîn Her Namaz İçin Yıkanacağını İşaret Eden Hadisler

111. Müstehaza İki Namazı Birleştirir Ve İkisi İçin Bir Gusül Eder Diyenlere (Delil
Olan Hadisler)

112. (Müstehaza) Bîr Temizlikten Diğer Temizliğe Kadar Gusleder Diyenler(İn
Dayandığı Hadisler)

_(Müstehaza),Öğleden Öğleye Yıkanır Diyenler (İn Dayandıkları Hadisler)

113. (Müstehaza) Öğle Vaktinde Değil Her Gün Bir Defa Yıkanır Diyenler

114. (Müstehaza Temizlik) Günleri Esnasında Yıkanır Diyenler(İn Dayandığı
Hadisler

115. (Müstehaza) Her Namaz İçin Abdest Alır Diyenlerin Delilleri)

116. (Müstehazanîn) Sadece Hades Vâki Olduğunda Abdest Alacağı Nı Söyleyenler

117. Temizlendikten Sonra Sarı Ve Bulanık Renkte Akıntı Gören Kadına Ait
Hükümler

118. Kocası Müstehazayla Cinsî Temasta Bulunabilir

119. Lohusahğm Müddetini (Tayin) Hakkındaki Hadisler

120. Hayzdan Dolayı Yıkanma (Nm Keyfiyeti)

121. Teyemmüm

122. Hazarda Teyemmüm

123. Cünübün Teyemmüm Etmesi

124. Soğuktan Korktuğu Zaman Cünub Teyemmüm Edebilir Mi?

125. Yaralının Teyemmümü

126. Namazı Kıldıktan Sonra Vakit İçinde Su Bulan Müteyemmimin Durumu

127. Cuma Günü Gusletmek

128. Cuma Günü Guslünü Terketme Ruhsatı

129. Yeni Müslüman Olan Kimseye Gusletmesi Emrolunur

130. Kadın, Hayızken Giydiği Elbisesini Yıkar

131. Hanımıyla Cinsi Temasta Bulunurken Giydiği Elbise İle Namaz Kılmanın
Hükmü

132. Kadınların İç Çamaşırları İle Namaz Kılmak

133. Kadınların İç Çamaşırları İle Namaz Kılma Ruhsatı

134. Elbiseye Bulaşan Meninin Hükmü

135. Çocuk İdrarının Elbiseye Bulaşması

136. İdrarın İsabet Ettiği Toprak(In Temizlenmesi)

137. Yeryüzünün (Toprağın) Kurumakla Temizlenmesi Hakkında
_Elbisenin) Eteğine Bulaşan Necaset İn Hükmü
_Ayakkabıya Bulaşan Pisliğin Temizlenmesi

138. Elbisedeki Necasetten Dolayı (Namazı) İade (Gerekir Mi?)
Erkeğin navız hâlindeki hanımıyla aynı yatağa yatması caizdir,

139. Elbiseye Bulaşan Tükrüğün Hükmü



105. Hayızlı Kadına Yaklaşmanın Hükmü

264.. ..İbn Abbâs (r.a.) hanımına, hayızh iken münâsebette bulunan kimse hakkında
Rasûlullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

fil

"Bir veya yarım dinar sadaka verir (versin)."

Ebû Dâvûd dedi ki, "sahih olan rivayet (burada olduğu gibi) "Bir dinar veya yarım
dinar" şeklindedir. Ancak çoğu kere Şû'be bu hadisi Hz. Peygambere ref etmemiştir.

m

Açıklama

Hayızlı olan kadına yaklaşmanın kesinlikle caiz olmadığını bundan doğacak zararların
neler olabileceğini 258. hadiste beyân etmiştik.

Bu yasağa uymayıp karısına yaklaşmış olanın cezası bu Hadis ile belirlenmiştir.
Ancak bu ceza maddi bir ceza değildir. Ekseri ulemâ tevbe ve istiğfardan sonra maddî
ceza ile temizlenileceği görüşündedirler.

Hadis-i şeriften, karısına hayızh iken temasta bulunan bir kimsenin bir veya yarım
dinar sadaka vermesinin gerekli olduğu anlaşılmaktadır.

Dinar, Lâtinceden arapcaya geçmiş bir kelimedir. Latincede "denarius" kelimesinden,
o da öşür manasına olan "decem" ıstılahından müştaktır.

Fıkıh istilâhı olarak hâlis on dirhem gümüş kıymetindeki altını ifâde eder. Bir miskal
ağırlığında altın sikkeye de ıtlak olunur.

Kamus mütercimi Asim Efendi, Zemahşerî'den naklen dinarın 48 arpa ağırlığında altın
olduğunu söyler.

Zihnî Efendi, "Dinar, altın sikkedir; yarım altın lira değerindedir",der.

Ömer Nasûhi Efendi de, "Bir dinar bir miskal, yani yüz arpa ağırlığında bulunan attın

sikkedir" demektedir.

Bir miskal, yirmi kırattan, her kırat da beş arpa miktarından ibarettir. O halde bir
miskal 100 arpa ağırlığına denk olur. Bugünkü ölçülerle 4. 1/4 grama eşittir.
Hadisin metnindeki "veya" kelimesi şek için değil tenvî' ve taksim içindir. Yani
münâsebet, hayzm ük günlerinde olmuşsa bir dinar; sonuna doğru olmuşsa yarım dinar
sadaka verileceğini bildirir. Nitekim Tirmizî'nin yaptığı bir rivayette:

[3]

"Kan kırmızı ise bir dinar; san ise, yarım dinar (sa'daka verir)" buyrulmaktadır.
Hadisin zahirinden hayızlı iken karısına temasta bulunan kişinin keffaret vermesinin
vacip olduğu anlaşılmaktadır. Ancak konu âlimleri arasında ihtilaflıdır.
İbn Abbâs, Hasen eİ-Basrî, Said b. Cübeyr, Katâde, Evzâî, İshâk ve bir rivayetinde de
Şafiî, keffâretin vacip olduğu görüşündedirler. Keffâretin vücûbuna hükmedenler,
keffâretin cins ve miktarında mütefik değildirler. Bunlardan, Hasen el-Basrî ve Said b.
Cübeyr, ramazanda cinsî münâsebette bulunana kıyas ederek, bir köle azad eder,
demişlerdir. Diğerleri ise, bu babın hadisini delil göstererek, -münâsebetin zamanına
göre- bir veya yarım dinar tasaddukta bulunması gerektiği görüşündedirler.
Atâ, Şâ'bî, Neha'î, Mekhûl, Zuhrî, Eyyûb es-Sahtiyânî, Sufyân es-Sevrî, Leys b. Sa'd,
Malik, Ebû Hanîfe ve ashabı, esah olan rivayetinde Şafiî, bir rivayetinde Ahmed b.
Hanbel ve selefin cumhuruna göre hayızlı iken karısına temas eden kişiye keffaret



vacip değildir. Onun için vâcib olan istiğfardır. Eğer temas âdetin ilk günlerinde
olmuşsa bir dinar, son günlerinde olmuşsa yarım dinar sadaka vermesi menduptur.
îbn Abdilberr, "Sadaka icabetmez" diyenin delili bu hadisin muzdanp oluşudur. Bir de
"Berâet-i zimmet asıldır" kaidesidir.

Hattâbîde, "ulemanın ekserisine göre buna bir şey lâzım gelmez" dedikten sonra,
bunların hadisi mürsel, ya da mevkuf kabul ettiklerini belirtir. Doğru olanın hadisin
merfu olduğu görüşünü kaydeder.

lbn Seyyidi'n-Nâs, hadisin merfu olduğunu tercih ederken, Ebû Bekir el-Hatib, bu
mevkuf-merfu münakaşalarının hadisin sıhhatine tesir etmeyeceğini söyler. İbn
Dakiki'l-Iyd, İbnü'l-Kattân ve Şevkânîde hadisin salih olduğunu tercih edenlerdendir.
Ebû Davud'un "Şu'be bunu, Rasûlullah'a ref etmeyin, İbn Abbas'tan mevkûfen rivayet

141

ettiğini" söylemesi, hadiste bir ızdırap gördüğüne işarettir.
Bazı Hükümler

1. Kişinin karısı hayızlı iken onunla cinsi temasta bulunması haramdır. Bunda icma
vardır.

2. Bu durumda münâsebette bulunmanın tevbe ve istiğfardan sonra dünyalık ceza
olarak temas zamanına göre bir veya yarım dinar sadaka vermesi gerekir.

265.. ..İbn Abbâs (r.a.) demiştir ki;

"(Bir kimse), kanın başlangıcında karısına yaklaşırsa bir dinar, kanın kesilmesi

[5]

sırasında (yaklaştığında) cima ederse yarım dinar sadaka versin."

Ebû Dâvûd, "îbn Cüreyc A bdülkerim 'den, o da Miksem 'den aynısını rivayet



etmiştir" dedi.
Açıklama

Bu hadis bundan evvelki hadisi tefsir eden bir mâhiyet arzetmektedir. İbn Abbâs (r.a.)
hayız hâlinin ilk günlerinde, (kanın çokça geldiği zamanlarda) cimada bulunmanın
keffâretinin bir dinar, hayzm sonunda cimada bulunmanın keffâretinin ise, yanm dinar
olduğunu söylemektedir. Hayız halinin sonundan maksat, kanın kesilmesinin
yaklaşmasıdır. Kan kesilip de gusül etmeden evvelki hal olduğunu söyleyenler de var-
dır. Hanefi mezhebine göre kan kesildikten sonra gusül etmediği halde, üzerinden bir
namaz vakti geçerse temasta bulunmakta mahzur yoktur.

Hayzm başlangıcı ile sonu arasındaki farklılığın hikmeti şudur: İlk günler cinsî
münasebette bulunmanın mubah olduğu temizlik günlerine daha yakın, sonu ise, daha
uzaktır. Dolayısıyla hayzm ilk günlerinde temasta bulunmak hiç bir şekilde mazur
görülemez. Sonunda ise, bir dereceye kadar mazur görülmüş ve cezası hafıfletilmiştir.
îmam Gazali, hayz müddeti bitip kan kesildiği halde gusletmeden temasta bulunmanın
erkekte veya doğacak çocukta cüzzâm hastalığına sebep olabileceğini söylemiştir.
Burada mevzuu bahs edilen kef fâretin cumhura göre vacip olmayıp men-dup
olduğunu, bundan evvelki hadisin izahında belirtmiştik.



266.. ..tbn Abbâs (r.a), Rasûlullah (s.a.)'uı şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

121

"Bir kimse ailesiyle hayı/lı iken cinsî temasta bulunursa, yarım dinar sadaka versin"
Ebû Dâvûd dedi ki; "Ali b. Bezîme'nin Miksam tarikiyle Rasûlullah 'tan mürsel olarak
bunun aynısını rivayet etti. Keza Evzaî, Yezîd b. Ebi Mâlik'ten, O da Abdülharnid b.
Abdurrahman'dan, o da Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem)'den: "Rasûlullah onun
(soruyu soran Hz. Ömer'in) beşte iki dinar sadaka vermesini emretti", diye rivayet

[81

etmiştir. Bu rivayet mu'daldır.
Açıklama

Bu hadis, hayz halinin son günlerinde karısıyla temasta bulunanm cezasının yarım
dinar olduğuna hamledilir. Böylece evvelki hadislerle herhangi bir ihtilaf ortaya
çıkmaz. Hadis-i şerifte bir hazfin olduğu da muhtemeldir. Bu durumda hadisin aslı,
"Hayzın başlangıcında cima ederse, bir dinar; sonunda ederse, yarım dinar sadaka
versin" şeklinde olur. Taberânî ve Darekutnî'deki bazı rivayetler bu ihtimali te'yid et-
mektedir.

Ebü Dâvûd bunu ayrı bir hadis olarak değil 266. hadisin sonunda bir değişik rivayet
olarak vermiştir.

Beyhakî'nin rivayetine göre, Hz. Ömer (radıyallahü anh)'m cimâdan hoşlanmayan bir
hanımı vardı. Hz. Ömer'in her müracaatına hazıylı olduğunu bahane ederek karşı
çıkardı. Yine böyle bir müracaatında kadın hayız halinde olduğunu söylemiş, Hz.
Ömer de onun yalan söylediğini zannederek temasta bulunmuş, fakat kadının doğru
söylediği meydana çıkmış. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) Rasûlullah'a gelerek
durumu arz etmiş. O da bir dinarın beşte ikisini sadaka olarak vermesini emretmiştir...



Bu rivayet Mû'dal () dır. Ancak Beyhakî müteselsil bir rivayetle hadisi tahriç
etmiştir.

Bu rivayette hayızlıya temasın keffaretinin beşte iki dinar olduğu ifade edilmektedir.
Ancak gerek hadisin mu'dal oluşu, gerekse bunun Hz. Ömer'e mahsus bir cevap
olması ihtimalinden dolayı ulemadan hiç kimse tarafından delil kabul edilmemiştir.
Çünkü Hz. Ömer bu işi, kadının hayz olmadığına inanarak yapmıştır. Bu yüzden
Rasûlullah (s. a.) onun keffâretini hafifleterek bir veya yarım dinar değil de, beşte iki

£101

dinar sadaka vermesini emretmiştir.

106. Hayız Halindeki Hanımına Cîmâ Dışında Kişinin Yapabileceği Şeyler

267....Meymûne demiştir ki; Rasûlullah (s.a.) hammlanndan birisi hayızlı iken,
üzerinde uyluklarının yarısına veya diz kapaklarına kadar (olan kısmı) örten bir örtü

mı im

olduğu halde, ondan faydalanırdı.
Açıklama

Mübaşeret, çıplak olarak vücudu vücuda dokundurmaktır. Bazı hallerde cima için de
kullanılıyorsa da burada ittifakla birinci mânâyadır.



Hadis-i şerif, Rasûlullah'in, diz kapağı ile göbeği arası kapalı olan hayız halindeki
hanımlarından istifâde ettiğini göstermektedir.
Hayızlı olan kadından mübaşeret şu şekillerde olur:

1. Cima, bu Kur'ân-ı Kerim' in açık nassı ve sahih hadislerle yasaklanmıştır; haramdır.
Bir müslüman bunun helâl olduğunu söylerse kâfir olur. Haram olduğunu inkâr
etmeden, kadının hayızlı olduğunu bildiği halde cima ederse, günahkâr olur. Tevbe
istiğfar etmesi lazımdır. Cumhura göre bir veya yarım dinar sadaka vermesi
müstehaptır. Bazılarına göre vaciptir. Bundan evvelki bâbta tafsilât verilmiştir.
Unutarak veya hayızlı olduğunu bilmeden temas ederse günah da, keffâret de yoktur.

2. Göbek ile diz kapağı arası hariç vücudun geri kalan kısmı ile, her ne suretle olursa
olsun faydalanmak helâldir. Bunda da icmâ vardır.

Netice olarak, İmam Ebû Hanîfe, imam Malik, Said b. Müseyyeb, Şureyh, Tâvûs, Atâ,
Süleyman b. Yesâr, Katâde, Ebû Yûsuf tan bir rivayette Şâfıîlerin esah olan görüşüne
göre hayzh kadının diz kapağı ile göbek arasından çıplak olarak her türlü istifâde
haramdır. Bunlar, bu babtaki hadislerle Zeyd b. Eslem'den gelen bir rivayeti delil

£131

kabul etmişlerdir.
Bazı Hükümler

Kişinin, hayız olan karısından diz kapağı ile göbek arası örtülü olması şartıyla
çımadan başka her turlu istifâdede bulunması caizdir.

268....Aişe (r. anhâ)'den, şöyle demiştir:

"Bizden biri hayız olduğunda, Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem) Ona (diz kapağı
ile göbeği arasım örtecek) bir izar (peştemal) bağlamasını emreder, sonra da kocası
onunla (aynı yatağa) yatardı."

(Esved) bir defasında ("onunla yatardı" cümlesinin yerine) "cildini cildine

£141 £151

dokundururdu" demiştir.
Açıklama

Irâkî.( )"sonra kocası beraber yatardı" cümlesinin sadece Ebû Dâvûd'ta olduğunu,
diğer imamların bu cümleyi rivayet etmediğini söyler. Ebû Davud'un rivâyetindeki
"kocası" kelimesinden murad, ya Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem)'dir, kelime
zamir yerindedir; ya da Hz. Aişe "Bizden birine emrederdi" derken Rasûlullah'in
hanımlarını değil, bütün müslüman kadınlarını kastetmiştir. Buna göre ( ) dan murat
sadece Rasûlullah değil, hayız olan kadının kocasıdır. Yani Rasûlullah, bütün
müslüman kadınlara, hayız olduklarında üzerlerine bir izar (peştemal) bağlayıp sonra
da kocalarının kendileriyle beraber yatmalarını emretmiş olmaktadır.

269.. ..Aişe (r.anhâ) şöyle demiştir:

"Biz geceleyin Rasûlullah (sallellahü aleyhi vessellem)le beraber, ben hayızlıyken
hem de hayzm ilk günlerinde, aynı örtünün altında yatardık. Eğer Rasûlullah'a
(bedenine) benden bir şey (kan) bulaşırsa, kenarına taşırmadan sadece bulaştığı yeri
yıkar, sonra da namaz kılardı. Yok eğer ona -elbisesini kastediyor- kandan bir şey



bulaşırsa, kenarına taşmadan sadece bulaştığı yeri yıkar sonra da o elbise ile namaz
Ü61Iİ71

kılardı."
Açıklama

İç çamaşırı veya bütün vücudu örten elbisedir. Tercemeye "örtü" diye
geçirilmiştir.kelimesi hayızlı manasmdadır. Te'kid için getirilmiştir.İbn Reslân"et-
tamsu","hayzm ilk günleridir" demektedir. Terceme bu mânâya göre yapılmıştır.
Bu hadis, bundan evvelki izar sarmanın lüzumuna delâlet eden hadislere zıt değildir.
Çünkü Hz. Aişe'nin üzerinde izar olduğu halde Rasûlullah'la beraber bir örtünün
£181

altında yatardı.
Bazı Hükümler

1. Hayizh kadınla bir örtünün altında yatmak veya ona dokunmak caizdir.

2. Elbiseye bir pislik bulaştığında, elbisenin tamamını yıkamaya lüzum yoktur, sadece
pisliğin bulaştığı yeri yıkamak kâfidir.

3. Kan bulaşmadığı müddetçe hayizh kadının giydiği elbise temizdir.

4. Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem) hanımlarının hayizh hallerini anlayışla
karşılardı.

£191

270.. ..Umara b. Gurâb rivayet etmiştir: Umârenin halası, Aişe (r.anhâ)ya:

Bizden biri hayız oluyor; halbuki onun ve kocasının sadece bir yatağı var, (ikisi aynı

yatakta yatabilir mi?) diye sormuş. Aişe (r.anhâ) da şöyle cevap vermiş:

Sana Rasûlullah (s.a.)'m yaptığını haber vereyim: Rasûlullah (bir gece odama) girdi

doğruca mescidine geçti. Ebû Dâvûd, "evinin mescidini kast ediyor"dedi.Ben

uyuyuncaya ve kendisini de soğuk rahatsız edinceye kadar (namaz kıldığı yerden)

ayrılmadı. Sonra:

Bana yaklaş, buyurdu.

Ben hay izliyim, dedim.

Uyluklarını aç dedi, ben de açtım. Yanağını göğsünü uyluklarım üzerine koydu.

im mı

Rasûlullah ısınıp da uyuyuncay kadar ona doğru eğildim (kaldım).
Açıklama



hadisin ravilerinin zayıf olduğunu ve bunun delil gösterilemeyeceğini söylemektedir.
271.. ..Aişe (r.anhâ)'dan, şöyle demiştir;

"Ben hayızlı olduğum zaman (Rasûlullah'm) yatağından bir hasır üzerine iner ve

[2211231

temizleninceye kadar Rasûlullah (s.a.)'ayaklaşmazdım."



Açıklama



İlk bakışta bu hadis-i şerif daha evvelki hadislerle çatışır gibi görünürse de, aslında
hadis, Hz. Aışe validemizin bir nezaketve hassasiyet örneği verdiğini göstermektedir.
Hz. Aişe kadının o halinde erkeğini rahatsız edebileceğini düşünerek, Rasûluİlah'ı
rahatsız etmemek ve O'na duyduğu sevgiye halel getirmemek için böyle
davranmaktadır. Ayrıca bu durum Rasûlullah'm isteği ile değil, Hz. Âişe'nin isteğiyle
olan bir durumdur.

1241

272....îkrime, Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem)'m hanımlarının birinin şöyle
elediğini rivayet etmiştir:

"Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem) hayızlı olan (bir hanımından bir şey (cima

1251

dışında faydalanmak) istediği zaman, hanımının ferci üzerine bir bez örterdi."
[261

Açıklama

Bu ve bundan evvelki hadislerden anlaşıldığına göre Peygamber (s. a.) hayız halindeki
bir hanımından faydalanmak istediğinde, bazan söz konusu hanımının göbeği ile diz
kapağı arasını bir elbise ile kapatmasını emreder, bazan da avret mahalli üzerine bir
bez atardı. Bu hadîs ferç gibi belirli yerler hariç hayızlı kadının vücudunun her tarafın-
dan faydalanmayı caiz görenlerin delillerindendir. Fakat Rasûlullah'm örttüğü bezin
büyük olup da göbek ile diz kapağının arasını tamamen Örtmüş olması da
muhtemeldir. Ayrıca elbiseyi bizzat Rasûlullah'm örtmesi düşünülebileceği gibi,
hanımına Örtmesini emretmesi de mümkündür. Hatta bu daha muvafık görünmektedir.
Diğer bir görüşe göre hayzm başında göbekle diz arasının sonlarında ise yalnız avret
yerinin kapatılması şeklindedir. Gelecek hadis-i şerif de bu ihtimali desteklemektedir.

273.. ..Aişe (r.anhâ)dan demiştir ki;

"Rasûlullah (s.a.) hayamızın ilk günlerinde bize (belimizden aşağısına) izar (peştemal)
sarmamızı emreder, sonra da tenini tenimize dokundururdu. Sizlerden hanginiz

[2711281

Rasûlullah'm nefsine hâkim olduğu gibi nefsine sahip olabilir?"
Açıklama

Hadis-i şerifte geçen ( ) "fevh" kelimesinin mânâsı Nihâye'de belirtildiğine göre
hayzm başlangıcı ve kanm çok olduğu zamandır. Buhârî ve Müslim'in rivayetlerinde
"fevr" şeklinde kaydedilmiştir ki, aynı manayı ifâde etmektedir.
Daha evvel geçen bazı hadislerde Rasûlullah'm hayız halindeki hanımları ile cima
haricinde beraber olmak istediğinde onların bellerinden aşağısını örtecek bir peştemal
bağlamalarını emrettiğini görmüştük. Fakat o hadislerde bu örtünme için bir zaman
tayin edilmemişti. Bu hadis-i şerif ise, peştemal bağlamayı kayıtlamakta ve hayzm ilk
günlerine mahsus olduğuna işaret etmektedir. Buna göre Rasûlullah (s.a.)'in hayız olan



bir hanımı ile hayzmın ilk günlerinde mübaşeret etmek isterse, onun peştemal
bağlamasını, son günlerinde ise, ferci üzerine bir bez örtmesini emrettiği
anlaşılmaktadır.

Hz. Aişe, "hanginiz Rasûlullah'ın nefsine mâlik olduğu gibi nefsine mâlik olabilir?"
derken, "Rasûlullah bunu yapıyordu ama, onun haddi tecâvüz edip harama dalma
korkusu yoktu. Ama siz Rasûlullah'ın yaptığını yapamazsınız. Binaenaleyh
nefsinizden emin değilseniz, meşru da olsa, bu şekilde bir faydalanma cihetine
gitmeyin" demek istemiştir.

Yukarıdaki hadislerde görüldüğü gibi hayızlı kadına yaklaşmak istendiğinde göbekle
diz kapağı arasının kapatılması emredildiği gibi yalnız avret yerinin örtülmesi ile iktifa
edilebileceğine de işaret vardır.

Sübkî der ki: "Rasûlullah (s.a.)'in zevcelerine mübaşerette bulunması, şehvetini tatmin
için değil, onun caiz olduğunu göstermek içindir. Mübaşereti zevcelerinden her birine
yapması, hükmün (îslâmî emirlerin) yayılması içindir. Nitekim çok adınla
evlenmesinin bir hikmeti de hükümleri neşredip öğretmektir. Çünkü hanımlarından
her biri gördüğünü ümmete haber verecektir."

Yukarıda verilen hadis-i şeriflerde özet olarak şu üç husus yer almıştır. Fukahânın
içtihadı da bu istikâmettedir:

1. 272 nolu hadiste yalnız avret yerinin örtülmesi yer almaktadır. Bu görüşü
savunanların az da olsalar delili bu hadistir. Ancak "yasak bölgeye yaklaşan o yasağı
işleyebilir" fetvasınca bu durum tehlike arz etmektedir. Bundan dolayı büyük fıkıh
imamları bu görüşü benimsememektedirler.

2. Hayzm başlangıcında diz-göbel; arasının kapatılması, sonunda yalnız fercin
örtülmesi görüşü ise, Hz. Aişe'nin son hadiste belirttiği gibi, "nefsine malik olabilecek
kişilere mahsustur. Bunu da ancak Rasûlullah başarır" demekle işin nezâketini
belirtmek istemiş, bizim için yasak olması gerektiğim işaret etmiştir.

3. Hayız müddetince kadınlara yaklaşmak istendiğinde bir peştemalle göbek ve diz
arası kapatılması cumhuru ulemânın görüşüdür. Hanefî mezhebinin de görüşü budur.
[291

Bazı Hükümler

1. Hayızlı kadından hayzmm ilk günlerinde de olsa, avret mahallim bir örtü ile örtmek
şartıyla faydalanmak caizdir.

2. Nefsinden emin olmayan kişinin, cima dışındaki faydalanmalardan da uzak kalması

[301

daha uygundur.

107. Istihazalı Kadın Hakkındaki Hükümler Ve "Ayhali Olduğu Gün Sayısınca
Namaz Kılmaz" Diyenler

274.. ..Rasûlullah (s.a.)'m hanımı Ümmü Seleme (r.anhâ')dan, demiştir ki;
Rasûlullah (s. a.) zamanında, kendisinden devamlı kan gelen bir kadın vardı. Ümmü
Seleme (r.anhâ) onun için Peygamber (s.a.) den fetva istedi. Rasûlullah (s. a.):
"Kendisine bu hal arız olmadan evvelki aylarda hayz olduğu gece ve gündüzlerin
sayısını hesap edip (her) aydan bu kadar (günün) namazını terketsin. Bu günler



geçtikten sonra yıkansın ve avret yerine (kanın akmasını önleyecek) bir bez

im [32]

bağlayıp namazını kılsın" buyurdu.



Açıklama

Fukahâmiz kadınların gördükleri kanı üçe ayırmışlardır. 1. İstihâza, 2. Hayız kanı, 3.
Nifas kanı.

İstihâza kanı: Kadınların yaşla ilgisi olmadan bir hastalık sonucu görmüş oldukları
renk ve koku itibariyle diğer iki kandan farklı olan kan. Damar çatlamasından
olabileceği gibi, herhangi bir hastalıktan da meydana gelebilir.

Bu haldeki kadınlar özürlü sayılmaları sebebiyle her vakit namaz için abdest alırlar,
namazlarını kılarlar. Bu durumları, ne namaz kılmalarına, ne de kocalarının
yaklaşmalarına mânidir.

Hayız kanı: Balığa olan kadın (kızm)m belirli zamanlarda gördüğü siyaha meyyal,
kokulu bir kandır. Bu kan ekseriyetle 9-55 yaş arasında görülür.
Bu durumdaki bir kadın, namaz kılamaz, oruç tutamaz. Kur'ân-i Kerim'e el süremez,
camiye giremez, eşi ile cinsî münâsebette bulunamaz...

Nifas kanı: Doğumla ilgili olan kandır. Kadının lohusa olduğu müddet içerisinde
gördüğü kandır: Görülmeyebilir de. Görüldüğü takdirde Hanelilere göre 40, Şafiîlere
göre 60 gün devam edebilir. Bu haldeki bir kadının durumu, hayız olan kadının
durumundan farksızdır.

Hadis-i şerifte adı zikredilmeyen müstehâza kadın, Ebû Davud'un 278. hadiste tasrih
edeceği üzere Fatıma binti Ebî Hubeyş'tir. Süyûtf nin Nesâî Şerhi'nde ifâde ettiğine
göre, Peygamber (s. a.) Efendimiz zamanında dokuz tane müstehâza kadın vardı.
Bunlar: Fâtıma bint Ebi Hubeyş, Ümmü Habîbe bint Cahş, kızkardeşi Hamne,
kızkardeşi Ümmü'l-Mü'minin Zeyneb binti Cahş, Sehle binti Sehl, Ümmü'l-Mü'minîn
Şevde, Esma bint Mürşit el-Hârisî, Zeyneb bint Ebî Seleme ve Bâdine bint Gaylân es-
Sekafî'dir.

Bu hadis-i şerif devamlı kan gören istihazalı bir kadının devamlı kan germesinden
dolayı âdet günlerinde de istihzalı olduğundan, ibâdetle mükellef olup olmadığı
günleri belirlemektedir. Şöyle ki; bu duruma mübtelâ olan bir kadın için iki durum
vardır:

1. Hayız hali başlamadan önce istihazaya mübtelâ olan ve bu durum devam ederken
hayız görme dönemine giren kadın,

2. Daha evvel hayız görüp âdet günlerini bilen bir kadının istihâza haline mübtelâ
olması. Şerhini yaptığımız hadis, bu ikinci durumu açıklamaktadır. Bu iki meselede
ulemâ şöyle demektedir:

a) Müstehâzanm hükmü temiz kadın gibidir. Binaenaleyh cumhur-u ulemâya göre,
kocası o kadınla cinsî temasta bulunabilir. Namazlarını kılıp, oruçlarını tutmakla
mükelleftir. Kur'ân okuma, mushafa el sürme, secde-i tilâvet, secde-i şükür ve Kabe'yi
tavaf meselelerinde ulemânın ittifakı ile temiz hükmündedir.

İbnü'l-Münzir'in el-Işrâk adındaki eserinde bildirdiğine göre, Hz. Aişe, İbrahim en-
Nehâî ve Hâkim'e göre istihzalı kadına kocasının temasta bulunması haram; İbn Sîrîn'e
göre de mekruhtur. îmam Ahmed b. HanbeFden iki görüş nakledilmiştir: Bir görüşe
göre, temas her hâlü kârda caiz değil; diğer görüşe göre, kocasının zinaya sapma
ihtimâli varsa, caizdir. Bu görüşlerden makbul olanı cumhurun görüşüdür. Delilleri



İkrime'nin rivayet ettiği Harone bint Cahş hadîsidir. Bu hadiste Hamne'nin istihazalı
bir kadın olduğu ve kocasının kendisi ile münâsebette bulunduğu beyân edilir. Ayrıca
bir şeyin haram olması ancak şer'î bir delille sabit olur. İstihazalı kadınla münâsebette
bulunulmayacağına dair serî bir delil yoktur.

Hattâbî, bu hadis-i şerifteki hükmün, normal halinde, âdet günleri değişmeyip belli
olan kadınlar hakkında olduğunu söylemektedir, istihazalı bir kadının, sıhhatli
günlerinde âdeti hangi günlerde ve ne kadar ise, müstehaza olduktan sonra her ay o
kadar gün kendisini hayızlı sayıp namazı terketmesi emredilmektedir. Meselâ; Normal
halinde âdeti beş gün olan bir kadına bir hastalık arız olup kanı hiç kesilmeyecek olsa,
bundan sonra her ayın başında beş gün namazını terkeder.

b) Hanefî mezhebinde, yeni hayız görmeye başlayan bir kızın âdeti sabit olmaksızın
kanı kesilmeyip devam edecek olursa, her ayın on günü âdetine mahsub edilir, yirmi
gün de temizlik müddeti sayılır.

Daha evvel âdeti belli olan müstehaza bir kadının hayzmm bittiği, Hanefilere göre
âdet zamanının geçmesi ile bilinir. Kadın âdet zamanını şaşırırsa araştırır. Adet
günlerinin geçtiğine kanaat getiremezse bildiği günlerin en azı ile amel eder.
Şafiîlere göre: Hayzm bittiği kanın renginden anlaşılır. Kadından gelen kan sarıyla
siyah, kırmızımtırak, sarı ve bulanık renklerdedir. Bu renklerin en koyusunu gördüğü
günlerde kadın hayzlı, açığını gördüğünde de hayzı bitmiş sayılır.
Hayız günlerini ayırmak için Şafiîlerin üç şartı vardır:

1. Kanın koyu renkte geldiği günler 15 günü geçmeyecektir.

2. Koyu renkte gelen kan en az bir gün - bir gece devam edecektir.

3. Açık renkte gelen kana bakarak kadının temizlendiğine hükmedebilmek için, bu kan
en az on beş gün devam etmelidir.

İmam Mâlik ile İmam Ahmed b. Hanbel'in görüşleri de aynıdır.

c) Namaz kılmak isteyen istihazalı bir kadının hem hadesten, hem de necasetten
temizlenmesi lâzımdır. Bunun için abdest veya teyemmümden evvel fercini yıkaması,
içine pamuk veya bez gibi birşey koyarak kanın dışarıya çıkmasını önlemesi veya
azaltması lâzımdır.

Hanefilere göre özürlü kimsenin çamaşırına özüründen neş'et edip bulaşan kan vs.
özür devam ettikçe namazın sıhhatine mani olmaz. Fakat bu pislikler çamaşırına tekrar
bulaşmayacaksa bunların yıkanması icab eder. Ancak kalbini tatmin etmesi
bakımından temizlenmesi elbette daha iyidir.

Şafiîlere göre böyle bir kadın fercine hem pamuk koymalı, hem de üzerini bir kuşakla
sarmalıdır. Bu vaciptir. İmam Nevevî bu kuşağın sarılış şeklini tafsilatıyla anlatır.
Buna teleccüm, istisfâr veya ta'sîb denilir. Şafiîlere göre, müstehâza olan kadın bu
şekilde, pamuk, kuşak vs. ile fercini iyice bağlamaz da, abdesti aldıktan sonra kan
gelirse, abdestin iadesi gerekir. İdrarını tutamayan kişi için de hüküm aynıdır. Bu
durumda olan bir kimsenin elinden geldiği kadar idrar yollarım tıkaması, tıkamadan
idrar damlaması halinde abdestini iade etmesi gerekir.

Urve b. ez-Zübeyr, Süfyân es-Sevrî, Ahmed b. Hanbel ve Şafiîlere göre istihazalı bir
kadın bir abdestle, -edâ olsun kaza olsun- sadece bir farz namaz kılabilir. Fakat aynı
abdestle farzdan Önce ve sonra istediği kadar nafile kılabilir.

Hanefilere göre istihazalı kadının temizliği vakitle mukayyettir. Vaktin çıkması ile
abdest bozulur. Tercih edilen görüşe göre sonraki namaz için tekrar abdest almak icab
eder. İdrarım tutamayan, devamlı burnu kanayan ve yarasından devamlı kan gelen
özür sahibi için de hüküm aynıdır.



İmam Züfer'e göre özürlünün abdesti, vaktin girmesi ile, Ebû Yûsuf a göre, vaktin hem
girmesi hem çıkması ile; İmanı-ı Azamla İmam Muham-med'e göre vaktin çıkması ile
bozulur. Meselâ özürlü bir kimse güneş doğduktan sonra, abdest alsa tmam Azamla
İmam-ı Muhammed'e göre o abdestle öğieyi kılabilir. Çünkü vakit girmiştir,
çıkmamıştır. İmam Ebû Yûsuf la Züfer'e göre kılamaz. Çünkü vakit girmiştir. Fetva
İmam A'zam ve Mu-hammed'in görüşlerine göredir. Özürlü bir kimse her vakit için
abdest alır ve bu abdestle farz, vacip, nafile, dilediği kadar namaz kılabilir. İstihazalı
kadın sadece hayız vakti geçtiği zaman yıkanır. Her namaz için yıkanmasına lüzum
yoktur. Cumhurun görüşü bu merkezdedir. Bu meseleye ileride tekrar temas

£331

edilecektir.
Bazı Hükümler

1. Dinî konularda bilinmeyen hususlar ehline sorularak öğrenilmeli.

2. Vasıta ve rivayetle ilim almak caizdir.

3. Haber-i vâhid hüccettir. Onunla amel edilir.

4. Hayızlı kişi namaz kılamaz.

5. Adeti mûtad iken müstehâza olan kadının malum günleri gelip geçtiğinde yıkanması
lâzımdır.

6. Müstehâza olan kadın fercini bir bezle kapayıp, kanın dışarı akmasına mani olmaya
çalışmalı. Bu husus bilhassa Şafiî mezhebinde mühimdir.

275....Ümmü Seleme (r.anhâ) demiştir ki; "Kendisinden devamlı kan gelen bir kadın
vardı... -(Leys) evvelki hadisin mânâsını nakletti ve- (Hz. Peygamber): "Bu günler

[341

geçip de namaz vakti gelince yıkansın... ili." dedi."
Açıklama

Bu rivayet, yukarıdaki hadisin aynıdır. Musannif, senetteki bazı farklılıklara işaret için
hadisi tekrar eie almıştır. Rivayetlerin senetlerinde görüldüğü üzere, evvelki hadis
Nâfî'den Mâlik kanalıyla, bu rivayet ise Nâfı'den Leys kanalıyla gelmekledir. Ayrıca
Leys bu rivayetinde, Ümmü Seleme ile İbn Yesâr arasında adını vermediği bir zatı
zikretmiş ve metinde "namaz vakti gelince" sozünu ilâve etmiştir.

276.. ..Süleyman b. Yesâr, Ensârdân olan birisinden rivayet etmiştir ki;

Kendisinden devamlı kan gelen bir kadın vardı... (dedikten sonra Leys, yukarıdaki

hadisinin mânâsını nakletti.)

Rasûlullah (s. a.): "O günleri geçip namaz vakti gelince yıkansın..." buyurdu ve ravi

£351

önceki hadisi manâ olarak nakletti.
Açıklama

Bu rivayet de, evvelki hadislerin aynıdır. Burada zikredilmesine sebep sened ve
metindeki bazı ayrılıklara işarettir.



277....Sahr b. Cüveyriye Nâfı'den, Leys'in hadisinin senet ve manasına uygun olarak
rivayet etti. (Bu rivayette) Rasülullah (s.a.):

"Bu gün ve geceler miktarmca namazı terk etsin. Namaz vakti gelince gusletsin, bîr

[361 "

elbise ile ((ercini) bağlasın sonra da namaz kılsın" buyurdu.
Açıklama

Bu hadis de öncekilerin aynıdır. Ancak bu rivayette kelimesinin yerme kelimesi
kullanılmıştır, "zafer" aslında güzel veya çirkin kokunun çıkmasıdır. Bundan dolayı
bazı sarihler hadisin tercemesini, "Güzel koku kullansın" şeklinde yapmışlardır.
Ancak burada M en h el sahibinin de belirttiği gibi mânâsında olması daha uygun
görülmüş ve terceme buna göre yapılmıştır.

278....Eyyûb, Süleyman b. Yesâr'dan o da Ümmü Seleme'den bu kıssayı (yukarıda
geçen hâdiseyi) rivayet edip şöyle demiştir:

"O günlerde namazı terkeder. Bu günlerin dışında yıkanır, bir bez ile (fercini) kapatır
ve namazını kılar."

Ebû Dâvûd dedi ki: Hammad b. Zeyd, Eyyûb'tan rivayet ettiği bu hadiste müstehâza

[371

olan kadının adını vermiş ve onun Fâtıma bint Ebî Hubeyş olduğunu söylemiştir.
Açıklama

Bu hadis de diğerlerinin aynıdır. Musannif bunu ilk hadisi takviye bakımından
nakletmiş ayrıca sonunda müstehâza olan kadının adını vermiştir. Ebû Davud'un temas
ettiği Hammâd b. Zeyd hadisini Dârakutnî şulâfızla rivayet etmiştir:
"Fâtıma bint Hubeyş istihâzah bir kadındı. Hatta altında leğen bulundurulur ve bu
leğen kanla dolu olarak alınırdı. Ümmü Seleme (r.a)'dan (ne yapacağını) Rasülullah
(s.a.)'e soruvermesini İstedi.

Rasülullah (s.a.) "Hayz günlerinde namazı terketsin, sonra yıkanıp bir bez bağlasın ve
namazını kılsın" buyurdu.

Ebû Davud'un ilâvesi ve Dârakutnî'nin bu rivayetinden, müstehâza olan kadının adını
sadece Hammâd b. Zeyd'in açıkladığı anlaşılabilirse de hakikatte Vühey b. Abdülvâris
ve Süfyân da bu kadının Fâtıma bint Ebî Hubeyş olduğunu açıklamışlardır.

İMİ

279....Aişe (r.anhâ)dan, demiştir ki; Ummü Habibe (r.anha) Rasülullah (s.a.)'e
(istihaza) kanından sordu. Hz. Aişe de:

"Onun leğenini kan ile dolu gördüm" dedi. Rasülullah (sallallahü aleyhi vesellem) şu
cevabı verdi:

"Hayzmm seni (namazdan) alakoyduğu (günler) sayısınca bekle, sonra yıkan."
Ebû Dâvûd Kuteybe'nin bu hadisi Cafer b. Rabia hadisinin arasında yazdığını ve Ali b.
Ayyaş ile Yûnus b. Muhammed'in Leys'ten rivayet edip -Leys'in yerine babasını

1391

zikrederek- Cafer b. Rabia dediklerini, söylemiştir.



Açıklama



Hadisten anlaşıldığına göre Hz. Peygamber'in hanımlarından Hz. Zeyneb'in kızkardeşi
Ümmü Habibe bint Cahş (r.anha) Rasûlullah (s.a.)'e gelerek kendisinden devamlı kan
gelen müstehâzanın durumu ile ilgili hükümleri sormuş. Orada bulunan Hz. Aişe de
Ümmü Habibe'nin durumunu açıklamak için "ben onun leğenini kan ile dolu vaziyette
gördüm" demiştir.

leğenin kan ile dolu olmasından maksad, saf kan ile dolu olması demek değildir, işin
aslı o leğen içinde yıkandığında leğendeki suyun içerisine damlayan kan, suyun
rengini kan rengine çevirmiş olmasıdır. Sanki leğen kan ile dolu gibi olurdu. Nitekim
Müslim'in rivayeti de meselenin bu şekilde olduğunu göstermektedir.
Mirken, içerisinde çamaşır yıkanan küvet, tekne, leğen, manasmdadır ki "iccâne"de
aynı manaya gelir.

Peygamber (s. a.) Ümmü Habibe'ye daha evvel hayz olduğu günler miktannca namazı
terk edip, daha sonra yıkanarak namazını kılmasını emretmiştir. Zaten bu babın bütün
hadisleri aynı hüküm etrafında birleşmektedir. Konu ile ilgili tafsilat babın ilk
hadisinde verilmiştir.

280....Urve b. ez-Zübeyr'den demiştir ki; Fâtima bint Ebî Hu-beyş, Rasûlullah (s.a.)'e
(istihâza) kanından şikayet edip (hükmünü) sordu.
Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem) ona:

"Bu bir damar (kanı)dır, (hayz kanı değil). Bak (mûtad olan) hayz günlerin geldiğinde
namaz kılma; hayz günlerin geçince yıkan. İki ay hali arasında namaz kılmaya devam
1401 [411

et" buyurdu.
Açıklama

"Kâr"kelime olarak hem hayz hem de hayzdan temizlenme manalarına gelir. İbn
Reslân, bu hadisin kar' kelimesinin hayz manasında olduğunu söyleyenlere delil
olduğunu söyler. Çünkü hayzdan diğer kar'a kadar namazın kılınması, kar içinde ise
terk edilmesi emredilmektedir.

Rasûlullah Efendimiz kendisine istihaza kanının hükmünü soran Fâtima bint Ebî
Hubeyş'e, onun bir damar kanı olduğunu, bu kanın hayız kanının mâni olduğu şeylere

1421

mani olmadığını söylemiştir. Bu hadis de evvelki hadislerin hükmünü te'yid eder.
Bazı Hükümler

1. Müslüman dinî meselelerdeki sorularını utanmadan bilenlere sormalı.

2. Soru sorulan kişi kendi mevki ve soru soranın durumu ne olursa olsun cevap
vermelidir.

3. Hayız olan kadın namaz kılmaktan nehyedildiğî halde, müstehaza olari namaz
kılmakla emredilmiştir.



281....Urve b. ez-Zübeyr şöyle demiştir:



Bana Fâtıma bint Ebî Hubeyş haber verdi ki; o Esmâ'dan istedi. Veya Esma bana
[431

haber verdi ki; Fâtıma bint Ebî Hubeyş kendisinden (Esmâ'dan)' Rasûlullah
sallallahü aleyhi veselleme (istihazanm hükmünü) soruvermesini istedi. Rasûlullah da
ona daha evvel (hayz olup) namazı kılamadığı günlerdeki namazını kılmamasını, daha

[441

sonra da yıkanmasını emretti.

Ebû Dâvûd demiştir ki: "Bunu Katâde, Urve'den, o da Zeyneb bint Ümmi Seleme'den:
"Ümmü Habibe bint Cahş istihaza oldu da Rasûlullah sallallahü aleyhi vessellem ona
(mûtadı olan) hayız günlerinde namazı terketmesinu sonra yıkanıp namazına devam
etmesini emretti" şeklinde de rivayet etti.

Ebû Dâvûd, (senetteki bir inkıtaa işâreten) "Katâde Urve'den hiç bir şey duymamıştır,
"dedi.

Ebû Dâvûd, "İbn Uy ey ne, ZührVnin amra tarikiyle Aişe'den rivayet ettiği hadisinde
(Aişe'nin): Ümmü Habibe müstehaza idi. Rasûlullah (s.a.)'a (istihazanm hükmünü)
sordu. O da (eski) hayz günlerinde namazı terketmesini emretti (dediğini) ilâve etti."
demektedir.

Yine Ebû Dâvûd dedi ki; "Bu, İbn Uy ey ne'nin bir vehmidir. Çünkü Hafızların
Zührî'den rivayet ettikleri hadiste (namazı terkeder ifadesi) yoktur. Süheyl b. Ebî Salih
bundan müstesnadır. Nitekim Humeydî bu hadisi, İbn Uyeyne'den rivayet etmiş, onda;
"Hayız günlerinde namazı terk eder" cümlesini zikretmemiştir."
Mesrûk'un hanımı Kâmîr bint Amr, Aişe (r.anhâ)'dan:

Müstahaza hayz günlerinde namazı terk eder sonra yıkanır, şeklinde rivayet etmiştir.
[451

Abdurrahman b. Kasım babasından Rasûlullah (s.a.)'m müstehaza olan kadına, hayz

günleri miktannca namazı terk etmesini emrettiğini rivayet etmiştir.

Ebû Bişr Cafer b. Ebî Vahşiyye, îkrime'den o da Peygamber (s.a.)'den yapdığı

rivayette:

"Ümmü Habibe bint Cahş müstehaza idi" (dedikten sonra) yukarıdaki rivayetin aynını
nakletti.

Şerîk, Ebu'l-Yekzân'dan, O, Adiy b. Sâbit'ten, o da babası tankıyla dedesinden
Rasûlullah (s.a.)'in,

"Müstehaza olan kadın, hayz günlerinde namazı terkeder. Sonra gusl edip namazını
kılar" buyurduğunu rivayet etmiştir.

Alâ b. el-Museyyeb Hakem'den o da Ebu Ca'fer'den rivayet etmiştir ki: Şevde (r.a.)
[461

îstihaze oldu. Rasûlullah (s. a.) kendisine mutad günleri geçtiğinde yıkanıp
namazını kılmasını emretti.

Saîd b. Cubeyr, AH ve İbn Abbas'tan müstehazanm hayız günlerinde namazı terk
edeceğini rivayet etmiştir. Beni Hâşimin azatlısı Am-mâr ve Talk b. Habîb, İbn
Abbas'tan; Ma'kil el-Has'amî, Ali'den ve Şa'bî, Mesrûk'un hanımı Kamîr vasıtasıyla
Aişe'den aynısını rivayet etmişlerdir.

Ebû Dâvûd dedi ki; "Müstehaza hayz günlerinde namazı terk eder" sözü Hasen, Saîd
b. Müseyyeb, Atâ, Mekhül, İbrahim ve Kasım'in kavlidir, Ebû Dâvûd dedi ki; Katâde

m

Urve'den hiç bir şey duymamıştır.



Açıklama



Müellif bir hadisin on ayrı rivayetini tek hadis halinde nakletmiştir. Bunlar esas olarak
ilk rivayeti te'yid eder mâhiyettedir. Hz. Peygamber (s. a.) müstehâza olan bir kadına
(Fâtıma bint Ebî Hubeyş, Ümmü Habibe bint Cahş veya Şevde olduğuna dair
rivayetler var) her ay mûtadı olan hayz günleri gelince namazına ara vermesini, bu
günler geçince yıkanarak namazlarına devam etmesini emretmiştir. Hadisin bütün ri-
vayetleri aynı manayı kuvvetlendirmektedir. Ancak aralarında çok cüz'î ifâde farkları
görülmektedir. Ayrıca bazı rivayetlerde "namazı terk eder(veya terk etsin)" cümlesi
bulunduğu halde bazı rivayetlerde yoktur.

Musannifin bu hadisi değişik rivâyetleriyle birlikte getirmesindeki sebep, hayız
günleri belli olan bir kadın sonradan müstehâza olursa eski âdet günlerine dönüp o
günlerde kendisini hayızh sayacağını isbattır. Nitekim son rivayette, Ali b. Ebî Tâlib,
Aişe ve İbn Abbâs gibi sahâbîlerle Hasan el-Basrî, Saîd b. el-Müseyyeb, Atâ, Mekhûl,
Nehaî, Salim b. Abdullah ve Kasım b. Muhammed b. Ebî Bekir gibi tâbiûnun

[481

büyüklerinin de bu görüşte olduklarını beyân etmektedir.

108. Istihazalı Bir Kadın Hayız Günleri Geçtiği Zaman Namazını Terk Edemez

282....Âişe (r.anhâ)dan demiştir ki; Fâtıma bint Ebî Hubeyş, Rasülullah (s.a.)'e
gelerek:

"(Yâ Râsulallah) Ben istihazalı bir kadınım, hiç temizlenemiyorum, namazı terk

edeyim mi?" diye sordu.

Rasülullah sallallahti aleyhi ve sellem:

"(Hayır) bu hayız kanı değil, bir damar (kam)dır. Hayız (günleri) gelince namazı

[491 1501

bırak, bitince kanını yıka ve (gusledip) namazını kıl" buyurdu.
Açıklama

Bu rivayetin istihazalı kadının hükmünü Rasûlullah'a soran kadının bizzat Fâtıma bint
Ebî Hubeyş'in kendisi olduğu anlaşılmaktadır. Daha evel bu soruyu, ümmü Seleme ve
Esma bint Umeys'in sorduğuna dâir rivayetler geçmişti. Ancak bu, rivayetler arasında
tezat olmasını gerektirmez. Çünkü Fâtıma bint Ebî Hubeyş'in, bir seferinde de vasıta
ile sormuş olması mümkün olduğu gibi, râvinin, bu rivayette iktisar İçin vasıtayı
zikretmemiş olmasLda muhtemeldir.

Buhârî'nin rivayetinde "kanını yıka"cümlesi zikredilmemiş, fazla olarak "guslet"
kelimesi yer almıştır.

istihazalı bir kadının hayz günlerini ayırdetmek için ne şekilde hareket etmesi
icabettiğine dâir ihtilaflar ve mezheplerin görüşleri ile istihazalıya ait hükümler 274.

£511

hadisin açıklamasında verilmiştir.
Bazı Hükümler



1. İhtiyaç anında kadının erkekle konuşması, kadın sesjnm işitilmesi ve ayıp gibi
görünen şeylerin sorulması caizdir.

2. İnsan bilmediğini bilene sormalı, sorulan kişi de cevap vermekten kaçınmamalıdır.

3. Hayızlı kadın, hayz günlerinde namazını terk eder ve sonra da kaza etmez.

4. İstihazalı kadın da âdeti olan günlerde namazı terk etmek mecburiyetindedir, Farz,
vacip ve nafile bütün namazlar için hüküm aynıdır.

5. Hayız kanı pistir.

283....Ka'nebî, Mâlikten, o da Hişâm'dan: Züheyr'in (rivâyetindeki) isnadı ile evvelki
hadisin mânâsını rivayet ederek, Rasûlullah (s.a.)'m:

"Hayız hali gelince namazı terk et, hayz (günleri) kadarı gidince kanını yıka ve namazı

[521

kıl" buyurduğunu söylemiştir.
Açıklama

Bu lıadis-i şerif evvelki hadisten pek farklı değildir. Ancak bu rivayette hayz günleri
miktarmca namazı terketmesi emredilmektedir. Bu rivayet istihazalı kadının, hayz
günlerini evvelki âdet günlerine göre tesbit edeceği görüşünde olan Hanefîlerin fikrini
£531

te'yid etmektedir.

109. (İstihazalı Kadın) Hayzı Gelince Namazı Terk Eder

284....Bukeyye (r.anhâ) demiştir ki:

"Hayzı (hayzı istihaza ile karışarak) bozulup kendisinden devamlı kan gelen bir
kadının durumunu Aişe'ye soran bir kadım işittim. (Aişe dedi ki):
Rasûlullah (s. a.) bana o kadına "âdeti düzgün iken her ay hayz olduğu (günler)
kadarını araştırmasını, o kadar günü sayıp o günlerde (o günler miktarmca) namazı
terk etmesini, sonra yıkanıp (fercine) bir bez koymasını, sonra namaz kılmasını"
[541

söylememi emretti.

285.. ..Aişe (r.anhâ)'dan demiştir ki;

"Rasûlullah (s. a.) baldızı ve Abdurrahman b. Avf m hanımı Ümmü Habîbe bint Cahş
yedi sene istihaza oldu. Rasûlullah'tan fetva istedi. Rasûlullah (s. a.):

[55J

Bu hayz değil, bir damar (kanı)dır. Yıkan ve namazım kıl" buyurdu.

Ebû Dâvûd demiştir ki; Evzâî, bu hadiste ZührVden o da Urve ve Amre kanalıyla

Aişe'den şöyle dediğini ilâve etmiştir:

Abdurrahman b. Avfm hanımı Ümmü Habibe bint Cahş yedi sene istihaza oldu.
Rasûlullah (s. a.) ona, "Hayz vakti geldiğinde namazı terketmesini, gittiğinde de
yıkanıp namazı kılmasını emretti"...

(Yine) Ebû Dâvûd, bu sözü Zührî'nin ashabından EvzâVden başka kimse
söylememiştir. Bunu ZührVden, Amr b. Haris, Leys, Yûnus, îbn Ebî Zi'b, Mâ'mer,
ibrahim b. Sa'd, Süleyman b. Kesir, İbn İshâk ve Süfyan b. Uyeyne rivayet etmişler ve
bu sözü zikretmemişlerdir. Ancak bu, (yanUHayız geldiğinde namazı terketmesini...)
lâfzı Hişâm b. Urve'nin, babasından, onun da Aişe (r. anhâ)dan rivayet ettiği hadisin



lâfzıdır" dedi.

Ebû Dâvûd (ilave olarak); îbn Uyeyne;"Rasûlullah ona hayz günlerinde namazı
terketmesini emretti"lâfzmı ilave etmiştir. Fakat bu, îbn Uyeyne'den bir vehmdir.
Muhammedb. Amr'ın ZührVden (rivayet ettiği) hadiste, EvzâVnin hadisinde ilâve

[561

ettiği söze yakın bir şey var demiştir.
Açıklama

Görüldüğü üzere müellif hadisi zikrettikten sonra, birkaç değişik rivayete de işaret

etmiştir. Bu değişik rivayetler çeşitli hadis kitaplarında yer almaktadır.

Hadis-i şerifin metnindeki Rasûlullah (s.a.)'in"Bu hayız değil, bir damar kanıdır, yıkan

ve namazını kıl" buyruğundan şu akla gelebilir: Madem ki bu hayz değil, damardan

gelen bir kandır, guslü gerektirmemesi gerekir. O halde Rasûlullah, gusletmesini niçin

emretmiştir.

Rasûlullah'm bu emri hayzdan yıkanmaya hamledililir. Peygamberin sözünün
hülasası: "Bu devam eden kan hayz kanı değil, istihaza kanıdır, hayz günleri geçince
guslet ve namazını kıl" şeklindedir.

Sahihayndaki rivayette "her namaz için gusül ederdi" ifâdesi yer almaktadır.
İmam Şafiî, istihaza olan Ümmü Habibe'nin her namaz için tetavvû olarak guslettiğini
söylemektedir. Cumhura göre, Rasûlullah Efendimiz Ümmü Habîbeye her namaz için
yıkanmasını emretmemiştir. Bu hanım kendi kendine bu işi yapmıştır. Mütehayyire
(hayız günlerini şaşıran) kadının dışındaki müstehaza olan kadınların her namaz için
gusletmeleri gerekmez. Ancak her namaz için abdest almaları farzdır.
Bu hanımın, her namaz için yıkanmasını, kanın azalmasını te'min için bir tedavi usûlü
olduğuna hamletmek de mümkündür.

Bu hadisin, bâb başlığı ile alâkası daha çok Evzâî'inîn rivâyetindeki ilâvede kendisini
gösteriyor. Geri kalan kısımda bu alâka görülmemektedir.

286....Urve b. Zübeyr, Fâtıma bint Ebî Hubeyş'ten şunu rivayet etmiştir:
Fâtıma müstehaza idi. Rasûlullah (s.a.) kendisine:

"(Gelen kan) hayız kanı olduğunda -ki o, (kadınlar tarafından) bilinen bir kandır-
namazı terk et. Başkası (siyahın dışındaki bir renkte) olunca (guslet, her namaz için)

£571

abdest al ve namaz kıl. Çünkü o sadece bir damar (kanı)dır" buyurdu.

Ebû Dâvûd (hadis-i şerifin farklı rivayetlerini sıralamak maksadıyla) dedi ki;

tbn Müsennâ şöyle demiştir: îbn EbîAdiy bu hadisi bize kitabından böylece (yukarıda

geçtiği gibi) haber verdi. Daha sonra ezberinde;

Bize Muhammed b. Amr, ZührVden o da Urve'den, Urve de Hz. Aişe'den haber verdi
ki, Patıma müstehaza idi... şeklinde rivayet etti.

Enes b. Şîrîn, İbn Abbâs (radıyallahü anhumâ) dan müstehaza hakkında şöyle dediğini
rivayet etmiştir:

"Müstehaza koyu renkte çok kan gördüğü zaman namazı terk eder (bu bol ve koyu
renkteki kanın kesilmesi ile) kısa bir müddet de olsa temizlik görürse yıkanıp namaz
[581

kılar."

Mekhûl şöyle demiştir:



"Kadınlara hayz gizli değildir. Çünkü onun kanı koyu ve siyahtır. Bu (hâl) gidip de,
san ve rakîk olarak devam edince o (kadın) müs-tehazadır, yıkansın ve namazını
[591

kılsın."

Hammâd b. Zeyd, Yahya b. Saîd'den, o da Kâ'kâ' b. Hakim'den, o da Sa ! îd b. el-
Müseyyeb 'den müstehaza hakkında şöyle rivayet etmiştir;

"Hayz (önceki mûtad olan hayz günleri) gelince namazı terk eder, gidince yıkanır ve

mm

namazını kılar."

Sümeyy ve başkaları da Sa'îd b. el-Müseyyeb'ten "Hayz günlerinde oturur" şeklinde
rivayet etmişlerdir. Hammâd b. Seleme, Yahya b. Said'den o da Sa'îd b. el-
Museyyeb'den aynı şekilde rivayet etmiştir.
Yûnus, Hasan (el-Basrî)den şöyle rivayet etmiştir:

"Hayızh kadının âdeti bittikten sonra kan devam ederse, bir veya iki gün namazı terk

£611

eder. (Bundan sonra) o müstehazadtr. "
Teymi Katâde'den rivayetle:

"Mûtadı olan kadın hayz günlerinden fazla kan gelirse beş gün (bekler) sonra (yıkanır)
namazını kılar." demiştir. Teymîdevamla: "Ben (günleri) iki güne ininceye kadar
azaltmaya devam ettim" der. (Katâde); "(Zaid olan) iki gün olunca o hayzdandır"
demiştir. Bu îbn Sîrîn'den soruldu o da: "Bunu kadınlar daha iyi bilir" cevabını verdi.
[62] [631

Açıklama

Ebu Davud bu hadisi zayıf bulurken tbn Hibbân, Hâkim ve Ibn Hazm sahih olduğunu

söylemişlerdir, tbnü's- Salâh da bu hadis ile ihticac olunur demiştir.

Hadis-i şerifte, istihazalı olan kadının hayz kanım ayırmak için kanın rengine bakması

emredilmektedir. imâm Şâfı'î ve Mâlik bu görüşü benimsemişlerdir.

Sübülü's- Selâm' da şöyle denilmektedir: "Bu hadisin daha önce geçen "Bu ancak bir-

damar (kam)dir. Hayzm geldi mi namazı terket, gitti mi kendinden kanı yıka ve

£641

namazını kıl" mealindeki hadise zıt değildir. Çünkü "hayız kanı siyahtır, bilinir"
demek hayzm başlayış ve bitiş zamanını beyandır. İstihazalı kadın, ya kanm
sıfatından, ya da âdet günlerinde kanm gelmesinden, gelen kanm hayz kanı olduğunu
bilir. İhtimal ki Fâtıma bint Ebî Hubeyş âdeti malum olan bir kadındı. Bu takdirde
"hayzm geldi mi" sözü "âdet günlerin geldiği zaman" demek olur. Şayet âdet günleri
belli değil idiyse, o zaman da kanm sıfatına bakarak, "hayzm geldiyse" demek olur.
Bir kadın hakkında hem âdet günleri, hem de kanm sıfatı bir araya gelebilir."
Hanefîlerle, Ahmed b. Hanbel'in meşhur olan görüşüne göre bu meselede kanm
rengine değil, âdete itibar edileceğini daha evvel ifade etmiştik.

287.. ..Hanine bint Cahş (r. anha) şöyle demiştir:

"(Normal gününden)fazla ve sıkıntılı hayız görürdüm. Durumu haber verip fetva
almak üzere Rasûlullah (sallallahü aleyhi veseüem)e geldim. O'nu kız kardeşim
Zeyneb bint Ca'ş'in evinde buldum ve dedim ki: Ya



Rasûlullah ben (gününden) fazla ve sıkıntılı hayz gören bir kadınım. Bu duruma ne

buyurursun (ne yapayım)? Bu beni namazdan oruçtan alıkoydu.

Rasûlullah (s.a.):"Sana pamuğu tavsiye ederim. Çünkü o kanı giderir" buyurdu.

[651

O kan bundan (pamuğun mani olacağından) daha çoktur dedim.
[661

Bez kullan buyurdu.

Kan bundan da fazla devamlı geliyor, dedim. Bunun üzerine Rasûlullah:
İki hüküm söyleyeyim. Hangisini yaparsan sana yeter, ikisine de gücün yeterse,
orasını sen bilirsin: Onlardan kuvvetli olanını seç şunu bil ki bu, (kanın gelmesi) ancak

1671

şeytanın darbelerinden biridir.
[681

Altı veya yedi gün, Allah'ın sana (kadınların âdetlerinden) bildirdiği şeylerde

[691

kendini hayızh say sonra da yıkan. Temizlendiğine ve paklandığına kanaat

im

getirdiğinde yirmi üç veya yirmidört gün namaz kıl ve oruç tut. Çünkü bu (takdir
edilen müddet) sana yeter. (Sıhhatli) kadınlar nasıl hayz vaktinde hayz oluyorlar,
temizlik günlerinde de temizleniyorlarsa sen de her ay öylece yap. Eğer öğleyi (son
vaktine kadar) geciktirip ikindiyi (ilk vaktinde) öne almaya ve yıkanıp bu iki namazı
bir arada kılmaya, akşamı geciktirip yatsıyı öne almaya, sonra da yıkanıp iki namazı
birleştirmeye gücün yeterse öyle yap. Sabah namazında yıkanabilirsen yıkan, (namaz
kıl) ve gücün yeterse oruç tut." Rasûlullah: "Bu (iki namazı birleştirerek ikisi için bir



gusul etmek) bana iki işin daha sevimli olanıdır" buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadisi Amr b. Sabit İbn Aktl'den rivayet etmiştir. İbn Akıl Hamne'nin; "Dedim ki
bu bana iki işin daha sevimli olanıdır" dediğini söylemiş, bu sözü Rasûlullahhn sözü
değil, Hamne'nin sözü kabul etmiştir.

Ebû Dâvûd, Yahya b. Maîn'den naklen Amr b. Sâbit'in Rafızî olduğunu söylemiştir.
Yine Ebû Dâvûd, Ahmedb. Hambel'in "İbn AkîVin hadisi hakkında içimde bir şüphe

[721

var" derken işittim demiştir.
Açıklama

Hadis-i şeriften anlaşıldığına göre, Fâtıma bint Cahş'dan normal hayz günlerinden
daha fazla ve keyfiyet itibariyle de çok şiddetli kan gelmekte idi. Rasülullah'a gelerek
hâlini arz etti ve fetva istedi.

îbn Reslân bu ifâdelere dayanarak hayzm şiddetli ve zayıf olmak üzere iki kısma
ayrıldığını söylemektedir. Bazıları kuvvet ve zâfm sadece renkle fark edildiğini
söylerler. Iraklılara göre kuvvet üç şeyle belli olur: Renk, koyuluk ve koku... Ancak
hadisin bab başlığı ile olan münâsebetine bakılırsa 1 kuvvet alâmetinin renk olması
gerekir.

Hadis-i şerifin sonlarında Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem iki vaktin birini vaktin
sonuna te'hir etmek, diğerini de vaktin başına almak suretiyle iki namazı



birleştirmesini ve bu iki namaz için gusletmesini tavsiye ettikten sonra, "bu, bana iki
şeyin daha sevîmlisidir"buyurmuşlardır. Bu iki işten murat Bezlü'l-mechûd müellifinin
beyânına göre, müstehazanm her namaz için abucst alması veya iki namazı
birleştirerek bunlar için gusletmesi-dir. İki namaz için gusl daha meşakkatli olacağı ve
Cenab-ı Allah, mü'min-lere kolaylık murat ettiği için, Rasûlullah'm bunu sevimli
bulması biraz garib görünmektedir. Bundan dolayı İbn Melek bu ifâdeyi te'vil etmiş ve
iki işten muradın, Sefer ve istihaza olduğunu söylemiştir. Ancak hadis-i şerifte bu
te'vili doğrulayıcı hiç bir ipucu yoktur. Bundan dolayı Aliyyü'l-Karî buna itiraz etmiş
ve "Bundaki iki şeyden muradın her namaz için ayrı ayrı gusletmek veya iki namazı
birleştirerek ikisi için bir defa gusletmektir. Çünkü iki namazı cem'ettikten sonra ikisi
için bir gusletmek daha kolaydır" demiştir. Biraz sonra gelecek olan babda Ebû
Davud'un îbn Akıl hadisi hakkında "Eğer gücün yeterse her namaz için yıkan, olmazsa
cem'et" demesi de Aliyyü'l-Karî'nin sözlerini te'yid etmektedir.

Avnü'l-Mâ'bûd sahibi, "İkincisi bana daha sevimli geliyor. Çünkü o daha
meşakkatlidir. Ecir meşakkate göredir. Rasûlullah sallallahü aleyhi ve-sel-'emin
kendisi de büyük ecir olan şeyi sever" demektedir. Ancak bu anlayış Bezlü'l-Mechûd
daki ifâdelere göre büyük bir gaflettir. Çünkü Ebû Davud'un ibn Akıl hadisi hakkında
yukarıya aldığımız ifadeleri, hadisten bu mananın anlaşılmasına imkân vermez.Ayrıca
Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem hiç bir zaman ümmeti için güçlüğü murat etmez.
Bundan dolayı visal orucunu nehyetmiştir. Rasûlullah iki şey arasında muhayyer
bırakıldığı zaman daima kolayını seçmiştir.

Müstehaza olan kadından gelen kan devamlı aynı ölçüde ve renkte olur,daha evvel
âdeti muayyen olmasa veya müstehaza olarak bulûğa ermişse böyle bir kadının ne
şekilde hareket edeceği hususu mezhepler arasında, ihtilaflıdır.

İmam Mâlik böyle bir kadının hayzmm on beş gün itibar edileceğini bundan sonra
yıkanıp namazım kılacağını söylemiştir.

Şâfıîlere göre hayız günleri belli olmayan müstehaza bir kadın ilk defa kan gelmeye
başladığı günden itibaren namazı terk eder ve hayızlıya caiz olmayan şeylerden
uzaklaşır. Eğer kan on beş günde veya daha az zamanda kesilirse, bu müddet orum
hayz müddetidir. Onbeş günden fazla devam edecek olursa, bir gün ve bir gece hayızlı
sayılır, ayın geri kalan kısmında temiz hükmündedir. Bir günün dışındaki namazlarım
kaza eder. tik aydan sonraki aylarda hayzı bir gün bir gece, temizliği de yirmi dokuz
gün olmuş olur.

Âdet zamanı ve miktarı belli olduğu halde bunu unutan kadın için talaktan başka,
niyete bağlı olmayan ve namaz, oruç, itikâf, tavaf gibi niyyete muhtaç olan bir şeyde
hayızlmm hükmü vardır. Bu kadın eğer kanın kesilme vaktini bilmiyorsa her namaz
için vaktinde gusleder. Sıhhat zamanındaki kanın kesilme vaktini biliyorsa her gün o
vakitte gusleder ve geri kalan namazlar için ayrı ayrı abdest alır.
Hanefîlere göre,âdet gören bir kadından bir hastalık neticesi kan kesilmeyecek olursa,
sıhhat hâlindeki mûtadına göre hareket eder. Mesela normal zamandaki hayzı her ay
başında on gün olursa, devamlı olarak her ayın ilk on günü hayızlı, geri kalan yirmi
gününde temiz sayılır. Fakat normal zamanında temizlik müddeti altı ay veya daha
fazla ise, istihaza olduktan sonraki temizlik müddeti altı aydan bir saat noksan olarak
kabul edilir.

Yeni hayız görmeye başlayan bir kızın âdeti sabit olmadan, kan kesilmeyip devam
edecek olsa, her aydan on günü âdetine mahsub edilir. Yirmi günü temizlik müddeti
sayılır. Her vakit için yıkanır ve namazını kılar,



Bir hastalık veya ihtimamsızhk sonucu âdet günlerini unutmuş olan bir kadına
mütehayyire denir. Böyle bir kadından gelen akıntı kesilmeyecek olursa, âdeti
hakkında zann-ı galibi ile amel eder. Zann-ı galib bulunmayınca ihtiyat yönüne sarılır.
Boşanmış ise, iddeti hususunda hayzı on gün, temizlik müddeti de altı aydan bir saat
noksan olmak üzere takdir edilir. Diğer bir kavle göre temizlik müddeti iki ay olarak
takdir edilir.

Kadının sıhhat hâinde belli bir âdeti yoksa, meselâ bazı aylar altı gün, bazı aylar yedi

[73]

gün âdet görüyor idiyse ve bilâhere istihaza olsa, bu kadın, namaz, oruç, ric'at
hususunda daha az olanı, iddetin bitmesi ve cinsî münasebet hususunda daha fazla
olanı tercih etmelidir Bu şekildeki bir kadın yedinci gün girince yıkanır namazını
kılar, ramazana tesadüf etmişse orucunu tutar, fakat cinsî temasta bulunulamaz.
Sekizinci gün girince tekrar yıkanır ve ramazana tesadüf etmesi halinde yedinci günün
orucunu kaza eder. Çünkü yedinci günün hayızlı olması muhtemeldir. Namazları
kazaya ihtiyaç yoktur. Çünkü yedinci gün temizlendi idiyse zaten namazlarını kıldı;
ha-yızlıysa, hayızlı olana da namaz farz değildir.

Müstehaza olan kadın, sıhhat hâlindeki âdeti sâbitse ve onu hatırlıyorsa kendisini her
ay o kadar gün hayızlı, geri kalanında da temiz sayar. Bu mesele daha evvel
açıklanmıştı.

Önceden âdeti sabit iken kan kesilmeyip devam etse ve âdetinin ne zaman olduğuna
dair hiç bir görüşü olmasa, kadının ne hayızlı olduğuna, ne de temiz olduğuna hüküm
edilemez. Bu durumda ihtiyatlı hareket eder.Ebe-diyyen hayızlmm sakındığı şeylerden
sakınır. Her namaz için yıkanır. Farz, vâcib ve sünneti müekkedeleri kılar,nafıle
kılamaz. Farz olan miktarı kadarını okur. Sahih kayle göre farzların son iki rek'atinde
de okur.

Eğer hayzm girip girmediğinde tereddüt ederse, her namaz için abdest alır. Hayzın
çıkıp çıkmadığında tereddüt ederse her namaz için gusleder.

Ramazanın tamamını oruçlu geçirir, sonra hayz günleri adedince orucu kaza eder.
Hayzmm gece başladığını bilirse yirmi, gündüz başladığını bilirse yirmi iki günlük
orucu kaza etmesi lâzımdır. Gece mi, yoksa gündüz mü başladığını bilemiyorsa yirmi
günlük orucu kaza eder. Mevzu ile ilgili olarak fıkıh kitaplarında tafsilat vardır,
İstihazah kadınlardan gelen kan bazan hiç kesilmeden fasılasız, bazı hallerde de
arasira kesilerek fasılalı biçimde gelir. Bunlardan birincisine "istimrarı muttasıl"
ikincisine de "istimrâr-i munfasıl" denilir. Yukarıdaki açıklamalar istimrâr-ı muttasılla
ilgilidir.

İstimrâr-ı munfasıl ile ilgili hükümleri de şu şekilde özetleyebiliriz:
İki kan arasındaki temizlik müddeti on beş gün veya daha fazla ise, normal hükümler
cereyan eder. İki kan arasına giren temizlik hâli üç günden az olursa, bu fasıla
sayılmaz. Her iki kan da tek hayızdır. Meselâ bir kadın üç gün kan görse, sonra iki gün
görmese, daha sonra tekrar üç gün daha görse, bu sekiz günün tamamı aynı hayz
müddetidir. Bunların dışındaki tasavvurlar hususunda Hanefi ulemâsının ihtilafı
vardır. Tafsilat fıkıh kitaplarında mevcuttur.

Adeti on gün olarak sabit olan bir kadın on günden fazla kan görecek olursa, bu
fazlalık istihazadır. Adeti on günden az olan bir kadından oagün veya daha az kan
gelirse, tamamı hayız, on günden fazla kan gelirse, önceki âdet müddeti hayız, geri
kalanı istihazadır. .

Hayız kanının rengi de mezhepler arasında ihtilaflıdır.



Şâfıîlere göre hayız kanı ancak siyah renkte olur. Çünkü Rasülullah (s. a.) Fâtıma bint
EbîHubeyş'e "Hayz olduğunda -ki o siyah kandır- namazı terk et..." buyurmuştur.
Hariefîlere göre hayz kanı siyah olabileceği gibi kırmızı kenkte de olabilir. Şâfıîlerin
dayandıkları hadis garibtir, meşhur hadise muarız olamaz, Cenab-ı Allah Kur'an-i

[741

Kerimde 'Sana hayz hâlinden soruyorlar, de ki: O bir ezadır.." buyurmaktadır...
Ezâ ismi sadece siyah kana mahsus değildir.

Kadınlar Hz. Aişe'ye sarı renkte kan bulaştırılmış pamuk göndererek hayzın sona erip
ermediğini sorarlar, o da "beyazı görünceye kadar acele etmeyin" karşılığını verirdi.
Yine Aişe (r.anha), "Beyazın dışındakiler

hayzdır" buyurmuştur. Bu gibi şeyler akılla bilinemeyeceğine göre, Hz. Aişe bunu
Rasûlullah'tan duymuştur. Ayrıca kanın rengi alman gıdaya göre değişiklik arzeder.
Öyleyse hayz kanını sadece renge tahsis etmek uygun değildir.

Fatıma bint Ebî Hubeyş hadîsinin sübûtu kabul edilirse, -ki, Rasülullah (s. a.) bu
kadının hayzmm siyah renkte olduğunu vahy ile bilmiş ve haber vermiştir-
Rasûlullah'tan başka kimse hayz vaktini kanın rengi ile tayin edemez. Buhârî ve
Müslim'in rivayet ettikleri bazı hadisler de bu mütâlâayı te'yid etmektedir. İkiyuz
yetmiş dördüncü hadisin açıklamasında, Şâfıîlere göre istihazalı bir kadının hayız
günlerini kanın rengi ile tayin edeceğini beyân etmiştik.

Aynî ve Hattabî, bu hadisin daha evvel geçen Ümmü Seleme ve Hz. Aişe (r.anhümâ)
hadislerinin hilâfına olduğunu, bu kadının daha önce hayz olmamış, âdet günlerini
ayırd edemeyen birisi olduğunu söylerler. Rasülullah (s. a.) bu kadına, kadınlar daha
çok altı veya yedi gün âdet oldukları için zahirî örfe göre cevap vermiştir. Nitekim
"Kadınların hayz günlerinde hayız oldukları, temizlik günlerinde temiz oldukları
gibi.." ifâdeleri bunu te'yid etmektedir.

1751

Eimme-i selâse, îbn Akîl'i zayıf buldukları için bu hadisi hüccet saymamışlardır.
Bazı Hükümler

1. Sorulan şey, haya edilecek. cinsten de olsa, dinî hükümlerm sorulması teşvik
edilmektedir.

2. Cevap veren kişi, işin en kolay yönünü göstermelidir.

3. Hastalıklardan tedavi meşrudur.

4. Şeytan insanın bir takım hallerini vesvese mevzuu yaparak insana tasallut etmeye
çalışır.

5. İstihazahya namaz, oruç vs. farzdır, hayz hâlinde olana değil.

6. Adet günlerini bilmeyen veya unutan kadın diğer kadınların ekserisinin âdetine göre
hareket eder. Bu hüküm sadece Şâfiîlere göredir. Diğer mezheplerce kabul
edilmemiştir.

1261

7. Müftü fetva isteyene en güzel yönü de belirtmelidir.

110. Müstehazanîn Her Namaz İçin Yıkanacağını İşaret Eden Hadisler
288. .. Rasûlullah'm hanımı, Aişe (r.anha)'dan, demiştir ki;

Rasûlullah'm baldızı, Abdurrahman b. AvPm hanımı Ümmü Ha-bibe bint Cahş yedi



sene istihaza oldu ve bu hususta Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem)den fetva
istedi. Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem:

"Bu hayz değil, bir damar (kanı)dır. Yıkan ve namazını kıl" buyurdu.
O, kız kardeşi Zeyneb bint Cahş'm hücresinde bir leğende yıkanır, kanın kırmızılığı

[7711781 '

suyun yüzüne çıkardı.
Açıklama

Bu hadis-i şerif 285 numarada da geçmiştir. Orada hadisin sonundaki Hz. Aişe'nin
sözü mevcut değildir. Musannif bu fazlalıktan dolayı hadisi tekrar etmiştir. Hadisin bu
rivayetinde bab başlığı ile hiçbir alâkası yoktur. Ancak bundan sonra gelen iki
rivayette Ommü Habibe'nin her namazda yıkandığına işaret edilmektedir. Bundan
sonraki rivayetler bazı nüshalarda müstakil bir hadis sayılmamış, bu hadisin peşinde
zikredilmiştir.

289.. ..İbn Şihâb demiştir ki:

"Amre bint Abdirrahman bana Ümmü Habîbe'den bu (bir önceki) hadisi haber verdi.
Aişe (r.anha):

O, (Ümmü Habibe) her namaz için guslederdi dedi."

290....Leys b. Sa'd, Ibn Şihâb'dan o da Urve tarikiyle Aişe (r.anha) dan bu hadisi
rivayet edip "O (Ümmü Habibe) her namaz için yıkanırdı" dedi.

Ebû Dâvûd, bu hadisi Kasım b. Mebrûr'un Yûnus'tan, onun İbn Şihâb'tan Onun
Amre'den, Amre'nin de Aişe kanalıyla Ümmü Habibe bint Cahş'tan rivayet ettiğini
söyledi.

Aynı şekilde Ma'mer, Zührî'den; o da Amre Tarikiyle Aişe'den rivayet etmiştir. Bazan
Ma'mer, Amre vasıtasıyla Ümmü Habibe'den hadisi (mu 'an 'an olarak) bu manada
rivayet etti.

Yine aynı şekilde İbrahim b, Sa'd ve İbn Uyeyne Zührî'den, o Amre'den Amre de
Aişe'den rivayet etmiştir. İbn Uyeyne, hadisinde Rasûlullah sallallahü aleyhi
vesselemin ona (Ümmü Habibe'ye) yıkanmasını emrettiğini söylememiştir. Evzaî de

[791

aynı şekilde Aişe (r.anha)nm "her namaz için yıkanırdı" dediğini rivayet etmiştir.
Açıklama

Bâbın başındaki iki yüz seksen sekizinci hadiste Peygamber (s.a.)'in Ümmü Habibe'ye
verdiği yıkanma emri mutlaktır. Her namazda yıkanması gerektiğine dair bir kayıt
yoktur. Bu iki hadiste ise, Ümmü Habibe'nin her namazda yıkandığı anlaşılmaktadır.
Yalnız rivayetlerden anlaşılan, bu yıkanmanın Peygamberimizin bir emri değil, Ümmü
Habibe'nin yaptığını haber vermedir. Müslim'in rivayetinde de Rasûlullah (sallallahü
aleyhi vesellem)in her namaz için yıkanmayı emretmediği, Hz. Ümmü Habibe'nin
kendiliğinden yıkandığı bildirilmektedir.

Biraz sonra gelecek olan ikiyüz doksan ikinci hadiste ise, Rasülullahm her namaz için
yıkanmayı emrettiği zikredilmektedir. Beyhakî bu rivayetin yanlış olduğunu
söylemiştir.

Bazı âlimler, Ümmü Habibe'nin her namaz için yıkanmasını tetavvuya hamletmişler,



bazıları da bu hadisin Fâtıma bint Ebî Hubeyş hadisi ile neshedildiğini söylemişlerdir.
Hz. Aişe, Rasûlullah'm vefatından sonra Fâtıma hadisiyle fetva vermiş, Ümmü Habibe
hadisine muhalefet etmiştir. Bundan dolayı Ebû Muhammed îşbilî: "Fâtıma hadisi
istihaza hakkında rivayet edilen en sahih hadistir" demiştir. İmam Şafiî'den "Ümmü
Habibe'nin her namaz için yıkanması, Rasûlullah'm emri ile değil, kendi fiilidir"
dediği rivayet edilmektedir.

Ümmü Habibe'nin, mütehayyire olduğu ve kendisine her namaz için yıkanmanın vacib
olduğu şeklinde de görüş serdedilmiştir.

Hanefî ve Şafiîlerin görüşü Ümmü Habibe'nin mütehayyire olduğudur. Muğnî'de
beyân edildiğine göre, İmam Ahmed, her müstehazanm gusletmesinin müstehap
olduğu görüşünü benimsemiştir.

Hâftz İbn Hacer, Ümmü Habibe'nin mütehayyire oluşunu red etmiş ve "doğrusu,
Ümmü Habibe'nin mûtâde oluşudur, kendi kendine istihbâben yıkanırdı" demiş ve
kendisine guslün emredildiğini ilâve etmeyi doğru bulmamıştır.

İbn Reslân, mütehayyire olan müstehazanm, kanın belli bir zamanda kesildiğini
bilemezse her namaz için yıkanması gerektiğini söyler. Hanefî ve Şafıîler de aynı
görüşteler. Hanefîlerin görüşü ile ilgili olarak iki yüz seksen yedinci hadiste tafsilat
verilmiştir.

Sıhhat halindeki âdeti sabit olup değişmeyen ve âdet günlerini hatırlayan kadının her
namaz için yıkanması ulemanın cumhuruna göre gerekli değildir. Bu iki hadisten,
istihazah bir kadının her namaz için yıkanmasının müstehap olduğu anlaşılmaktadır.

291.. ..Aişe (r.anha)'dan, demiştir ki;

"Ümmü Habibe yedi sene istihaza oldu. Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem)
kendisine yıkanmasını emretti. Bunun üzerine Ümmü Habibe her namaz için

[80] İM

yıkanırdı."
Açıklama

Bu hadis hakkında söylenebilecek şeyler, bundan evvelki hadiste mufassal olarak
söylenmiştir. Bu rivayette de her namaz için yıkanma Hz. Aişe (r.anha)'nm sözüdür.
Rasûlullah'm sözü değildir.

292.. ..Aişe (r.anha) şöyle demiştir:

"Ümmü Habibe bint Cahş Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem) zamanında istihaza

oldu. Rasûlullah kendisine her namaz için yıkanmasını emretti."

(İbn İshâk bunu söyledikten) sonra (babın başında zikredilen Ümmü Habîbe) hadisi

(ni) nakletti.

Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadisi Ebu'i-Velîd et-Tayâlisî -ancak ben bunu kendisinden işitmedim- Süleyman
b. Kesîr'den, o Zührî tankıyla Urve'den, o da, Hz. Aişe'den şöyle dediğini rivayet
etmiştir:

Zeyneb bint Cahş istihaza oldu. Rasûlullah (s.a.) ona: "Her namaz için guslet"
buyurdu. (Süleyman b. Kesir bunları zikrettikten sonra babın başındaki) hadisi ilâve
[82]

etti.



Ebû Dâvûd dedi ki;

Bu hadisi AbdüsSamed Süleyman b. Kesîr'den "Her namaz için abdest al" dedi
şeklinde rivayet etti. Fakat bu Abdussamed'in vehmidir. Doğrusu Ebu'l-Velîd'irı
[83]

dediğidir.
Açıklama

Hadis hafızlarından birçoğu "Resûlüllah ona her namaz için yıkanmasını emretti"
ilavesini tenkıd etmiştir. Beyhakı de Zührî'den gelen diğer rivayetlere muhalif olduğu
için İbn îshak'm rivayetinin yanlış olduğunu söylemiştir.

Bu rivayetlerin Ümmiı Habîbe hadisindeki her namaz için yıkanma emri, nedbe
hamledilmek suretiyle cem ve te'lif edilebilir.

Hattabî, Ümmü Habîbe'nin mütehayyire olduğunu, bundan dolayı Resûlullah'm bu
hanıma her namaz için gusletmesini emrettiğini söylemiştir.

Hadisin Abdüssanıed tarikıyla gelen rivayetinde Resûlüllah (sallellâhu aleyhi
vesellem) Ümmü Habîbe'ye her namaz için abdest almasını emretmiştir. Ancak Ebû
Dâvûd bunu tenkid etmiş ve bu ifâdelerin Abdüssamed'den bir vehm olduğunu,
doğrusunun "her namaz için yıkan" şeklindeki Ebu'l Velîd'in rivayeti olduğunu
söylemiştir.

Müstehâzanm guslü ile ilgili tafsilat önceden verilmişti. Her namaz için abdest alması
hususu da ihtilaflıdır.

Mâlikîlere göre, her namaz için gusletmesi müstehaptır, başka bir hades yoksa abdest
alması şart değildir.

Hanefî ve Han belilere göre, abdest namaz vaktine bağlıdır. Müstehâzanm vakit
çıkmadıkça bir abdestle o vaktin farzım kılması ve geçmiş namazlardan dilediği
kadarını kaza etmesi caizdir.

Hanefîler, Abdüssamed'in rivâyetindeki "Her namaz için abdesl al" ibaresinde mecazi
hazf olduğunu, mânânm, "her namaz vakti için abdest al" şeklinde olduğunu
söylemişlerdir. Ayrıca Ebû Hanife'den merfu'an rivayet edilen "Müstehaza her namaz
vakti için abdest alır" şeklide rivayet ile, Tahâvî'nin ŞerhiH-Muhtasar'mda yine Ebu
Hanîfe'nin Hişam b. Urve, onun da babası tankıyla Hz. Aişe'den rivayet ettiği
"Resûlüllah (s. a.) Fâtima bint Ebî Hubeyş'e her namaz vakti için abdest al, dedi"
mealindeki hadis de bu görüşün delilleridir.

293. ...Ebû Seleme (r.a.) şöyle demiştir:

"Zeyneb bint Ebî Seleme bana haber verdi ki; Abdurrahman b. Avf in nikâhı altında

£841

bulunan hanımından devamlı kan geliyordu. Resûlüllah ona her namaz vaktinde
yıkanmasını ve namazını kılmasını emretti."

(Yahya b. Ebi Kesir der ki: Ebû Seleme bana) haber verdi ki: Ümmü Bekr Aişe'nin
şöyle dediğini söyledi:

"Resûlüllah (s.a.) temizlendikten (hayzı bittikten) sonra kendisini şüpheye düşüren bir

' £851

şey (kan) gören kadın hakkında: "Bu ancak bir damar (kanı)dır."
£861

buyurmuştur."



Ebû Dâvûd der ki:

(Hayz geldiğinde namazı terk eder, babmdaki) İbn Akıl hadisinde; her iki emri (işi)
birlikte zikrederek Kasım 'in (aşağıda) dediği gibi "Eğer gücün yeterse her namaz için
yıkan, aksi takdirde cem 'et" demiştir.

Bu söz (gücü yeterse her namaz için gusletmesi aksi halde cem 'etmesi), Said b.

[871

Cubeyr tarafından, Hz. Ali ve İbn Abbâs (r.anhümâ)dan rivayet edilmiştir.
Açıklama

Bu hadis-i şerif, İbn İshak ve Süleyman b. Kesîr'in Zührî'den rivayet ettikleri hadisleri
takviye etmektedir. Bu hadis-i şerif için de o hadisler hakkında söylenilenleri
söylemek mümkündür.

Yani Rasûlullah'm Ümmü Habîbe'ye her namaz vakti yıkanmasını emretmesi ya nedb
içindir; ya da Ümmü Habibe mütehayyiredir. Resûlullah bunu bildiği için her namazda
gusletmesini emretmiştir.

Bu hadis hakkında Hattabî şunları söylemektedir:

"Bu hadis muhtasardır, bunda mezkûr kadının hali, ne şekilde bir müstehaza olduğu
zikrediimemiştir. Müstehaza olan her kadına her namaz için gusletmek gerekli
değildir. Ümmü Habibe ya hayız günlerini hiç ayırdede-memiştir, veya unutmuştur.
Hayzm zamanını, gün adedini ve kanın kesildiği zamanı bilmiyordur. Böyle bir kadın
hiç bir namazını terk edemez ve her namaz vaktinde yıkanması lâzımdır. Kocası hiç
bir zaman kendisine yakla-şamaz. Çünkü hayız olduğu günler belli değildir. Eğer
haccediyorsa iki defa tavaf yapması gerekir ve bu tavaflar arasında on beş gün aralık
bulunmalıdır. Ancak bu hayzm azamî müddetini on beş gün kabul edenlerin
görüşüdür."

Aynî, "Hayzm azamî müddetini on gün görenlere (Hanefıler) göre iki tavaf arasında
on gün aralık bulunması gerekir" der.

Hattabî'nin, "Ümmü Habibe mütehayyire idi" şeklindeki mütalaası reddedilmiştir.
Çünkü Müslim'in Bekr b. Mudar'dan yaptığı rivayette Ümmü Habîbe'nin istihaza
olmadan Önce mûtade olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Hafız İbn Hacer de buna işaret
etmiş ve "Hattabî'nin, Ümmü Habibe'nin mûtahayyire olduğuna dair söylediklerini
ihtiyatla karşılamak lâzımdır" demiştir.

Hanefîlerden Tahavî de Ümmü Habîbe hadisinin her namaz İçin guslü değil, abdesti

emreden Fâtıma bint Ebî Hubeyş hadisiyle neshedildiğini söylemiştir.

Bu rivayetlerin arasını bulmanın en uygun yolu, her namaz için yıkanmayı emreden

£881

Ümmü Habibe hadisindeki guslü nedbe hamletmektir.

111. Müstehaza İki Namazı Birleştirir Ve İkisi İçin Bir Gusül Eder Diyenlere
(Delil Olan Hadisler)

294....Aişe (r.anhâ) şöyle demiştir:

£891

"ResûlüIIah devrinde bir kadın istihaza oldu. İkindiyi öne (ilk vaktine) alıp, öğleyi
te'hir ederek ikisi için bir defa; akşamı te'hir edip, yatsıyı öne alarak ikisi için bir defa



[901

gusletmekle ve sabah için de bir defa gusletmekle emrolundu."

(Şu'be der ki): Abdurrahman'a, Resûlullah'tan mı (haber veriyorsun)? dedim. "Sana

im 1921

Resûlullahtan başka kimseden bir şey haber veremem" dedi.
Açıklama

Bu hadisi şerifte îstihaza olan kadının öğleyi son vaktine kadar te hır edip ikindiyi de
ilk vaktine alması ve her ıkısı için bir defa gusletmesi, akşam ile yatsı için de aynısını
yapması ve sabah için ayrıca yıkanması emredilmektedir. İkiyüz yetmiş sekizinci
hadiste de aynı manaya gelen ifadeler yer almıştır. Ancak oradaki ifadelerden bu
şekilde hareketin ihtiyarî, bu hadisten ise iltizâmî olduğu anlaşılmaktadır.
Mezkûr kadının istihazası uzayıp, kendisine her namaz için gusletmesi ağır gelince bir
kolaylık olmak üzere bu şekilde emredilmiştir. Menhel sahibinin ifâdesine göre, iki
namazı cem'ederek ikisi için bir defa gusletmekle emrolunan kadın âdetini unutup da
hayz ile istihazanm arasını ayıramayan kadındır.

295....Aişe (r.anhâ)dan, demiştir ki;

Sehle bint Süheyl istihâza oldu ve Resûlullah (s.a.)'a istihazanm hükmünü sormaya
geldi. Resûlullah da ona her namazda gusletmesini, bu kendisine ağır gelince öğleyle
ikindiyi bir gusülle, akşamla yatsıyı da bir gusülle birleştirmesini ve sabah için de

£931

ayrıca gusletmesini emretti.

Ebû Dâvûd dedi ki; "Bu hadisi İbn Uyeyne Abdurrahman b. Kasım'dan; o da,
babasından, "bir kadın istihaza oldu ve Resâlullah'a sordu. Resûlullah da ona emretti...

1941

(yukarıdaki hadisin manasım naklen)" şeklinde rivayet etti.
Açıklama

Bu hadis tön Beyhakî, Ebû Bekr b. İshak'm "Meşayihirnizden bazısı, bu haberi îbn
îshak ve Şu'be'den başka hiç bir kimse Resûlüllah'a kadar ref etmemiştir" dediğini
nakleder. Bu hadis için Anzatü'l-ahvezî'de (malûl) denilmiş fakat illet yönü beyân
edilmemiştir.

Tahavî bu hadisi tahric ettikten sonra, "bu, bu hükmün evvelki eserlerdeki hükmü (her
namaz için gusletmeyi) neshettiğine delâlet eder, dediler" demektedir.
Hattâbî, bu kadınla, her namaz için yıkanması emredilen kadının durumlarının aynı
olduğunu, ancak Resûlullah bu kadına her namaz için yıkanmak zor geldiği için iki
namazı 'birleştirmeye ruhsat verdiğini söyler. Hattabî devamla Hanefîlerle İbn
Museyyeb, Sufyân es-Sevrî, Hasen ve Zührî gibi bir teyemmümle iki namazın farzını
kılmayı caiz görenlerin bu hadise dayandıklarını söyler. Mâlik, Şafiî, Ahmed ve
îshak'a göre bir teyemmümle iki vaktin farzı kılınamaz. Her biri için ayrı ayrı
teyemmüm yapılmalıdır. Ali, İbn Ömer, İbn Abbas, Nehaî, Şâbî ve Katâde'den de bu
şekilde rivayet edilmiştir.

Hanefî ulemasmca suyun bulunmadığı yerde teyemmüm abdest yerine geçer, bir
abdestle birden fazla namaz kıhnabildiği gibi bir teyemmümle de birden fazla namaz



kıhnabilir.



296.. ..Esma bint Umeys şöyle demiştir:

[951

"Yâ Resûlallah, Fâtıma bint Ebi Hubeyş şu kadar zamandan beri müstehazadır,
(istihaza kanının namaza manî olduğunu zannettiği için) namazım kılmamaktadır,
dedim.

Bunun üzerine Resûlullah:

Sübhânellâh!... Bu şeytandandır. Bir leğene otursun, suyun üzerinde bir sanlık görürse
öğlen ve ikindi için bir defa, akşam ve yatsı için de bir defa, sabah için de bir defa

£961

gusletsin. Bunların arasında da abdest alsın" buyurdular."
Ebû Dâvûd dedi ki;

Mücâhid, îbn Abbâs'tan; "Ona gusul zor gelince iki namazı birleştirmesini istedi"
şeklinde rivayet etmiştir. Bunu İbrahim de îbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Bu, İbrahim

[971

en-Nehaî ve Abdullah b. Şeddadin görüşüdür.
Açıklama

Hadis-i şeriften anlaşılmaktadır ki, Fâtıma bint Ebî Hubeyş istihaza olunca Resûlullah
kendisine içerisinde su bulunan bir leğene oturmasını, suyun yüzüne çıkan renk sarı
ise, bunun istihaza kanı olduğuna hüküm etmesini, başka bir renk çıkarsa, hayza
hükmetmesini emretmiştir. Bu hadis-i şerif müstehazanm hayz günlerini kanın rengi
ile tayin edeceğini söyleyen Şafiîlerin görüşünü te'yid etmektedir. Hanefîlerin bu hu-
sustaki görüşleri ve Şafıilere cevaplan daha evvel kaydedilmiştir.
Hadis-i şerifteki "bunlar arasında abdest alır" ifâdesini Hane fil er hakîki manasında
anlamışlar ve "bir namaz için gusledince sonraki namaz için abdesti bozan bir şey
olmazsa abdest almasın" diye hükmetmişlerdir.

Şafıilere göre ise, cem edeceği namazlar arasında kaza namazı kılacaksa o namaz için
abdest alır, gusletmesine lüzum yoktur. Çünkü gusül sadece beş vakit namaza
mahsustur. Malikilere göre, iki namaz arasında abdesti bozan bir şey meydana

[981

gelmezse abdest almasına lüzum yoktur.

112. (Müstehaza) Bîr Temizlikten Diğer Temizliğe Kadar Gusleder Diyenler(ln
Dayandığı Hadisler)

297.... Adiy b. Sabit, babası tarikiyla dedesinden Nebî (s.a.)in müstehaza hakkında
şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

(Müstehaza hastalanmadan evvelki) hayız günlerinde namazı terk eder, sonra (hayız
günleri bitince) gusleder ve namazım kılar. Her namazda da abdest alması lâzımdır.
[991



Ebû Dâvûd dedi ki:

£1001

(Râvi)i Osman "Oruç tutar ve namaz kılar", ibaresini ilâve etti.



Açıklama



Hadis-i şeriften anladığımıza göre, mu'tâde olan müstehaza eski hayız günleri
bitince gusleder ve temizlenmiş sayılır. Ancak özür sahibi sayıldığı için Hanefilere
göre her namaz vaktinde abdest alır ve sonraki hayız günleri gelinceye kadar,
namazını kılmaya devam eder. Hanefîlerden Tahâvîbu meselede şunları
söylemektedir: "Müstehaza her namaz için abdest alır, diyenler ihtilaf etmişlerdir.
Bunlardan Ebû Ha-nîfe, Züfer, Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasen'e göre her namaz
vakti için abdest alır. Bazıları ise, vakti söz konusu etmeden her namaz için abdest alır
demişlerdir. Biz, bu iki görüşten sahih olanı ortaya koymak istedik ve gördük ki,
müstehaza abdest alıp daha namazını kılmadan vakit çıksa ve bu abdestle namaz
kılmak istese yeniden abdest almadan bunun caiz olmayacağında ittifak etmişlerdir.
Yine gördük ki, istihazah bir kadın bir namaz vaktinde abdest alsa ve bu abdestle
namaz kılsa, sonra da bu abdeste nafile kılmak istese vakit çıkmadığı müddetçe bunun
caiz olduğunda icma etmişlerdir. Bu söylediklerimiz abdesti bozan şeyin vaktin
çıkması olduğuna ve abdestli olmayı gerekli kılan şeyin namaz değil, vakit olduğuna
delildir..."

Tahâvî'nin bu ifâdeleri aslında Hanefî mezhebinde fetva verilen görüşü tesbit ve
takviyedir. Buna göre, Hanefîlerce müstehaza her namaz vakti için bir ayrı abdest
alacaktır. Bu mesele hakkında daha evvel de bilgi verilmiştir.

imam Kâsânî, Bedâyi'de bu hususta mezheplerin görüşünü vermiştir. Kâsânî'nin
söylediklerinin hülâsası şudur:

"Müstehaza gibi kendisinde hades bulunmadığı halde üzerinden namaz vakti
geçmeyen özür sahiplerine gelince, namaz vakti devam ettiği müddetçe bunlardan
necaset çıkması abdesti bozmaz. Bu biz Hanelilerin görüşüdür.

"Şâfif, özür istihaza, idrarı tutamama ve devamlı yellenme gibi iki yoldan birisinden
ise, her farz için abdest alır ve bununla istediği kadar nafile kılabilir, demiştir.
"İmam Mâlik'in iki görüşünden birine göre her namaz için abdest alması lâzımdır.
İmam Mâlik "Müstehaza her namaz için abdest alır" hadisine dayanmış, Şafii de bu
namazı farz olarak kayıtlandırmış ve nafileyi de farza tâbi saymıştır.
"Bizim delilimiz ise, Ebû Hanîfe'nin nivâyet ettiği "müstehaza her namaz vakti için
abdest alır" hadis-i şerifidir. Bu hadis bu babda nasstır. Ayrıca azimet, nimete şükür
bakımından vaktin tamamını edâ ile meşgul etmektir. Ancak bir ruhsat, kolaylık,
rahmet ve fazl olarak Sâri, vaktin bir kısmını edâ ile meşgul etmeyi terke cevaz vermiş
ve bunu, hükmen bütün vakti namazla meşgul etmek saymıştır. Öyleyse vaktin
tümünü Şer'an edâ etmek fiilen edâ etmek demektir. Bu da taharetin bekası ile
mümkündür..."

Kâsânî bu şekilde Hanefî mezhebinin görüşünü müdafaa ettikten onra Şafiî ve
Malikilerin dayandıkları hadisin aslında kendi görüşleri aleyhine bir delil olduğunu
söyleyerek bunu ispat cihetine gitmiştir. Fakat burada bu münakaşaları nakletmeye
lüzum yoktur.

298....Aişe (r. anha)dan, şöyle demiştir:

Fatıma bint Ebî Hubeyş Resülullah (sallallahü aleyhi vesellem)e geldi (Burada Urve)
yukarıda geçen Fâtıma ile ilgili haberi nekletti. Resülullah:



rıon [iQ2]

"Sonra guslet ve her namaz (vakti) için abdest ahp namazını kıl" buyurdu.
Açıklama

İbni Mâce ve Beyhakî'de Fâtıma'nm haberi lâfzan şöyle zikredilmektedir:
Fatıma; Ya Resülullah ben istihaza olan bir kadınım, temizlenemiyorum. Namazı
terkedeyim mi? dedi. Resülulah; "hayır bu ancak damar(kam)dır hayz değildir. Hayz
günlerinde namazı bırak, sonra yıkan ve kan hasır (seccade) üzerine damlasa da her
namaz (vakti) için abedst al!" buyurdu.

Yukarıda beyan edildiği gibi "her namaz için abdest al" ifadesinde bulunan lâm vakit
mânâsmdadır. Buna göre mana, "her namaz vakti için abdest al," şeklinde olur.
Tereceme de buna göre yapılmıştır. Hanefîlerin görüşü budur. Yani özür sahibi bir
kadının her farz namaz için değil, her vakit için abdest alması lâzımdır.
Şafıîlere göre ise, hadisteki lâm vakit manasında tefsir edilmemiştir. Dolayısıyle her
namaz için abdest alması gereklidir, denilmiştir.

Mâli kilere göre ise, buradaki emir istihbâba hamdedilmiş, her namaz için abdest
alması müstehab addedilmiştir.

Burada söz konusu olan ihtilaflar farz namazlar içindir; istihazalubir kadın bir farz
namazın arkasında istediği kadar nafile kılabilir. Bunda bütün imamlar ittifak
etmişlerdir.

299....Aişe (r.anhâ) Müstehaza hakkında "Bir kere gusleder, sonra hayız günleri

ri031 [104]

gelinceye kadar abdest alır" demiştir.
Açıklama

Görüldüğü gibi, bu hadis-i şerifin senedi Hz. Aişeîde kalmak-tadır. Yani mevkuf bir
hadistir. Ancak Beyhakî, Abbas b. Mu-hammed tarikiyle merfuan, biraz değişik
lafızlarla Resulüllah'dan nakletmiştir.

Hadis-i şerif daha evvelki hadislerde olduğu gibi mu'tâde olan müstehazanm hayz
günleri bitince bir defa gusledeceğine sonra da her namaz vakti için abdest alacağına
işaret etmektedir.

300....Mesrûk'un hanımı, Hz. Aişe validemizden, o da, Resulüllah (s.a.)den aynen

[105]

önceki hadisin benzerini rivayet etmiştir.

Ebu Dâvud bu rivayetler hakkında şöyle demektedir: Adiy b. Sâbit'in bu hadisi
A'meş'inHabîb'denrivâyet ettiği hadis ve Eyyûb Ebul-âlâ'nm (Hz. Aişe'den mevkuf ve
merfu olarak rivayet ettiği) hadislerin hepsi zayıftır, sahih değildir. A 'meş'in Habîb
'den rivayet ettiği hadisin zayıflığına bu (evvelki) hadis delildir. Hafs b. öı~ yâs bunu
A 'meş'den mevkuf olarak rivayet ederek Habîb'in hadisinin merfû olduğunu red
etmiştir. Aynı şekilde Esbât, A 'meş'ten; o da mevkuf olarak Hz. Aişe'den rivayet
etmiştir.

Ebû Dâvûd devamla, tbn Dâvûd bu hadisin baş tarafını merfû olarak rivayet etmiş ve
onda, her namazda abdest almamın gerekli) olduğunu (bildiren ifadenin



mevcudiyetini) red etmiştir. ZuhrVnin Ur-ve'den; onun da Hz. Aişe'den rivayet ettiği
müstehaza hadisinde "Her namaz için guslederdi" demesi Habîb'in bu hadisinin
Zaafına delildir. Ebu'l-Yekzân Adiy b. Sabit'ten; o da, babası tarikiyle Ali (r.a.), Beni
Hâşim'in azatlısı Ammâr; İbn Abbas'tan, Abdülmelik b. Mey-sere, Beyân, Muğîre,
Firâs, ve Mücâhid de Şâbî'den; o da Kamîr vasıtasıyla Hz. Aişe'den "her namaz için
abdest alır* 1 şeklinde rivayet etmişlerdir. Dâvûd ve Asim'tn Şabf den; onun da Kamîr
vasıtasıyla Aişe'den rivayeti "müstehaza her gün bir defa yıkatıp" şeklindedir. Hişâmb.
Urve de babasından "müstehaza her namaz için abdestahr" diye rivayet etmiştir.
Kâmir ve Beni Başım 'in azatlısı Ammâr ile Hişâm b. Urve'in babasından rivayet ettiği
hadislerin dışındaki bütün bu hadisler zayıftır, îbn Abbâs tan bilinen (her namaz için

£1061

abdest değil), gusüldür.
Açıklama

Ebu Dâvûd bu rivayetleri, bu babdaki hadislerin zayıf oldu-ğunu isbat etmek için
getirmiştir. Bu dokuz rivayetten altısı mevkuf, üçü merfûdur. Sarihler, A'meş'in
Habîb'den rivayet ettiği hadisin zayıf olduğu iddiasını reddetmişlerdir ve bu rivayetin

£107]

zayıf olmadığını ispat için hayli söz söylemişler.

11081

(Müstehaza),Öğleden Öğleye Yıkanır Diyenler (İn Dayandıkları Hadisler)

301.... Ebû Bekr (İbn Abdirraman)m azatlısı Sümeyy'den rivayet edilmiştir ki: Ka'kâ
ve Zeyd b. Eşlem, Sümeyy'i müstehazanm nasıl yıkandığını sormak üzere Saîd b.

£1091

Müseyyeb'e gönderdiler Saîd:

"Öğleden Öğleye gusleder ve her namaz için abdest alır. Eğer kan çok gelecek olursa

mm

fercine bir bez bağlar" karşılığını verdi.
Ebû Dâvûd dedi ki;

îbn Ömer, ve Enes b. Mâlikten "öğleden Öğleye yıkanır" şeklinde rivayet edilmiştir.
Dâvûd ve Asim, ŞâbVden o karısı kanalıyla Kamtr'den, Kamîr de, Aişe'den aynısını
rivayet etmişlerdir. Ancak Dâvûd (yukarıdakine ilave olarak) "hergün" (sözünü de)
eklemiştir. Asim *m hadisinde de "öğle vaktinde" ilâvesi vardır. Bu görüş Salim b.
Abdillah, Hasen ve Atâ'nm görüşüdür.
Ebû Dâvûd dedi ki,

Mâlik: "Ben İbn Müseyyeb'in"öğleden öğleye.:.." şeklindeki hadisinin "temizlikten
temizliğe,,. "şeklinde olduğunu zannediyorum. Ancak buna vehm girmiştir ve insanlar
bunu değiştirerek, "öğleden öğleye" şekline çevirmişlerdir." Misver b. Adlimelik b.
Saîd b. Abdirrahman b. Yerbû; bu hadisi rivayet etmiş ve "temizlikten temizliğe...."

LUU

demiş, insanlar bunu "öğleden öğleye. .."şeklinde çevirmişlerdir.



Açıklama



Hadis-i şerifin metninden anlaşılan, müstehaza olan bir kadın öğleden öğleye bir defa
yıkanmalı, geri kalan namazlar için de abdest almalıdır.

Ebû Dâvûd, Salim b. Abdullah, Hasen ve Atâ'nm bu görüşte olduğunu söylemiştir.
Mâlik, hadis-i şerifteki Öğle mânâsına gelen (zuhr) kelimelerinin, aslında noktasız
olarak temizlik manasmdaki (tuhr) şeklinde olduğunu, fakat insanların zamanla
bunu bozduğunu söylemiştir.

Hattâbî de Mâlik'in bu sözünü beğenmiş ve "Mâlik'in sözü ne kadar güzel ve zannı ne
kadar uygundur. Çünkü müstehazamn öğle vaktinde gusletmesinde hiç bir mana
yoktur. Nitekim, fukahanm hiç birisinin bu görüşte olduğunu bilmiyorum. Doğrusu
"temizlikten temizliğe gusleder" şeklindedir ki, bu hayz kanının kesildiği vakittir.
Ancak, "öğleden Öğleye yıkanır" rivayeti bazı hallerde bazı kadınlar için uygun
olabilir. Meselâ kadın normal âdet günlerini ve vaktini unutur, sadece kanın daima
öğle vaktinde kesildiğini hatırlar. îşte o zaman bu kadının Öğle vaktinde yıkanması,
diğer vakitler için de abdest alması lâzımdır. Said b. eli Müseyyeb'e soru soran
kimsenin hâli böyle olan bir kadın hakkındaki hükmün ne olduğunu sorması, Said'in
de mezkûr cevabı vermiş olması.muhtemeldir." Hattabî'inin sözü burada sona
ermektedir. Ancak hadis-i şerifin başka muhaddisler tarafından "zâ" harfi ile "zuhr"
şeklinde yapılan rivayetleri mevcuttur. Bunların hepsine vehm karışması biraz müşkil
görünmektedir. Bazı sarihlerin ifâdelerine göre hadisin hem (zuhr) hem de (tuhr)
şeklinde değişik olarak rivayet edilmiş olması da mümkündür.

Görüldüğü gibi, bu Resulüllah'(s.a.v.)m bir hadisi değil, Saîd b. el- Museyyeb'in bir

IU21

sözüdür.

113. (Müstehaza) Öğle Vaktinde Değil Her Gün Bir Defa Yıkanır Diyenler
302.... Ali (r.a.) dan, şöyle demiştir:

"Müstehaza (olan bir kadın) hayzı bittiği zaman her gün gusleder ve yağ veya zeytin

£1131 LİI41

yağı sürülmüş bir yün (veya pamuk) kullanır."
Açıklama

Hz.Ali kendisine müstehazanm hükmünü sorulduğunda, onun her gün gusletmesini ve
tereyağı veya zeytin yağı sürülmüş bir bezi fercine koymasını söylemiştir. Daha evvel
de müstehazanm pamuk kullanması tavsiye edilmiştir. Bunlardan maksat tedavi ve

£1151

kanın akışını azaltmaktır.

114. (Müstehaza Temizlik) Günleri Esnasında Yıkanır Diyenler(ln Dayandığı
Hadisler

303.... Muhammed b. Osman, Kasım b. Muhammed (b.Ebî Bekr)e müstehazanm
hükmü sordu; O da:

"Hayz günlerinde namazı terk eder, hayzı bitince yıkanır, namazını kılar sonra da

£1161

(temiz olduğunu kabul ettiği) günlerde yıkanır."



Açıklama



Kasım b. Muhammed'in bu ifâdelerine göre müstehaza olan bir kadın iki defa yıkanır.
Birisi kendini hayızlı saydığı günlerin bitiminde, diğeri de temizlik günleri esnasında.
Bu sadece Kasım b. Muhammed'in görüşüdür.

Cumhura göre ilk gusül farz, sonraki ise, kanı azaltmak ve bedeni temizlemek için
£1171

mendubtur.

115. (Müstehaza) Her Namaz İçin Abdest Alır Diyenlerin Delilleri)

304.... Urve b. Zübeyr, Fâtıma bint Ebî Hübeyş'ten rivayet etmiştir:
Fatıma müstehaza idi. Resulüllah (s. a.) kendisine:

"Hayız kam (olduğu zaman) siyah olur, bilinir. Böyle olduğu zaman namazı terket.
Başkası olunca abdest al ve namaz kıl" buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki;

Ibnü'l-Müsennâ "bize tbn EbîAdiy ezber olarak Urve'den o da Hz. Aişe'den
"muhakkak Fatıma...." diye haber verdi."

Bu hadis aynı zamanda Ala b. Müseyyeb ve Şube'den -ki o Hakem kanalıyla, Ebü
Cafer'den- de rivayet edilmiştir. Ala doğrudan doğruya Resulüllah (s. a.), Şube ise,

£1181

mevkuf en Ebû Cafer'den "Her namaz için abdest alır'9 diye nakletmişlerdir.
£1191

116. (Müstehazanın) Sadece Hades Vâki Olduğunda Abdest Alacağı Nı
Söyleyenler

305.... (tbn Abbâs azatlısı) tkrime'den şöyle rivayet edilmiştir:

Ümmü Hâbibe bint Cahş istihaza oldu. Resulüllah (s. a.) ona hayz günlerini(n
geçmesini) beklemesini; sonra yıkanıp namazım kılmasını, (hayz günler bittikten
sonra) ancak bundan (abdesti bozan hallerden) birşey görürse, abdest alıp namazını

[120] ri2iı

kılmasını emretti.
Açıklama

Bu hadis-i şerif mürseldir- Anlaşıldığına göre, müstehaza olan kadın mûtâde ise, âdeti
olan hayz günleri bitince gusleder. Daha sonra abdesti bozan bir şey gelirse abdest
alır. Bu abdesti bozan şeyin kan mı, yoksa başka bir şey mi olduğu hususunda ihtilâf
edilmiştir. Aynî, bu mesele ile ilgili olarak Hanefi imamlarının ihtilaflarını
dercetmiştir. Bu ihtilafın özeti şudur: Ebû Hanife ve Muhammedi göre müstehazanm
abdesti vaktin çıkmasıyla Ebû Yûsuf a göre girmesi ve çıkmasıyle bozulur. İmam
Ahmed'-in görüşü de Ebû Yûsuf unki gibidir.

306....Rabia, (b. Ebû Abdurrahman), müstehazanm her namaz için abdest alması



gerektiği görüşünde değildi: "Ancak kendisine kandan başka bir hades gelirse abdest
alır" derdi.

[122]

Ebû Dâvûd: "Bu, Mâlikin görüşüdür" dedi.
Açıklama

Rabia'nm görüşüne göre müstehaza olan kadın ancak kendisinden kandan başka bir
hades (abdesti bozan şey) vaki olursa abdest almak zorundadır.

Rabîa'mn bu görüşü aynı zamanda Hanefî mezhebinin de görüşüdür. Daha önceden de
temas edildiği üzere Hanefîlere göre özür sahibinden, özürün dışında bir hades
olmadığı müddetçe abdesti vakte bağlanır. Bu abdest-Ie vakit içinde dilediği kadar
namaz kılabilir. Fakat özrün dışında abdesti bozan bir hal arız olursa, namaz kılmak
için abdestini yenilemesi gerekir.

[123]

Ebû Davud'un kaydına göre Mâlik'in görüşü de budur.

117. Temizlendikten Sonra Sarı Ve Bulanık Renkte Akıntı Gören Kadına Ait
Hükümler

11241

307....Resulüllah (s.a.)a bi'at etmiş olan Ümmü Atıyye den, şöyle demiştir:

[1251

"Biz hayz, bittikten sonra sarıldığı ve bulanıklığı bir şey (hayz) saymazdık."
£126]

Açıklama

Hadis-i şerifte her ne kadar "Resulüllah'in zamanında" kaydı yoksa da Ümmü
Atıyye'nin ifâdesinden, zikredilen durumun Resulüllah (s. a.) devrinde hayz
sayılmadığı anlaşılmaktadır.

Hadisin zahirinden anlaşıldığına göre; âdet günleri bittikten sonra kadının gördüğü
toprak rengi veya sarı renkteki akıntı hayz değil, âdet günleri içinde gördüğü ise,
hayzdır. Bu hal içindeki kadınların sarı renkte akıntı bulaştırılmış pamuklan Hz.
Aişe'ye göndermeleri, Hz. Aişe'nin de onlara acele etmemelerini bildirdiğine dâir
rivayet, bu hâdisenin âdet günleri içerisinde olduğuna hamledilir. Dolayısıyle bu iki
hadis arasında zıtlık yoktur.

Hattâbî'nin ifâdesine göre hayz bittikten sonra gelen sarımtırak ve bulanık su
şeklindeki akıntı hakkında ulema ihtilaf etmiştir. Hz. Ali, Süfyan es-Sevrî ve Evzaî'ye
göre bu hayz değildir, namaza mâni olmaz. Said b. el-Müseyyeb ve Ahmed b.
Hanbel'e göre kadın bunu görünce gusledip namazım kılar.

Şâfiîlere göre muhteliftir. Meşhur olana göre, bu renklerdeki akıntı kan kesildikten
sonra fakat onbeş gün içinde gelirse, hayz sayılır. On beş gün geçtikten sonraki akıntı
ise, hayz değildir.

Haneğîlere göre ise kan kesildikten sonra fakat on gün içinde gelen bir veya iki günlük
akıntı hayzdan sayılır. Hâiz olan kişi beyaz görünceye kadar temizlenmiş sayılmaz.



Hiç hayz olmamış kadının ilk gördüğü kan sarı veya bulanık renkte ise, fukahanm
ekserisine göre hayz sayılmaz. Şâfiîlerin bazıları, bunlar için hayz hükmünün câri
olduğunu söylemişlerdir.

Ebû Dâvûd dediki; Yahyab.Maîn, "Mualiâ Sikadır" derdi. Ah-med b. Hanbel ise,
Muallâ re*ye değer veren biri olduğu için ondar hadis rivayet etmedi.

308....Muhammed b. Sîrin; Ümmü Atıyye'den evvelki hadisin aynısını rivayet etti.
Ebû Dâvûd dedi ki;

(Evvelki hadisin senedinde adı geçen) Ümmü Hüzeyl, Hafsa bint Sîrtn'dir. Oğlunun

Lİ2ZL

ismi Huzeyl, kocasının ismi de Abdurrahman'dır.

118. Kocası Müstehazayla Cinsî Temasta Bulunabilir

309.... îkrime şöyle demiştir:

£128]

"Üramü Habîbe müstehaza idi ve kocası kendisiyle cinsi temasta bulunurdu."
Ebû Davûd dedi ki: Yahya b. Main, "Muallâ sıkadır" dedi Ahmed b. Hanbel ise,

£129]

Muâllâ re'ye değer veren biri olduğu için ondan hadis rivayet etmedi.
Açıklama

Ebu Davud'un üzerinde durduğu râvî Muallâ, Ebû Yûsuf ve Muhammed'in
arkadaşlarmdandır. Ahmed b. Hanbel'in, onu rey taraftan görerek hadis rivayet
etmemesi, Muallâ'yı ta'n etmeye delil olamaz. Zehebî, "Ahmed, Muallâ'ya yalancılık
isnad etti, diyenler hata etmiştir" der.

"Eser"den anlaşıldığına göre Müstehâza olan bir kadına kocasının temasta bulunması
caizdir. Ulemanın çoğunluğunun görüşü de bu merkezdedir.

Sadece îbn Şîrîn müstehâzaya teması mekruh görmüş, Ahmed b. Hanbel de temasın
cevazım istihâza halinin uzamasına bağlamıştır. Ahmed'den başka bir görüşe göre ise,
erkeğin zinaya sapmasından korkulursa temas caiz, korkulmazsa caiz değildir.
Hanefî, Şafiî ve Mâliklere göre; müstehâza, temiz hükmündedir. Namaz, oruç,
mushafa el sürme, i'tikâf caiz olduğu gibi, cinsî temas da caizdir.

310. ...îkrime'nin Hamne bint Cahş'tan rivayetine göre;

[130] ri311

Hamne müstehâza idi ve kocası kendisiyle cinsi temasta bulunurdu.
Açıklama

Bu "eser"de yukandakinde olduğu gibi müstehâzaya, kocasının temas etmesinin caiz
olduğuna delildir. Münzirî; "îkrime'nin bunları Ümmü Habîbe ve Hamne'den işitmiş

£1321

olmasını ihtiyatla karşılamak lâzımdır" demiş, "Eser" lerde inkıta olduğuna işaret
etmiştir.

Hayz halindeki kadına yaklaşmanın nass ile yasaklandığını bilen sahâ-bîlerin,



müstehâzaya temasta beis görmemeleri, bunun cevazına delildir. Ayrıca
Resulüllah'(s.a.)'dan bunu nehyedenhiç bir haber yoktur. Darimî de îbn

[133]

Abbâs'danbunun caiz olduğunu rivayet etmiştir.

119. Lohusalığın Müddetini (Tayin) Hakkındaki Hadisler

Türkçemize lohusahk olarak geçen nifas, fakîhlere göre, doğumdan sonra gelen
kandır. Lügatçılara göre nifas, "doğum yapmak"tır.

Doğum yapan kadına nüfesâ denilir, çoğulu "nifâs" şeklindedir. Ha-yızh olan kadına
haram olan şeyler lohusa olan kadmlarada haramdır. Yani namaz, kılamaz, oruç
tutamaz, Kur'an-ı Kerim'e el süremez ve okuyamaz, Kabe'yi tavaf edemez, Mescid'e
giremez vs... Lohusahk müddeti hakkında farklı görüşler vardır. Bunlar hadislerin
açıklaması yapılırken beyan edilecektir.

311....Ümmü Seleme (r.anhâ) şöyle demiştir:

"Resulüllah (sallellahü aleyhi vesellem) zamanında lohusa olan bir kadın doğumdan

£1341 '

sonra kırk gün veya kırk gece oturur (namazı, orucu terk eder)di." Biz (yüzdeki

ri351 [136] [137]

çığırtan dolayı) yüzlerimize vers sürerdik.

Açıklama

Hadis-i şeriften lohusalığın azamî müddetinin kırk gün olduğu anlaşılmaktadır.
Ulemânın ekserisinin görüşü bu merkezdedir. Ömer b. Hattâb Osman, Ali, îbn Abbâs,
Enes, b. Mâlik, Aişe, Ümmü Seleme, Süfyân-es-Sevrî, Ebû Hanife ile ashabı, Ahmed
ve İshak b. Râhûye bu görüştedirler.

Şâbî, Atâ ve Şafiî'ye göre lahusalığm ekser müddetli iki aydır. İmam Mâlikin görüşü
de bu merkezde iken sonra bundan dönmüş ve lohusalığın âzâmî müddeti için bir sınır
tayin etmemiştir. Mâlikin ashabı ise İmam Mâlikin ilk görüşünü benimsemişlerdir.
Hasan el-Basri'ye göre elli gündür.

Bu hadisin senedi hakkında bazı tenkitler yapılmışsa da, Tirmizî,. İbn Mâce ve
Teberânî'de bu hadisi takviye eden başka rivayetler vardır.
Lohusalık müddetinin asgarisi hakkında da ihtilaf edilmiştir.

Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre lohusalığın asgarî müddeti için sınır yoktur. İbâdet
meselesinde Hanefıler de aynı görüştedir.

Doğumdan sonraki kan gelmezse kadın hiç lohusa olmamış sayılır. Kan gelir de kırk
günden önce kesilirse, lohusahk müddeti kanın kesilme müddetidir. Kan kırk günden
fazla devam ederse Hanelilere göre, kırk günü mfâs, kalanı istahâzadır. Şafıîlere göre
ise, iki aydan sonrası istihâzadır. Nifas müddeti içinde görülen temizlik de nifastan
sayılır. Meselâ, on gün kan gelip beş gün kesildikten sonra tekrar on gün kan
gelecekolsa, bu yirmi beş günün hepsi nifas müddeti sayılır.

Şafıîlere göre bu temizlik günleri en az onbeş gün devam ederse tuhr sayılır. Bu
günlerden evvelki hal nifas, sonraki günler de hayz hali sayılır. Fakat temizlik on beş
günden az devam ederse, hepsi nifastan sayılır. Ancak iddet için nifas müddetine
ihtiyaç hissedilirse bu, Ebû Hanîfe'ye göre yirmi beş gün, Ebû Yûsuf a göre on bir gün,



İmam Muhammed'e göre on bir saattir. Şöyleki, bir adam karısına, "sen doğurduğun
zaman boşsun" dese, bilâhere kadın gelerek ben doğum yaptım, lohusa oldum, sonra
da üç defa hayz görüp temizlendim dese, kadının sözünün tasdik edilebilmesi için, Ha-

£1381

nefî imamlarına göre, yukarıda geçtiği şekilde nifas müddeti şart koşulur.
Bazı Hükümler

1. Nifas müddetinin âzamisi kırk gündür,

2. Tedavi için ilaç kullanılabilir, buna cevaz vardır.

312....Müsse (r.anha) şöyle demiştir:

Hacca gitmiştim, Ümmü Seleme (r.anha)nm huzuruna girdim ve

Ey mü'minlerin annesi, Semure b. Cündub kadınların hayz günlerindeki namazlarım

kaza etmelerini emrediyor dedim.

Bunun üzerine Ümmü Seleme:

[1391

(Hayır) kaza etmezler, Resulüllah (sallellahü aleyhi veseilem)m kadınları
lohusahkta kırk gece otururlar (namazı, orucu, terk ederlerdi de Resulüllah (s.a.)

[1401

onlara lohusalık zamanındaki namazlarını kaza etmelerini emretmezdi, dedi.
Muhammed b. Hatim dedi ki, (Senetteki el-Ezdiyye'nin) ismi Müsse, künyesi Ümmü
Büsse'dir.

Ebü Dâvûd, "(Hadisin senedinde geçen) Kesir b. Ziyâd'm künyesi Ebû Sehl'dir" dedi.

[Mü

Açıklama

Semure b. Çündüb'un kadınlara hayz günlerindeki namazla-rım kaza etmelerini
emretmesi tamamen içtihadıdır. Her halde ikiyüz altmış iki numaradaki Hz. Aişe
hadisini duymamıştır. Semure'nin bu hareketine Ümmü Seleme, Resultillah'm
akrabaları olan hanımların lohusahk esnasında geçirdikleri namazları kaza
etmediklerini delil getirerek, hayız halinde geçen namazları kaza edilmeyecek diye
cevap vermiştir. Halbuki nifas hayizdan çok daha nâdirdir. Hayız da geçen namazlar
kaza edilecek olsaydı nifasta geçenlerin evleviyyetle kaza edilmeleri gerekirdi.
Bu hadisin burada getirilmesine sebep lohusalık müddetini kırk gece olarak tayin

[1421

etmesidir. Konu ile ilgili malumat önceki hadisin açıklanmasında verilmiştir.
Bazı Hükümler

1. Hayz ve nifas halinde kılmamayan namazlar sonradan kaza edilmezler.

[1431

2. Lohusalığm azamî müddeti kırk gündür.



120. Hayzdan Dolayı Yıkanma (Nın Keyfiyeti)



313.. ..Süleyman b. Sühaym; Ümeyye bint Ebi Sait'in ismini kendisine açıkladığı Benî
Gifâr'dan bir kadının şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Resulüllah (sallellahü aleyhi vessellem) beni terkisine (hayvanının semerinin
arkasına) bindirdi. Vallahi Resulüllah sabah namazı için indi(ği yere kadar yola devam
etti.) (Sabah olunca) hayvanını çöktür-dü. Ben de hayvanının semerinden indim. Bir
de ne göreyim, semerin arkasına benden kan bulaşmış. Bu benim ilk hayz görüşümdü.
Utanarak devenin yanma çekildim, Resulüllah benim hâlimi ve kanı görünce.
Sana ne oluyor? Her halde sen hayz oldun, buyurdu. Ben de:
Evet, dedim. Resulüllah:

Kendine (kanın akmasına mani olacak) uygun bir şey bul, sonra bir su kabı al ve içine
tuz at ve semere bulaşan kanı yıka sonra da bineğine dön buyurdu."
(öifârlı kadın devamla) dedi ki:

"Resulüllah (sallellahü aleyhi vesellem) Hayberi fethedince ganimetten bize de bir
£144]

miktar verdi."

(Ümeyye) dedi ki: Bu Gifârh kadın bundan sonra, suyuna tuz katmadan hiç hayzdan
temizlenmezdi. Öldüğü zaman yıkanacağı suya da tuz karıştırılmasını vasiyet etti.
£145]

Açıklama

Resulullan (s-a-). Hayber kalesini fethetmek için yola çıktığında hayvanına henüz
bâliğa olmamış bir kız çocuğunu da bindirmişti. Gerek bu kızın küçük olması, gerekse
hayvanın semerinin büyüklüğünden Peygamber Efendimize dokunmaması,
"Resulüllah yabancı bir kadınla nasıl aynı hayvana biner?" gibi bir soru sormaya
meydan vermez.

Hz. Resulüllah semere bulaşan kanın temizlenmesi için suya tuz karıştırılmasını
emretmiştir. Hattâbî buna istinad ederek elbise sabundan zarar görecek cinsten ise, bu
elbiseyi bal ile veya elbiseye bulaşan mürekkebi sirke ile yıkamanın ve insanın kepek
ile kirini sürttürmesinin caiz olduğunu söylemiştir. Yûnus b. Abdilalâ'da "Mısır'da bir
hamama girdim, Şafiî'yi kepekle vücudunu ovdururken gördüm" demiştir.
Yukarıda temas edildiği gijîî üzerinde durduğumuz olay Hayber fethi esnasında
olmuştur. Hayber bir takım kale ve köylerden müteşekkil bir yerin adıdır. Medine ile
Şam arasındadır. Orada yerleşen Amâlikahlardan Hayber b. Kâniye'den dolayı bu ismi
almıştır. Hicretin yedinci senesi Muharrem ayında fethedilmiştir. Resulüllah (s.a.)
Hudeybiye'den dönerken Hayber'in fethi ile va'd olunmuştur. Hayber'in kaleleri teker
teker fetholunmuş en sağlam kalelerini muhasara, on gece kadar devam etmiş,
Resulullah'm hastalığı dolayısıyle zafer gecikmiştir. Bunun üzerine sancağı Hz. Ebu
Bekir almış, şiddetli çarpışmalar yapmış fakat sonuç alamamıştır. Daha sonra Hz.
Ömer sancağı almış fakat netice yine değişmemiştir. Bir gün Resulüllah, "Yarın
sancağı Allah ve Resulünü seven birine vereceğim Allah ve Resulü de onu sever.
Allah fethi onun elleri ile müyesser kılacaktır" buyurdu. Sabah olunca Resulüllah Hz.
Ali'yi sordu. Ashab "Ya Resulüllah Hz. Ali'nin gözleri ağrıyor" karşılığını verdiler.
Bunun üzerine Resulüllah Hz. Ali'nin gözlerine tükrüğünü sürüp dua etti. O da şifa



£1461

buldu. Sancağı Ali'ye verdi, o da fetih tamamlanıncaya kadar savaştı.
Bazı Hükümler

1. Elbiselerin yıkanmasında tuz kullanılması caizdir. Dıger gıda maddeleri de aynı
hükümdedir. Yanı temizleyici özellikleri bilindiği takdirde bu maksatla
kullanılabilirler.

2. Hayz kanının yıkanması lâzımdır.

3. Savaşa katılan kadınlara da ganimetten bir miktar verilir.

4. Sahabe hanımlarının cihâda rağbeti tanındı. Resulullah da onlara itinâ ederdi.

314. .. Aişe (r.anha)dan demiştir ki; "Esma Resulullah (s.a.)m huzuruna girdi ve;
Ya Resulallah bizden biri hayızdan temizlediğinde nasıl yıkanmalı? diye sordu.
Resûlullah (s.a.)î
[1471

Sidrini ve suyunu alıp abdest alır, su saçlarının dibine varıncaya kadar

£148]

ovalayarak başım yıkar ve vücuduna döker; sonra da bezini alıp onunla

temizlenir, buyurdu.

Esma;

Ya Resulallah, o bezle nasıl temizleneyim? diye sordu.

Aişe (r.anha), Resulüllah'm kastettiğinianladımveEsmâ'ya; "o bezle kan izlerini

[149] ri501

silersin dedim" dedi.
Açıklama

Esmâ bint Şekel adında bir kadın Resulullah'a gelerek hayızdan temizlendikten sonra
nasıl yıkanacağını sormuş, Hz. Peygamber Efendimiz de ona tafsilatlı olarak
anlatmıştır. Ancak Resuhıllah'm söylediklerinin farz olarak telakki edilmemesi
lâzımdır. Gusülde abdest almak veya sidr kullanmak farz değildir. Hayzdan
temizlendikten sonra yıkanmakla, cenabetten dolayı yıkanmak arasında fark yoktur.
İnsanın nasıl gusledeceği ve guslün mezheplere göre farzları önceden verilmiştir.
Bu hadisi şeriften sabun soda, deterjan gibi suyun içine karıştırılan ve suyun
temizleyicilik özelliğini artıran maddelerin guslün ve abdestin sıhhatine mani olmadığı

imi

anlaşılmaktadır.
Bazı Hükümler

1. Dinî hükümleri öğrenmek için, yapmak, gurbete çıkmak faziletli bir ıştır.

2. Söylenilmesi, hayayı gerektiren şeylerden de olsa, dinî hükümlerin öğrenilmesi
maksadıyla büyüklere soru sormak meşrudur, hatta teşvik edilir.

3. Halk arasında ayıp telâkki edilen şeylerin, kinâ olarak söylenmesi, açıklanmaması
efdaldır,

4. Kendisine soru sorulan kişi, soruya açıkça cevap vermelidir.



5. Gusle, abdestle başlamak sünnettir.

6. Yıkanırken sabun, şampuan, soda gibi şeyler kullanılabilir; meşrudur.

7. Başı diğer azalardan evvel yıkamalıdır.

8. Saçların dibine kadar suyun ulaşması için başı yıkarken ovalamalıdır.

9. Hayzı biten kadının, vücûdunda kalan pislik ve fena kokuları gidermek için misk
gibi güzel koku sürülmüş bir pamuğu veya bezle vücuttaki kan ve kirleri silmesi
müstehaptır.

315....Safiyye bint Şeybe'den rivayet edildi ki,

Aişe (r.anhâ) Ensâr kadınlarını anıp övdü; onlar hakkında güzel şeyler söyledi ve:
"Onlar (Ensar)dan bir kadın Resûlullah'm huzuruna girdi. ..." dedi. Ebû Avâne dan
geçen, kadınların hayızdan nasıl temizlenmesi gerektiğine dair soru ile ilgili hadisi
nakletti ancak "bezini alırsın" sözünün yerine "misk sürülmüş bir bez alırsın" demiştir.

£1521

Musedded dedi ki: Ebû Avâne (fırsaten), Ebü'l-Ahvas ise, (kırsaten) derdi.
Açıklama

Bu hadisin burada getirilmesinden maksat, Sellâm (b. Sûleym) ile Ebû Avâne'nin
rivayetleri arasındaki ihtilâflara işarettir. Hadis metninde de görüldüğü gibi Ebû
Avâne'nin rivayetinde, kullanılması tavsiye edilen bezin misk sürülmüş olması ziyâde
edilmiştir. Bunun hikmeti, avret mahallinin temizlenmesi ve pis kokularının
giderilmesidir.

316.. ..Aişe (r.anhâ)dan rivayet edildi ki;

Esma, önceki hadiste zikredilen şeyleri Resûlullah'a sordu. (Resûlullah, cevabının

sonunda) "misk sürülmüş bir bez alır" buyurdu. Esma:

Onunla nasıl temizleneyim? dedi, Resûlullah bir elbise ile gizlenerek;

Sübhanellah... Onunla temizlen buyurdu. (Şube rivayetinde şunları) ilâve etti:

Esma, Resûlullah'a cünüplükten dolayı nasıl yıkanacağını sordu, Resûlullah da şu

karşılığı verdi:

Suyunu alır güzelce temizlenir (abdest alır)sm. Sonra başına su döker, saçlarının
dibine (su) ulaşıncaya kadar iyice ovalarsın. Daha sonra da bedenine dökersin.
(Şube) dedi ki:

Hz. Aişe; "Ensarm kadınları ne iyi kadınlardır. Haya onları dinlerini (n hükümlerini)

[153] ri541

sorup anlamaktan alıkoymadı" demiştir.
Açıklama

Bu hadiis babın başındaki hadisin bazı ilâvelerle değişik bir rivâyetinden ibarettir.
Görüldüğü gibi burada hazıylmm nasıl gusledeceği sorusuna ilâveten, cenabetten
dolayı nasıl gusledileceği sorusu ve cevabı da yer almıştır. Hz. Aişe bu gibi şeyleri
sormaktan haya etme dikleri için Ensar kadınlarını övmüştür. Aslında haya, bir korku
veya ayıplanma anında arız olan hâldir. Burada kasdedilen bu değil, halk arasında iyi

£1551

bir haslet olarak kabul edilen utangaçlık hâlidir.



Bazı Hükümler



1. Taacüp anında teşbih (süphanellah demek) caizdir.

2. Mahrem şeylerle ilgili konuların üstü kapalı ifadelerle anlatılması uygundur.

3. Yıkanmakta mübalağa edilmeli ve vücut ovulmalıdır; bu müstahaptır.

4. Gerekli olduğunda hayayı izhar etmek matlup amellerdendir.

5. Hayzdan dolayı yıkanan kadının vücûduna güzel koku sürmesi müs-tehaptır.

6. Alimin sözü, Onun huzurunda başkaları tarafından tefsir edilebilir.

7. Alim birinin huzurunda, İlimde aşağı derecede birinden ilim almak caizdir.

8. Yaratılıştan da olsa kişinin ayıplarını gizlemesi lâzımdır. 11561
121. Teyemmüm

Müellif, su ile temizlenmeye ait hükümleri ihtiva eden hadis-i şerifleri sıraladıktan
sonra, toprakla temizlenme demek olan teyemmüm bahsine geçmiştir. Teyemmüm,
abdest ve gusle bedel olduğu için ancak onlara muktedir olunamaması halinde taharet
sebebi olabilir. Teyemmüm bir çeşit taharet olduğundan müellif bu konuyu ayrı bir
"kitap" olarak değil de, "Kitabü't-Tahâre"nin içerisinde mütalaa etmiştir.
"Teyemmüm" tefe'ül babından mastardır. "Su bulunmadığı veya bulunduğu halde,
kullanılmasına imkân olmadığı takdirde, temiz olan toprak cinsinden bir şey ile hadesi
gidermek maksadıyla, yüzü ve elleri (dirseklere kadar) meshetmek" demektir.
Teyemmüm, bu ümmete mahsus bir ruhsattır. Önceki ümmetlere böyle bir ruhsatın
verilmediğini bizzat Efendimiz (s. a.) haber vermiştir. Seyhan'ın (Buharî-Müslim), Hz.
Câbir vasıtasıyla rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bana, benden evvelki Peygamberlere verilmeyen şu beş şey verilmiştir : Bir aylık
mesafeden düşmanlarımın kalbine korku vermekle bana yardım edildi, bana (bir
rivayette "Ümmetime") yer yüzü namazgah ve temizleyici kılındı, Onun için
ümmetimden namaz vakti gelip çatmış her kim olursa olsun, hemen (orada) namazını
kılıversin. (Savaşta alman) ganimetler de bana helâl kılındı. Halbuki benden evvel
kimseye helâl kılınmamıştı. Bana şefaat verildi. Bir de, (benden evvelki) her
peygamber sadece kendi kavmine gönerilmişken, ben bütün insanlara
[1571

gönderildim."

Teyemmümün meşruiyeti Kitab, Sünnet ve icmâ ile s,abittir.Onun azimet mi, yoksa
ruhsat mı olduğunda ihtilâf vardır.

Bazıları, suyun bulunmaması hâlinde azimet; hastalık gibi bir özürden dolayı olursa,
ruhsat olduğunu söylemişlerdir.

Teyemmüm, hicret'in beşinci yılının Şaban ayının ilk günlerinde meşru kılınmıştır.
Benî Mustalik Gazvesinde Resûlullah (s.a) ile bin kadar İslâm askeri, Hz. Aişe'nin
kaybolan gerdanlığım aramak için susuz bir yerde konaklamak mecburiyetinde
kalmışlardı. Sabah namazını kılmak için abdest almaya su bulamadılar. Sabaha yakın,

£1581

"Su bulamazsanız temiz toprak ile teyemmüm ediniz." mealindeki âyet-i kerime

nazil oldu. Bu ayet-i kerime, teyemmümün meşruiyetinin Kitab'tan delilidir.

Ulema, teyemmümün hem küçük nemde büyük hadeslerde (abdests izlik-gusül) meşru



olduğunda müttefiktir. Sadece İbrahim en-Nehâî ve Amr b. Mes'üd'un, teyemmümün
ancak küçük hadesi (abdestsizliliği) izâlede meşru olduğu görüşünde oldukları rivayet
edilmiştir. Onların bu görüşlerinden döndüklerini söyleyenler de bulunmaktadır.
Hanefîlere göre, tahâretsiz yapılması caiz olmayan her şey„teyemmümle mübâh olur.
Meselâ, cünup kimse teyemmüm ettiğinde, Kur'ân-ı Kerîm'i eline alabilir mescide
girebilir... Teyemmüm eden bir kimse abdesti bozacak bir şey olmadığı ve suyu
bulmadığı müddetçe dilediği kadar farz ve nafile namaz kılabilir. Özür devam ettiği
müddetçe onunla hades izâle olur.

Diğer mezheblere göre teyemmüm, hadesi izâle etmez. Onunla sadece
bir farz edâ edilebilir. Ancak, istenildiği kadar nafile kılınabilir. Bir teyemmümle iki
farz edâ edilemez. Teyemmüm eden kişi, teyemmüm ederken farz kılmaya niyet
etmişse hem farz, hem de nafile namaz kılabilir. Nafile kılmak için niyet etmişse,
ancak nafile kılabilir, farz kılamaz. Bir teyemmümle birden fazla cenaze namazı
kılabileceği gibi bir farz namaz ve birden fazla cenaze namazı da kılabilir.
Teyemmüm edecek olan bir kimse, iki elini Şâfiîlere göre toprağa; Ha-nefîlere göre,
yer yüzü cinsinden temiz bir şeye bir defa vurup, bununla yüzünü mesheder. Sonra iki
elini bir daha vurup bununla da dirseklerine kadar iki elini mesh eder. Yaptığı bu
işleri, hadesi gidermek veya namaz kılmak ya da tahâretsiz sahîh olmayan diğer bir
ibâdette bulunmak maksadıyla yapar.

Hanefî mezhebine göre teyemmümün farzları, bir niyet ve iki meshten ibarettir. İmam
Züfer'e göre niyet farz değildir.

Şâfiîlere göre, teyemmümün farzı beştir: 1. Niyet etmek, 2. Toprağı mesh edilecek
uzva nakletmek, 3. Bütün yüzü meshetmek, 4. Elleri dirseklerle beraber meshetmek, 5.
Tertibe riâyet etmektir.

Teyemmüm bahsine girerken şu hususları da belirtelim:

Su yerine toprak kullanılmasının hikmet-i teşriiyyesini bazı âlimlerimiz şu şekilde
açıklamışlardır: İnsan iki unsurdan meydana gelmiştir: Toprak ve su.|Su tabiatı
itibariyle temizleyicidir. Su bulunmadığı takdirde, görünürde kirletici olan fakat
insanın ikinci unsuru bulunan toprak da temizleyici olarak kabul edilmiştir. Bu da
insanın aslını hatırlatmak noktasından olsa gerektir.

Teyemmümde dört abdest azası değil de bunlardan yalnız ikisi olan el ve yüze
meshetmek gereklidir. Zira teyemmüm abdeste bedeldir. Abdestte vasıtalı veya
vasıtasız meshi caiz olan baş ve ayaklar, teyemmümde bir ruhsat olarak çıkarılmıştır.
Diğer bir husus ise,teyemmümün namazla beraber farz olan abdestten takriben 6,5 -7
yıl sonra meşfru olması nazar-ı dikkatten uzak tutulmamalıdır.

Başka bir husus ise, teyemmüm sadece abdestsizliği gidermek için değil, gerektiğinde
cenabeti izâle etmek içinde yapılır :Bu iki teyemmüm arasında yapılış bakımından hiç
bir fark yoktur. Abdest için yapılan teyemmüm neyse, cenabeti temizleyen gusül
yerine geçen teyemmüm de odur-.

Teyemmümün şartları, teyemmümü mubah kılan özürler, teyemmümü bozan haller ve

£1591

diğer hükümler yeri geldikçe beyân edilecektir.
317. ...Aişe (r.anha)dân; demiştir ki;

O601

"Resûlullah (s. a.) Üseyd b. Hüdayr ile birlikte bazı kişileri Ai-şe'nin kaybettiği
bir gerdanlığı aramak üzere gönderdi. (Gerdanlığı ararlarken) namaz vakti geldi, onlar



da namazı abdestsiz olarak kılıp Resûlullah (s.a.)'a geldiler ve yaptıklarını haber

verdiler. Bunun üzerine teyemmüm âyeti (el-Maide (5), (6) nazil oldu."

İbn Nufeyl şunu da ilave etti: "Üseyd b. Hudayr Âişe'ye dedi ki;

Allah'ın rahmeti üzerine olsun, senin başına, hoşlanmadığın ne gelmişse Allah sana ve

£1611

müslümanlara ondan bir kurtuluş ihsan etmiştir."
Açıklama

Hadis-i şerifte zikredilen sahâbîlerin, su olmadığı için abdest-siz namaz kılmaları ve
bunu Resûlullah (s.a.)a haber verdikleri halde, Efendimizin men'etmemesi, abdest
alacak su veya teyemmüm edecek bir şey bulamayan kimsenin bu halde kıldığı
namazın sahih olduğuna delil gösterilmiştir. Zira bu durumda namaz sahih olmasaydı,
Resûlullah buna tepki gösterir, böyle durumlarda namazın farz olmadığını söylerdi.
Halbuki Efendimiz böyle yapmamış, Onların yaptığını ikrar etmiştir. İmam Şafiî,
İmam Ahmed ve Muhaddislerin cumhuru bu görüştedir. İmam Mâlikin ashabının
çoğu da aynı şeyi söylemişlerdir. Ancak bu görüşte olanlar, bu durumda kılman
namazın iade edilip edilmeyeceğinde ihtilâf etmişlerdir. İmam Şafiî ve ashabının
ekserisine göre iadesi gerekir. İmam Ahmed'in meşhur görüşüne, Müzenî ve Sehnûn'a
göre bu şekilde kılman namazın iadesi gerekmez.

İmam Ebû Hanife ve İmam Malike göre, Abdest için su, teyemmüm içinde
teyemmüm edecek bir şey bulamayan kimsenin abdestsiz veya teyemmümsüz olarak
namaz kılmaları sahih değildir Bâbu farzi'l-Vudu' (abdestin farzları) daki 59,60 ve 61
numaralı hadisler bu görüşün delilleridir. İşaret edilen hadislerde abdestsiz namazm
sahih olmayacağı açıkça ifâde edilmektedir. Bu görüşte olanlar, üzerinde durduğumuz
hadis hakkında şu mütalaada bulunmuşlardır: "Resûlullah aleyhisselâmm, zikredilen
sahâbilerin abdestsiz namaz kılmalarını hoş karşılamamış olması muhtemeldir.
Hadiste inkârın zikredilmemesi, aslında onun olmamasını gerektirmez. O sahâbilerin
abdestsiz olarak namaz kılmaları kendi ictihadlarıyla olmuştur. Müctehid isabet
edebileceği gibi hata da edebilir. Ayrıca meselenin beyânının daha sonra yapılmış
olması da mümkündür. Üstelik tahâretsiz namazın olmayacağını ifâde eden hadisler
sarihtir. Üzerinde durduğumuz hadiste, Resûlul-lah'm onların hâlini red etmediği
kabul edilse bile, bu tahâretsiz namazı men'eden hadislere muarız olamaz. Çünkü bu
hadis tahâretsiz namazın sıhhatine ihtimâlli olarak delâlet eder. Öbürleri ise sarihtir.
Hanefîlere göre bu durumdaki bir kimsenin, imkân bulduğunda geçen namazını kaza
etmesi lâzımdır. Medinelilerin rivayetine göre, İmam Mâlik bu durumda kılmamayan
namazın kaza edilmesini şart görmez.

Hadisteki İbn Nufeyl'in ilâvesinden anlaşıldığına göre, teyemmüm âyetinin inmesine
sebep olan bu hâdise İfk Hâdisesi değildir. Buradan Hz. Aişe'nin gerdanlığının bir kaç

£162]

defa kaybolduğu anlaşılmaktadır.
Bazı Hükümler

1. Az da olsa, malın korunması lâzımdır.

2. Savaş veya başka bir maksat için kadınlarla birlikte sefere çıkmak caizdir.

3. Kaybolan malı aramak meşrudur.



4. Kadınların kocalarına güzel görünmek için süslenmeleri ve ziynet eşyası takmaları
11631

caizdir.

318. ...Ammâr b. Yâsir (r.a) şöyle haber vermiştir:

"Sahâbîler, Resûlullah (s. a) ile beraber oldukları halde, sabah namazı için yeryüzü
(toprak) cinsinden bir şeyle teyemmüm ettiler. Şöyleki: Ellerini yere vurdular sonra
yüzlerini bir kere meshettiler. Bilâhere ellerini tekrar yere vurdular ve her iki ellerini

[1641

omuzlarına ve koltuk altlarına kadar avuçlarının içiyle meshettiler."
Açıklama

İbn Reslan ve el- Munziri, Ubeydullah b. Abdullah'ın Ammar b Yasın görmediğini
söyleyerek bu hadisin munkatı olduğuna hükmetmişlerdir. îbn Mâce bu hadisi
Ubeyhudullah'm babasmdan,onun da Ammâr'dan rivayeti şeklinde muttasıl olarak
tahrîc etmiştir. İbnü'l-Arabî de "Ammar hadisindeki ıztırap, noksanlık, ziyâde ve
başka illetlere rağmen, ulemanın bu hadisin sıhhati üzerindeki ittifakı şaşılacak şey!"
demiştir.

Müellifin bu ve bundan sonraki hadisi getirmekten maksadı teyemmümün yapılış
şeklini göstermek ve teyemmümün ne ile yapılacağını belirtmektir.
Hadis-i şerifte geçen "said" kelimesinin mânâsı, ister toprak, ister başka birşey olsun,
yer yüzünün adıdır ,Zeccâc:in mânâsının bu olduğunda lûgatçılar arasında bir ihtilaf
bilmiyorum" demiştir. Bu kelimenin, sadece toprak için kullanıldığını söyleyenler de
olmuştur. Bu yüzden âlimler kendisiyle teyemmüm yapılabilecek maddeler hakkında
ihtilaf etmişlerdir.

Evzâi ve Sevrî'ye göre, yer yüzündeki her şeyle hatta kar ile teyemmüm edilebilir,
imam Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel, Hanefî imamlarından Ebû Yûsuf, Dâvûd ve İbn
Munzir, teyemmümün ancak uzuvlara tozu yapışan toprakla sahih olduğu
görüşündedirler.

İmam Mâlik, yanmadığı müddetçe yer yüzündeki her türlü madde ile teyemmümün
sahih olduğunu söylemiştir.

îmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre (mezhebin görüşü de budur) yandığı
zaman kül olmayan ve erimeyen arz cinsinden her şey ile teyemmüm yapılabilir. Buna
göre toprak kum, taş, kireç ve sürme gibi maddelerle teyemmüm sahihdir. Ama odun,
tahta gibi yamnea kül olan, demir, kurşun, bakır gibi ateşte yumuşayan maddelerle
teyemmüm sahih değildir. Bu görüş, "saîd" kelimesinin manasına en uygun düşenidir.
Ayrıca bu babın mukaddimesinde mânâsım naklettiğimiz '"Bana yeryüzü namazgah
ve temizleyici kılındı" şeklindeki hadis-i şerif ile Ebû Dâvûd' da 331 numarada gelecek
olan ve Resûlullah (s. a) in duvardan teyemmüm ettiğini bildiren hadis-i şerif de
Hanefî mezhebinin görüşünü te'yid etmektedir.

Hadis-i şerifte geçen ibaresindeki "min" harf-i cerrinin mânâsında olması mümkün
olduğu gibi, ibtidâi gaye için olması da caizdir. Ter ceme birinci ihtimâle göre
yapılmıştır. İkinci veçhe göre mânâ, "avuçlarının içinden omuzlan ve koltuk altlarına
kadar mesnettiler" şeklinde olur.

Teyemmümde, ellerden mesh edilecek kısmın, parmak uçlarından, dirseklere kadar
olduğunda ulema aşağı yukarı müttefiktir. Sadece Zührî'nin bu hadisin zahiri ile amel
ederek koltuğa kadar meshedilmesinin gerektiği görüşünde olduğu nakledilmiştir.



Cumhur, bu hadisle ilgili olarak şöyle demiştir: "Ammâr ve beraberindekiler,
kendilerinde husus ifâde eden bir delil bulunmadığı için el kelimesini zahiri mânâsına
göre tâbir etmişlerdir. Çünkü el, parmak uçlarından koltuğa kadar uzanan uzvun
adıdır. Ama bilâhere, dirseklerden sonraki kışımın sükûtuna dâir icmâ delili meydana
gelmiş geriye kalan kısım yani parmaklardan dirseklere kadar olan uzuv aslı üzere
kalmıştır. Üstelik teyemmüm abdestten bedeldir. Bedel olan birşey bedel kılmana
muhalif olamaz."

İmam Şafiî, -üzerinde durduğumuz hadisteki koltuklara kadar- "mesh ile ilgili haber,
Resûlulah'm emri ile olmuşsa, bu mensûh efendimizin emri ile olmamışsa hüccet yine
Resulullah'm emri olandır." der.

Hattâbî "Dirseklerden yukarısını meshetmenin lüzumlu olmadığı hususunda ulemâ
müttefiktir" demiştir.

Bu hadis-i şerifin zahiri, teyemmümde, biri yüz, diğeri de eller için olmak üzere iki
defa yere vurulacağına delildir. Ulemânın çoğunluğunun görüşü de bu şekildedir.
Atâ, Mekhûl, Dâvûd, Evzâî, Taberî, Ahmed, İshak b. Râhûye ve İbn Munzir'e göre
yüz ve eller için sadece bir vuruş kâfidir. Mâlikiler'e göre eller yere iki defa vurulur,
fakat bunlardan birincisi farz ikincisi sünnettir.

îbn Şîrîn ve İbnu'l-Museyyeb ise, elleri yere üç defa vurmanın şart olduğu
görüşündedirler.

Hanefî ve Şâfiîlere göre teyemmümün farzları, bu babın mukaddimesinde verilmiştir.

£1651



Bazı Hükümler

1. Teyemmüm biri yüz diğeri de kollar için olmak üzere iki vuruşla yapılar.

2. Kollar koltuklara kadar meshedilebilir

£1661

3. Teyemmüm yer yüzü cinsinden bir şeyle yapılabilir.

319. ...Abdülmelik b. Şuayb, İbn Vehb'den önceki hadisin benzerini rivayet etti. îbn
Vehb rivayetinde şöyle dedi:

"Müslümanlar kalktılar ve topraktan bir şey avuçlamadan ellerini yere vurdular." (İbn
Vehb bundan sonra) önceki hadisin benzerini söyledi. Ancak omuzlan ve koltuk

Lİ6U

altlarım zikretmedi. İbnu'l-leys ise, "dirseklerin üstüne kadar..." dedi.
Açıklama

Görüldüğü gibi, bu hadis aşağı yukarı bir önceki hadisin aynısıdır Ancak bu rivayette,
Sahâbilerin toprağı avuçlamadan, sadece yere vurdukları tasrih edilmiş, omuzlar ve
koltuk altlan zikredilmemiştir. Ayrıca İbnu'l-Leys'in rivayetinde dirsek üstlerine kadar

£168]

meshedileceği beyan edilmektedir.

320. ...Ammâr b. Yâsir'den rivayet edilmiştir ki;

Resûlullah (s. a.) yanında Aişe olduğu halde gece yarısından sonra Ulâtü'l-Ceyş



£1691

(denilen yer) de konakladı.

UTffl

(Burada) Aişe'nin Zafâr boncuğundan olan gerdanlığı kayboldu. Ordu tanyeri
ağarmcaya kadar bu gerdanlığı aramakla meşgul oldu. Halbuki yanlarında su yoktu.
Bundan dolayı Ebû Bekir, Aişe'ye kızdı ve, "insanları (yola devam etmekten)
alakoydun. Halbuki onların yanında su yok" dedi. Bunun üzerine Allah Celle
Celâlühü, Resûlullah (s.a.)'a temiz olan yer yüzü cinsinden bir şeyle temizlenme
ruhsatını (teyemmüm âyetini) indirdi. Hemen müslümanlar Resûlullah'Ia
birliktekalktılarıve ellerini yere vurdular, sonra da topraktan bir şey avuçlamadan
kaldırıp yüzlerini ve ellerini üstten omuzlarına, avuç-larmm içinden de koltuk altlarına

um

kadar mesnettiler.

İbn Yahya rivayetinde, îbn Şihâb'm; "insanlar buna (omuzlara ve koltuk altlarına
kadar meshetmeye) itibar etmiyorlar" dediğini ilâve etti.
Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadis-i şerifi, îbn îshâk da böylece (Salih b. Keysân 'in rivayet ettiği gibi) rivayet
etti ve rivayetinde (Ubeydullah b. Abdillah ile Am-mârb. Yâsir'in arasına) îbn Abbâs'ı
soktu. (îbn îshâk ayrıca) Yûnus'un dediği gibi, "iki defa vurdular" dedi. (Musannifin
bu sözü, Salih b. Keysân 'in "bir defa vurdular"şeklinde rivayet ettiğine delâlet
ediyor.)

Bunu Mâ'mer de Zührî'den "iki vuruş" şeklinde rivayet etti.

Mâlik, ZührVden, Zührî, Ubeydullah b. Abdillah' dan o da babası tankıyla Ammâr'dan
rivayet etti.

Ebû Uveys de aynı şekilde (Mâlik'in dediği gibi Abdullah 'in ilâvesiyle) Zührî'den
rivayet etti.

îbn Uyeyne, Ubeydullah'm babası(nm zikredilip ve zikredilmediği)nde şüphe etti.
Bir seferinde "Ubeydullah'dan o da babasından, veya Ubeydullah'tan, o da îbn
Abbâs'tan" şeklinde, başka bir seferinde i 'babasından "bir seferinde de' 'îbn Abbâs
'tan" şeklinde rivayet etti

Yine îbn Uyeyne, o hadisi Zührî'den duyup duymadığında da tereddüt etti.

Onlardan (Ammâr hadîsini Zührî'den rivayet edenlerden) ismini verdiğim (Yûnus, îbn

um

îshâk ve Ma'mer)den başka hiçbirisi bu hadiste "iki vuruştu zikretmedi.
Açıklama

Görüldüğü S'bibu hadis-i Şerif teyemmüm âyetinin inmesine sebep olan hâdiseyi
anlatmaktadır. Ancak bu mevzudaki rivayetler arasında bazı farklılıklar göze
çarpmaktadır. Bazı rivayetlerde gerdanlığı bütün ordunun aradığı beyân edilirken
bazılarında (317. hadiste olduğu gibi), gerdanlığı arayanların ordudan bir kısmı olduğu
ifâde edilmektedir.

Buhârî ve Müslim'in rivayetinde, Resûlullah Efendimizin, Aişe validemizin uylukları
üzerine başını koyup uyuduğu ve Hz. Aişe'nin, "Beni yola çıkmaktan men'eden şey
(gerdanlığı aramak değil) Resûlullah (s.a.)'m uyluklarım üzerinde oluşudur" dediği
nakledilmektedir.

Ashâb-ı Kiram, teyemmüm ettiklerinde, Resûlullah (s. a.) da teyemmüm etti mi, yoksa



o'nun namazını abdestte mi kıldığı konusunda ihtilâf edilmiştir. Hadisin zahirinden
onun da teyemmüm ettiği anlaşılmaktadır. Fakat îbn Reslân,îbn AbdiIUerr'demnaklen
efendimizin namaz farz kılındıktan sonra bütün namazlarını abdestle kıldığını
nakletmektedir. Buna göre Efendimizin teyemmümünü anlatan haberleri ümmetini
talime hamletmek gerekir.

Görüldüğü gibi bütün bu hadis-i şerifler Kur'ân-ı Kerim'de mücmel olan teyemmüm
âyetini tefsir ve beyân etmektedir. Teyemmümde toprağa vurmanın bir veya iki olması
ve el ve kollardan nerelere kadar mesh yapılacağı hususunda geçen ve ileride gelecek
hadisler ışığında fukahâ üç görüşe ayrılmışlardır. Ayrıca ulemânın ekserisinin kabul
ettiği gibi toprağa vuruş bir değil, her ne kadar bir defa ile iktifa edilebileceğini
söyleyenler ve hatta üç kere vurulmasının gerektiğini söyleyenler var ise de iki defa
olması istikametindedir. Ulemânın mesh konusundaki ihtilâflarını şu şekil de
sıralayabiliriz:

1. Parmak uçlarından omuzlara kadar mesh edilmesi görüşüdür. Bu İmam-i Zuhrî'ye
aittir.

2. Yalnız bileklere kadar meshedilmesi gerekir diyenlerin görüşüdür. Bu da Ammâr b.
Yâsir'den vârid olan sahih bir hadise dayanmaktadır.

3. Dirsekler de dahil dirseklere kadar mesh edilmesi görüşüdür. Bu, Hanefiler de dahil,
cumhurun görüşü oluyor. Bu hususta İmam Dehlevî "İki vuruşla dirseklere kadar
meshedilmesi amel bakımından ihtiyata en uygundur" demektedir.

Buhâri ve Müslim'in rivayetlerinde Hz, Aişe'nin gerdanlığının kayboluşu anlaşılmakta,

£173]

fakat teyemmümün keyfi 1 yetinden söz edilmemektedir.
321. ...Şakîk (r.a.)'den; şöyle demiştir:

Ben, Abdullah (b.Mes'ud) ile Ebû Mûsâ el-Eşârî'nin yanında oturmakta idim. Ebû
Mûsâ;

£1741

Ya Ebû Abdirrahman bir adam cünup olsa ve bir ay su bulamazsa teyemmüm
yapamaz mı? Ne dersin? dedi. Abdullah;

Hayır, bir ay da su bulamasa teyemmüm yapamaz, karşılığını verdi. Bunun üzerine
Ebû Musa:

Peki, Mâide Süresindeki "Su bulamazsanız temiz yer yüzü ile teyemmüm ediniz"
âyetini ne yapacaksın? dedi, Abdullah;

İnsanlara ruhsat verilseydi, suları soğuk gördükleri zaman hemen toprakla
teyemmüme yönelirlerdi. Ebû Mûsâ:

Demek bunu (cünüplükten dolayı teyemmümü)bunun için kerih gördünüz, öyle mi?
Abdullah:

Evet, dedi.Ebû Musa;

Ammâr'm, Hz. Ömer'e (söylediği) şu sözü duymadın mı? "Resûlullah (s. a.) beni bir
ihtiyaç için göndermişti, Cünup oldum, fakat su bulamadım .Bunun üzerine hayvanın
yerde yuvarlandığı gibi yuvarlandım, sonra da Resûlullah sallelahü aleyhi vesellem'e
gelip bu durumu haber verdim. Resûlullah; "Şöyle yapman kâfi idi" dedi ve elini yere
vurup, silkeledi, sonra sol eliyle sağ elinin üstünü, sağ eliyle de sol elinin üstünü daha
sonra da yüzünü mesnetti" Abdullah (b.Mesûd, Ebû Musa'ya cevaben);
Sen de Ömer (b. Hattâb)m, Ammâr'm sözü ile ikna olmadığını bilmiyor musun?



£1751

dedi."



Açıklama

Üzerinde durduğumuz haberin Buhârî ve Müslim'deki rivayetlerinde bazı farklılıklar
göze çarpmaktadır. Ancak bu farklılıklar mânâyı pek değiştirmemekte» laf uzların
ayrılığına rağmen mefhum itibariyle aynı sonuç elde edilmektedir.
Haberin zahirinden anlaşıldığına göre Abdullah b. Mesûd, cünup olan kişinin su
bulunmaması veya suyu kullanma imkânı Olmaması hâlinde teyemmüm
edemiyeceğini söylüyordu. Bu, Ebû Mûsâ el-Eş'ârî'nin kulağına gitmiş ve aralarında,
haberin metninde görülen konuşma cereyan etmiştir. İbn Mes'üd'un cünubün
teyemmümünü kerih görmesi, insanların soğuktan korktukları takdirde guslü bırakıp
teyemmüme yönelmeleri endişesinden doğmaktadır. Buhârî sarihlerinden Kirmânî'nin
beyânına göre, cünubün teyemmüm edebilmesi ruhsatı ile, soğuktan dolayı
teyemmüme yönelmesi arasındaki alâka, suyu kullanmaya kudretinin yetmemesidir.
Suyu kullanmaya gücün yetmemesi, ya suyun bulunmaması veya kullanılmasının
mümkün olmamasıdır.

Ulemânın büyük çoğunluğu, hem abdestsizlik, hem de cünublükten dolayı teyemmüm
edip namaz kılmanın sahih olduğu görüşündedirler ,Dört mezhebin görüşü budur.
Sadece, Ömer b. el-Hattab, Abdullah b. Mesûd ve İbrahim en-Nehaî'den, cünubün
teyemmümle namaz kılamayacağı görüşünde oldukları nakledilmiştir. Yine bunlardan
Hz.Ömer ile îbnMes'ûdunbu görüşlerinden döndükleri de rivayet edilmiştir.
Bu haberin tertibinden, teyemmümde tertibin şart olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü
Ammâr'm haberine göre, Efendimiz önce kollarını meshetmiş, yüzünün meshini
sonraya bırakmıştır. Tertip ise bunun tam aksidir. Hanefî ve Mâlikîlerin
mezheplerinde tertip şart değildir. Ahmed b. Hanbel de büyük hadesten dolayı
teyemmümde tertibe riâyeti şart koşmaz. Yine bu haberden, teyemmüm için ellerde
toz izlerinin bulunmasının şart olmadığı anlaşılmaktadır. Resûlullah Efendimizin
ellerini silkelemesi bu görüş sahiplerini te'yid etmektedir. Ellerde toz izlerinin
kalmasını şart koşanlar bu silkelemenin hafif olduğunu, tozları düşürmediğini
[1761

söylemektedirler.
Bazı Hükümler

1. Cünüplükten dolayı teyemmüm caizdir.

2. Teyemmüm ederken elleri silkelemek caizdir.

3. Teyemmümde tertibe riâyet şart değildir. Gusül için yapılan teyemmüm, abdest için

[1771

yapılanın aynıdır.

[1781

322. ...Abdurrahmânb. Ebza (r.a.)den şöyle demiştir:
Ben Ömer b. el-Hattab (r.a)m yanında idim. Bir adam geldi ve;

(Yâ emire'l-mü'minin) biz bir iki ay bir yerde kalıyoruz. (Cünub oluyor su
bulamıyoruz, ne yapalım?) dedi. Hz. Ömer;



Ben olsam su buluncaya kadar yıkanmam, cevabını verdi. (Orada bulunan) Ammâr
şöyle dedi:

Yâ emir'el-mü'minin, hatırlıyor musun? Hani senjnle deve (gütmek) de idik de ikimiz
de cünup olmuştuk. Bunun üzerine ben yerde yuvarlandım.Resûlullah (s. a) a gelip
durumu söyledim. Resûlullah;

"Şöyle yapman sana yeterdi" buyurdu ve ellerini yere vurdu, sonra onlara üfledi.
Sonra da elleriyle yüzünü ve kolunun yansına kadar ellerini mesnetti. Hz. Ömer:
Yâ Ammâr Allah'tan kork! dedi. Ammâr da:

Yâ Emirel-mü'minin, eğer sen istersen vallahi bunu ebediyyen (bir daha) söylemem,
dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer:

Hayır, vallahi bundan (teyemmüm hadisesinden) üzerine aldığın sorumluluğu sana
Lİ791

bırakıyorum, dedi.

Haberden anlaşıldığına göre, bir adam Hz. Ömer'e gelerek kendilerinin çok az su
bulunan bir yerde olduklarım, bu yüzden bazan yıkanabilmek için bir iki ay su
bulamadıklarını, bu durumda ne yapmaları gerkektiğini sormuş. Hz. Ömer de"Ben
olsam su buluncaya kadar yıkanmam" diyerek bu durumda namaz Alamayacaklarını
söylemiş; orada bulunan Hz. Ammâr başlarından geçen bir hâdiseyi hatırlatarak, böyle
hallerde teyemmüm yapılabileceğini belirtmek istemiştir. Ancak Hz. Ömer bu
hâdiseyi hatırlayamamış ve bu istikâmetteki birfetvânm vebalinin Ammâr'a ait
olacağını söylemiştir.

Bu hadiste Resûlullah'm, ellerini yere vurduktan sonra üflediği beyân edilmektedir ki
önceki hadiste de ifâde edildiği üzere teyemmümde elde toz bulunmasını şart
koşmayanların görüşlerini te'yid eder. Karşı görüşte olanlar, bu üflemenin, tozu
uçurmayacak şekilde hafif olduğunu söylemişlerdir.

Yine hadis-i şeriften, teyemmümde bir vuruşun yeterli olduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim, bazı âlimlerin bu görüşte oldukları daha evvel beyân edilmişti. İki vuruşun
farz olduğu görüşünde olanlar, bu hadis-i şerifi şu şekilde anlamışlardır: "Bu ve
bundan önceki hadis, meshin nasıl yapıldığını beyân içindir. Teyemmümle ilgili bütün
esasları ifade etmemekdedir. Cenab-ı Allah, abdestte elleri dirseklere kadar yıkamayı

[İM

"yüzünüzü ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız" ayet-i kerimesi ile farz

um

kılmıştır. "Teyemmüm'de de meshi "yüzünüzü ve ellerinizi mesh ediniz" ayeti
ile vacip kılmıştır. Teyemmüm âyetinde mutlak olarak zikredilen el, abdest âyetinde
"dirseklere kadar" diye kaydedilen eldir.Bu açık beyân ancak bunun kadar açık bir
beyanla terkedilebilir ki, o da yoktur. Öyleyse teyemmümde ellerin mes-hedileceği
miktar, "dirseklere kadar"dır. Bu ifâdeler, ayrıca teyemmümde, ellerin bileklere kadar
meshini yeterli görenlere de bir cevap mahiyetindedir.

Hafız İbn Hacer el-Askalânî Buhârî şerhi Fethu'l-Bârî'de teyemmümde vacip olan
şeylerin bu hadiste anlatılanlar olduğunu, bunlara ilave olarak fiilen yapılan şeylerin
kemâle delâlet ettiğini, kavli bir ziyâdenin de mevcut olmadığını söylemektedir.
Ammâr (radıyallahü anh)m bu kıssası Resûlullah (s.a.) zamanında içti-Mdm caiz
olduğuna ve bunun fiilen tatbik edildiğine delildir. Fakat konu, usûl âlimleri arasında
ihtilâflara yolaçmıştır.Kimi, Resûlullah (s.a.) devrinde içtihadın mutlak olarak caiz
olmadığını; kimi, Efendimiz'in gıyabında caiz olduğunu, huzurunda caiz olmadığını
söylerken bazıları da Efendimizin hem huzurunda hem de gıyabında içtihadın caiz



olduğu görüşünü benimsemektedirler. Menhel sahibinin beyânına göre esah olan, her

£182]

hâlükârda cevazıdır.



Bazı Hükümler

1. Öğreticinin, öğreteceği şeyleri en iyi metotla karşıdakine aktarması lâzımdır.

2. Teyemmümde bir vuruş kâfidir. Tafsilat yukarıdaki hadislerin şerhinde
açıklanmıştır. Bu hadis de bir vuruş ile kifayet edilir diyenlere delildir.

3. Yere vurduktan sonra ellere üflemek caizdir.

4. Ashâb-ı kiramın, Resûlullah zamanında ictihâd ettikleri vakîdir.

5. Müctehid bütün gayretini sarfettikten sonra hata ederse, bu hatadan dolayı

0831

kınanamaz.

323. ...Abdurrahman b. Ebzâ; Ammâr b. Yâsir'den bu hadis-i şerifi (şu şekilde) rivayet
etti:

"Resûlullah (s.a.)î

"Ya Ammâr, şöyle yapman sana yeterdi" buyurdu Ve ellerini bir kere yere, sonra da
birini diğerine vurdu. Sonra yüzünü ve dirsekleri aşmadan kollarını, yarısına kadar

Lİ841

mesnetti."

Ebû Dâvûd dedi ki; Bu hadisi Veki' Ameş-Seleme b. Küheyl- Abdurrahman b. Ebzâ
senediyle; Cerîr de A 'meş-Seleme b, Küheyl-Said b. Abdirrahman b. Ebzâ ve babası

1185]

(Abdurrahman b. Ebzâ) senediyle rivayet etti.
Açıklama

Bu hadis bazı küçük farklarla önceki hadisin tekrarı gibi görünmektedir. Ancak bu
rivayette Resûlullah in teyemmümü beyan etmesine sebep olan hâdise yer almamıştır.
Bir de Efendimizin yere bir defa vurduğu ve kollan meshederken dirsekleri aşmadığı
açıkça ifâde edilmiştir.

Müellifin, sonraki ziyâdeyi kitabına almaktan maksadı A'meş'in talebeleri arasındaki

£1861

ihtilaflara işaret etmektir.
Bazı Hükümler

1. Teyemmümde yere bir vuruş kâfidir

2. Dirsekten mesh etmek şart değildir. Ancak teyemmüm abdestten bedel olduğu için

£1821

hanefîlere göre dirsekler de meshedilmelidir.

324. ...Abdurrahman b. Ebzâ'nm oğlu, babası vasıtasıyla Ammâr (r.a.)dan bu (önceki
hadislerde geçen)kıssayı rivayet etti. A Bu rivayete göre) Resûlullah (sallellâhü aleyhi
vesellem): "Sana sadece (şu) yeterdi" buyurdu ve elini yere vurup ona üfledi sonra da



£1881

yüzü ve ellerini mesnetti.

(Şube dedi ki); Seleme şüphe etti ve "Bu hadiste, dirseklere kadar mı, yoksa bileklere

£1891

kadar (manasına gelen bir şey) mi (dediğini) bilmiyorum" dedi.
Açıklama

Bu rivayet de, öncekilerle aynı mânâyı ifâde emektedir. Ancak bu rivayette: Seleme,
Rasûlullah (s.a.)'m ellerini dirseklerine kadar mı, yoksa "ellerine kadar" mânâsına
gelen başka bir mafsala kadar mı, meshettiğini bilmediğini kaydetmiştir. Ancak
Seleme "ellerine kadar" mânâsı ifâde eden sözü, lâfzan, hatırlayamadığını fakat bu

£1901

manayı ifâde eden bir söz olduğunu söylemiştir.

325. ...Şube bu (önceki) hadisi ayrı isnatla rivayet etti ve şöyle dedi: (Ammâr) dedi ki;
"Resûlullah (s. a.) sonra eline üfleyip, onunla (elleriyle) yüzünü ve dirseklere -veya
kollara- kadar ellerini mesnetti."

Şube dedi ki;

"Seleme, (Resûlullah) ellerini, yüzünü ve kollarım (mesnetti)" derdi. Bir gün Mansûr
kendisine "söylediğine dikkat et çünkü kolları (Zerr b. Abdullah'ın talebelerinden)

£191]

senden başka hiç biri söylemedi" dedi.
Açıklama

Bu Dâvûd bu rivayeti Sünen'e almaktaki maksadı, yukarıda Seleme'nin lâfzını
hatırlayamayıp mânâsıyle naklettiği sözün,"Kollara kadar" ibaresi olduğuna işaret

£192]

etmektir. Ancak bu ilâveyi sadece Seleme, bazı rivayetlerinde zikretmiştir.

326. ...Abdurrahmân b. Ebzâ bu (yukarıda geçen) hadisi Ammâr' dan, rivayet etti. Bu
rivayetinde Ammâr der ki:

"Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:

Ellerini yere vurup onlarla yüzünü ve ellerini meshedivermen sana yeterdi." Ammâr
(bunu dedikterî sonra) hadisin tamamım nakletti.
Ebû Dâvüd dedi ki;

Bu hadisi Şu'be, Husayn'den, o da Ebû Mâlik'ten şöylece rivayet etti: "Ammâr'ı
(Önceki hadisin) benzerini söylerken işittim. Ancak o "üflemedi" dedi."
Bu hadisi, Huseyn b. Muhammed ve Şu 'be 'den o da Hakem 'den: (Ammâr),

£193]

"Resûlullah ellerini yere vurdu ve üfledi dedi" şeklinde rivayet etti.
Açıklama

Bu rivayet de aşağı yukarı öncekilerdeki mefhumu içine almaktadır. Ne var ki, önceki
rivayetlerde Efendimizin, teyemmümü bizzat yaparak tarif ettiği beyân edilirken,



bunda lisânen tarif ettiği anlaşılmaktadır. Ayrıca, bu rivayette ellerde meshin son
haddi beyân edilmemektedir.Herneıkada A bazı âlimler bu hadisin elleri bileklere'kadar
mesh etmeyi kâfi görenlerin görüşünü te'yid ettiğini söylemekte ise de, buna delâlet
eden açık bir ifâde yoktur. Çünkü dirseklere kadar mesh de elleri içine alır.
Ebû Dâvûd bu hadisi Müsedded'den,bundan önceki rivayetleri ise, başa doğru sırayla,
Ali b. Selh er-Remlî, Muhammed b. Beşşâr, Muhammed b. Ali, Muhammed b. Kesir

£1941

eli -Abdı ve Muhammed b. Süleyman el-Enbârî isimli hocalarından almıştır.

327. ...Ammâr b. Yâsir'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Resûlullah (s. a. Ve
teyemmümü sordum. Bana hem yüz, hem de eller için bir defa vurmamı

[1951

emretti."
Açıklama

Bu hadisin zahirine göre, yüzü ve elleri meshetmek için yere bir kere vuruş yeterli
olmaktadır. Ellerin meshedilmesinde son bir had zikredilmediği için de sadece ellerin
meshi kâfi gibi görünmektedir.

Yere iki kere vurmayı ve dirseklere kadar meshetmeyi şart koşanlar, bu hadisi şöyle
te'vil etmişlerdir: "Daha önce Ammâr'm teyemmümde iki kere vurmaya işaret eden
rivayetinde olduğu gibi bu hadisin manası bir kere yüz bir kere de eller için vurmanı
emretti" şeklindedir. Bu hadis-i şerifte sadece eller zikredilmiş ise de, dirseklere kadar
meshi işaret eden hadisler ve teyemmümün abdeste bedel olması keyfiyeti ellerin
dirseklere kadar meshedileceği hükmünü ortaya koymaktadır.
Tahâvî, Şerhu Meânil-Asâr'da bu hususa işaretle şunları söylemektedir;
"Teyemmüm hakkındaki rivayetlerin farklılığı ve ulemânın ihtilâfından dolayı bu
görüşlerden sahih olanı ortaya çıkarmak için düşündük ve gördük ki, teyemmüm,
Cenab-ı Allah'ın zikrettiği abdest azalarından bazılarını düşürmüştür. Meselâ, baş ve
ayakların teyemmümde meshine lüzum yoktur. Ancak meshedilmeme o uzvun bir
kısmını değil, tümünü içine almaktadır. Yani teyemmümde meshedilmesi gerekmeyen
uzvun tümü hükmün dışında bırakıldığı gibi, meshedilecek uzvun da tamamı hükmün
içine girmekdedir. Abdest de yüzün tamamını yıkamak gerektiği gibi, teyemmümde de
yüzün tamamını meshetmek lâzımdır Aynı şekilde, nasıiki abdestte elleri dirseklere
kaçlar ykamak icabediyor ise teyemmümde de dirseklere kadar meshetmek gerekir."

Lİ961

Bu konuda söylenecek en güzel söz bu olsa gerektir.

328. ...Katâde'ye seferde iken teyemmümün hükmü soruldu. Katâde;

Bana bir muhaddis Şâ'bî'den, o Abdurrahman b. Ebzâ'dan o da Ammâr b. Yâsir'den
(Ammâr'm) şöyle dediğini haber verdi:

£1971

"Resûlullah (s.a.) (bana yüzü ve) dirseklere kadar (elleri) meshetmemi emretti."
Açıklama

Bu rivayet elleri dirseklere kadar meshetmeyi şart görenlerin görüşlerim te'yid



etmektedir.

Katâde'nin kendisinden hadis aldığı muhaddisin ismini söylememesi hadisin sıhhatine
mâni değildir. Çünkü bu zat onun katında güvenilir bir kimsedir. Nitekim, Buhârî'nin

£198]

de bu şekilde rivayet ettiği hadisler vardır.
122. Hazarda Teyemmüm

329. ..İbn Abbâs (r.anhümâ)'nm azatlısı Umeyr şöyle demiştir:

"Resûlullah (s.a.)'uı zevcesi Meymune (r.anhâ)'nm azatlısı Ab-durrahman b. Yesâr'la

£1991

birlikte geldik ve Ebû Cuheym b. Haris b. Simme el-Ensâri'nin yanma girdik.
Ebû Cuheym şunları söyledi:

Resûlullah (s. a.) Bi'ri Cemel tarafından geliyordu. Kendisine bir adam rastlayıp selâm
verdi. Fakat Resûlullah selâmını almadı. Bir duvara gelip yüzünü ve ellerini meshetti

r2001

sonra da adamın selâmını aldı."
Açıklama

Bu hadis-i şerifin ana mezvuu, şartların elverdiği takdirde seferde olduğu gibi hazarda
da teyemmümün caiz olduğudur.

İkinci husus ise Hz. Peygamber'in selâmı almak için de teyemmüm etmeleri
hususudur. Halbuki yine ittifakla kabul edilen hükme göre selâm alan birinin abdestli
veya teyemmümlü olması gerekmez. Abdestsiz bir kimse de selâm alabilir. Ancak
burada Peygamber (s.a)'m tahâretsiz gezmemeye ve zikruilah olan selâmı da taharet
üzere almasma itinası görülmektedir ve bunda ümmeti teşvik vardır. Bu husustaki
hadisler ilerde gelecektir.

Resûlullah sallellâhü aleyhi vesellem'in, Medine'nin yakınındaki Bi'r-i Cemel denilen
yerden gelirken karşılaş ip abdesti olmadığı için selâmına karşılık vermediği şahabı,
Ebû Cuheym'in, Begavî'deki rivayetinden anlaşıldığına göre, kendisidir. Bu hâdise,
Medine içinde vuku bulduğu için seferde olduğu gibi hazarda da teyemmümün caiz
olduğuna delildir. Dört mezhebin muteber görüşü de budur.

Peygamber (s.a.)'m teyemmüm yaptığı duvar, ya vakıf gibi mubah bir maldır ya da
Efendimiz, sahibinin rızâsı olacağını bildiği için izin almak ihtiyacını hissetmedi. Rıza
hâlinde sahibine sormadan bir kimsenin malından istifade etmek müslümanlara
caizdir.

Resûlullah (s.a.)m bu teyemmümünü bazı âlimler suyu bulamadığına hamletmişlerdir.
Aynî şöyle der:

"Şeyh Muhyiddin; Bu hadis, Peygamber aleyhisselâmm suyu bulamadığına
hemledilir. Çünkü suyun bulunması halinde, onu (suyu) kullanmaya muktedir olan
kimsenin ister vakit dar, ister geniş, ister cenaze ve bayram namazı olsun,
teyemmümün caiz olmadığını söylemiştir. Ben de derim ki, hadis mutlaktır. Bundan
selâm almak gibi bir şey için, su bulunsa da bulunmasa da teyemmüm etmenin caiz
olduğu anlaşılır. Vaktin çıkmasından korkulduğu takdirde cenaze ve bayram namazları
için de hüküm budur. Yani su olsa bile teyemmüm yapılabilir. Onun için hadisi, suyun
bulunmadığına hamletme mecburiyeti yoktur."



Begavî, Şâfıtlerden naklen, vaktin darlığı hâlinde teyemmüm ederek farz namazın
kılınacağını, sonra abdest alarak o namazın kaza edileceğini söylemişse de bu Şafiîler
arasında pek muteber değildir. Hatta onlara göre vaktin daralması sebebiyle cenaze ve
bayram namazları için bile (su bulunduğu takdirde) teyemmüm edilemez.
Hanefilere göre, hüküm yukarıda Aynî'den naklettiğimiz gibidir. Vaktin çıkması
korkusuyla vakit ve cuma namazı için teyemmüm yapılamaz. Fakat cenaze ve bayram
namazı için caizdir. Ayrıca Hanefî âlimlerinden bazıları bu hadise dayanarak, suyu
kullanma imkânı olduğu halde mendup olan abdestin yerine teyemmümün caiz
olduğunu söylemişlerdir.

Yine bu hadis taş üzerinde teyemmüm caiz olduğu görüşünü de te'yid etmektedir.
Çünkü Medine'nin duvarları taş ile yapılmakta idi. Resûlullah öyle bir duvarda
teyemmüm yaptı. Teyemmüm için tozu şart koşan Şafiîler . hadisi duvarda tozun

[201]

bulunduğuna hamletmişlerdir.
Bazı Hükümler

1. Hadis, selâmın meşru oluşuna delildir.

2. Selamı alırken, teyemmümle de olsa taharet üzere bulunmak müstehabtır.

r2021

3. Duvar ve taş üzerine teyemmüm yapmak caizdir.
330. ...(Abdullah İbn Ömer'in azatlısı) Nâfi' demiştir ki;

Bir ihtiyaç içinîbnömer'leberaber İbn Abbâs'a gittik. İbn Ömer, (İbn Abbas'la ilgili
olan) ihtiyacım giderdi, (sonra döndük). İbn Ömer o günkü konuşması arasında şöyle
dedi:

(Medine) yollar(m)dan birinde bir adam büyük veya küçük ab-destinden çıkmış olan
Resûlullah (s.a.)'a rastlayıp selâm verdi. Fakat Efendimiz selâmını almadı. Adam
nerde ise sokakta kayboluyordu (uzaklaşmıştı) ki, Peygamber (s. a.) ellerini duvara
vurdu yüzünü mesnetti. Sonra tekrar vurdu, kollarını meshetti, sonra da adamın selâ-
mını iade edip şöyle buyurdu:

[2031

"Selâmını almadığıma sebep abdestsiz olmamdan başka bir şey değildir."
Ebû Dâvûd dedi ki;

Ahmed b. Hanbel'i, "(Bu hadisin râviierinden olan) Muhammed b. Sabit teyemmüm
hakkında münker bir hadis rivayet etti" derken işittim. (Ebû Davud'un talebeleriden)
îbn Dâse de şöyle demiştir:

Ebû Dâvûd; "Bu kıssadaki yere iki defa vurmanın Resûlullah aleyhisselâmdan
nakledildiğinde Muhammed b. Sabit'e mutâbeat edilmemiştir. (Başkaları) onu İbn

r2041

Ömer'in fiilî olarak rivayet etmişlerdir" dedi.
Açıklama

Musannifin bu son ilâveleri yapmaktan maksadı habisin zayıf-lığma işarettir. Aynî,
Buhârî'nin, Muhammed b, Sâbit'in bu hadisi Resûlullah'a kadar ref etmesini red
ettiğini söylerken, Hattâbî de Muhammed b. Sâbit'in> hadisi ile amel edilemeyecek



kadar zayıf bir râvi olduğunu, bu yüzden bu hadisin sahih olmadığını kaydeder.
Beyhakî ise, bazı Hafızların bu hadîsin Resûlullaha ref ini inkâr ettiklerini,bir gurubun
da bunu Nâfî'den İbn Ömer'in fiilî olarak rivayet ettiklerini söylemiştir. Daha sonra bu
hadisin ref inin münker olmadığını, Müslim b. İbrahim'in Muhammed b. Sâbit'i övüp
ondan rivayette bulunduğunu ilâve etmiştir.

Resûlullah (s.a.)'m yolda karşılaştığı sahâbînin kim olduğu bu hadiste tasrih
edilmemiştir. Fakat eğer bu hâdise, evvelki hâdis-i şerifte beyân edilen hâdisenin
aynısı ise, o zatın Ebû'l-Cuheym olması gerekir.

Efendimizin bu zâtın selâmını almaması hadis-i şerifte de beyân edildiği üzere abdesti
olmadığından dolayıdır. Bu konuda Aynî, İbn'l-Cevzî'nin şöyle dediğini söylemiştir:
"Ya, Selâm Allah'ın isimlerinden biri olduğu için, Resûlullah abdestsizken selâm
almayı doğru bulmamıştır, ya da önceden hüküm bu iken sonradan değişmiştir." ,
Tahâvi, şerhinde ise "Abdestsiz iken selâm aimayı men'eden hadis ab-dest âyeti ile
neshedümiştir.ıBu hükümün"Resûlullah her zaman Allah'ı zikrederdi" mealindeki Hz.

[205]

Aişe hadisi ile neshedildiği de söylenmiştir" denilmektedir.

331. ...Nâfıjbn Ömer(r.ahumâ)mşöyle dediğini rivayet etmiştir:

Resûlullah (s. a.) def-i hacetten gelmişti ki,Bi'r-i Cemel'in yanında bir adam (Ebû
Cuheym) kendisi ile karşılaşıp selâm verdi.

Resûlullah hemen selâmım almadı. Ancak duvara yönetip de, elini üzerine koyup

T2061

yüzünü ve ellerini meshettikten sonra o zatın selâmını aldı.
Açıklama

Bu hadis-i şerifin diğerlerinden farklı olan tarafı Peygamber (s.a.)'m duvara kaç defa

el sürdüğünün belirtilmemesidir.

îbn Mâce ise bu konuda şöyle bir hadis nekletmektedir:

"Resûlullah (s.a.) bevlederken birisi yanından geçti ve selâm verdi. Resûlullah
selâmını almadı. Hacetini bitirince, yere iki elini vurdu, teyemmüm etti, sonra da
selâmım aldı."

Bu rivayet ise, bir önceki Muhammed b. Sâbit'in merfu denilen hadîsini desteklemekte
ve merfu olduğunun inkâr edilmemesinin uygun olacağı istikametindedir. Ayrıca

r2071

Münzirî de bu hadis-î şerife basen demiştir.
123. Cünübün Teyemmüm Etmesi
T2081

332. ...Ebû Zerr (r.a.)'den demiştir ki;

"Resûlullah (sallellâhü aleyhi vesellem)in yanında (gelen zekâtlardan) küçük bir
koyun sürüsü birikti. Resûlullah (s.a.):

"Yâ Ebâ Zer, bu sürüyü (gütmük üzere) kıra götür", buyurdular.

f2091

Ben de Rebeze köyüne sürdüm. Ben cünup oluyor ve (su olmadığı için
yıkanamadan) beş altı (gece) kalıyordum. Nihayet Resûlullah (s.a.)a geldim:



"Sen ha Ebü Zer" (bu halin ne!)? buyurdular. Ben (cevap vermeden) sustum.
Efendimiz;

"Ya Ebâ Zer, Anan acını görmesin yazık anana" buyurdu ve benim için siyah bir
câriye kız çocuğu çağırdı. Câriye, içerisinde su dolu bir kova getirdi, beni (bir taraftan)
bir örtü ile gizledi. Ben de (öte yandan bir) devenin arkasına geçerek gizlendim ve
yıkandım. Üstümden bir dağı atmış gibi oldum. Bilâhere Resûlullah (s. a.) şöyle
buyurdu:

On seneye kadar bile olsa temiz toprak müslümanm abdest suyu (temizleyicisi)dur.
Ancak suyu bulduğun zaman onu bedenine dök, (guslet). Çünkü bu daha

hayırlıdır."

Müsedded, "Sürünün zekâtlardan biriktiğini" söylemiştir. (Tercemede de bu
gözönünde bulundurulmuştur.)

mm

Ebû Dâvûd, Amr (İbn Avn )m rivayeti daha tamdır, dedi.
Açıklama

Hadis-i şerifin siyakından anlaşıldığına göre, kıra koyun gütmek üzere giden Ebû
Zerr-i Gıfârî cünup olmuş, su bulamadığı için beş altı gün yıkanamamış ve
namazlarını bu halde kılmıştır. Ancak bu durum kendisini rahatsız etmiş ve Resûlullah
(s.a.)'a gelerek halini haber vermiştir. Resûlullah, Ebû Zerr'in durumunu yadırgayarak
"Sen ha, Ebû Zer?!" buyurmuş Ebû Zer ise utandığı için susmuştur. Bu hadisten sonra
gelecek olan rivayette ise, Ebû Zer Resûlullah'm sorusuna "Evet" diyerek mukabelede
bulunmuştur. Bu iki rivayet birleştirildiği takdirde, Hz. Ebû Zerr'in önce sustuğu daha
sonra da meselenin hükmünü öğrenmek için "evet" diyerek mukabelede bulunduğu
anlaşılır.

Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Anan oğulsuz kala, yazık senin anana" buyurmuştur.
Bu mânâyı ifade eden deyimi, bir beddua olabileceği gibi "Sen bu hâle

geldikten sonra ölseydin daha iyi idi" manasına da gelebilir. Buradaki söyleniş beddua
manasına olmayıp, ayıplama, kınama mânâsına olması akla yakındır. Bu bakımdan
tercümede bu deyimleri, "Anan acını görmesin, yazık senin anana!" diye çevirdik.
Resûlullah (s.a.)a bunu söyledikten sonra, Ebû Zerr'in gusletmesi için siyahı bir
cariyeyi vazifelendirmiş, daha sonra da suyun bulunmaması halinde teyemmümü
tavsiye etmiştir.

Hattâbî bu hadis hakkında şunları söylemektedir:

"Teyemmüm eden bir kimsenin bu teyemmümü ile birden fazla namaz kılmasını caiz
gören Hanefîler, bu hadis-i şerifi delil alırlar. Ayrıca her hâlü kârda ister namaz içinde,
ister dışına suyun bulunması ile, teyemmümle yapılan taharetin bozulacağı da hadisin
hükmü içindedir.

"Vücûdunun tamamına su yetişmediği takdirde yetiştiği kadarını yıkayıp geri kalan

uzuvların ise, teyemmüm edileceği görüşünde olanlar da bu hadise dayanırlar.

"Aynı şekilde, bazı uzuvlarında yara olanların, yaralı kısımları teyemmüm edip, kalan

kısımları yıkayacağını ve şehir içerisinde cenaze ve bayram namazı için de olsa

teyemmümü caiz görmeyen Şâfıîler için de bu hadis hüccettir."

Efendimizin "on seneye kadar bile olsa" sözünün mânâsı, belirli bir süre ile tahdit

etmek olmayıp uzun süre yapılabileceğini ifade etmektir, "on seneye kadar bir



teyemmüm kâfidir" demek değildir.

Ancak Hattabî'nin söylediği şeylere hadisin delâleti açık değildir. Nitekim Buhârî
şârihi Aynî, Hattabî'ye itiraz ederek şöyle der:

"Bu hadis, mübdel ile (teyemmümle) mübdelün minh olan (guslün) birleştirilerek bir
taharet yapılacağı anlamına gelmemektedir. Cildin bir kısmını yıkamak, bir kısmını da
teyemmüm etmek Efendimizin "onu bedenine sür" sözünün neresinden anlaşılır? İbare
asla buna delâlet etmez. Bilakis bu Şâfiîlere karşı bizim için bir hüccettir. Çünkü
"suyu bulduğun zaman" sözü gusül veya abdeste yetecek kadar suyu bulduğun zaman
onu bedenine sür, demektir. Zira Efenimiz, (s. a.), "su" kelimesini harf-i tarifle
söylemiştir ki, bu tam olanı içine alır. Dolayısıyle abdest veya gusle yetmeyecek kadar
su bulunursa, teyemmüm yapılır. İhtiyaca kâfi gelmediği takdirde suyun varlığı ile
yokluğu arasında fark yoktur. Aynı şekilde bir kimse su bulduğu halde, kullandığı
takdirde kendisinin veya hayvanının susuz kalacağından korkarsa, su bulamamış
gibidir. Yani teyemmüm yapar.

"Şehir içinde, cenaze veya bayram namazları için teyemmüm edilmeyeceği istidlali de
sahih değildir. Çünkü sadece suyu bulmak kâfi değildir. Şart olan onu kullanmaya
muktedir olmaktır. Cenaze hazır olup da ona yetişe-meyeceğinden korkan kişi, suyu
kullanmaya gücü yetmiyor demektir. Ama abdest alıp cenazeye veya bayram
namazına yetişebilecekse teyemmüm edemez. Bu mes'ele Hanefi fıkıh kitaplarında
açıktır."

Yukarıda Hattâbî'den naklettiğimiz Şâfıîlerin; Aynî' den naklettiklerimiz de Hanefîlerin
görüşleridir» Onun için mesele hakkında mezheplerin görüşlerini ayrıca tekrarlamaya

[212]

lüzum görülmemiştir.
Bazı Hükümler

1. Malın korunması ve artırılması için gayret sarfedilmelidir.

2. İdarecinin, idaresi altmdakileri gerektiği şekilde eğitmesi uygundur.

3. Küçüğün büyüğe hizmeti meşrudur.

4. Avret mahallin'in örtülmesi lâzımdır.

5. Suyun bulunmaması halinde gusül için de teyemmüm meşrudur. Bu teyemmüm de
abdest yerine yapılan teyemmüm gibidir.

6. Teyemmüm eden kişi bu teyemmümle birden fazla namaz kılabilir. Bu, Ebû
Hanîfenin görüşüdür.

7. Su bulunduğu zaman teyemmüm bozulur.

mu

8. Teyemmüm hususunda abdestsiz olanla cünup olan arasında fark yoktur.

[2141

333. ...Benû Amir'den bir zatın, şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"İslama (yeni) girmiştim. Dinim beni gayrete getirdi. (Dini konulara sarıldım). Ebû

Zerr'e geldim. Ebû Zerr şöyle dedi:

Medine'nin havası bana dokundu. Resûlullah (s.a.) bir zevd (üç yaş ile dokuz yaş
arasındaki deve) ile bir koyun (almamı) emretti ve "Sütlerinden iç " buyurdu.
Hammad dedi ki: "(Şeyhimin) idrarından da iç (deyip demediğinde) şüphe ediyorum. "



Ebû Zerr devamla şöyle dedi:

Ben sudan uzakta idim, ve hanımım da benimle beraberdi. Bu yüzden cünup oluyor ve

abdestsiz namaz kılıyordum. (Bir gün) öğle vakti Resûlullah (s.a.)'a geldim. Efendimiz

ashabından bir cemaat içinde mescidin gölgesinde idi. (Beni görünce):

(Ne bu halin) Ebû Zerr? buyurdu.

Evet, ya Resûlullah helak oldum, dedim. Resûlullah:

"Seni helak eden nedir? "diye buyurdu.

Ben sudan uzakta idim ve ailem benim yanımda idi. Bu yüzden cünup oluyor ve
abdestsiz namaz kılıyordum, dedim. Resûlullah (s. a.) benim için su getirilmesini
emretti ve siyah bir câriye (kız çocuğu)içinde su çalkalanan bir kap getirdi. Tam dolu
olmayan o su kabını alıp devemin arkasına gizlenip yıkandım ve (geri) geldim.
Resûlullah (s. a.) şöye buyurdu:

Ey Ebâ Zerr, on seneye kadar bile su bulamazsan muhakkak temiz toprak

[215]

temizleyicidir suyu bulduğun zaman suyla yıkan (guslet).
Ebû Dâvûd şunları ilave etti:

Bunu Hammâd b. Zeyd, Eyyûb'dan "idrarlarını" zikretmeden rivayet etti.
(Bu hadiste) "idrarlarını" sözü sahih değildir. "İdrarlar" (lâfzı) hakkında Enes

12161

hadisinden başkası yoktur. Onu da sadece Basralılar rivayet etmiştir.
Açıklama

Görüldüğü gibi bu rivayet, önceki hadisle hemen hemen aynıdır. Fazla olarak bu
rivâyette, Ebû Zerr (r.a.)m koyunla birlikte bir de deve götürdüğü ve ailesi yanında
olduğu için cünüplüğün temas neticesinde meydana geldiği anlaşılmaktadır. Buna
göre, teyemmümâle temizlenilen cünüplüğün isteyerek olması ile elde olmadan olması
arasında fark yoktur.

Hammâd'm şüphe olarak belirtdiği fakat Enes hadisinde açıkça ifade edilen "idrariarı"
kelimesindenjmam Mâlikle İmam Ahmed, deve ve buna kıyasla eti yenen
hayvanların idrarlarının temiz olduğu hükmüne varmışlardır.

Hanefî ve Şâfiîlere göre eti yenen ve yenmeyen bütün hayvanların idrarları ve tersleri
pistir. "İdrardan sakınınız. Çünkü kabir azabının çoğu, idrardandır" hadis-i şerifinin
umumu delil olarak kabul edilmiştir. Bu görüş sahipleri, adı geçen Enes hadisi ile
yapılan istidlale, Efendimiz (s.a.)in vahy ile şifâ vereceğini bildiği için tedâvî
maksadıyle idrarı süte karıştırarak içmeyi emrettiğini söyleyerek cevap vermişlerdir.
Resûlullah (s.a.)uı, "Muhakkak temiz toprak temizleyicidir" beyânının mutlak
oluşundan, teyemmüm hususunda yolcu ile yolcu olmayan arasında fark olamadığı,
zaman uzasa bile suyu kullanma imkânı olmadığı takdirde teyemmümün caiz olduğu
anlaşılmaktadır. Çünkü Efendimiz teyemmümün cevazı için bir mekân tayin

um'

etmemiştir.

124. Soğuktan Korktuğu Zaman Cünub Teyemmüm Edebilir Mi?
334. ...Amr b. el- As (r.a.)den demiştir ki;



"Zâtü's-selâsil gazvesinde iken soğuk bir gecede ihtilâm oldum. Gusledersem helak
olacağımdan korkup teyemmüm ettim ve arkadaşlarıma (orduya) sabah namazını
kıldırdım. (Medine'ye döndükten sonra) bunu Resûlullah (s.a.)'a haber verdiler.
Resûlullah (s. a.):

"Ya Amr, sen ashabına cünup olarak mı, namaz kıldırdın? dîye sordu.
Beni yıkanmaktan alıkoyan şeyi haber vererek şöyle dedim;

Ben Cenab-ı Allah'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Kendi kendinizi öldürmeyiniz,

12181

muhakkak Allah size karşı merhametlidir." Bunun üzerine Peygamber (s.a.)

[2191

güldü, hiç bir şey demedi.

Ebû Üâvûd dedi ki; Abdurrahman b. Cubeyr Mısırlı 'dır, Hârice b. Huzâfe'nin

T2201

azathsıdır. Cubeyr b. Nufeyr değildir.
Açıklama

Zâtü's-selâsil gazvesi h. 8. senede yapılmıştır. Müşrikler, içlerinden bazılarının korkarak
kaçmalarından çekindikleri için birbirlerine zincirlerle bağlanmışlardı.Bu yüzden bu
isimle anılmaktadır.Bu isim hakkında başka görüşler varsa da meşhur olanı budur. Bu
gazve hakkında kısaca şu bilgileri yazalım:

Kuzâa Kabilesinden bir gurup toplanarak Medine civarına yaklaşmak isdediler.
Resûlullah (s.a.) Amr b. As'ı çağırarak üç yüz kişi ile düşmana karşı gönderdi. Amr,
onlara yaklaşınca çok kalabalık olduklarını öğrendi ve Hz. Peygamber'den yardım
istedi. Efendimiz de içlerinde Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de bulunan iki yüz kişilik
bir kuvvetle Ebû Ubeyde'yi gönderdi. Müslümanlar, düşmana şiddetli bir hamle
yaptılar. Onlar da korkarak dağıldılar.

Hadis-i şeriften anlaşıldığına göre, soğuğun zarar vermesinden korkulduğu takdirde
gusül yerine teyemmüm caizdir. Çünkü Peygamber Efendimiz Amr b. As'ın
gusletmeyip teyemmüm etmesinin sebebini öğrenince ona karşı çıkmamış, bilakis
gülerek mukabelede bulunmuştur. İbn Reslân, tebessüm ve gülmenin ikrar yönünden
sükûttan daha kuvvetli olduğunu söyler. Ancak soğuktan korkan kimsenin gusül
yerine teyemmüm edip edemeyeceği ulemâ arasında ihtilaflıdır.
Atâ b. Ebî Rebâh ve Hasen el-Basrî'ye göre Ölecek de olsa, bu durumda teyemmüm
caiz değildir, gusletmesi gerekir. Süfyan es-Sevri ve İmam Mâlik soğuğu hastalık
mesabesinde tutarak mutlak manada teyemmümü caiz görmüşlerdir. İmam-ı âzam Ebû
Hanife bu durumda teyemmümü hazarca bile caiz görürken, Ebû Yûsuf ve
Muhammed hazar hâlinde caiz görmemişler; cevazı seferle kayıtlamışlardır.
İmam Şafiî'ye göre yıkandığı takdirde helak olacağından korkan kimse teyemmüm
ederek namazını kılar, fakat sonradan bu şekilde kıldığı namazlarını kaza eder. Bu
konuda İbn Reslân da şöyle der:

"Suyu ısıtmaya veya hatta onu, zarar vermeyecek şekilde kullanmaya imkân bulan
kimse teyemmüm edemez. Meselâ Uzuvlarını teker teker yıkayıp örtmeye böylece
soğuktan korunmaya muktedir olan kimse gusletmeli-dir. Ama buna imkân bulamazsa
teyemmüm edebilir. Ulemânın çoğunuluğunun görüşü bu merkezdedir."
Bu durumda teyemmümü caiz görenler hükmen, suyu yok kabul
etmişlerdir. Hanefîlere göre sudan bir mil (1855m) uzakta olan kimse de hükmen suya



sahip değildir. Teyemmüm edebilir. Yine aynı şekilde suya gittiği takdirde kendisine
veya malına (İmam Ebû Hanife'ye göre bir dirhem, Mâlike göre temizleneceği suyun
parası kadar bile olsa) zarar geleceğinden korkan kimseye göre de su hükmen yok

1221]

sayılır, teyemmüm edebilir.
Bazı Hükümler

1. Peygamber (s. a.) devrinde ictihâd yapılmıştır.

2. Hakimin hüküm vermeden önce davalıyı dinlemesi sadece hasmının iddiasıyla
yetinmemesi gerekiyor.

3. Dâvâlının ileri sürdüğü deliller doğru ve geçerli ise, hâkimin bunu kabul ettiğini
göstermesi lâzımdır.

4. Resûlullah (s.a.)m susması ve tebessümü ikrardır; hüküm için hüccettir.

5. Su olduğu halde kullanma imkânı yoksa teyemmüm caizdir. Çünkü bu halde

f2221

hükmen su yok sayılır.

335. ...Amr b. el-As'm azatlısı Ebû Kays:

"Amr b. el-As, bir seriyyenin başında idi" (diye başlayarak) önceki hadisin bir
benzerini rivayet etti ve şöyle dedi:

"Amr, koltuk altlarını ve eteğini yıkadı, namaz için aldığı abdest gibi abdest aldı,

f2231

sonra da cemate namaz kıldırdı." Ebû'Kays önceki hadisin benzerini nakletti

T2241

ancak teyemmümü zikretmedi.

Ebû Dâvûd bu kıssa Evzâî tarikiyle Hassan b. Atiyye'den: "Daha sonra teyemmüm eti"

1225]

şeklinde rivayet edildi demiştir.
Açıklama

Bu hadis, önceki hadisin değişik bir rivayetidir. Ancak önceki rivayette Hz. Amr'm
teyemmüm ederek namazı kıldırdığı söylenirken, bu rivayette teyemmüm
zikredilmemiş, buna mukabil, koltuk altlan ile eteğini yıkayıp abdest aldığı ve bu
şekilde namazı kıldırdığı belirtilmiştir.

Beyhakî'nin beyânına göre, Amr b. el-As'm her iki rivayette nakledilenleri yapması
yani hem abdest alarak hem de teyemmüm ederek namazı kıldırmış olması

T2261

muhtemedir. Böylece iki rivayet arasındaki ihtilâf giderilmiş olmaktadır.
12271

125. Yaralının Teyemmümü

336. ...Câbir b. Abdillah (r.a.)den, şöyle demiştir:

Bir sefere çıkmıştık, bizden bir adama taş değdi ve başını yardı. Sonra bu zat ihtüâm
oldu. Arkadaşlarına:



Benim teyemmüm etmeme ruhsat buluyor musunuz? diye sordu.

Sen suyu kullanabilirsin, sana (teyemmüm için) ruhsat bulmuyoruz dediler.

Adam yıkandı akabinde de öldü. Peygamber (s.a.)m huzuruna geldiğimizde bu hâdise

(kendisine) haber verildi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.):

"(Fetvayı verenler) onu Öldürdüler, Allah da onları öldürsün. Bilmediklerini sorsalardı
ya! Cehaletin ilacı ancak sormaktır. Onun teyemmüm etmesi, yarasının üzerine bir bez
T2281

bağlayıp sonra üzerine meshetmesi ve vücudunun geri kalan kısmım da yıkaması

f2291

ona yeterdi, diye buyurdu.
Açıklama

Hadis-i şerif, yaralı olan kişinin teyemmüm edebileceğini göstermektedır.Hattabi, bu
hadisin teyemmümle guslü beraber yapmayı emrettiğini, diğeri olmadan birisinin kâfi
olmayacağını söyledikten sonra, Hanefi ve Şâfıîlerin bu meseledeki görüşlerini
kaydeder. Hattâbî'nin kaydına göre, Hanefî mezhebinde, uzuvların azı yaralı ise, su ile
teyemmüm arası birleştirilir. Azaların çoğu yaralı ise, yıkanmaya lüzum yoktur, her ta-
rafı için teyemmüm yeterlidir. Şafiî'de esah olan görüşe göre, yara az olsun çok olsun
mutlaka gusül gerekir.

Ancak Hanefilerden Aynî, Hanefî Mezhebinin görüşünün, Hattâbî'nin isnad ettiği gibi
olamadığını, doğrusunun şu şekilde olduğunu söyler: "Bir kimsenin vücudunun
yandan çoğu sağlam olup da bazı yerlerinde yara varsa, sıhhatli yerlerini yıkar,
sargıların üzerine mesheder, teyemmüm edemez. Eğer bedeninin çoğu yaralı ise,
sadece teyemmüm eder sıhhatli yerlerini yıkamasına lüzum yoktur."
Hanefi Mezhebinin yaralılar hakkındaki görüşü Hattâbî'nin dediği gibi değil, Aynî'nin
söylediği gibidir.

Aynî, üzerinde durduğumuz hadis-i şerifteki, teyemmümle guslü birleştirmeyi ifâde
eder mahiyetteki ibareyi de şu şekilde izah etmiştir: "Peygamber (s.a.) gusulle
teyemmümü birlikte yapmayı emretmemiştir. Ancak yaralı olan cünub bir kimsenin,
ya teyemmüm edeceğini, ya da yaranın üzerini mes-hedip bedeninin kalan kısmını
yıkayacağım beyân etmiştir. Fakat buradaki "teyemmüm edip yarasını mesheder"
sözü, vücudunun ekserisinin yaralı oluşuna, "bedeninin geri kalanım yıkar" sözü de
vücudunun ekserisinin sıhhatli oluşuna hamledilir. Böyle olmasa bile bu hadis
malûldür. Çünkü senedinde Zübeyr b. Hurayk vardır. Dârakutnî bu zat için "kuvvetli
değildir", Beyhakî de bu hadis kuvvetli değildir, demektedir."

Aynî'nin sözleri burada sona ermektedir. Aynî ve Hattâbî'nin söyledikleri ile beraber
diğer mütalaalar da değerlendirilirse, şöyle bir sonuca varılabilir:
Suyu kullandığı takdirde öleceğinden korkan bir kimsenin teyemmüm etmesi ittifakla
caizdir. Eğer hastalığın artması veya tedavinin gecikmesinden korkarsa, Ebû Hanife ve
Mâlik'e göre teyemmüm ederek namaz kılabilir, iadesi de gerekmez. Şafiî
mezhebindeki râcih görüş de budur. Bir kimsenin bir uzvunda yara, çıban veya kırık
olur da üzerine sargı sarar ve onu çözdüğü takdirde öleceğinden korkarsa, Şafiî'ye
göre sargının üzerine mesheder ve teyemmüm eder. Eğer sargıyı taharet üzere iken
sarmışsa, bu şekilde kıldığı namazı iade gerekmez. Hanefîlerle Mâlik'e göre
vücudunun bir kısmının yaralı veya çıban olmakla beraber, sağlam tarafı fazla ise,
oraları yıkayıp yaranın üzerini mesheder. Yaralı kısım daha fazla ise, sadece



teyemmüm eder. Ahmed b. Hanbel ise sağlam kısımların yıkanacağını, kalan
kısımların da teyemmüm edileceğini söyler.

Resûlullah (s. a.), yaralı olan sahâbiye teyemmüm ruhsatı vermedikleri için ölümüne
sebep olanlara "Onu öldürdüler" dediği halde diyet almaması,haksız yere de olsa
yanlış fetva verip de birisinin ölümüne sebep olan müftüye diyet gerekmediğine işaret
eder.

Resûlullah (s.a.)m yanlış fetva verenler için, "Onu öldürdüler, Allah da onları
öldürsün" buyurması, onların ölümü için dua değil, onları tehdid ve azarlamak içindir.
Bundan sonra da Efendimiz, bilmeden fetva vermeyi ayıplamış ve bilmediklerini

sorup öğrenmeye teşvik etmiştir.

Bazı Hükümler

1. Bilmeden fetva vermek büyük bir günahtır.

2. Ilım öğrenmek cehaletin ilacıdır.

3. Hata da etse, fetva veren kimseye diyet yoktur.

4. Zarara uğramakdan korkan kişinin, guslü bırakıp teyemmüm etmesi caizdir.

5. Yaralı olan kimsenin yarayı bir sargı ile sardıktan sonra üzerine meshetmesi caizdir.
[231]

337. ...Abdullah b. Abbâs (r. anhüma)dan; demiştir ki;

Resûlullah (s. a.) zamanında bir adam yaralandı sonra da ihtilam oldu. Yıkanmasını
emrettiler o da yıkandı. Bunun üzerine adam öldü. Hâdise Peygamber (s.a.)e aktarıldı.
Resûlullah (s. a.) şöyle buyurdu:

f2321

Onu öldürdüler, Allah da onları öldürsün, cehaletin şifâsı sormak değil miydi?
Açıklama

Bir önceki hadiste zikredilen hâdisenin değişik bir rivayeti olan bu hadisi Evzâî'nin
Ata'dan bizzat işitip işitmediğinde ihtilâf vardır. Ebû Zür'a ve Ebû Hâtim'den,
Evzâî'nin bu hadisi Atâ'dan işitmediği, onun İsmail b. Müslim'den, onun da Atâ'dan
işittiği nakledilmiştir. Fakat Hâkim bu hadisi, Bişr b. Bekir, Evzaî ve Atâ b. A Ebî
Rebah senediyle rivayet edip, "Bişr b. Bekir sıkadır, me'mundur" demiştir.
Evzâ'nin bu hadisi Atâ'dan bir defa vasıtalı, bir defa da vasıtasız olarak iki kere
rivayet etmiş olması muhtemeldir. İmam Nevevî, "Bu, yân'ı bu babın hadisi ittifakla
zayıftır. Peygamber (s.a.)'in Hz. Ali'ye sargı üzerine meshetmesini emrettiği haberine
benzer." demektedir.

Hadisin muhtevası hakkında malumat edinmek için bir önceki hadisin açıklamasına
f2331

bakılmalıdır.

126. Namazı Kıldıktan Sonra Vakit İçinde Su Bulan Müteyemmimin Durumu



338. ...Ebû Saîd el-Hudrî'den ; demiştir ki;



"İki kişi bir yolculuğa çıktılar. Namaz vakti geldi ama yanlarında su yoktu. Temiz
toprakla teyemmüm edip namazlarını kıldılar. Bilâhere vakit çıkmadan suyu buldular.
Birisi abdestini ve namazım iade etti, öbürü ise iade edemedi. Sonra Resûlullah (s.a.)'e
gelip durumu anlattılar, Resûlullah (s. a.) iade etmeyene:

Sünnete uydun, namazın sahilidir; abdest alıp namazını iade edene de "senin de ecrin

[2341

iki kattır." buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki:

İbn Nâfî'den başkaları bu hadisi, Leys, Amire b, EbîNaciye, Bekr b. Sevâde, Ata b.
Yesâr senediyle Resûlullah (s.a.)dan rivayet etti.

Ebû Dâvûd dedi ki; Bu hadiste, Ebû Saîd el-Hudrî'nin zikredilmesi mahfuz değildir..

12351

Dolay isiyle hadis mürseldir.
Açıklama

Hattabi bu hadis hakkında şunları söylemektedir:

"Bu hadisten anlaşıldığına göre, su ile abdest alan hakkında olduğu gibi, teyemmüm
eden için de namazı vaktin başında kılmak sünnettir. Ancak bu meselede ulema ihtilaf
etmişlerdir. İbn Ömer'in, vakit içerisinde istediği anda teyemmüm eder dediği rivayet
edilmiştir. Atâ, Süfyân, Ebû Hanife ve Ahmed b. Hanbel de aynı şeyi söylemişlerdir.
İmam Mâlik'-in görüşü de buna benzemektedir. Ancak Mâlik, kişi suyun bulunması
umulmayan bir yerde ise, vaktin başında teyemmüm eder ve namazını kılar demiştir.
Zuhrî'nin, "vaktin çıkmasından korktuğu bir zamana kadar teyemmüm edemez" dediği
rivayet edilmiştir.

Aynı şekilde teyemmüm edip namazını kıldıktan sonra, daha vakit çıkmadan suyu
bulan kişinin ne yapması gerektiği de ihtilaflıdır. Atâ, Tâvûs, İbn Sırın, Mekhûl ve
Zührî'ye göre namazını iade etmelidir. Evzâî ise, bunu müstehab görmüş "vâcib"
dememiştir.

Cumhurun görüşüne göre ise, namazı iadeye lüzum yoktur. Bu, ibn Ömer'den de
rivayet edilmiştir. Şafiî, Mâlikî,Hanbelî ve Hanefî mezheplerinin görüşleri de bu
şekildedir.

Hattâbî'nin özet olarak verdiği bu malumat namazı kıldıktan sonra suyu gören kimseye
ait hükümler ile namaz vakti girince hemen teyemmüm edilip namazın kılınıp
kılmmayacağı husundaki ihtilaflara işaret etmektedir. Teyemmümle namaza duran
veya henüz namaza durmadan suyu gören kimsenin ne yapması gerekdiği de aynı
şekilde ihtilaflıdır.

Cumhura göre, namaza durduktan sora suyu bulan kimse namazını kesmez. Ebû
Hanife ve bir rivayetinde Ahmed b. Hanbel teyemmümün bozulduğu görüşündedirler.
Ancak Muğnî'nin ifâdesine göre, Ahmed b. Hanbel cumhurun görüşünden dönmüştür.
Hanefî mezhebinde namaz içinde su bulunsa teyemmüm bozulacağından namaz da
bozulmuş olur, yeniden namazın kılınması icab eder. Müzeni, Sevrî, Evzâî ve İbn
Şureyh'de bu görüştedir.

Teyemmüm edip de henüz namaza durulmadan su bulunacak olursa, ittifakla
teyemmüm bozulur.

Her ne kadar yukarıda Hattâbî'nin sözleri nakledilirken, namazını teyemmüm ile kılıp
vakit çıkmadan suyu gören kimsenin namazını iadeye lüzum olmadığı dört mezhebin



görüşü olarak verilmişse de bu konuda Şâfiiî mezhebinde bazı ayrılıklar vardır.
Bunları İmam Nevevî şu şekiide ifâde etmektedir:

"Teyemmümle kılman namazın iadesi meselesine gelince, bizim mezhebimize
(safilere) göre hastalık, yara ve buna benzer bir sebepten dolayı teyemmüm etmişse,
iade gerekmez. Suyu kullanmaktan âciz olduğu için teyemmüm etmişse -ki, yolculukta
olduğu gibi- suyun olmadığı bir yerde ise yine iade gerekmez. Ama suyun
bulunmaması nâdir olan bir yerde teyemmüm etmişse iadesi gerekir. Sahih olan görüş
12361

budur."

Bazı Hükümler

1. Suyun bulunmadığı yerde teyemmüm yapılabilir.

2. Önemli meselelerin merciine götürülmesi gerekir.

3. İçtihada ehil olan kişi içtihadından mes'ûldür.

4. Teyemmüm eden kimsenin namazını kıldıktan sonra vakit çıkmadan suyu bulması

r2371

halinde namazını iade etmesine gerek yoktur.

339. ...İsmail b. Ubeyd, Atâ b, Yesâr'dan:

"Resûlullah'in ashabından iki zat" (diye başlayarak) önceki hadisi manâ olarak rivayet
r2381

etti.

Açıklama

Musannifin bu rivayeti Sünen'e alması, senetlerdejki bazı farklılıklara işaret etmek
içindir. Bu farklılıklar, hadis metinlerinin başındaki isnat silsilesinde kendisini
f2391

göstermektedir.

[240]

127. Cuma Günü Gusletmek

340. ...Ebû Hureyre (r.a.) şöyle haber vermiştir:

"Ömer b. el-Hattab (r.a.) bir cuma günü hutbe okurken, bir zat (mescide) giriverdi. Hz.
Ömer:

Niçin namaza (vaktinde) gelmiyorsunuz? dedi. Adam:

Ezam duyup abdest aldım (ancak geldim) , dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer şu
karşılığı verdi:

Hem de sadece abdest (öyle mi)? Resûlullah (s.a.)m, "Sizden biri cumaya geldiği

1240

zaman gusletsin" buyurduğunu işitmediniz mi?
Açıklama



Hadis-i Şerifin Buhârî'deki rivayetinde cuma namazına geç kalan sahabînin



muhacirlerden biri, Müslim'deki bir rivayette ise, daha da müşahhas olarak Hz. Osman
olduğu beyân edilmektedir. Buna göre, Ebû Davud'un adını vermediği şahsın. Hz.
Osman olduğu anlaşılmış olmaktadır.

Hz. Ömer, önce Hz. Osman'ın namaza geç kalmasına tariz ederken, Onun gusletmeden
sadece abdest alarak geldiğini duyunca sözü o yöne çevirmiş ve "namaza geç kalmak
suretiyle fazileti kaçırmakla yetinmedin bir de, guslü terkettin öyle mi?" demiştir.
Hz. Osman başka bir rivayetten anladığımıza göre pazara gittiği için gecikmiş, ezanı
işitince, hutbe dinlemenin faziletini, guslün faziletine tercih ettiği için gusletmeden
abdest alarak mescide koşmuştur.

Hattâbî, bu hadisin cuma günü gusletmenin vâcib olmadığına delalet ettiğini söyler.
Çünkü eğer vacip olsaydı, Hz. Ömer, Hz. Osman'a gidip gusletmesini emreder veya
Hz. Osman gusletmeden camiye gelmezdi. Hz. Osman'ın cevâbına karşılık, Hz. Ömer
ve mescitte hazır olan ashâb'ı kiramın susması, cuma günü gusletmenin müstehap
olduğuna delâlet eder. Bütün bu zevatın, vacibin terki üzere içtima etmeleri
düşünülmez.

Fethıı'l-Bârî'de de İmam Şafiî hazretlerinin şöyle dediği nakledilmektedir: "Hz. Osman
gusletmek için namazı terketmediğine ve Hz. Ömer de çıkıp gusletmesi için
emretmediğine göre, onlar gusülle ilgili emrin ihtiyarî olduğunu biliyorlardı."
Hattâbî ve diğer bazı ulemadan, cuma günü gusletmeden namazın cevâzmda icmâ
olduğu nakledilmiştir. Bu guslün hükmü hakkında bazı ihtilaflara rastlanmaktadır. Ebû
Hureyre, Ammâr b. Yâsir ve Mâlik'ten bu guslün vacip olduğu nakledilmiştir. Zahirî
mezhebinin görüşü de bu şekildedir. Hattâbî, Hasan el-Basrî'den de aynısını rivayet
etmiştir.

Selef ve Halef ulemâsının cunhüruna göre bu gusül sünnettir.

Efendimizin cuma için guslü emretmesindeki hikmet, diğer bazı rivayetlerden
anlaşıldığına göre, vücuttaki kirleri, yağlan ve fena kokuları izâle edip cemaate eziyet
vermemektir. Bu sebep göz önüne alınırsa guslün, cuma namazından evvel olması
iktiza eder. Nitekim cumhura göre, gusül cuma namazından evvel yapılmışsa,
efendimizin emrine ittiba edilmiş sayılır. Namazdan sonraki gusül cuma guslü
sayılmaz. Sabah namazından sonra gusletmek de Imam-i Azam ve İmam-ı Şafiî'ye
göre fazileti kazanmaya kâfidir, ancak cuma namazına gidecek zamana yakın olması
efdaldir.

İmam Mâlik, Evzâî ve Leys b. Sa'd ise sabah namazından sonraki guslü kâfi görmeyip
fazileti kazanabilmek için cumaya giderken gusledilmesini şart koşarlar.
Hanefîlerden Hasan b. Ziyâd ve Zahirîlere göre, cuma namazından sonra yapılan gusül
de, fazilet elde etmeye kâfidir. Çünkü bu gusül cuma gününün faziletini izhar içindir.
Mebsût'un beyânına göre İmam Muhammed'in kavli de budur. Hidâye'nin ifadesine
göre Ebû Yûsuf un görüşü, cumhurun görüşüne muvafıktır. Niketim Aişe (r.anha.)
şöyle demektedir: 'İnsanlar İş sahibi idiler yeterli vakitleri de yoktu. İş sonucu
terlemeden ötürü ter kokulan hissedilirdi. Bunun için de onlara cuma günü

f2421

yıkanabilirsiniz. . " denilmiştir.

341. ...Ebû Said el-Hudrî (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s,a.) şöyle
buyurmuştur;

[243]

"Cuma günü gusletmek, baliğ olan herkese vaciptir."



Açıklama



Hadis-i Şerifte "bâliğ olan" diye terceme edilen kelime "ihtilâm olan" mânasına
gelecek şekildedir. Bundan maksat baliğ olandır. İhtilâm olmak bulûğa ermeyi gerekli
kıldığı için, mecazen bulûğa eren yerine "ihtilâm olan" kullanılmıştır. Burada "ihtilâm
olan" kelimesini, hakiki mânâda anlamak mümkün değildir. Çünkü ihtilâm olan
kimsenin cuma olsun olmasın mutlaka yıkanması lâzımdır. Bazıları ise bu kelimeden
muradın erkekler olduğunu söylerler.

Yine hadis-i şerifteki "vâcibtir" kelimesinin mânâsı "sabittir" şeklinde anlaşılmalıdır.
Çünkü bundan evvelki hadisin şerhinden de anlaşılabileceği gibi, cuma günü
gusletmenin vacip olmadığını ifâde eden bir çok rivayet mevcuttur. Meselâ Hz.
Semure'den rivayet edilen bir hadiste, "Bir kimse abdest alırsa ne alâ! Fakat
guslederse, gusül daha efdaldir" buyurulmaktadır.

Hattâbî, bu kelimenin bilinen mânâda vacibin karşılığı olmadığım şu sözleri ile ifâde
eder: Buradaki "vâcib" kelimesinin mânâsı vücub-i ihtiyari ve istihbâbî'dir, vücub-i
farzî değildir. Bir adamın arkadaşına "Senin hakkın bende vâcibtir, ben hakkını
ödeyeceğim" demesi gibidir. Bu, uyulması şart olan lüzum mânâsına değildir. Bu
te'vilin sıhhatine bir önce geçen Hz. Ömer radiyellahü anh hadisi şahittir."
Cuma günü gusletmenin vacip olduğu görüşünde olanların dayandıkları hadislerden
birisi budur. Vâcib olmadığım söyleyenler ise, ya yukarıda ifâde edildiği gibi te'vil
etmişler, ya da vücûbiyetinin mensûh olduğunu söylemişlerdir. Aynî şöyle der:
"Ashabımızdan (Hanefîler) bazıları, zahiri guslün vücübuna delâlet eden hadislerin
"Bir kimse abdest alırsa ne alâ! Guslederse daha efdaldir" hadisi ile neshedildiğini
söylemişlerdir."

İbn Dakîki'l-İyd, İbnu'l-Cevzî ve Şevkânî bu te'villere karşı çıkarak vücûba delâlet
edenierin daha sarih ve daha sağlam olduklarım, bundan daha zayıf olan hadislerle
nesh edilemeyeceğini söylemişlerdir.
Dikkat edilmesi gereken hususlar:

1. Bu hadisten anlaşıldığına göre "Her baliğ (ergin) olan kişiye gusül" gerektiğinden,
hem kadın hem de erkek için bu bir emirdir.

2. Bu Fethii'l-Bârî sahibi ibn Hacer'in görüşüdür, diğer âlimlere göre ise, yalnız

f2441

erkeklere şâmildir.

342. ...Hafsa (r.anhâ) Peygamber (s.a.)in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
"Her ihtilâm (baliğ) olana, cumaya gitmek vâcibtir. Cumaya giden (gitmek isteyen)

£2451

herkese de gusül vaciptir."

Ebû Dâvûd dedi ki: Bir adam cünüblükten dolayı da olsa fecrin doğmasından sonra

[2461

gusül ederse, ona kâfidir.
Açıklama

Bu hadis-i şerifteki harf-i çerler mukaddem ve mahfuz bir habere
mütealliktirler.Bezlu'l-Mechud sahibi bu mahzufu olarak takdir etmiştir. Terceme de



bu takdir göz önünde bulundurularak yapılmıştır.

Hadis-i şerifden mutlak olarak cumanın baliğ olan herkese vacip olduğu
anlaşılmaktadır. Ancak ileride cuma namazı bahsinde de temas edileceği gibi hasta,
misafir, kadın, köle vs. ye cuma namazı farz değildir. 1067. no'-da gelecek olan Târik
b. Şihâb'm rivayet ettiği "Cuma, köle, kadın, çocuk ve hastaların haricinde her
müslümana vâcib bir haktır" mealindeki hadis, üzerinde durduğumuz hadisi
kayıtlamaktadır.

Ebû Davud'un ilâvesinden, cünuplükten dolayı yıkanıldığı takdirde, ayrıca cuma için
tekrar gusletmenin gerekli olmadığını anlıyoruz.

Bundan da cuma günü yapılan guslün cuma namazı için camiye gelecek müslümanları

f2471

kerih kokularla rahatsız etmemek için olduğu anlaşılmaktadır.

343. ...Ebû Hureyre ve Ebû Saîd el-Hudrî (r.anhüma), Resûlullah (s.a.)in şöyle
buyurduğunu haber vermişlerdir:

"Kim cuma günü gusül eder, en güzel elbisesini giyer, yanında varsa (güzel) koku
sürünür, sonra da cumaya gelip insanların omuzlarına basmaz ve Allah'ın kendisine
yazdığı ve takdir ettiği (tahiyyetu'el-mescidi)ni kılar; imam (hutbe için) çıktığı zaman
namazını bitirinceye kadar (konuşmaz) susarsa, (onun bu durumu) bu cuma ile geçmiş

r2481

cuma arasındaki (günah) 1er için keffârettir."

Ebû Seleme, Ebû Hureyre'nin;"iki cuma arasmdakilere" (ilâve olarak) ve üç gün
ziyâdesinin,(günahlarma kefaret olur.) Çünkü haseneler on misli iledir" dediğini
nakletti.

Ebû Dâvûd dedi ki; Muhammed b. Ebî Seleme'nin hadisi (Hammad'm hadisinden)

T2491

daha tamdır, Hammâd, Ebû Hureyre'nin sözünü zikretmemiştir.
Açıklama

Müellif, hadis-i şerifi üç ayrı şeyhten almış ve bunlara senette işaret etmiştir. Bunlar:
Yezîd b. Hâlid, Abdül-Aziz b. Yahya ve Musa b. İsmail'dir. Yezîd'Ie Abdulaziz,
Muhammed b. Seleme'den, Musa b. İsmail de Hammâd'dan Muhammed b. Seleme ile
Hammad da Muhammed b. îshâk'dan rivayet etmişlerdir. Hadisin metni Muhammed b.
Seleme'nin rivayet ettiği metindir.

Bu hadis-i şerifte, Resûhıllah (s. a.) Cuma günü gusül edip en güzel elbiselerini giyen
ve varsa güzel kokular sürünüp mescide gelerek öne geçmek için insanların
omuzlarına basıp eziyet etmeden tahiyyetü'l-mescid veya nafile namaz kılıp, imam
hutbeye çıktıktan sonra namaz bitinceye kadar hiç konuşmadan dinleyen kimsenin bu
hareketlerinin, iki cuma arasındaki günahlarına keffâret olacağını haber vermiştir. Ebû
Hureyre (r.a.) her iyiliğin on katı ile mukabele göreceği esasını dikkate alarak, iki
cuma arasmdakilere ilâve olarak üç günün daha (7 + 3 = 10 gün) günahına keffâret
olacağım söylemiştir.

Hattâbî, keffârete konu olan günahların namazı kılınmakta olan ile önceki cuma
namazının kılındığı vakit arasındaki geçen müddet olduğu kanaatindedir.
Hadisin açıklamasında beyân edilen tahiyyetü'l-mescid ve mutlak nafile veya kaza
namazının zikredilmesi, diğer imamların bir çoğunun bu görüşte olması dolayısıyladır.



Hanefî mezhebine göre ise, bu hadis-i şerif iki şekilde te'vil edilmelidir:

a. "Allahm yazdığı ve takdir ettiği ifâdesini Hanefıler Peygamber (s.a.)in söylediği de
Allah'ın takdir ettiği gibi olacağından vaktin girmesi ile kılınan namazı cumanın ilk
sünnetine hamletmişlerdir. Amel de buna göre olmuştur.

b. Hanefilerden bazılarına göre bu hadis-i şerifin mutlak ifâdesinden ve diğer bazı
hadislerden de istifâde ederek cuma günü öğle vaktinde tahîyyetü'l-mescit için ruhsat

12501

olduğuna cevaz vermişlerdir. Bu, da Ebû Yûsuf un görüşüdür.
Bazı Hükümler

1. Cuma günü gusletmek ve güzel elbise giymek sünnettir.

2. Cuma günü güzel koku sürmek müstehaptır.

3. Ön saflara geçmek için camide cemaat rahatsız edilmemelidir.

4. Mescide giren bir kimsenin orada namaz kılması meşrudur.

5. İmam hutbe okumak için minbere çıktığı zaman, namaz bitinceye kadar

£2511

konuşulmaz.

344. ...Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) Peygamber (s.a.)ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

1252]

"Cuma günü gusül etmek ve dişleri misvaklamak baliğ olan herkese sabittir.
(Baliğ kimse o gün) kendisi için takdir edilen kokudan (da) sürer."
(Râvilerden) Bukeyr, Abdurrahman'ı zikretmemiş, koku hakkında da "kadınların

1253]

kokusundan bile olsa" demiştir.
Açıklama

Hadis-i şerifinin Buhârîdeki rivayeti şeklindedir. Dipnotta işaret edilen Ebû Dâvûd
nüshasmdaki rivayet de aynıdır. Buradaki cümlesi de Müslim'de "bulabildiği takdirde"
demektir. Bu cümle hakkında Kadı Iyâz, "Bu cümle bulabildiğini sürmesi hususunda
te'kid için ya da çok sürmek istediğini anlatmak için söylenmiş olabilir. Birinci mânâ
daha zahirdir" demiştir.

Behlül-mechûd sahibi ise, "Kadı İyaz'm dediği bu iki ihtimal, Müslim'in rivayetine
göredir; Ebû Davud'un rivayetine göre, te'kid olma ihtimali daha yakındır" demiştir.
Ancak bu ifâdeler Kadı iyaz'm söylediklerinden pek farklı değildir.
Bu hadis-i şerifin Buhârî'de yer alan rivâyetindeki "vacib" lâfzının açık ifâdesine
bakarak, cuma günü guslü vacip görenler bu hadisi delilleri araşma almışlardır.
Cumhur ise buradaki "vâcib"in terkedilmesi uygun olmayan müekked sünnete delâlet
ettiğini, gusülden sonra zikredilen misvak kullanma ve koku sürünmenin de bunu
pekiştirdiğini söylemişlerdir. Çünkü misvak kullanmak ve koku sürünmek ittifakla
vacip değildir. Vacib olmayan bir şeyin vacip olanla birlikte tek lâfızla müşterek
olarak kullanılması sahih değildir. O halde cuma günkü gusül de vacip değil, misvak
kullanma ve koku sürünmenin hükmündedir.

İbnü'l-Cevzî: "Özellikle ma'tûfun hükmü sarahaten ifâde edilmediği zaman, vacib
olmayan bir şeyin vacib olan birşey üzerine atfına manî bir durum yoktur" demiş ve



cumhurun bu hadisi,kendi mezheplerine göre te'villerini tenkid etmiştir.

Bu hadis cumaya gitsin veya gitmesin, baliğ olan her müslüman kişiye guslün lâzım

olduğuna delâlet ediyor. Bu babın ilk hadîsinde ise, "Sizden biriniz cumaya gittiği

zaman gusletsin" buyurulmaktadir. Cuma günündeki gusül etmenin herkes için

müstehap, cumaya gitmek isteyenlere de sünnet-i müekkede olduğunu söyleyerek bu

hadisilerin arasını birleştirmek mümkündür. Ancak cumhura göre meşhur olan görüş

guslün cumaya gitmek isteyenlere müstehap olduğu şeklindedir.

Misafir ve kendisine cuma farz olmayanların gusletmelerinin müstehap olup olmadığı

ihtilaflıdır. Cumhura göre bunlar cumaya gitmek isterlerse gusletmeleri müstehabtır.

Hanbelîler, kadınlar için gusletmenin gerekli olmadığım söylemişlerdir.

İmam Şafiî: "Ben suyu bir dinara satın alsam bile hazarda da seferde de cuma günü

guslü terk etmedim" demiştir.

Alkame, Abdullah b. Artır, İbn Cubeyr, Kasım b. Muhammed, Esved ve İyas b.

12541

Muâviye kendisine cuma farz olmayanlara guslü gerekli görmezler.

345. ...Evs b. Evs es-Sekâfî, Resûlullah (s.a.)'i şöyle buyururken işittim demiştir:
"Her kim cuma günü (başını ve vücudunun geri kalan kısmını) yıkar ve gusleder
erkenden yola çıkıp (hutbenin evveline) yetişir (bir şeye) binmeyip yürür, imamın
yakınma oturarak abesle iştigal etmeyip (konuşmadan) hutbeyi dinlerse onun için

'[255]

attığı her adıma bir senelik oruç ve namazının ecri vardır."
Açıklama

İmam Nevevî Muhezzeb Şerhi'nde bu hadisin şeddeli ve şeddesiz olarak şekilleriyle
rivâyet edildiğini, muhakkikler nazarında şeddesiz olarak "ğasele"nin daha tercihe
şayan olduğunu ve mânâsının "başını yıkadı" şeklinde olduğunu, Ebû Davud'un
bundan sonra rivayet ettiği hadis-i şerifinin bu mânâyı kuvvetlendirdiğini söyler.
Araplar hıtmî ve yağ sürerek önce başlarını yıkayıp sonra gusül ettikleri için başı
yıkama gusulden ayrı olarak zikredilmektedir.

"camiye erken gitti, ilk saatte yola çıktı" demektir. İbn En-bârî, nin "sadaka verdi"
mânâsında olduğunu söyler. Buna göre mânâ, "camiye gitmeden Önce sadaka
verirse..." şeklinde olacaktır.

Namaz kılmak, Kur'ân okumak ve zikretmek gibi, erken gelenlerin yaptığını yapar
veya hutbenin evveline yetişirse, demektir.

"konuşmadı" manasmdadır. Çünkü hutbe esnasında konuşma Iağvdır.Hutbe esnasında
konuşmak, cumhura göre haram Şâfıîlere göre tenzihen mekruhtur.
Hadis-i şeriften tavsiye edildiği şekilde camiye gelip hutbeyi dinleyen ve namazını
kılan kimseye bütün senenin gecelerini namaz kılarak, gündüzlerini de oruç tutarak

[2561

geçirmiş gibi sevap verileceği anlaşılmaktadır.
Bazı Hükümler

1. Cuma günü gusledilmelidir.

2. Camiye erkence gitmelidir.



3. Camiye giderken -mümkünse- yürüyerek gitmek daha efdaldir.

4. Hatibe yakın bir yere oturup hutbeyi dinlemeli ve hutbe okunurken

izm J

konuşulmamalıdır.

346. ...Evs es- Sekafî (r.a.) Resûlullah (s.a.)m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Her kim cuma günü başını yıkar ve gusleder..." Daha sonra (ubâde) önceki hadisin

12581

lâfızları ile devam etti.
Açıklama

Bundan önceki hadisin aşağı yukarı aynıdır. Sadece kelimesi şeddesiz olarak ve
mef ulu ile beraber vârid olmuştur. Bu hadis yukarıda da işaret edildiği gibi önceki ha-

J2591

dişteki nin "başını yıkadı" mânâsında kullanıldığına delildir.

347. ...Abdullah b. Artır b. el-As, Resûlullah (s.a.)'uı şöyle buyurduğunu haber
vermiştir:

"Her kim cuma günü gusleder, -varsa- hanımının kokusundan sürünür, en güzel
(temiz) elbisesini giyer, insanların omuzları üzerinden aşmaz ve hutbe esnasında
konuşmazsa (bunlar) iki cuma arasındaki (günahlara) keffâret olur. Konuşan ve
insanların omuzlarına basan kimseye ise (cuma namazı) Öğlen namazı (gibi) olur,

r2601

(Ancak öğlen namazının sevabını alır."
Açıklama

Bu hadis-i Şerif de önceki hadislerde olduğu gibi cuma günü müslümanlarm temiz
olmalarım, insanlara eziyet verecek koku ve davranışlardan sakınmalarım ve hutbe
esnasında konuşmamalarını tavsiye etmektedir.

"Varsa hanımının kokusundan sürünür" cümlesinden maksat, kendilerinin kokusu
olmadığı takdirde hanımların kokularım kullanabileceklerine işarettir. Çünkü kadınlar,
genellikle koku bulundururlar.

"İnsanların omuzları üzerinden aşmak" ise, sonradan gelen bir kimsenin ön saflara
geçebilmek için cemaate ezâ etmesi, onların üzerlerinden geçmesidir. Efendimiz, her
konuda olduğu gibi, burada da sevap kazanmak kasdıyla bile olsa, müslümana eziyet
edilmemesini emretmiştir.

Bu tavsiyelere uymayan kimsenin ise iki cuma arasındaki hatalara keffâret olan
ecirden istafâde edemeyeceği, cumanın sevabını bile alamayıp sadece öğle namazının

£2611

sevabını alabileceği Resûlullah (s. a.) tarafından haber verilmiştir.

348. ...Abdullah b. ez-Zübeyr, (r.anha)nm kendisine şöyle dediğini rivayet eder:
"Peygamber sallellahü aleyhi vesellem (şu) dört şeyden dolayı guslederdi: Cenabet,

r2621

cuma günü, kan aldırmak ve cenaze yıkamak."



Açıklama



Bu hadis-i şerif sünen'in Cenâiz bölümünde 3160 numarada tekrar gelecektir. Müellif
aynı anlamdaki 3162. hadisin akabinde bu hadis-i şerifin mensuh olduğunu
söylemektedir.

Resûlullah (s.aj'in bizzat cenaze yıkamadığını ileri sürerek "Peygamber sallellahü
aleyhi vesellem bu dört şeyden dolayı gusülederdi" ibaresini "gusletmeyi emrederdi"
şeklinde takdir edenler olmuştur.

Hadis-i şerif zikri geçen dört şeyden dolayı gusül etmenin meşru olduğuna delâlet
etmektedir. Cenabetten dolayı yıkanmanın hükmü bellidir. Cuma günü gusletmenin de
hükmü bundan evvelki hadislerin şerhlerinde beyân edilmiştir.

Kan aldırmadan dolayı gusül, cumhura göre müstehap değildir. Bu, burun kanamasına
benzer. Üzerinde durduğumuz hadis ile de istidlal edilemez. Çünkü biraz önce de
işaret edildiği gibi buna "mensühtur" diyenler olduğu gibi, başka yönlerden tenkide
tabi tutanlar da vardır. Buhârî "bu konudaki Aişe hadisi bir şey değildir", İmam
Ahmed ve İbn Medînî: "Bu konuda hiçbir şey sabit değildir" demişlerdir. Bu hadisin
tenkidi daha çok Mus'ab b. Şeybe yönünden olmuştur. Kendisi hakkında "kavi
değildir, hafızası sağlam değildir." denilmektedir. Dârakutnînin rivayet ettiği ve
Peygamber (s.a.)'m kan aldırdığını ve kan alman yerden başka bir tarafını
yıkamadığını bildiren hadis de cumhurun mezhebini takviye etmektedir. Ancak
senedinde Salih b. Mukâtil olduğu için Dârakutnî'nin hadisi de tenkide tâbidir.
Cenaze yıkamaktan dolayı gusülün hükmü de ihtilaflıdır.

Hz. Ali ve Ebû Hureyre (r.anhüma)dan onun vâcib olduğu rivayet edilmiştir, imam
Mâlik, İmam Ahmed ve İmam Şafiî'nin ashabına göre, müstehaptır.
Leys ve Hanefîlere göre, müstehap da değildir. Bunlar, cenaze yıkayanın gusül
edeceğine dâir olan hadislerdeki guslü el yıkamaya hamletmişlerdir. Beyhakî'nin
rivayet ettiği, "Sizin ölüleriniz temiz olarak ölür. Ellerinizi yıkamanız kâfidir."
mealindeki hadis, bu gürüş sahiplerinin delillerindendir.

Her nekadar bazı Hanefî fıkıh kitaplarında sünnet ve müstehap olan gusüller arasında
kan aldırmak ve cenaze yıkamaktan dolayı gusül etmek de sayılmamakta ise de
bazılarında ihtilâftan (bunlardan dolayı gusül etmenin vacib olduğunu söyleyenlerin
ihtilâfından) sakınmak için, kan aldırmak ve cenaze yıkayanın gusül etmesinin

[263]

mendub olduğu beyân edilmektedir, ki ihtiyath olanı da budur.

349. ...Ali b. Havşeb şöyle demiştir:

[2641

sözünün manasını Mekhûl'a sordum. Başım ve bedenini yıkar (demektir) dedi."

350. ...Saîd b. Abdilazîz (Evs hadisindeki) sözü hakkında şöyle demiştir: "Başını ve

[265]

bedenini yıkar."
Açıklama

Müellefîn bu eserleri kitabına almaktaki maksadı 345 numaradaki Evs b. Evs es-



Sekafî hadisindeki cümlesi hakkında) Mekhûl}ve Said b. Abdilaziz'in görüşlerini
nakletmekdir. Ancak bu eserler mezkûr hadisin hemen akabinde verilmiş olsaydı daha
\266~]

uygun olurdu.

351. ...Ebû Hureyre (r.a.) Resûlullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
"Bir kimse cuma günü cünüplükten dolayı yıkandığı gibi yıkanır, sonra da erkenden
(mescide) giderse, bir deve tasadduk etmiş gibi olur. ikinci saatte giden bir sığır,
üçüncü saatte giden boynuzlu bir koç, dördüncü saatte giden bir tavuk, beşinci saatte
giden de bir yumurta tasadduk etmiş sayılır. İmam (minbere) çıktığı zaman melekler

[267]

(minberin yanında) hutbeyi dinlemeye gelirler."
Açıklama

Hadis-i şerifteki kelimesi ile ifâde edilen mânâ hususunda âlimler değişik görüşler
serdetmişlerdir. Muvatta'da fiilinden sonra (ilk saatte) ibaresi ziyâde edilmiş ve
îmâmMâlik bu hadisteki saatleri "güneşin zevalinden sonraki latif anlar" diye tefsir et-
miştir. Şâfiilerden Kadı Hüseyin ve İmamü'l-Haremeyn de aynı görüşü be-
nimsemişlerdir. Ulemânın cumhuruna göre cuma günü müstehap olan günün
evvelinde gitmektir. Ezherî'nin ifâde ettiğine göre, günün başında da, sonunda da
gitmek manasına kullanılabilir.

Râfıîye göre, "saatler"den murat gece ve gündüzün zaman dilimleri olan saatler değil,
dereceleri tertibe koymak ve önce gelenlerin sonra gelenlerden daha çok fazilete nail
olduklarını bildirmektir.

Cumhur hadis-i şerifteki saatleri zaman mânâsına hamletmişlerdir. Ancak bu saatlerin
ne zamandan itibaren başlayacağı hususunda görüş ayrılıkları vardır.
Rûyânî: "İmam Şafiî'nin sözünün zahiri erken gitmenin fecrin doğmasından itibaren
olduğunu gösterir" demiş. Râfiî ve Nevevî de bunu sahih görmüşlerdir. Mâverdî ise bu
saatlerin güneşin doğmasından itibaren başlayacağım çünkü bundan evvelki vaktin
gusül vakti olduğunu söyler.

Hadis-i şerifin diğer hadis kitaplarındaki rivayetleri arasında ufak-tefek bazı
farklılıklar göze çarpmaktadır. Bununla beraber hepsinin ittifak ettiği mânâya göre,
cumaya gelenlerin alacakları sevaplar geliş sırasına göre farklıdır. Melekler, hatip
minbere çıkıncaya kadar bunları zapt ve tesbit ederler. Yukarıda beyân ettiğimiz farklı
görüşlere göre, sabahın erken vaktinde veya hemen zevalden sonra gelenlere bir deve
tasadduk etmiş gibi sevap yazarlar. Daha sonra gelenlere de sırayla, sığır, boynuzlu
koç, tavuk ve yumurta tasadduk etmiş sevabı yazarlar. Hatip minbere çıkınca bu
yazma işini bırakırlar ve okunacak hutbeyi dinlemek üzere minberin yanma gelirler.
Artık bu vakitten sonra gelenler yukarıda adı geçen sevaplardan istifâde edemezler, t
Sadece cuma namazına ait sevaplara nail olurlar. Camiye erken gelenlere verilen
sevapların farklı oluşu gelenlerin namaz kılmak, Kur'ân okumak, teşbih ve zikir gibi

r2681

ibadetleri daha çok yapacakları içindir.



Bazı Hükümler



1. Cuma günü gusletmek teşvik edilmiştir.

2. Camiye gitmek hususunda, erken davranılmalıdır.

3. Mükafatlar amellere göre verilecektir.

12691

4. Cumaya melekler de iştirak ederler.

128. Cuma Günü Guslünü Terketme Ruhsatı

352. ...Aişe (r.anha)dan, demiştir ki;

"İnsanlar, kendi işlerini kendileri yapıyorlar ve o halleriyle (iş elbiseleriyle, terli bir
halde yıkanmadan) cumaya geliyorlardı. (Bundan dolayı) kendilerine, "keşke

r2701

yıkansaydmız" denildi."
Açıklama

Hadis-i şerifin Buhârî ve Müslim'deki rivayetleri birbirlerinden farklılıklar arz
etmektedir.

Hadisten anlaşıldığına göre Asr-ı Saadette genel olarak ashab-ı kiram işlerinde bizzat
çalışır hizmetçi, işçi kullanmazlardı. Bu yüzden tabiatiyle terlerler, üzerlerinde ter
kokusu olduğu halde cumaya gelirler ve bu durum cemaati rahatsız ederdi. Bundan
dolayı kendilerine "keşke yıkansanız" denilmiştir. Bu sözü söyleyen (Buhârî'nin
rivayetinden anlaşıldığına göre) Peygamber (s.a.)'in kendisidir.

Resûlullah (s.a.)in ashaba yıkanmayı emretmeyip de temenni suretiyle tavsiyede
bulunması cuma günü gusletmenin farz olmadığına delâlet etmektedir. Şayet farz
olsaydı, temenni etmez, emrederdi. Guslü emreden hadislerdeki emir siğasmm

[271]

emretmeyen hadislerle tearuza düşmemesi için mendûbiyete hamledilrniştir.
Bazı Hükümler

1. Cumanın vakti, öğlenin vaktidir ki, o da zevalden sonradır. Çünkü ashabın cumaya
gıdısı fiiliyle ifâde edilmiştir. Lûgatçılann ekserisine göre bu kelime, öğleden sonra
gitme mânâsında kullanılır.

2. Cuma günü gusletmenin hikmeti, insanlara ve meleklere eza vermemesi için pis

r2721

kokuların izâlesidir.

353. ...İkrime (r.a.)den rivayet edilmiştir.; "Iraklılardan (bazı) insanlar (Ibn Abbâs'a)
gelip:

Ya Ibn Abb. a, cuma günü gusletmeyi vâcib görür müsün?dediler. İbn Abbas,:
Hayır, fakat o daha çok temizlik ve gusleden için daha hayırlıdır. Gusletmeyen
kimseye de vâcib değildir. Size (cuma günü) gusletmenin nasıl başladığını haber
vereyim:

İnsanlar darlık ve meşakkatte idiler. Yünden (elbiseler) giyerler, bedenen (yük
taşıyarak) çalışırlardı. Mescidleri dar, tavam basıktı, o (tavan) bir gölgelikten ibaretti.
Sıcak bir günde, Resûlullah (sallellahü aleyhi vesellem) mescide geldi. Yün elbiseler



içerisinde insanlar terlemiş, kendilerinden kokular yayılmıştı. Bu kokularla bir
birlerine eziyet ediyorlardı. Resûlullah (sallellahü aleyhi vesellem) bu kokuyu
hissedince:

"Ey insanlar, Bugün (cuma günü) olunca yıkanmız.Her biriniz bulabildiği koku ve
yağların en güzelini sürünsün" buyurdu.

Aradan zaman geçti Şanı yüce Allah, (mallar, elbiseler, hizmetçilerle onlara) bolluk
verdi. Müslümanlar yünden başka elbiseler giydiler, (bizzat bedenen) çalışmaya
ihtiyaçları kalmadı, mescidleri genişletildi. Böylece bir birlerine eziyet veren ter de
r2731

kısmen zail oldi.
Açıklama

Abdullah ibn Abbas'm azatlısı ikrime'nin naklettiği bu konuşma, İbn Abbas Basra'da
vali iken onunla Iraklı bazı kimseler arasında geçmiştir. Irak o zamanlar İran körfezi
ile Musul arasındaki bölgenin adı idi.

Abdullah İbn Abbas'm sözlerinden anladığımıza göre, Müslümanlar ilk günlerinde
fakir oldukları için bizzat kendileri bedenen çalışarak maişetlerini te'min ediyorlardı.
Yünden dokunmuş elbiseden başka giyecekleri de olmadığı için terliyorlar ve bu
kendilerinde hoş olmayan kokular bırakıyordu. Bu halleriyle, mescidin üstünün hurrna
dallan ile örtülü olması, hava almaması, mescidin dar ve tavanının basıklığına izdiham
da eklerince, çıkan ter kokuları gelen cemaati rahatsız ediyordu. Bu yüzden Efendimiz
Cuma günleri yıkanmalarını emretmişti. Ancak müslümanlar bolluk ve refaha kavu-
şunca içlerinde hizmetçiler çalıştırmaya başlamışlar, yünün dışında daha hafif elbiseler
giyme imkânına kavuşmuşlar, böylece eskiden olduğu gibi, başkalarını rahatsız
edecek biçimde terlemez olmuşlardır. Böylelikle cuma günleri gusletme zorunlulukları
da ortadan kalkmıştı.

Hanefi âlimlerinden Tahavî Şerhu Meânil-Âsâr adındaki eserinde bu hadisi rivayet
ettikten sonra şunları söylemektedir:

"Resûlullah (s.a.)'m guslü emrettiğini haber veren İbn Abbâs bunun vücûb için
olmadığını söylemektedir. Bu emir, bir illete mebnidir. Bu illet ortadan kalkınca
guslün vücûbu da ortadan kalkmış demektir. Bunları söyleyen İbn Abbas, ayin

r2741

zamanda cuma günü guslü emreden hadisleri rivayet edenlerden biridir."
Bazı Hükümler

1. Mescid veya bir toplantıya gidecek olan kişi üzerideki kerih kokuları izale
etmelidir.

1275]

2. Cuma günü gusletmek teşvik edilmektedir.

354. ...Semure b. Cündüb (r.a.)den demiştir ki; Resûlullah (s.a.)şöyle buyurdu.
"Kim cuma günü abdest alırsa gerekeni yapmıştır ve güzeldir. Ama kim guslederse o

£2261

daha faziletlidir."



Açıklama



Bu hadis-i şerif biraz değişik lâfızlarla Ashâb-ı kirâmdan Enes, Ebû Saidel-Hudrî,ve
Ebû Hureyre,Câbir, Abdurrahrnan b.Semure veîbn Abbâs tarafından da rivayet
edilmiştir.

Hattâbinin de dediği gibi hadis-i şerif bu konuda gayet açıktır. Cuma namazı için
abdest kâfidir. Gusül farz değildir, fakat gusleden için fazilet vardır. Tirmizî de şöyle
demiştir; "Bu hadis delâlet etmektedir ki cuma günü gusletmekte fazilet vardır, vacip
r2771

değildir."

129. Yeni Müslüman Olan Kimseye Gusletmesi Emrolunur

r2781

355. ...Kays b. Asim (r.a.)'den, şöyle demiştir:

"Müslüman olmak gayesiyle ResuluIIah (s.a.)'a geldim, Sidr karışmış su ile

r2791

gusletmemi emretti."
Açıklama

Hadis-i şerif, müslüman olmak isteyen bu zâta Efendimizin Sidr karıştırılmış su ile
yıkanmasını emrettiğini haber vermektedir.

Sidnkelimesinin çoğuludur. Trabzon hurmasına benzer bir ağacın adıdır. Yaprakları
kurutularak dövülür ve sabun yerine kullanılırdı.

Yeni müslüman olan kimsenin gusletmesinin vücûbuna kail olanlar bu hadis ile
istidlal etmişlerdir. Ebû Hureyre (r.a.)den rivayet edilen ve Sumâme müslüman olduğu
zaman, Efendimizin ona gusletmesini emrettiği hadis de aynı mevzudadır. İmam
Ahmed ve Ebû Sevr'in mezhebi budur. Bunlar, "Müşrikin, küfr halinde cima veya
ihtilâmdan hali olmayacağını İslama girmeden önce gusletmiş bile olsalar, farz-ı
ikâmeye kâfi gelmeyeceğini" söylemişlerdir.

Şâfîî ve Mâlikîlere göre, İslama girmeden önce cünup olan kimsenin küfür halinde
gusletse de etmese de müslüman olunca yıkanması farz, cünup olmayan kimsenin
yıkanması ise, müstehaptır. Bunlar Efendimizin, her İslama girene guslü
emretmeyiyim delil kabul etmişler ve eğer yeni müslüman olan herkesin gusletmesi
vacip olsaydı, Peygamber (s. a.) herkese emrederdi, halbuki böyle yapmamıştır. Bu,
emrin bazen istihbâba delâlet ettiğine, guslün vücöbunu gösteren emirlerin de cünub
olana gusletmenin vacib olduğuna karinedir demişlerdir.

Hanefilere göre ise küfür halinde cünup olup da gusleden kişiye müslüman olduktan
sonra tekrar yıkanmak farz değildir. Çünkü su temizleyicidir ve gusl için niyet şart
değildir. Ancak bu halde yıkanmak müstehaptır. Müslüman olmadan önce cünup olup
da, gusletmemişse İslama girdikten sonra gusletmesi farz olur.

İslama girmeden önce abdest alıp da abdesti bozmadan müslüman olan bir kimsenin o
abdestle namaz kılıp kılamayacağı meselesi de ihtilaflıdır.

Şafiî, Mâliki ve Hanbelîlere göre,bu durumda olan bir kimse namaz kılamaz, abdestini
yenilemesi gerekir, Teyemmüm için de hüküm aynıdır.



Hanefîler, teyemmüm niyete muhtaç olduğu için teyemmüm konusunda diğer
mezheplerle aynı fikirde oldukları halde abdest hususunda farklı görüştedirler. Hanefî
mezhebine göre cenabetten daha önce yıkanmış ise, şirk hâlinde abdest alan kimse, bu
abdest ile müslüman olduktan sonra namaz kılabilir. Çünkü abdest için niyet şart
değildir. Dolayısıyle abdestin iadesine ihtiyaç yoktur. Eski abdestin kullanılması daha
[2801

faziletlidir.
Bazı Hükümler

1. İslama yeni giren kimsenin gusletmesi gerekir.

2. Sabun gibi, suyun temizleyicilik özelliğim artıran maddelerin suya katılması

£2811

caizdir.

T2821

356. ...Useym b. Kuleyb babası tarikiyle.dedesinden rivayet etmiştir ki:

"O (Kuleyb el-Cuhenî) Peygamber (s.a.)e gelip:

Ben müslüman oldum, demiş, Resulûllah (s.a.) de 'ona:

"Kendinden küfür kıllarını al, buyurmuştur."

(Kavilerden biri Resûlullah (s.a.)'m sözünü) "traş ol" diye açıklamıştır.
(Useym'in babası Kesîr) şöyle dedi:

"Bir başkası bana haber verdi ki; Peygamber (s.a.) kendisi (Haberi veren veya
Resûlullah) ile beraber olan diğer birine:

r2831

"Kendinden küfür kıllarını at ve sünnet ol, buyurdu."
Açıklama

Resûlullah (s.a.)m yeni müslüman olan bu zata "kendinden küfür kıllarını at"
buyurması umûma şâmil değildir. Yani İslama yeni giren herkesin traş olması şart
değildir. Burada; "kıl'm küfre izafe edilemesi, bazı kâfirlerin, alemeti farikası olarak
uzattıkları saçlarının kesilmesi gereğine işarettir. Çünkü bazı bölgelerdeki gayr-i
müslimler başlarını değişik bir biçimde traş ederlerdi. Ve kendilerine has bir alâmet
olarak başlarının bir yerindeki saçları uzatırlardı. Meselâ, Mısır ve Hindistan'da durum
böyle idi. İşte Resûlullah (s.a.)'m kesilmesini emrettiği kıllar bu tipteki saçlardır.
Aynî bu mevzuda şunları söyler: "Peygamber (sallellahu aleyhi ve sellem)in tıraş
olmayı emretmesi, temizlikten mübalağa ve kâfirken büyüyen kıllarım izâle içindir.
Sünnet olmayı emretmesi ise, gayet açıktır. Eğer kâfir müslüman olur ve sünnet
olmanın vereceği eleme katlanamayacak durumda olursa, olduğu hal üzere terk edilir."
Aynî'nin, sünnet hususunda söylediği günümüzde problem değildir. Zira uyuşturucu
iğnelerle hiç bir acı duymadan sünnet olmak mümkündür. Dolayısıyle İslama yeni
girenlerin sünnet olmamasını meşru kılacak bir özür kalmamıştır.
Bu mevzudaki görüş farkları 54. hadis-i şerifin şerhinde verilmiştir. Ayrıca, hanefî
fukahası bu konuda şunları da ilâve etmiştir:

Bülûg çağından sonra müslüman olan kişinin mümkünse, kendi kendini sünnet etmesi
veya eşi tarafından (sünnet) edilmesi daha uygundur.



Hz.İbrahim'in, 80 yaşında iken kendi kendisini sünnet ettiği sahih hadislerde
bildirilmiştir. Bütün buna rağmen mümkün olmadığı takdirde "sünnetin ikâmesi için
haram irtikab edilmez" kaidesinden hareketle sünnet olma işini terk eder diyenler,
olmuş ise de bu görüş muteber sayılmamaktadır. Zira sünnet olma hüküm bakımından
her ne kadar sünnet ise de İslâmm şiarı olması açısından lüzumlu görülmüş ve doktor
tarafından sünnet edilmesi gereği üzerine durulmuş, fetva da buna göre verilmiştir.
Peygamber Efendimiz, küfür halinden kalma kılların kesilmesini İslâmm şiar olan
sünneti emrettiğine göre, küfür halinden kalma kirlerin izâlesi öncelikle emredilmiş
olmaktadır. Netice itibariyle hadis-i şerifte, müslüman olan kimsenin üzerindeki İslam

r2841

adabına uymayan kılları kesmesi ve sünnet olması istenmektedir.
130. Kadın, Hayızken Giydiği Elbisesini Yıkar

357. ...Muâze (bint Abdullah el-Adevî) şöyle demiştir:

"Aişe (r.anhâ)'ye elbisesine kan bulaşan hayızlı kadının ne yapacağını sordum.
Onu yıkasın eğer kanın eseri gitmezse, onu (n rengini) sarı bir şeyle değiştirsin.
Muhakkak ben Resûlullah (s.a.)'m yanında (peşi peşine) uç hayızı (birden) olur,

12851

elbisemi yıkamazdım (elbiseme kan bulaştırmadım.)"
Açıklama

Bu hadis-i şerif mevkuftur fakat merfû hükmündedir. Çünkü Aişe (r.anhâ)'nm hayız
halinde giydiği elbisesini yıkamaması Resûlullah devrinde olmuş ve Peygamberimiz
buna müdâhale etmemiştir. Hz. Aişe kendisine bunu soran kadına elbisesinde kan izi
varsa onu yıkamasını, kanın rengi çıkmıyorsa üzerine rengini değiştirecek başka bir

r2861

şey sürmesini tavsiye etmiştir.
Bazı Hükümler

1. Kadınların özel hallerinde titiz ve dikkat gerekir.

2. Kadınlar, mahrem yerlerinden çıkan her hangi bir şeyin izâlesi mümkün olmadığı
takdirde rengini değiştirerek kullanabilirler.

3. Kadınların, utancakları herhangi bir şeyi yok edici tedbire baş vurmaları

[2871

mümkündür.

358. ...Aişe (r.anhâ) şöyle demiştir;

"Bizden (Resulüllah'm hanımlarından) birinin sadece bir elbisesi vardı. O elbisesi
üzerinde iken de hayız olurdu. Eğer elbisece kan bulaşırsa, onu tükürüğü ile ıslatır,
r2881

sonra ovalardı."



Açıklama



Hz. Aişe'nin elbisedeki kanı tukruğu ile ovaladıktan sonra su ile yıkaması fakat ravinin
bunu zikretmemesi mümkün olduğu gibi, kanın yıkamaya lüzum hissettirmeyecek
derecede az olması da muhtemeldir. Çünkü her ne kadar Menlıel müellifi "Hanefîler
elbisedeki necasetin suyun dışındaki sirke ve tukrük gibi maddelerle izâlesine bu
hadisle istidlal etmişlerdir" demekte ise de, tükrükle necaset izâle edilemez. Ancak
burada şu söylenebilir, bu necaset namaza manî olacak miktarda değildir. Tükürükle
izâlesi ise, eserin gözlerden uzak tutulmasını sağlamaktı. Hanefîlere göre bazı
şartlarla, sudan başka da bazı mayiler ile necaset izâle edilebilir. Zaten hadis de,
necasetin suyun dışındaki bazı maddelerle de izale edileceğine delâlet etmektedir.
r2891

359. ...Bekkâr b. Yahya, ninesinin şöyle dediğini haber verdi:

"(Bir gün) Ümmü Seleme'nin yanma gitmiştim ki, Kureyş'ten bir kadın, (kadının)
hayızlı iken giydiği elbisede namazı (n hükmünü) sordu. Um mu Seleme şu cevabı
verdi:

Resülullah (s. a.) zamanında biz hayz olur, hayz günlerinde bir elbise giyer,
temizlenince hayızlı iken giydiğimiz bu elbiseye bakardık: Eğer ona kan bulaşmışsa,
yıkar ve o elbise içinde namazı kılardık. Ona bir şey bulaşmamışsa (yıkamaya gerek
duymaz), onunla namaz kılardık.

Saçı taralı olana gelince, bizden (Resûlullah'm hanımlarından) birinin saçları taralı
(saçları taranacak kadar uzun) ise; guslettiğinde saçlarını çözmez, başı üzerine üç avuç
su döker, saçlarının dibine ıslaklık nüfuz ettiği zaman onu ovalar sonra da (suyu)

r2901

bedeninin geri kalan kısmına dökerdi.
Açıklama

Hadis-i şerif eğer kan bulaştmlmamışsa hayız halinde ikengiyilen elbiseyi yıkamadan
giyip onunla namaz kılmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir. Zira pis olan giyilen
elbise değil, o haldeki kandır. Kan olmayınca da elbise temizdir. Ümmü Seleme
cevâbında, saçı sık olduğu için saçını tarakla tarayan kadının guslederken saçlarını ve
örgülerini çözmesine lüzum olmadığını da söylemiştir. Hadisteki ifâdede saçın sık
oluşundan bahesedilmemekte ise de, kadının saçlarını tarayıcı olmasından maksat
onların sık olduğunu ifâde etmektir. Mecazen buna "mümteşita" denmiştir. Burada
ifâde edilmek istenen husus, hayızdan kurtulan kadının yıkanırken örgülerini çözmesi
gerekmediğidir.

Kadının âdet halinde giydiği elbiseye kan bulaşmaması halinde o elbise ile namaz

[291]

kılabilir.Bulaşmışsa, yıkadıktan sonra kılabilir.

T2921

360. ...Esma bint Ebî Bekr (r.anhümâ)'dan, demiştir ki;

"Bir kadının Resülullah (s.a.)'a "Bizden (kadınlardan) biri temizlendiği zaman (hayızh
iken giydiği) elbisesini ne yapsın, onunla namaz kılsın mı?" diye sorduğunu işittim
(Resûlüllâh sallellahü aleyhi vesellem) şöyle cevap verdi:

"Baksın, eğer onda kan görürse, biraz su ile ovalasın (bu suda veya elbisede kan izi)



f2931 f2941
görmeyinceye kadar yıkasın ve namazını kılsın."



Açıklama

Son cümlenin mânâsı dipnottaki şekilde olduğu takdirde, bu yıkama,,
kokuların, vesvesenin giderilmesi ve temizlik içindir. Necasetten temizlenmesinde
(sirke, elma suyu vs. gibi) sudan başka maddeleri caiz görmeyenler bu hadis-i şerifi
görüşlerine destek saymaktadırlar. Ancak su haricindeki bazı mayilerle de
temizlenmeyi caiz gören Hanefîler "bu hadisteki suyun zikri tahsis için değil,
temizlenme daha çok su ile olduğu için Efendimiz su ile ovalamayı emretmiştir"
12951

derler.

Bazı Hükümler

1. Soru sorulan kişi bildiği şekliyle cevap vermekten kaçınmamalıdır.

2. Kan ittifakla necistir, temizlenmelidir.

12961

3. Namaz kılabilmek için elbisedeki necasetin izâlesi şarttır.

361. ...Esma bint Ebî Bekr (r.ahhâ)dan, demiştir ki; "Bir kadını Resûlullah (s.a.)'a
şöyle sorarken duydum:

Ya Resûlullah, bizden birinin elbisesine hayız kanı bulaşırsa, ne yapsın? Nebi (s. a.) şu
cevabı verdi:

" Sizden birinize hayz kanı bulaşırsa onu (pamukla) ovalasın sonra su ile yıkasın ve
r2971

namazım kılsın."
Açıklama

Aynî' Buhârî Şerni'nde İbn Battâl'm "Esma hadisi, ulemâ katında necasetin yıkanması
hususunda esastır" dediğini naklettikten sonra şunları söyler: "Bu hadis ulemâ indinde
çok olan kana hamledilir. Çünkü Cenâb-ı Allah kanın necaseti konusunda mesfuh
olmayı şart koşmuştur. O da akıcı olan çok kandan kinayedir. Fakihler çok olanın mik-
tarım tayinde ihtilâf etmişlerdir. Küfeliler (Hanefîler) kanda ve diğer necasette az ile
çoğun arasını ayıklamakta bir dirhem den daha aza itibar etmişlerdir..."
İmam Mâlik'e göre kanın azı affedilir, fakat diğer necasetlerin azı da, çoğu da
yıkanmalıdır.

Şâfıîlere göre kanın azı affedilmiştir. Yalnız köpek ve domuz kanının azıda, afdan
müstesnadır. Pire kanı, bazı şartlarla çok da olsa mâfuvdür. Diğer necasetlerde gözle

r2981

görülebilen pislik necistir.

362. ...Hammâd b. Seleme, Hişâmb. Urve'den önceki hadisi mânâ bakımından (aynen)
rivayet etti: (Müsedded ve Musa b. İsmail rivayetlerinde) şöyle dediler: "Resûlullah
(s.a.):



T2991

"Onu (kanı) kazı, sonra su ile ovala, sonra da yıka','buyurdu.



DOOl

363. ...Ümmu Kays bint Mihsan ( ) şöyle demiştir:

"Resûlullah (sallellahü aleyhi vesellem)'e elbisede olan hayz kanım(n hükmünü)
sordum.

1301]

"Onu bir çubuk (çöp) ile kazı, su ve sidr ile yıka','buyurdu.
Açıklama

Tercemeye çubuk (çöp) diye aktardığımız kelimesi aslında kaburga kemiğinin
Arapçası olduğu halde, ona benzeyen eğri çubuk için de ad olmuştur îbn Dakiki'l-iyd,
Nesâî'den Ibn Hay-ve tarafından yapılan rivayette bu kelimeyi "taş" şeklinde
bulduğunu söylemiş fakat Irakî bunu tenkid etmiştir.

Kanın yıkanmadan ince bir çubuk parçasıyla kazınması, yıkanmayı kolaylaştırmak,
suya sidr karıştırılması ise, temizlikte mübalağa bakımından suyun temizleyecilik
özelliğini artırmak içindir. Bugünkü deterjanlar sidrin görevini fazlasıyla yapmaktadır.
Tabii bu ameliyeler, uyulması şart olmayıp kolaylık bakımından yapılmış
D021

tavsiyelerdir.
Bazı Hükümler

1. Elbisedeki hayz kanını yıkamadan önce sert bir cisimle kazımak, daha çok
temizlenmeye vesiledir.

2. Necasetin yıkanacağı suya, suyun temizleme gücünün artması gayesiyle uygun

r3031

maddelerin karıştırılması meşrudur.

364. ...Aişe (r.anhâ)dan, demiştir ki;

"Bizim (Rasûlullah'm zevcelerinden) birimizin bir tek gömleği olurdu. O gömlek
üzerinde iken hayız olur, o üzerinde iken cünüp olurdu. Sonra onda bir kan damlası

[3041

görür ve onu tükrüğü ile ovalardı."
Açıklama

Hz.Aişenin naber verdiği hanımın kendisi olması muhtemeldir. Bu hadis her ne kadar
mevkuf ise de Resûlullah'm huzurunda olduğu ve Efendimiz reddetmediği için merfû'
hükmündedir.

Hz. Aişe bu haberi verirken, hayız veya cenabet halinde giyilen bir elbisenin pis
olmadığını, şayet elbisede az bir kan lekesi olursa, bunun namaza manî olmadığını

r3051

söylemek istemesinden dolayı zikretmiştir.



365. ...Ebû Hureyre (r.a.)den rivayet edilmiştir; "Havle bint Yesâr, Resûlullah (s.a.)'a
gelip:

Ya Resûlullah! Benim sadece bir tane elbisem var, ben o (elbisem) üzerimde iken
hayız oluyorum, ne.yapayım? dedi.
Nebî(s.a.) şu cevabı verdi:

Temizlendiğin zaman onu yıka ve onda (onu giyerek) namazını kıl."
Havle dedi ki:

Kan çıkmazsa (ne yapayım)? Nebî (s.a.);

r3061

'"Kam yıkamak sana yeter, izi zarar vermez" buyurdular.
Açıklama

Bu hadis-i şerif de Efendimiz, hayız olunan elbisenin yıkanmasını emretmişlerdir.
Bunu kanın çok oluşuna hamledersek önceki hadislerle olan ihtilâf halledilmiş olur.
Ayrıca buradan anlıyoruz ki, temizce yıkandıktan sonra necaset eserinin kalması, o
elbisenin temiz olmasına manî değildir. Bu şekildeki necasetler, temizlendiğine kanaat
gelinceye kadar yıkanır, Hanefîlere göre üç defa yıkanıp sıkıldığında temizlenmiş
D071

sayılır.

131. Hanımıyla Cinsi Temasta Bulunurken Giydiği Elbise İle Namaz Kılmanın
Hükmü

366. ...Muâviye b. Ebî Süfyân'dan rivayet edilmiştir;

"O, Peygamberimizin hanımı olan, kızkardeşi Ummu Habîbe'ye:

Resûlullah (s.a.) cima ederken üzerinde bulunan elbisesi ile namaz kılar mıydı? diye

sordu. Ummu Habîbe (Radıyellahü anhâ):

T3081

Evet, O elbisede pislik görmediğinde (kılardı) dedi."
Açıklama

Meninin pis olduğuna hükmedenlerin dayandıkları hadislerden birisi budur. Çünkü
cinsi temastan sonra elbiseye bulaşabilecek pislik nıezi veya menidir. Efendimiz,
elbisede pislik görmediğinde o elbise ile namaz kıldığına göre, meni veya mezi
gördüğü zaman yıkattığı anlaşılmaktadır.

Bu, Efendimizden çıkan şeylerin temiz oluşuna muhalif değildir. Çünkü hükümlerde
ümmetin durumu göz önünde bulundurulur.

Yine bu hadis-i şeriften şüphe ile amelin vacip olmadığı anlaşılmaktadır. Zira cima
esnasında giyilmiş olan elbisede meni veya mezi eserinin bulunacağı muhtemeldir.
Buna rağmen Efendimiz necasetin olduğunu yakinen bilmedikçe şüpheye binâen amel

r3091

etmeyerek şüphe ile değil, kesin bilgi ile amelin vacip olduğuna işaret etmiştir.



Bazı Hükümler



1. Cinsi temas esnasında giyilen elbiseye meni veya mezi bulaşmamışsa yıkanmadan o
elbise ile namaz kı-hnabilir. Çünkü meni ve mezinin her ikisi de necistir. (İmam
Şafiî'ye göre meni tâhirdir.)

2. Elbiseye meni bulaşmışsa yıkanması gerekir.

3. Bir şeyin aksi ortaya çıkmadıkça aslı üzere hükümedilir.

mm

4. Şüphe ile değil kesin bilgi ile amel vaciptir.

132. Kadınların İç Çamaşırları İle Namaz Kılmak

kelimesi Arapçada kelimesinin çoğuludur. Aslında insanın vücuduna temas eden iç
çamaşırı demektir. Ancak burada uyku esnasında örtülen örtü mânâsında olması da

[3İİ]

muhtemeldin. Fakat terceme, kelimenin asıl manasına göre yapılmıştır.
367. ... Aişe (r.a.)'dan demiştir ki

Rasûlullah (salallallahü aleyhi vesellem) bizim çamaşır larımiz da veya

[3121

çarşaflarımızda namaz kılmazdı.

Ubeydullah: "Babam (çamaşır mı, yoksa çarşaf mı olduğunu) şüphe etti" demiştir.
[313]



Açıklama

Hadis-i şerif hayız kanı gibi necaset bulunması ihtilmali olan kadın elbiselerinden
sakınmanın matlup olduğuna işaret etmektedir. Her ne kadar vacip olan, zanna göre
değil de, kesin bilgiye göre hükmetmek ise de ihtiyatlı davranmak dinimizin teşvik
ettiği hususlardandır. Ancak bu farz değil menduptur. Nitekim bir sonraki babta
gelecek olan hadis-i şeriflerden, kadınların iç elbiselerinde namaz kılmanın caiz

I3İ4J

olduğu anlaşılmaktadır.

368. ...Aişe (r.anhâ)'nm şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Peygamber (s. a.) bizim elbiselerimizde (veya çarşaflarımızda) namaz kılmazdı."
Hammâd;Said b. Ebi Sadaka 'nın şöyle dediğini duydum demiştir:
Bu hadis-i şerifi Muhammed b. Sırın 'e sordum, rivayet etmedi ve "Ben onu eskiden
beri duydum. Fakat kimden duyduğumu bilmiyorum. Güvenilir birinden mi, yoksa

1315]

başkasından mı duyduğumu hatırlayamıyorum. Onu (başkasına) sorunuz" dedi.
Açıklama

Hadis-i Şerifin Hz. Aişe'ye nisbet edilen bölümü bir evvelki hadisle aynıdır.
Müellifin Hampvîd'm sözünü kaydetmekten maksadı, hadisin münkatı' olduğuna işaret
etmektir. Çünkü hadisin senet zincirine göre Hammâd Hişâm'dan, Hişâm da İbn Şîrîn



vasıtasıyla Hz. Aişe'den rivayet etmiş görünmektedir. Said b. Ebî Sadaka, bu hadisi
İbn Sîrîn'e sorduğunda kesin bir cevap da almamış, ne red etmiş ne de olumlu karşılık

I3JL61

vermiştir. Bu, hadis-i şerifte bir inkıta olma ihtimalini ortaya koymaktadır.
133. Kadınların İç Çamaşırları İle Namaz Kılma Ruhsatı

369. ...Meymûne (r.anha)dan;

"Resûlullah (s.a.)'m bir bölümü kendi üzerinde, diğer bölümü hayız hâlindeki bir

[3171

hanımının üstünde olan bir elbise ile namaz kıldığı" rivayet edilmiştir.
Açıklama

Hadis-i Şerifin konu ile alâkası şudur: Peygamber (s. a.) kendi üzerindeki elbisenin
yarışımda hayız halindeki hanımının üzerine örttüğü halde namaz kıldığını ifâde
etmektedir. Efendimiz bu şekilde namaz kılarken yanında olan zevcesi, Meymûne
olabileceği gibi aşağıdaki hadisten anlaşılacağı üzere Hz. Aişe de olabilir. Ancak
Buharî'nin rivayetinden Meymûne olduğu anlaşılmaktadır.

Hadiste geçen kelimesinin mânâsı yün, keten veya başka bir şeyden yapılan, hem
erkeklerin, hem de kadınların göbekten aşağıya ve yukarıya giyebüdekleri bir elbise
[3181

çeşididir.

Bazı Hükümler

1. Üzerinde kan görülmedikçe hayızlı olan kadının elbisesi temizdir.

2. Bir kimsenin hayız olan hanımının yakınında namaz kılması caizdir.

3. Bir kısmı namaz kılanın, diğer bir kısmı da hayız halindeki hanımının üstünde olan

[3191

elbisede namaz kılmak caizdir.

370. ...Aişe (r.a.)dan; demiştir ki;

"BenResûlullah (s.a.)'m yakınında, hayızlı bulunduğumda, üzerimdeki elbisenin bir

r3201

kısmı Resûlullah'm üzerine (sarkmış) bir vaziyetteyken geceleyin namaz kılardı."
Açıklama

Yukandaki hadisle aynı gibi görülen bu hadis farklı bir manaya gelmektedir. Şöyle ki;
birinci hadis-i şerif Peygamber (s.a.)'m elbisesinin hayızlı hanımının üzerine sarktığını
anlatırken hayızlı kadının pis olmadığını, onun üzerine sarkan elbisenin pis
olmayacağına işaret etmektedir. Halbuki bu hadis-i şerif, Hz. Aişe validemizin
üzerindeki elbisenin Resûlullah (s.a.)'e örttüğünü, dolayısıyla hayızlı kadının

[321]

elbisesinin pis olmadığı gibi başkasını da kirletemediğini ortaya koymaktadır.



134. Elbiseye Bulaşan Meninin Hükmü



T3221

371. ...Hemmam b. Haris ten rivayet edilmiştir:

"(Bir gün) Hemmâm Hz. Aişe'nin yanında (misafir) iken ihtilâm olmuştu.Elbisesini
D231

veya elbisesindeki. cenabet eserini (meniyi) yıkarken Hz. Aişe'nin cariyesi onu
gördü ve Hz. Aişe'ye haber verdi. Bunun üzerine Aişe (r.anha) şöyle dedi:

L324J

(Şu anda) Resûlullah (s.a.)'m elbisesinden onu ovaladığımı görür (gibiyim).

13251

Ebû Dâvâd: "Bunu, Hakem rivayet ettiği gibi, A 'meş de rivayet etmiştir" dedi.
Açıklama

Bu hadis-i şerif, kurumuş olan meninin ovalamakla temizleneceği görüşünde olanların
del iHeırindendir. Konu ulema arasında ihtilaflıdır.

Şafiî, Dâvûd, İbn Munzir, Said b. el-Müseyyeb, Atâ İshak ve Ebû Sevr'e göre meni

temizdir. İmam Ahmed'in iki rivayetinden esah olanı da bu şekildedir. Ancak Şafiî

mezhebinin muteber kitaplarından Muğnî'l-muhtâc'ta "Bir kimse küçük abdestten

sonra tenasül uzvunu yıkamazsa ondan çıkan meni pistir" denilmektedir.

Bu görüşte olanların delili, meninin ovalanmakla izâle edilebildiğini, gösteren

rivayettir. Pis olsaydı ovalamakla temizlenmezdi, demektedirler.

Hanefî Mezhebine göre meni pistir. Yaşı ancak yıkamakla, kurusu ise, ovalamak

suretiyle de temizlenebilir. Ancak küçük abdestinden sonra su ile temizlenmiş olması

şarttır. Aksi halde ovalamakla da temizlenmez. Zira uzuv üzerinde kurumuş olan idrar

ıslak meni ile yayıldığından temizlenmez.

Üzerinde durduğumuz, Hz. Aişe'nin rivayeti, bu görüşün delilerinden-dir. Meninin
ovalamakla izâle edilmesi, Onun temiz olmasını gerektirmez. Nitekim, ayakkabıya,
bulaşan ve cüssesi olan pislik yere veya toprağa sürtmek suretiyle temizlenebilir,
yıkamaya ihtiyaç göstermez. Su ile yıkanmadan silmek, tehavvül, kuruma vs. gibi
daha birçok temizleme yollan vardır. İbn Abbâs'tan nakledilen ve meniyi bir burun
akıntısına benzeten rivayeti ise, İshâk el-Ezrak'm Şureyk tarikiyle yaptığından başka
ref eden olmamıştır. Gerçekte bu rivayet Beyhakî'nin dediği gibi mevkuftur, hüccet
olmaz.

Dârekutnî'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiği, "Ben Resûlullah (s.a.)'nı elbisesindeki
meniyi kuru ise ovalar, yaş ise yıkardım" şeklindeki hadis de açıkça bu görüşü takviye
[3261

etmektedir.
Bazı Hükümler

1. Meni pistir

T3271

2. Elbiseye bulaşan meni kuru ise ovalayarak, temizlenebilir; yaşı ise yıkanır.



372. ...Aişe (r.anha) şöyle demiştir:

"Ben Resûlullah (s.a.)'m elbisesinden meniyi ovalardım. Resûlullah da o elbisede
D281

namaz kılardı."
Ebû Dâvûd dedi ki:

[3291

Hammâd'a bu rivayetinde Muğîre, Ebû Ma'şer ve Vâsıl muvafakat ettiler.

373. ...Süleyman b. Yesâr Aişe (r.anhâ)'yı şöyle söylerken dinlemiştir:

"Ben Resûlullah (s.a.)'ın elbisesinden meniyi yıkardım daha sonra elbisedeki

moı

temizleme izlerini görürdüm."
Açıklama

Bu hadis-i şerif, meninin pis olduğu görüşünü kabul edenlerin delil gösterdikleri
hadislerden biridir. Çünkü Hz. Aişe Efendimizin elbisesindeki meniyi kendi kendine
değil, Resûlullah aleyhisselâmm emri ile yıkamıştır. Eğer meni pis olmasaydı
Efendimiz onu yıkamayı emretmez, Hz. Aişe de yıkamazdı. Aişe validemizin meniyi
ovaladığını gösteren hadisler ise, İmam-ı Azam'm kavline göre, meninin kuru oluşuna
hamledilir.

Meninin temiz olduğunu söyleyenler ise, buradaki yıkama işinin, istihbabâ delâlet
ettiğini söylerler. Meninin temiz olup olmadığı hususunda ulemânın görüşleri 371.

£3311

hadisin açıklaması içerisinde verilmiştik.
Bazı Hükümler

1. Meni pistir.

T3321

2. Kadının kocasına hizmet etmesi, elbiselerim yıkaması meşrudur."
135. Çocuk İdrarının Elbiseye Bulaşması

374. ...Üramü Kays bint Mihsan'dan rivayet edilmiştir ki:

"O, (bir gün) henüz yemek yemeye(başlamaya)n küçük oğlunu Resûlullah (s.a.)'a
getirdi Ffendimiz de çocuğu kucağına oturttu. Çocuk Resûlullah(s.a.)'m elbisesine

P331

bevletti.Efendimiz su isteyerek (sidiğin) üzerine döktü, onu yıkamadı."
Açıklama

İmam Nevevî'nin beyânına göre, küçük çocuğun idrarının pis olduğunda ihtilâf yoktur.
Hatta bu konuda icmâ olduğunu bile söyleyenler vardır. Ancak Dâvûd-u Zâhirî'ye
göre çocuğun bevli temizdir. İmam Şafiî'den de onun temizliğine dâir bir nakil
yapılmakta ise de, Nevevî bunun kesinlikle bâtıl olduğunu kaydeder.



Çocuğun idrarının temizleniş biçimi ise, mezhepler arasında ihtilaflıdır.
Şafiî mezhebinde üç ayrı kavil vardır. Bunlardan esah olanına göre, oğlan çocuğunun
idrarı, üzerine su serpmekle, kız çocuğununki ise, diğer necasetlerde olduğu gibi ancak
yıkamakla temizlenir. Hz. Ali, Atâ b. Ebî Rebah, Hasan el-Basrî, Ahmed b. Hanbel,
İshak b. Râhûye ve Mâlikîlerden İbn Vehb'e göre de oğlan çocuğu ile kız çocuğunun
idrarları farklıdır. İmam Ahmed, İshak ve Ebû Sevr de Şâfıîlerle aynı görüştedirler. Bu
görüşte olanların dayandığı bir çok hadis-i şerif vardır. Mesela Ebû Dâvûd, Tirmizî ve
İbn Mâce'nin tahric ettikleri, "kızın idrarı yıkanır oğlanmkinin üzerine su dökülür"
mealindeki hadis bunlardandır.

Hanefi mezhebi ile İmam Malik, İbrahim en-Nehaî, Said b. El-Müseyyeb, Hasan b.
Hayy ve Sevriye göre kız ve oğlan çocuklarının idrarları arasında fark yoktur. Her
ikisi de pistir ve ancak yıkamakla temizlenir.

tmam Muhammed, "Yemek yemeye başlamamış oğlan çocuğunun idrarı hakkında
ruhsat verilmiş, kız b'evli ise yıkanması emredilmiştir. Fakat bize göre her ikisini de
yıkamak daha makbuldür" demiştir.

Bu görüş sahipleri, hadislerdeki "Su serpme, su dökme" şeklinde anlaşılan "Nadh"
kelimesinden bazan yıkamak da kastedilir demişler ve mezkûr kelimenin yıkamak
mânâsında kullanıldığnı bazı hadislerle isbat etmişlerdir. Bazı hadislerde "nadh"
kelimesinden sonra "onu yıkamadı" şekilindeki ilâveleri de "yıkamada mübalağa
etmedi" şeklinde tefsir etmişlerdir.

Buraya kadar, ifâde etmeye çalıştığımız bilgiler henüz yemek yemeğe başlamayan, süt
ile beslenen çocuklar ile ilgilidir. Yemek yiyen çocukların idrarı ise, ittifakla ancak

[334]

yıkamakla temizlenebilir.
Bazı Hükümler

1. Sütle beslenen çocuğun idrarı üzerine su dökmekle temizlenebilir.

D351

2. Çocuklara şefkatli davranmak gerekir.

[3361

375. ...Lûbâbe bint el-Hâris (r.anhâ)'dan; demiştir ki;

"Ali(r.a.)nın oğlu Hüseyin, Resûlullah (s.a.)'m kucağında idi. Efendimizin üzerine
bevletti.

Bir elbise giy, izarmı da bana ver yıkayayım, dedim. Resûlullah (s. a.);
"Ancak kızın idrarından dolayı yıkanır oğlanın idrarından ise (üzerine) su dökülür,"
r3371

buyurdu.
Açıklama

Bu hadisin zahiri erkek çocuğu ile kız çocuğunun idrarları arasında fark görenlerin
görüşünü te'yıd etmektedir. Ancak Hattâbî, buradaki "nadh" kelimesini su serpme
değil de önceden suyla ıslamadan ve ovalamadan yıkamak şeklinde açıklamıştır.
Erkek ve kız çocuklarının idrarları arasında fark görmeyen Hanefîler de hadisi
Hattâbî'nin dediği gibi anlamışlardır.



Hanefi âlimlerinden Tahâvî de bu hadis hakkında şunları söyler:
"Erkek çocuğun idrarının çıkış yeri dar olduğu için dar bir satha isabet eder. Kız
çocuğunun idrarı ise, daha geniş bir alana yayılır. Bundan dolayı Efendimiz oğlanın
idrarı üzerine su dökmeyi kız çocuğun idrarında ise, muhtelif yerlere bulaşacağı için
yıkamayı murat etmiştir."

Bu ifâdelere göre hadis-i şerifin her iki görüşe de aykırı olmadığı, taraflardan birini,
hadise zıt görüşe sahip olmakla töhmet altında bırakmağa mahal olmadığı
D381

anlaşılmaktadır.

T3391

376. ...Ebu 's-Semh den; demiştir ki;

"Resûllullah (s.a.)'e hizmet ederdim. Efendimiz gusletmek istediğinde bana "Yönünü
çevir" der, ben de çevirir ve onu gizlerdim, (siper olurdum). (Bir gün) Hasan veya
Hüseyin (r.anhumâ) getirildi. Efendimiz'in göğsü üzerine bevletti. Ben hemen onu
yıkamaya geldim. Resûlullah (s. a.):

13401

"Kız çocuğunun idrarı(ndan dolayı)yıkamr, oğlanmkine ise, su serpilir" buyurdu.
Abbâs (b. Abdilazîm) dedi ki;

(Çoğul sigasıyla) Bize Yahya b. Velid haber verdi. Ebû Davûd da dedi ki; Yahya b,
Velid, Ebu'z-Za'râ dır. Harun b. Ebî Temim, Hasen el-Basrî'nin "Bütün idrarlar

eşittir," dediğini söyledi.

Açıklama

Bu hadis-i şerifte, küçük çocuğun idrarının hükmünün yani sıra ikinci bir konu
dikkatimizi çekmektedir ki, o da gusul esnasında örtünme meselesidir. Bundan önceki
hadis-i şeriflerin şerhinde çocuğun idrarı ile ilgili yeterli bilgi verildiği için burada
gusül esnasında örtünme meselesini ele alacağız.

İnsanların görebileceği açık bir yerde gusleden kimsenin tesettüre riâyetinin farz
olduğunda ulemâ müttefiktir. Açık bir yerde fakat kimsenin görme ihtimali olmadan
veya kapalı bir yerde gusleden kimsenin örtünmesinin hükmü ise, ihtilaflıdır.
İbn Ebî Leylâ'ya göre, her hâl-ü kârda gusleden kimsenin avret yerini örtmesi farzdır.
Cumhur-u ulemâya göre bu durumlarda örtünmek farz değil, müstehaptır. Üzerinde
durduğumuz hadis-i şerifte ki Ebû s-Semh'in Efendimize siper olmasının, Efendimizin
emri ile değil kendi arzusu ile, olduğunu ve bunun vücûba delâlet etmediğini söylerler.
Hadisin sonundaki ta'lik'de Hârûn b. Temim, Hasan el-Basrî'nin "Bütün idrarlar

1342]

eşittir." dediğini rivayet etmiştir.
Bazı Hükümler



1. Fazilet erbabına hizmet etmek meşrudur.

13431

2. Satr-ı avrete itina edilmelidir.



377. ...Ali (r.a.) şöyle demiştir:

"Kız çocuğun idrarı yıkanır, oğlan çocuğunun ise (sütten başka) yemek yemediği

0441

müddetçe idrarına su serpilir."
Açıklama

Bu "eser" de, oğlan ve kız çocuklarının idrarlarının temizlenmesinin farklı olması
bakımından önceki hadisler gibidir. Ancak bunda ilâve olarak bu hükmün, henüz
yemeye başlamayan, ana sütü ile beslenen oğlan çocuklara ait olduğu sarahaten beyân
1345]

edilmektedir.

378. ...Ali (k.v.) yukarıdaki hadisi Resûlullah (s.a.)dan merfuan rivayet etmiştir.
Ancak (bu rivayette) "yemedikçe" kaydını (Katâde'nin talebesi Hişâm) zikretmemiştir.
(Hişam ilâveten) Katâde'nin; "Bu, yemek yemedikleri müddetçedir, yemek yerlerse
her ikisi de yıkanır"

[3461

dediğini de bildirmiştir.
Açıklama

Müellif burada Hz. Ali'nin hadisim, tekrar rivayet, etmiştir. Ancak önceki hadis Hz.
Ali'nin sözü olarak mevkuf iken, aynı manadaki bu ikinci hadis-i şerif Resûlullah
(s.a.)'a nisbet edilmektedir.

Bir de birinci hadiste "yemedikçe" ifâdesi erkek çocuğa inhisar ettirilmiş bu rivayette
ise, her ikisine teşmil edilerek "yemedikleri müddetçe" denilmiştir.

[3471

Buna göre de erkek ve kız çocuğunun idrarı aynı derecededir.

379. ...Hasan (el-Basrî), annesinin şöyle dediğini haber verdi:

"(Ben) Ümmü Seleme (r.anha)yı henüz yemek yemeyen erkek çocuğun idrarı üzerine
su dökerken gördü (m). Eğer (çocuk) yerse, onu yıkardı. Kız çocuğunun idrarını da
£3481

yıkardı."
Açıklama

Buraya kadar bu bölümle ilgili hadislerde henüz yemek yemeyen süt çocuklarının
idrarlarının aynı derecede pis olmadığı, kız çocuğununkinin her hâl-ü kârda
yıkanması, erkek çocuğunkinin ise üzerine su dökülerek temizleneceği ifâde
edilmektedir. Bu hadislere dayanarak cumhûr-u ulemâ iki idrar arasında fark olduğuna
zâhib olmuşlardır. Ancak Hanefî fukahası "İdrardan temizlenin! Çünkü kabir azabının
çoğu idrardandır" hadis-i şerifi ve benzeri hadislerle isdidlâl ederek bir ayırım yap-
maksızın erkek ve kız çocuğunun idrarları, henüz süt çocuğu bile olsalar eşit ve aynı
derecede pistir ve büyüklerin idrarına eşittir; affedilen miktarı aştığı takdirde
yıkanması gerekir, görüşündedirler. Bununla beraber Hanefî uleması bu bölümdeki



hadislerle diğer babtaki hadisler arasında görünen tearuza cevaben hadislerde geçen
"nadh" kelimesini yıkama ile tefsir etmişler ve bu tefsirlerini diğer hadislerdeki

13491

yıkama manasına gelen "nadh" ile takviye etmişlerdir.
136. İdrarın İsabet Ettiği Toprak(In Temizlenmesi)
380. ... Ebû Hureyre (r.a.)'dan rivayet edilmiştir ki;

Resûlullah (s. a.) Mescidde otururken bir bedevi Mescide girip namaz kıldı. (İbn Abd
bu namazın iki rekat olduğunu söyler). Sonra da:

Allah'ım, bana ve Muhammed (s.a.)'e rahmet eyle, bizimle beraber bir başkasına
acıma, dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.):

Geniş olan şeyi men'ettin (Allah'ın geniş tuttuğu rahmetini daralttın), buyurdu. Aradan
fazla bir zaman geçmeden bedevi Mescidin içinde (bir kenara) bevletti. Bunu gören
sahâbîler bedeviye doğru koştular, fakat Resûlullah (s.a.) onlara mâni oldu ve:
Siz ancak kolaylaştırcı olarak gönderildim, zorlaştırıcı olarak değil. O (bedevinin)

r3501

bevli üzerine büyük bir kova dolusu veya doluya yakın su dökünüz" buyurdu.
Açıklama

A'rabi çöllerde, kırlarda yaşayan ancak bir ihtiyaç için zamanla şehre gelen Araplara
denir.

Hadis-i şerifte bahsi geçen Arabi'nin adı, başka rivayetlerden anlaşıldığına göre Zu'I-
Huveysıra el-Yemânî veya Ekra' b. Habis et-Temimîdir.

Hadis-i şerifin siyakından da anlaşılacağı üzere bu zat İslâmı yeni kabul etmişti.
Henüz İslâm edep ve kültürünü tam olarak elde edememiş, câhiliye ve çöl geleneğini
üzerinden atamamıştı. Bu yüzden Cenab-ı Allah'tan rahmet isterken, başkalarının
rahmetten mahrum olmasını ister hissini veren ifâdeler kullanmış ve Mescide idrar
yapmıştı. Rahmet Peygamberi sallellahü aleyhi vesellem Efendimiz, bu şahsın her iki
hatasını da gayet nâzik bir şekilde düzeltmiş ve güzel bir ders vermiştir. Bedevinin
bevletmesine mâni olmak üzere harekete geçen sahâbileri de daha büyük zararlar
tevlid edebileceği mülahazasıyla durdurmuştur. O'nun" Siz zorlaştırıcı olarak değil,
kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz" tabirini kullanması mecazî mânâdadır. Çünkü
aslında tebliğ vazifesi ile gönderilen sahâbiler değil, bizzat Resûllah'ın kendisidir.
Fakat, sahâbiler de Resûlullah'tan gerek huzurunda, gerek gıyabında tebliğ vazifesi
için onun tarafından gönderilmiş olmaktadırlar.

Hadis-i şerif necis olan arz (yer) üzerine su dökmek suretiyle o mahallin
temizleneceğine delâlet etmektedir ki, cumhurun görüşü de bu merkezdedir.
Hanefîlere göre, yeryüzü ve yeryüzünde sabit bulunan her hangi bir şey, pislenince
kurumakla temizlenir. Hidâye'de "güneşte kurumakla" deniyorsa da, İbn Humam
"güneş" kelimesinin kaydı ittifakı olduğunu, rüzgâr veya güneşle kuruması arasında
fark olmadığım söyler ki, mezhebin görüşü de bu şekildedir. Ancak pisliğin renk
vekokusudan eser kalmaması lâzımdır.

Necaset bulaşan yer yüzü (mahal) süratle temizlenmek istenirse, o yeri alt-üst ederek
necasetin kokusu hissedilmeyecek şekilde gömmek ya da üzerine toprak taşımak veya
eseri kalmaymcaya kadar üzerine su dökmekle de temizlenebilir.



Merâkf 1-Felâh Haşiyesi Tahtâvî'nin beyânına göre arz, üzerine su dökülerek
temizlenecekse toprağın sert veya yumuşak oluşuna göre farklı ameliyeler uygulanır.
Yer gevşekse, temizlendiği kanaati hasıl oluncaya kadar su dökülür, adet önemli
değildir. Yer engebeli ve sertse, necaset mahalinin alt kısmına bir çukur kazılır ve
necasetin üstüne su dökülür. Çukurun içine dolan suyun üzerine toprak doldurulur.
Yer sert ve düz ise, necaset üzerine üç defa su dökülür fakat her döküşte temiz bir bez
ile kurutulur.

Yukarıda da işaret edildiği gibi diğer mezheplere göre necaset bulaşan yeryüzü,
üzerine her hangi bir şekil ve tafsilata lüzum görülmeden su dökülerek temizlenir.
Hadis-i şerifin sonunda seçil ve zenîib kelimelerinin aynı mânâya geldiği belirtilmiş
ve ikisi arasında zikredilen ev (veya) râvinin rivayetteki şüphesine hamledilmiştir.
Diğer bir ifâdeye göre "seçil" dolu kova; "zenûb" ise, biraz eksik (doluya yakın) olan
manalarına gelir. Buna göre râviden bir şüphe varid olmamış her iki lafız da
Resûlullah'tan (s. a.) varit olmuş olur. O zaman "ev" kelimesi muhayyerliğe hamledilir.

1351]

Tercüme buna göre yapılmıştır.
Bazı Hükümler

1. Dua eden kişi, duasında sadece kendisi için değil, diğer müslümanlar için de istekte
bulunmalıdır.

2. Cahil, söylenileni küçümseyip inadına muhalif hareket etmedikçe ona yumuşak
davranmak gerekir.

3. İki zarardan büyüğü, küçüğü irtikâb edilerek def edilebilir.

4. Mâbedlere hürmet edilmeli ve temiz tutulmalıdır.

[352]

5. Toprağa bulaşan necaset, üzerine su dökülmek suretiyle temizlenir.

T3531

381. ...Ma'kıl b. Mukarrin den; şöyle demiştir:

"Bir bedevi, Resûlullah (s. a.) ile birlikte namaz kıldı..." (Ma'kıl bundan sonra) Önceki

hadisteki hâdiseyi (anlattı) ve şunları ilâve etti: Resûlullah (s. a.);

"Üzerine bevlettiğî toprağı alın ve (Mescidin dışına) atın, yerine de su dökün"

13541

buyurdu.

EbûDâvûd; "Bu hadis mürseldir. Çünkü İbn Ma'kıl, Resûlullah (s.a.)'ı görmemiştir"
[3551

dedi.



Açıklama

Görüldüğü gibi bu hadis-i şerif Tâbiûndan bir zât tarafından, aradaki sahâbî
zikredilmeksizin bizzat Resûlullah'tan duyulmuş gibi rivayet edildiği için mürseldir.
Fakat bu durum, hadisin kuvvetine zarar vermemektedir. Çünkü aynı hadisi Dârakutnî,



kesintisiz olarak -Ahmed ve Taberânî de dahil- iki ayrı senette rivayet etmişlerdir.
Ancak bu rivayetlerden İbn Mes'ücTdan geleni, senette Sem'anb. Malik olduğu için;
Vasile b. Eska'dan geleni de râviler arasında Ubeydullah b. Ebî Humeyd el-Huzelî

T3561

olduğundan tenkide uğramıştır, kuvvetli sayılmamıştır.

Bu hadis ihtiva ettiği ahkâm itibariyle bir önceki hadisten pek farklı değildir. Sadece
öncekine ilâve olarak necaset mahalline su dökülmeden evvel o toprağın alınıp

[3571

atılması emredilmektedir.

137. Yeryüzünün (Toprağın) Kurumakla Temizlenmesi Hakkında
382. ...Abdullah b. Ömer (r.a.)'dan, şöyle demiştir:

"Ben Resûlullah (s. a.) zamanında bekâr bir genç idim ve Mescidde gecelerdim.
Köpekler mescide girerler, çıkarlar, bevlederler, (sa-habiler de) bundan dolayı hiç bir

r3581

şey (su) dökmezlerdi."
Açıklama

Abdullah İbn Ömer'in Mescitte gecelemesi orada uyumasına delâlet etmez. Çünkü
"geceledi" fiili "geceleyin uyudu" mânâsına pek nadir kullanılır. Ferrâ demiştirki,
"gecenin tamamını taatle veya masiyetle uyanık geçirdi manasında "geceledi" denilir.
Ancak İbn Ömer'in geceyi Mescitte uyuyarak geçirdiğini anlamaya da bir mani
yoktur. Nitekim bazı sarihler fiiline "geceleyin uyudu" mânâsını vermişlerdir.
Mescitte uyumayı men eden açık bir nass olmadığına göre orada geceleyin uyumaya
da bir mâni yoktur. Fakat yine de bu konu ihtilâflıdır. îbn Abbâs ibâdet maksadı
olmasa, İbn Mesûd ise her halü kârda mescitte gecelemeyi mekruh görürler, imam
Mâlik, kalacak evi olmayanın mescitte kalmasını mubah sayarken evi olanın kalmasını
mekruh sayar. İmam Nevevî'nin bildirdiğine göre, İmam Şafiî mutlak olarak, İmam
Ahmed de misafirin kalmasını caiz görmüşlerdir. Hanefîlerin görüşü de bu
merkezdedir.

Yeryüzündeki necasetin, kurumak suretiyle temizleneceğini söyleyen Hanefîler, bu
hadis-i şerifi delil kabul ederler.

îbn Hümam bu hadis ile ilgili olarak özetle şöyle der: "Eğer necasetin kuruyarak
temizlendiği kabul edilmezse sahâbilerin bile bile orayı pis bırakmış olmalarına
hamletmek gerekir ki, bu mümkün değildir. Çünkü mescid-i Nebevî dar ve mü
slümanlar hemen hemen tamamen namazı mescidde kıldıkları için, köpeklerin
bevlettiği yerlerde namaz kılmamış olabilirler denemez. Ayrıca köpeklerin mescidin
bir köşesine değil, bir çok yerine bevletmeleri kuvvetle muhtemeldir. Bedevi'nin bevli
üzerine Resûlullah'm su dökülmesini emretmesi, bunun ancak su ile temizleneceği
manasına gelmez. Zira o hâdise gündüz olmuştur. Gündüz Mescitte peşi peşine
devamlı namaz kılınacağı için Efendimiz pislenen mahallin hemen temizlenmesini
istemiş, kuruyunca-ya kadar beklemeden üzerine bolca su dökmelerini emretmiştir.
Abdullah îbn Ömer'in haberinde köpeklerin Mescide bevletmeleri geceleyin olduğu ve
geceleri de kısa aralıklarla cemaat halinde namaz kılmmadığı için su dökme ihtiyacı
hissedilmemiş, temizlik konusunda kurumaya itibar edilmiştir."



Necaset bulaşan yer yüzünün kurumakla temizlenemeyeceğini mutlaka su dökülmesi
gerektiğini söyleyenler ise, bu hadîse daha değişik bir açıdan bakarlar. Kimi
"köpeklerin mescide girip çıkmaları oraya bevletmiş olmalarını gerektirmez. Mescide
girip çıkarlar, fakat dışarıya bevletmiş olabilir." Bazıları da, "köpek idrarlarının
üzerine su dökülmeyişi ya yerleri bilinemediği veya temizlenmesine lüzum
kalmayacak kadar az olduğu içindir" demişlerdir.

Şüphesiz her iki görüşün sahipleri makul fikirler ileri sürerek hadis-i şerifin mânâsım
te'vil etmişler ve görüşlerini mesnetsiz bırakmamışlardır. Ne varki, kuramakla yer
yüzünün temizlenmeyeceğini söyleyenlerin te'villerinde bir zorlama olduğu
hissedilmektedir.

Temizlendiğini söyleyenlere göre ise, bu sadece üzerinde namaz kılmak içindir.
Oradan teyemmüm etmek için yine de temiz sayılmamaktadır. Hanefîlerin görüşü
budur.

Daha önce de bildirdiğimiz gibi, o günkü mescidleri bugünkülerle mukayese etmemek
gerekir. Peygamber aleyhisselâm zamanında kapılar açık pencereler açık, yerlerde örtü
yoktu. Dışarıdan farkı, duvarlarla çevrili olması idi. Bu durumda kedi ve köpeklerin
geceleyin bu gibi yerlere girmesi gayet normaldir.

Bununla beraber, hadisten mescidlerde kedi ve köpek beslenir hükmü çıkarılamaz.
Güvercinler müstesna, bütün hayvanların mescidde beslenme, büyütülmeleri ve

[3591

aralara sokulmaları yaksaktır.
Bazı Hükümler

1. Mescitte gecelemek câizdir.

r3601

2. Toprağa isabet eden necaset mahalli kurumak sureti ile temizlenebilir.
Elbisenin) Eteğine Bulaşan Necaset İn Hükmü

383. ...Abdurrahman b. Avfm oğlu İbrahim'in Ümmü Veledi (Humeyde) den
rivayet edilmiştir. O; ResûluIIah'm hanımı Ümmü Seleme (r.anhâ) ya;
Ben eteğim uzatan bir kadınım, pis yerlerde yürüyorum (ne yapmalıyım)? diye sordu.
Ümmü Seleme (r.anha);

Resûlullah (sallellahü aleyhi vesellem) "Onu sonraki (temiz yerler) temizler" buyurdu
1362]

diye cevap verdi.
Açıklama

Ümmü Seleme (r.anha) kendisine sorulan bir soruya delilini söyleyerek cevab
vermiştir. Çünkü soru soran hanımı zeki, anlayışlı zaptı kuvvetli ve ilmi nakletmeye
kabiliyetli görmüştür. Bundan anlaşılmaktadır ki, bir âlime soru sorulduğu zaman soru
soran anlayışlı ve tâlime kabiliyetli ise, cevabı verirken delilini de zikretmeli ve bu
konu ile ilgili lüzumlu malumatı aktarmalıdır.

Ulemâdan bir gurup bu hadis-i şerifin zahirini alarak, "temiz bir yerde yürümek pis
yerden geçerken elbisenin eteğine ve paçasına bulaşan pisliği temizler. Elbisenin eteği



ayakkabı hükmündedir. Eteği pisleten yerin kuru veya yaş olması arasında fark
yoktur" demişlerdir.

Cumhura göre ise, bir kimse üzerinde necaset olan kuru bir yerden geçip de elbiseye

pislik bulaşmazsa sonradan yürüdüğü temiz yerlerle temizlendiği görüşündedir.

Üzerinde necaset bulunan yer yaş ise, ancak yıkamakla temizlenebilir. İmam Şafiî,

"Bu, kuru bir yerden geçip de üzerine necaset bulaşmayan kimse hakkındadır. Ama

yaş (ve pis) yerden geçerse ancak yıkamakla temizlenir" demiştir.

Şafıîlerde mezhebin görüşüne göre pis olan yolun çamuru şu dört şartın tahakkuku ile

affedilir:

1. Necasetin görülmemesi,

2. Yoldan geçenin dikkat edip, necasetten sakınması,

3. Yürürken veya binek üzerinde iken kendisine isabet etmesi. Şayet düşer veya
başkasından sıçrayarak kendisine bulaşırsa af yoktur.

4. Necasetin elbiseye veya vücuda isabet etmesi. Başka bir şeye isabet ederse af
yoktur.

İmam Ahmed b. Hanbel de şöyle der: "Bunun mânâsı, üzerine idrar bulaşır sonra da
temiz bir yerden geçerse, o elbise temizlenir demek değildir. Maksat, bir yerden
geçerken eteği pislenirse sonraki temiz yer Onu temizler demektir."
Zürkânî, İmam Mâlik'ten şunu nakleder: "Resûlulah'tan rivayet edilen "arzın bazısı
bazısını temizler" hadisinin mânâsı şudur: Bir kimse pis bir yere basar sonra da kuru
ve temiz bir yerde yürürse, sonraki yürüdüğü yer, evvelkinin pislettiğini temizler.
Fakat necaset bevl veya bu hükümde olan bir şey olur ve elbise yada bedene bulaşırsa,
ancak yıkamakla temizlenir. Bunda icmâ vardır."

Bu hadis hakkında Şah Veliyullah Dehlevî'nin şu sözleri de kayda değer: "Bu şu
demektir. Bir kimsenin eteğine yol pisliği bulaşır, sonra bir başka yerden geçer ve
necasete temiz yerin çamur veya tozu karışıp kurur. Bu durumdaki etek ovalamak
veya çitilenmekle temizlenir. Bu kadar zorluğa binâen sâri tarafından affedilmiştir."
Hanefîlere göre üzerinde necasetin aynı görülmedikçe yol çamurları temizdir. Bu
çamurun cıvık veya kuru, az veya çok olması arasında fark yoktur. Köpeklerin yattığı
yerler, pis şeylerden çıkan buharlar ve hayvan gübresinin tozu da aynı hükümdedir.
Çünkü bunlardan korunmak mümkün değildir.

D631

Şunu unutmamak gerekir ki "elbiselerini de temiz tut" ayet-i kerimesi genel
manada elbiselerin temizlenmesini emrettiği gibi, "eteklerini yerde sürünemeyecek
şekilde kısaltarak temiz tut"

şeklinde de tefsir edilmiştir. Ayrıca etekleri yere sürünecek şekilde elbise giymek kibir
ve gurur alâmeti olduğu için İslâm'da makbul sayılmamıştır. Kadınların ayaklarını 1
topuk üstü göstermeyecek tarzda ve bilhassa çorap giyme adeti olmayan Arap köylü

[3641

kadınları için lüzumlu görülmüştür ki, bu bir istisna niteliğindedir.
Bazı Hükümler

1. Hanımların uzun etekli elbise giymeleri meşrudur.

2. Yollardaki kuru pislik ile pislenen etekler daha sonra temiz bir yerden geçilerek

D651

temizlenir.



384. ...Abdu'l-Eşhel oğullarından bir kadın şöyle demiştir;

"(Resûlullah'a); Ya Resûlullah! Bizim mescide giden yolumuz pis, kerih kokuludur.
Yağmur yağdığında ne yapalım? diye sordum.
Bu kirli yoldan sonra daha temizi yok mu? dedi.
Evet (var) dedim,

T3661

Temiz yer pis yerin pislettiğini temizler" buyurdu.
Açıklama

Hattâbî, bu ve bundan önceki hadislerin senetlerindeki sahabî râvilerin halleri meçhul
olduğu için bu iki hadîsi tedbirle karşılamak gerektiğini söyler. Ancak hali bilinmeyen
râviler, sahabî olduğu ve sahâbiler tümüyle sika (güvenilir) kabul edildiği için

[3621

Hattâbî'nin bu sözlerine itiraz edilmektedir.
Bazı Hükümler

1. Dini hükümleri öğrenmek için soru sormak gerekli ve tabiidir.

2. Kadın doğrudan ilgili makama soru sorabilir.

r3681

3. Fitneye sebep olmadığı takdirde kadınlar da camiye gidebilerler, caizdir.
Ayakkabıya Bulaşan Pisliğin Temizlenmesi

385. ...Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s. a.) şöyle buyurmuştur:
"Sizden biriniz ayakkabısı ile bir pisliğin üzerine basarsa (bilsin ki) toprak onun için

13691

temizleyicidir."
Açıklama

Hadîsin zânirî ayakkabıya bulaşan pisliğin (cinsi ne olursa olsun) yere sürtülerek
temizlenebileceğine delâlet etmektedir. Evza'î Ebû Sevr (bir rivayette) Ebû Yûsuf,
İshâk, (bir rivayette) İmam Ahmed, ve Zahirîler bu görüşü benimsemişlerdir.
Beğavî, ulemânın çoğunluğunun bu görüşte olduklarım söyler.

İmam Mâlik, Şafiî, Züfer ve Muhammed'e göre, pislenen ayakkabı ancak yıkamakla
temizlenir, toprağa sürterek temizlenemez. Bunlar, üzerinde durduğumuz hadisteki
"necâsef'i kuru olanına hamletmişlerdir.

İmam Azama göre, ayakkabıya bulaşan pislik katı (cüsseli, maddi varlığı bilinen
türden) olursa, toprağa sürtülerek temizlenir. îdrar gibi sıvı haldeki cüssesiz necasetler
ise ancak yıkamakla temizlenir, yere sürtmekle temizlenmez. Hanefî mezhebinde

r3701

fetva, îmam-ı Azam'm kavline göredir.



Bazı Hükümler



1. Toprak, ayakkabıya bulaşan katı pisliği temizler.

[371]

2. Ayakkabı tarafından emilen sıvı pislikler yıkanmalıdır.



386. ...Ebû Hureyre (r.a.) mânâ olarak öncekine benzeyen rivayetinde Resûlullah
(s.a.)'m şöyle buyurduğunu haber vermiştir.

r3721

"(Bir kimse) Necaset üzerine mestleri ile basarsa onların temizleyicisi topraktır."
Açıklama

Râvîlerî arasında Muhammed b. Kesîr olduğu için bu hadisi sahih kabul etmeyenler
olduğu gibi, başka yönlerden bu kusuru takviye edip hadisin sıhhatini savunanlar da
vardır. Yine senetteki Muhammed b. Aclân'i zayıf sayanlar olmakla beraber, çoğunluk
sika kabul etmiştir.

D731

Hadis-i şerifin ihtiva ettiği hüküm önceki hadisle aynıdır.

387. ...Aişe (r.anhâ) Resûlullah (s.a.)dan aynı manada bir hadis rivayet etmiştir.
138. Elbisedeki Necasetten Dolayı (Namazı) İade (Gerekir Mi?)

388. ...Ummu Câhder el-Amiriye'den; O, Aişe (r.anhâ)ya elbiseye bulaşan hayız
kanının hükmünü sordu. Aişe (r.anhâ) şu cevabı verdi:

"Ben (hayızlı iken bir gece) üzerimizde şiltemiz olduğu halde Resûlullah (s.a.) ile

beraberdik. Şiltenin üstüne bir elbise örtmüştük. Sabah olunca Hz. Peygamber elbiseyi

alıp giydi, çıktı. Sabah namazını kıldırdı ve oturdu. Bir adam:

Ya Resûlullah! Bu bir kan (lekesi) parıltısı (değil mi, diye kanı gösterdi).

Resûlullah lekeli kısmın kenarım avuçlayıri durulmuş bir vaziyette bir çocukla bana

gönderdi, ve:

'Bunu yıka kurut ve bana gönder,' buyurdu.

Çanağımı isteyip onu yıkadım, kuruttum ve Resûlullah (s.a.)a gönderdim. Resûlullah
öğleye doğru o elbise üzerinde olduğu halde
[375]

geldi."
Açıklama

Bu hadisin bâb ile münâsebeti, Resûlullah (s.a.Vm namazı kıldıktan sonra üzerindeki
kan lekesine vakıf olması ve fakat namazı iade ettiğine dair bir işaretin
bulunmayışıdır. Yani Resûlullah kan lekesini öğrendikten sonra namazını iade
etmemiştir. Bu mesele mezhepler arasında ihtilaflıdır.

Mâlikîler e göre, üzerinde necaset varken kılman bir namaz necaset farkediîdikten
sonra iade edilmez. Şafiî ve Hanbelîlerden iki görüş vardır. Hanefîlere göre namaz
iade edilmelidir.



Hanefîler, üzerinde durduğumuz hadisten, Resûlullah (s.a.)'m namazı iade etmediği
hükmü çıkartılırsa, bu görülen kanın namaza mâni olmayacak kadar az olmasındandır,
13761

derler.

Bazı Hükümler

1. Erkeğin navız hâlindeki hanımıyla aynı yatağa yatması caizdir,

2. Bir müslümanm, başka bir müslüman da gördüğü ve ıslahı gereken şeyi haber
vermesi caizdir.

3. Başkasının uyarmasını anlayışla karşılamak gerekir.

4. Necaseti izâlede acele edilmelidir.

5. Kadının kocasına hizmet etmesi meşrudur.

6. Elbisedeki necaset yeri belli ise, sadece oranın yıkanması kâfidir, elbisenin
tamamını yıkamaya lüzum yoktur.

T3771

7. Hadis Resûlullah (s.a.)'m tevazuunu göstermektedir.
139. Elbiseye Bulaşan Tükrüğün Hükmü

389. ...EbûNadra'dan, demiştir ki;

D781

"Resûlullah (s.a.) elbisesine tükürdü ve orayı biri biri üstüne (katlayıp) sürttü."
Açıklama

Bu hadis-i şerif mürseldir. Çünkü Ebû Nadra tabiûndandır. Resûlullah (s.a.)'ı
görmemiştir. Başka rivayetlerden

anlaşıldığına göre, Efendimiz'in elbisesinin bir ucuna tükürmesi namazda iken zaru-
rete binâen olmuştur. Ebû Nuaym'm rivayeti de böyledir. Şöyleki namazdaki bir
insanın yutamayacağı ve açığa da tüküremeyeceği bir tükürüğü, yanında da mendili
bulunmadığım düşünürsek, başkalarının kendisinin rahatsız olacağı bir manzara zuhur
etmemesi için, elbisesinin bir kenarına bırakmak ve onu izâle etmek en iyi bir
durumdur ki, onun temizlenmesi ise, daha kolaydır. Bu husus Hadisin rivayetinde
"tükürdü" manasına gelen lafzın tefsir ve te'vilidir.

Ebû Nuaym'in rivayetin de "Resûlullah namazda iken ağzındaki ıslaklığı elbisesinin
bir ucu ile çıkardı" şeklindedir.

Buna göre normal olan bu durumun te'vile ihtiyacı yoktur. Nitekim Menhel sahibi de
hadisi bu şekilde açıklamıştır.

Hadis-i şerif tükrüğün mutlak olarak temiz olduğuna delâlet eder. Aynî, İbn Battâl'dan
rivayetle, "tükrüğün temiz oluşu icmâ ile sabittir. Selman' dan rivayet edilenden başka
bu konuda ihtilaf bilmiyorum. Hasan b. Hayy da onu elbisede kerih bulmuştur"
demektedir. îbn Hazm: "Selman'-ı Fârisî ve Nehaî'ye göre ağızdan ayrılan tükrüğün
necis olduğu rivayeti sahihtir" der. İbn Ebî Şeybe de Musannef inde onun temiz
olmadığını söyler.

Bunların dışındaki bütün müctehid imamlar tükrüğün temiz olduğu hususunda



T3791

tüttefiktir. Bu İbn Battâl'm da dediği gibi icmâ hükmündedir.

390. ...Enes b. Mâlik (r.a.), Resûlullah (s.a.)'dan önceki hadisin benzerini rivayet
T3801

etmiştir.
Açıklama

Bu rivâvetin Nesâî'de zikredilen metni "Resûlullah ri dasmm bir ucunu alıp içine

ımı

tükürdü. Sonra bir kısmını, diğer kısmı üzerine örttü" şeklindedir.



m

Ebû Dâvûd, nikâh 77, Nesâî, tahâre 181; hayz 9; İbn Mâce, tahâre 123; Ahmed b Hanbel, I, 230, 237, 245, 272, 286, 306, 312, 339, 363.

m

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 470.

[3]

TtiTnizî tahâre, 103.

LU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 470-472.

Hadisi bu şekliyle kütub-İ sitte müelliflerinden sadece Ebû Dâvûd burada ve nikâh 47'de.

[6]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/472-473.

LU

ibn Mâce, tahâre 129; Dâriraî, vudû' 111.

m

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 473-474.

[21

Mu'dal: Senedinde biribiri peşinden iki veya daha fazla râvinın düştüğü hadistir.

noı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 474-475.

LLU

Nesâî, hayz 13; Ayrıca bk. Müslim, hayz 3; Ebû Davûd, nikâh 46; Dârîmî, vudû' 107; Muvatta, tahâre 95; Ahmed b. Hanbel, VI, 33, 55, 72, 113,
134, 143, 174, 189, 204, 209, 235.
£121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 475.

ri3i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 475-476.

LLU

Ahmed b. Hanbel, VI, 174.

r i5i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 476.

ri6i

Ebû Dâvûd, nikah 46; Nesâî, tahâre 178; hayz 11.

LLZi

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 476-477.

[181

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 477.

LL21

Umara: Tabiûndandır. îbn Hibbân Sika raviler arasında sayar. Halasından ve Abdur-rahmân b. Ziyâd'dan hadis rivayet etmiştir. [Bilgi için bk.
tbnu'l-Esîr, Üsdu'l-gabe, IV, 142; îbn Hacer el-tsâbe, III, 170-171].
[201

Hadisi kutub-u sıtte müelliflerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[211

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 477-479.

[221

Bu hadisi de sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[231

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 479.

[241

Bu hanımın, Hz. Aişe veya Meymune olması muhtemeldir.



[251

Ahmed b. Hanbel, VI, 59.

[26]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 479-480.

[271

Buhârî, hayz 5; Müslim, hayz 2; İbn Mâce tahâre 12V, Ahmed b. Hanbel, VI, 40, 42, 44, 98, 113, 126, 128, 156, 161, 201, 204, 206, 216, 230,

266.
[281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 480-481.

[291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 481-482.

[M

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 482.

1311

Ncsâî, tahâre 133; hayz 3; İbn Mâce menasik 12; Darimî, vudu 84; Muvatta' 105; Ah-med b. Hanbel, VI, 293, 304, 320, 323, 464.

[321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 482-483.

[331

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 483-486.

[341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 486.

[351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 486-487.

[361

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 487.

[371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 488.

[381

Ümmü Habibp: Cahş'ın kızıdır. Abdurrahman b. Avfm hanımı. Resulûllah (s.a.)'m hanımı Hz. Zeyneb'in kardeşidir. Üçüncü bii kardeşleri daha
vardı ki o da Hamne'dir. İbn Abdilberr bu üç kardeşin de mustehâza olduğunu söyler. Suyûtî'nin de bunları müsteha-zalar arasında saydığı daha evvel
zikredilmişti. tbnü'l-Arâbî Zeyneb'i müstehaza saymaz, (bk. el-Menhel, III, 67-68.).
[391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 488-489.

[401

Nesâî, talâk 74; tahâre 134; hayz 4; İbn Mâce tahâre 115; Ahmed b. Hanbel VI, 420, 464.

[İH

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 490-491.

[421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/491.

[431

Urve kendisine hadiseyi haber verenin Fâtıma mı, yoksa Esma mı olduğunda şüphe etmiştir. Fakat her hâl u kârda Resûlullah'a soruyu soran Esma
olmuştur. Bu Esma, Umeys'in kızıdır.
[441

Bu hadisi kütüb-i sitte sahiplerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[45J

Müellifin bu ve bundan sonraki rivayetleri getirmesi cümlesinin Zührî hadisinde vehm olmakla birlikte başka rivayetlerde sabit olduğunu göster-
mek İçindir.
[46J

Şevde binti Zem'a b. Kays b. Abdi Şems el-Kureşî el-Amirî: Resûlullah sallellahu aleyhi vesellem kendisi ile Hz. Hatice'nin vefatından sonra -
daha Hz. Âişe ile evlenmeden evvel evlenmiştir.-Tirmizî'nin, İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, Şevde, Resûluilah'ın kendisini boşamasından korkmuş
ve Efendimize (s. a.): "Beni boşama yanında tut ve sıramı Hz. Âişe'ye ver" demiş. Resûlullah da bunu yapmış bunun üzerine: "Eğer bir kadın kocasının
uzaklaşmasından yahut (herhangi bir suretle kendisinden) yuz çevirmesinden endişe ederse sulh ile aralarını düzeltmekte ikisine de vebal yoktur. Sulh
daha hayırlıdır..." mealindeki Nisa, 128. âyeti nazil olmuştur.

Şevde (r.a.) Resûluilah'tan hadis rivayet etmiştir, ibn Abbâs ve Yahya b. Abdullah da ondan rivayet etmişlerdir. Buhârî kendisinden iki hadis rivayet
etmiştir. H. 54 senesinde vefat etmiştir. [Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakât, VIII, 52-58; İbnu'l-Esir, Üsdii'l-gâbe, VII, 157; Zehebi A'lamu'n-nubelâ, II,
265-269; İbn Hacer, el-lsâbe, IV, 338; Tehzibu't-Tehzîb, XII, 426-427; tbnu'l-tmad, Şezerâtu'z-zeheb, I, 24, 60.].
[471

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 491-494.

[481

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 495.

[491

Buhârî, hayz 19, 28; Tirmizî, tahâre 93; Nesâî, tahâre 133, 134, 137; hayz 2, 4, 6; tbn Mâce, tahâre 115,1 16, Dârimî, vudû' 84.

[501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 495-496.

rşıı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 496.

[521

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 496-497.

[531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 497.

[541

Hadisi Kutûb-i sitte içinde yalnızca Ebû Davud rivayet etmiştir.



[551

Buhârî, hayz 8, 19; Müslim, hayz 64; Tinnizî, tahâre 94; Nesâî tahâre 133, 134, 137, hayz 4, 6, İbn Mâce, tahâre 115, 116; Dârimî, vudû' 80.

[561

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 497-499.

[571

Nesâî, tahâre 137; hayz 6.

[581

Bu rivayetten anlaşılmaktadır ki, İbn Abbâs'a göre hayız kanının alâmeti çok miktarda kan gelmesi, istihaza kanının alameti de az kan gelmesidir.
(el-Menhel, III, 88).
[591

Bu eseri Beyhakî musannifin tarikiyla tahriç etmiş ve "Mekhûl ün dediğinin manası zayıf bir isnadla Ebû İmameden merfuan rivayet edilmiştir"
demiştir.
[601

Daha evvel zikredildiği gibi bu, Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel'in mezhebidir.

[611

Bir rivayette imâm Mâlik bu görüşü benimsemiştir.

[621

Bu son iki eseri Dârimî tahriç .etmiştir.

[63J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 499-503.

[641

Söz konusu Hadis: 282-283.

[65J

Hamne bundan sonra gaibe sıygasını kullanmıştır. Fakat Turkçeye uygun olması için mu tekellim (1. şahıs) siygasına göre terceme edilmiştir.

[66J

Bir nüshada "bez kullan" ibaresinden önce ifadesi yer almaktadır Tırmızî'deki rivayet de bu şekildedir. Telemim ise, bezi önünden ve arkadan
dolayıp belde üzerine ip ya da kuşakla iyice bağlamak demektir.
[671

aslında ayakla vurmak, tepmek manasına gelir. Bununla zarar vermek ve ifsâd etmek kast edilir. Hattâbî'nin ifadesine göre kanın çokça gelmesinin
şeytanın bir darbesi olmasından maksat, şeytanın bununla dinî vazifelerinde işini karıştırmaya yol bulması Hammâne'ye bu emirleri unutturmasıdır.
[681

Buradaki Ahyyu'l-Kârî'nın beyanına göre, râvıden gelen bir sektir Buna göre Ravî, Resülüllah'ın altı gun mu, yoksa yedi gun mü dediğinde şüphe
etmiştir Neve-vî'ye göre taksim içindir. Yanı sıhhatli iken âdeti altı gün ise, altı yedi gun ise yedi gun kendim hayızlı say, demektir. Resulüllah
kadınların ekserisi daha çok altı-yedı gun âdet gördükleri için bu iki rakamı zikretmiş olabilir.
[691

ibaresi bazı nüshalarda kelimesi olmadan geçmektedir. Bu ibareye şerhler değişik manalar vermişlerdir. Terceme, Muhammed AH Esse-yid
neşrinin hâmişindeki ifadeler esas alınarak yapılmıştır. Hattâbî: "Senin işin hakkında altı veya yedi günden Allah'ın bildiğinde kendini hayızlı say"
şeklinde mana vermiştir. Buna göre Hamne daha evvelki âdetinin altı günmü, yoksa yedi gün mu olduğunu unutmuştur. Resulüllah da kendisine
âdetinin altı gün mü yoksa yedi gün mü olduğunu araştırmasını ve ona göre hareket etmesini emretmiştir.
1701

Hayız hâli yedi günse yirmi üç gün, altı günse yirmi dört gün temiz olur.

rıı

Tirmizî, tahâre 95; Dârimî, vudû' 94; MuvattS', hacc 124; Ahmed b. Hanbel, VI, 439, 464.

[721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 503-506.

[731

Ric'at: Karısını bir veya iki ric'î talakla boşamiş olan bir kimsenin iddet içerisinde, evliliği devam ettirmek maksadıyla, sözle, cinsî temas veya
Öpme vs. gibi bir şekilde karısına geri dönmesidir.
HU

el-Bakara (2), 222.

[751

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 507-511.

[761

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/511.

[İZİ

Bk. 285. hadisin kaynaklan.

[781

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 51 1-512.

[791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 512-513.

[M

Buhâri.hayz 26; Müslim, hayz 64; Nesâî,tahârel33, 134; tbnMâce, tahâre, 1 16-Dâri-mî, vudu 80, 84, 96; Ahmed b. Hanbel, VI, 83, 119, 128, 187,

237.
[811

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 513-515.

[821

Musannifin bu rivayeti almasının maksadı, tbn Ishâk'ın rivayetini takviyedir.

[831

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 515-516.

[841

Bu kadın Ümmü Habîbe bint Cahş'tır.

[851

Râvîlerden birisi zamirin müzekker olarak mi, yoksa müennes olarak mı olduğunda ve mı yoksa mu olduğunda şüphe etmişlerdir.



[86]

Ümmü Bekr'in rivayetini sadece tbn Mâce tahric etmiştir.

[87]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 516-518.

[881

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 518-519.

[891

Aşağıdaki hadisten anlaşıldığına göre, bu kadın Sehje bint Süheyl'dir.

[M

Bazı nüshalarda istisna edatı yoktur. Buna göre mana "Sana Rasulüllah'tan (s. a.) hiç bir şey

söyleyemem" şeklinde olur.
[211

bk. Tirmizî tahâre 95; Nesâî, tahâre 135; hayz 5; mevâkît 21; tbn Mâce, tahâre 1 17;Dârimî, vudu 84, 94, 95, 96, Ahmed b. Hanbel, VI,;172, 382,
439, 440.
[921

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 519-520.

[931

Dârimî, vudû' 84; Ahmed b. Hanbel VI, 1 19.

[941

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 520-521.

[951

Yedi seneden beri.

[961

Hadisi, kütüb-i sütte müelliflerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[971

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 521-522.

[981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 522-523.

[921

Tirmizi, tahâre 44; Dârimi, vudU'46.

nooı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 523.

rıon

Tirmizi, tahâre 93; İbn Mâce, tahâre 115; Ahmed b. Hanbel, VI, 42, 204, 262.

[102]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/523-525.

[1031

Hadisi Beyhâkî merfu olarak rivayet etmiştir.

[104]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 525-526.

[105]

Önceki hadis mevkuf olduğu halde, bu Resul u İlah'a (s. a.) kadar çıkan merffi bir hadistir.

[İMİ

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/526-528.

11071

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 528.

11081

Aynî bunun Said b. Müseyyeb ve Hasen'in görüşü olduğunu söylemektedir. Concordance bu bâb'a bab numarası vermemiştir.

rıo9i

Buradaki soru guslün keyfiyetini değil vaktini sormadır.

LU0i

bk. Dârimî, vudû'85 (bab başlığında).

[111]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/528-529.

[1121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 529-530.

[113]

Sadece Ebû DâvÛd rivayet etmiştir.

[114]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/530-531.

[1151

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/531.

rı 161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/531.

n i7i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/531.

[118]

Bu hadis 286. hadisin tekrarıdır. Orada gerekli açılmamda bulunulmuştur.

rı 191

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/532-533.

11201

Bu hadisi Kutub-i Sitte müelliflerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.



[121]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 533.

[122]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/533-534.

[123]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 534.

11241

Ummü Atlyye'nin asıl adı Nesibe bini Ka'b el-Ensâriyye'dir. Resûlullah'tan kırk kadar rivayeti vardır. Bunların altısında Buhar! ve Müslim ittifak
etmiştir. Müstakil olarak her birinde birer hadisi vardır. Kadın cenazeleri yıkardı, Resûlullahın kızım da bu hanım yıkamıştır. (Bilgi için bk. İbn Ebî
Hatim, el-Cerh ne'I-ta'dil, IX, 465; lbnu'1-Esir, Üsdii'l-ğftbe, VII, 280; Zehebî, A'lfimu'n-nubelfi, II, 318; tbn Hacer, el-ts&be, 476; TehzEbıTt-Tehzib,
XII, 455).
ri251

Nesâi, hayz 7; Ibn Mâve, tahâre 127; Dârimi vudû 93,94; Ayrıca bk. Buhârî, hayz 25.

£1261

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/534-535.

£1271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/535-536.

£1281

Sadece Ebü Dâvûd rivayet etmiştir.

[129]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/536-537.

[130]

Sadece Ebü Dâvûd rivayet etmiştir.

rnıı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 537.

£132]

"Eser" hz. Peygambere ulaşmayıp sahâbi veya tâbü'de kalan, onlara ait olan görüş vt haberlere denir.

£1331

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 537.

£1341

Buradaki şüphe râvidendir.

£1351

Vers: Yemen'de biter, kadınların hamilelikten dolayı yüzlerinde çıkan ve halk arasında "çiğit" denilen benekler üzerine sürdükleri san renkte bir
bitkidir.
£136]

Tirmizi, tahâre 105; tbn Mâce, tahâre 128; Ahmed b. Hanbel VI, 300, 303, 304, 310.

£1371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 538.

£138]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/538-539.

£1391

Bundan murat, Resühıllah'ın hanımları değil, akrabalanoiankadınlardır. Zira Resûlul-lah'ın hanımlarından Hz. Hadîce'dcn başka hiç birisi
Resûlullah'm yanında lohusa olmamıştır. Hadîce de hicretten evvel vefat etmiştir. Mâriye de câriyesidır.
£140]

Hadisi Kütüb-i Sitte müelliflerinden sadece Ebü Dâvûd rivayet etmiştir.

£1411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/539-540.

£1421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/540-541.

£1431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 541.

£144]

Ahmed b. Hanbel, VI, 380.

£145]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/541-542.

£146]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/542-543.

£]471

Sidr: Trabzon hurmasına benzer bir ağaçtır. Yapraklan suya atılarak kaynatılır. Böylece suyun temizleyicilik özelliği artar.

11481

Bir pamuk veya bez parçasıdır.

£1491

bk. Buhârî, hayz 13; Müslim, hayz 60, 61; İbn Mâce, tahâre 124; Dârimi, vudü 84.

£1501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/543-544.

ri5iı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 544.

£1521

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/544-545.

£1531

İbn Mâce, tahâre 124;Müslim, hayz 61;Ahmed b.Hanbel, V, 72; VI, 148.

£1541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/545-547.



[155]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 547.

[156]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 547.

[1571

Buhârî, teyemmüm 1; salât 56; cihâd 122; ta'bir 11: i'tisam 1; Müslim, mesâc id 3, 5, 8; Tirmizî, siyer 5; Nesâî, gusl 26; cihâd 1; Dârimî, siyer 29;
Ahmed b. Hanbel, I, 98, 301; II, 222, 264, 268, 314, 394, 412, 455/501; III, 304; IV, 416: V, 145, 148, 162, 248, 256.
[158]

el-Mâide (5), 6.

[159]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/7-10.

ri6oı

Useyd b. Hudayr : İbn Simâk b. Atik el-Ensâri. İslama ilk girenlerdendir. Bedr dışındaki bütün savaşlara katılmıştır. Uhud günü, ResûlullahTa
birlikte sebat etmiş ve yedi yerinden yaralanmıştır. Menkıbeleri çoktur. Ebû Hureyre'den, Resûlullah (s.a.)'m kendisi için "Useyd b. Hudayr ne iyi
adamdır!" buyurduğu rivayet edilmiştir. Hz. Aişe; "Useyd, insanların en fazıllarındandır" demiştir. Bir gün Useyd bir topluluğa konuşuyor ve onları
güldürüyordu. Efendimiz onun böğrüne dürttü. Useyd: "Beni incittin ya Resûlullah" dedi. Efendimiz: "Aynısını sen de bana yap" buyurdu. Useyd: "Ya
Resûlullah senin üzerinde gömlek var, bende İse yok" dedi. Efendimiz gömleğini topladı. Useyd onu bağrına bastı ve böğrünü öpmeye başladı. "Anam,
babam sana feda olsun ya Resûlullah, ben işte bunu istedim" dedi.

Useyd H. 20 yılında vefat eti. [Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakât, III, 135; Buhârî, et-Tarîhu'l-Kebîr, II, 47; İbn Ebî Hatîm, ei-Cerh ve't-ta'dîl, II, 310;
İbnu'l-Esîr, Usdu'l-gâbe, I, 111, 113; Zehebî, A'lâmıTn-nubelâ, I, 340 - 343; İbn Hacer, el-İsâbe, I; Tehzîbu't-tehzîb, İbnu'l-İmâd, Şezerâtu'z-zeheb, I,
31; Ansâri, Asr-ı Saadet, III, 297 - 303 (Şamil Yayınlan)].
[161]

Buhârî, teyemmüm 1, 2; Tefsiru's-Sûre: 3, 4, 5, 10; nikâh 65; Müslim, tahâre 28; Ibn-i Mâce, tahâre 90; Nesâî, tahâre 193; Muvattâ, tahâre 89;
Ahmed b. Hanbel, I, 238' VI 57, 171.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 2/10-1 1.
[162]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/1 1-12.

[1631

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/12.

H641

ibn Mâce, tahâre 92; Ahmed b. Hanbel, IV, 321.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/12.
H651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/12-14.

H661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/14.

ri671

İbn Mâce, tahâre 92.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 2/14-15.
H681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/15.

[1691

Ulatü'lceyş: Buhârî ve Müslim'de, Beyda ve Zâtü'l-Ceyş diye rivayet edilmiştir. Avnu'l-Mâbud'un İfâdesine göre Ulâtü'l-Ceyş ile Zatü'l-Ceyş
aynı yerin adıdır. Medine ile Mekke arasındaki konak yerlerinden biridir.
[170]

Zafâr, Yemen sahillerinde bir şehrin adıdır.

[171]

Buhârî, teyemmüm 1; şehâdât 15; meğâzî 34; Müslim, hayz 108; tevbe 56; Nesâî, tahâ-re 196; Ahmed b. Hanbel, IV, 264, VI, 195, 197, 198.

[172]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/15-17.

ri731

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/17-18.

ri741

Abdullah b. Mes'ûd'un künyesidir.

[1751

Buhârî, teyemmüm 7; Müslim, hayz 1 10; Nesâî, tahâre 198, 201; Ahmed b. Hanbel, IV, 264, 265.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/18-19.
£1761

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/20.

[1771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/20.

£1781

Abdunahmar b. Ebzâ; Nâfı' b. Hâris'in azatlısıdır. Kendisinin Resûlullah'a sohbeti hususunda ihtilâf edilmiştir. Ancak onun Efendimizden on iki
hadisi olduğu rivayet edilmektedir. Ayrıca Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'den rivayetleri vardır, ibn Hibbân onu, tâbiûnun sikalarından saymış, Ebû Hatim
sahâbidir, demrş. Buhârî, Tirmizî, Yâ-kub b. Sufyan ve Dârakutnî de sahâbî olduğunu söyleyenlerdendir. (Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakat, V, 462;
Buhârî, et-Tarîhul-kebir, V, 245; İbn Ebi Hatim, el-cerh ve't-ta'dil, V, 209; Ibnu'l-Kayserânİ, el-Cem'beyne ricali's-Sahihayn, I, 282; İbnu'l-Esir, Üsdul-
ğâbe, III, 278; Zehebî, A'lamu'n-nubelâ, III, 202 - 202; ibn Hacer A el-İsâbe, 1 1,388; Tehribu't-Tehzîb, VI, 132.).
£179]

Buhârî, teyemmüm 4, 5, 8; Müslim, hayz 1 12; Nesâî, tahâre 195, 199, 200; İbn Mâce, tahâre 91; Ahmed b. Hanbel IV, 263, 265, 320.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/20-22.
[180]

el-Maide (5), 6

£1811

Nisa (4), 43.



[182]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/22-23.

[183]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/23.

[184]

bk. Önceki hadisin kaynakları.

[185]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/23-24.

[186]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/24.

[1871

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/24.

[188]

bk. önceki hadislerin kaynaklan.

[189]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/24.

[190]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/25.

[1911

bk. aynı kaynaklar.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 2/25.
[192]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/25.

[193]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/25-26.

11941

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/26.

11951

Ahmed b. Hanbel, IV, 263, 265.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/27.
[196]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/27.

[1971

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/28.

[198]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/28.

[1991

Ebû Cuheym'in Müslim'deki zaptı Ebû Celim şeklindedir. İbn Hacer, doğrusunun Ebû Cuheym olduğunu, Ebû Cehm'in Kureyş'li başka biri,
bunun ise Ensârî olduğunu söyler. Ubey b. Kâ'b'm kız kardeşinin oğlu olduğu söylenir. Buhârî ve Müslim İki rivayetinde ittifak etmişlerdir.

r2ooı

Buhârî, teyemmüm 3; Müslim, hayz 1 14; Nesâî, tahâre 194; Ahmed b. Hanbel, IV, 169.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/28-29.
[201]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/29-30.

r2021

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/30.

12031

Hadisi sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[2041

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/30-32.

[2051

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/29-30.

r2061

Buhârî, teyemmüm 3; Müslim, hayz 1 14; Nesaî, tahâre İ94; Ahmed b. Hanbel IV, 169.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/32-33.
r2071

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/33.

T2081

Ebû Zerr: Asıl adının ne olduğunda hayli ihtilâflar vardır. Cundub b. Ci'nlde b. Kays diyenler olduğu gibi Bureyr ve Berîr diyen 1er de vardır,
islâm dinini ilk kabul edenlerdendir. Kendisi "Gıfâr" kabilesindendir. Ebû Zerr-i Gıfârî diye tanınmıştır. Resûlul-lah'm davetini duyup Mekke'ye
gelmiş, Efendimiz'in tebliğini dinleyip, davranışlarını inceledikten sonra îslâma girmiş, bu yüzden Mekke müşriklerinin hakaret ve saldırılarına
uğramıştır. Peygamberimiz, kavmine dönüp duyduklarını ve bildiklerini onlara da aktarmasını emretmiştir. Ebû Zerr ilk müslüman olanlardan olmakla
beraber, hicreti hayli geç olmuş, bu yüzden Bedr ve Uhud muharebelerine iştirak edememiştir. Dünyaya hiç değer vermezdi. İlimde İbn Mes'ûd'a denk
sayılır. Kendisinden 281 hadis rivayet edilmiştir. Bunların 12'sinde Buhârî ve Müslim müttefiktir. Ayrıca Buhâri'de iki, Müslim'de yedi rivayeti vardır.
H. 32'de vefat etmiştir. (Bilgi için bk. tbn Sa'd, Tabâkât, IV, 219 - 237; Buhârî, et-Târihu' 1 -kebir, II, 221; Ebû Nuaym, Hilyetu'l-evliyâ, I, 156, 170;
lbnu'1-Esir, Üsdii'l-ğâbe, I, 357; VI, 99, 101; Zehebî, A'lamu'n-nubelâ, II, 46 -78; ibn Hacer, el-tsâbe, IV, 62 - 64: Telızîbu't-tehzîb, XII, 90-91; İbn
İmâd, ŞezerâtuVzeheb, I, 24, 56, 63; Ansârî, Asr-ı Saadet, (Ashâb-i kiram), H, 315, 324. 22.
T2091

Rebeze: Medine'ye üç konak uzaklıkta bir köydür.

[2101

Nesâî, tahâre 203; Tirmizî, tahâre 92; Ahmed b. Hanbel, V, 146, 147, 155, 180.

[211]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/33-35.



[212]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/35-36.

1213]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/36-37.

[214]

Bu zat Munzirî'ye göre önceki hadiste adı geçen Amr b. Bucdân'dır.

[2151

Nesâî, tahâre 203; Ahmed b. Hanbel, V, 146.

12161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/37-39.

[2171

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/39.

[2181

en-Nisâ (4), 29.

[2j9]

Biraz değişik şekli için bk. Buhârî, teyemmüm 7.

r2201

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/40-41.

[2211

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/41-42.

T2221

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/42.

[2231

Bu ifâde, BezluT-Mechûd sahibinin dediğine göre te'kiddir. Menhel sahibine göre ise, önceki(ayi) (benzerini) Amr b.el-As'm ihtilâm olup
teyemmüm ile namaz kıldırmasına, ikinci ise Amr'm Hz. Peygamberle konuşmasına işarettir.
[2241

bk. Buhârî teyemmüm 7.

[2251

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/42-43.

[2261

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/43.

[2271

Bazı nüshalarda "yaralı"kelimesininyerine "özürlü" bazılarında da "sivilceli" kelimeleri yer almaktadır.

[228J

Buradaki bağlama manasına gelen kelimenin mı, yoksa mı olduğunda râvî şüpheye düşmüştür.

[2291

İbn Mâce tahâre 93 (değişik şekilde).

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/43-44.
r2301

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/44-46.

[2311

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/46.

[2321

ibn Mâce, tahâre 93; Ahmed b. Hanbel,!, 370.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/46.
[2331

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/46-47.

[2341

Nesâî, ğusul 27; Dârimı, vudu 65.

[235J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/47-48.

[2361

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/48-49.

[2371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/49.

[2381

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/49-50.

[2391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/50.

[2401

Bir nüshadababın isme "Cuma için gusletmekle ilgi hadisler" şeklindedir.

[2411

bk. Buharı, cuma 2, 5, 12, 26; MüsIim,Cuma, 1, 3, 4; Tirmizi, Cuma 3, 29," Nesâî, Cuma 25; muvatta, cuma 5, Dârimî, salat 190; Ahmed b.
Hanbel, 1,15,46.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/50.
[2421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/51-52.

[2431

Buhârî, ezan 161; cuma 2, 3, 12; şehâdât 18; Müslim, cuma 5; Dârimî, salât J90; ibn Mace, ikâme 80; Muvatta,cuma 2, 4; Ahmed b. Hanbel, III,
6, 30, 60.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/52.
[2441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/52-53.



[245]

Nesâî, cuma 25.

[246]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/53-54.

[2471

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/54.

[2481

Müslim, cuma 26-27 (muhtasar olarak).

12491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/54-55.

12501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/55-56.

[2511

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/56.

[2521

Bu cümle başka bir nüshada "cuma günü gusletmek her baliğ üzerine vacibtir" şeklindedir.

[2531

Müslim, cuma 7; Nesâî, cuma 6, 1 1 ; Ahmed b. Hanbel, III, 30, 69; IV, 34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/57.
[2541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/57-58.

[2551

Nesâî, cuma 10, 12, 19; Ibn Mâce, ikâme 80; Tirmizî.cuma 4; Ahmed b. Hanbel, III, 209; IV, 8, 9, 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/58-59.
[2561

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/59.

12571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/59.

12581

bk. Bir önceki hadisin kaynaklan.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/60.
[2591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/60.

[2601

Nesâî, cum'a'10, 12, 19; İbn Mâce, ikâme 80,83; Ahmed b. Hanbel, I, 93;IV, 9, 10, 104.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/0-61.

[26İ1

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/61.

[2621

Ebû Dâvûd, cenâiz 35.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/61-62.
[2631

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/62-63.

[2641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/63.

[2651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/63.

[2661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/63.

[2671

Buhârî, cuma 4; Müslim, cuma 10; Nesâî, cuma 14; Tirmizî, cuma 6; Muvatta, cuma 5; Ahmed b. Hanbel, II, 460.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/63-64.
[2681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/64-65.

[2691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/65.

12701

Buhârî, cuma 16; Müslim, cuma 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/65.
[2711

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/66.

T2721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/66.

[2731

Hadisi kutub-ı sitte müelliflerinden sadece Ebû Davûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/66-67.
[2741

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/67-68.

[2751

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/68.

[2761

Nesâî, cuma, 9; Tirmİzî, cuma 5; salât 337; Ahmed b. Hanbel; 8,1 1,15, 16, 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/68.



12771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/69.

[278]

Kays b. Asım: Sinan b. Minkâr'ın oğludur. H. 9. senesinde îbni Temim kabilesinden gelen heyetle birlikte Resûlullah (s.a.)'a gelip mü A ıiman
olmuştur. Gayet zeki, halim-selim ve cömert bir zat idi. Efendimiz kendisi için "Göçebe hayatı yaşayanların efendisi" diyerek iltifat etmiştir. Ibn
Abdilberr'İn beyânına göre câhiliye hayatında da şarabı kep-disine haram kılmıştı. Basra'ya yerleşerek orada vefat etmiştir. Ebû Dâvûd, Nesâi ve
Tirmizi kendisinden rivayette bulunmuştur. (Bilgi için bk. lbnu'1-Esir, üsdü'l-ğâbe, IV, 432 - 434; Ibn Hacer, el-îsâbe, III, 252 - 254).
[2791

Nesâî, tahâre 125; Tirmizi, cuma 72; Ahmed b. Hanbel.V, 61.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/69.
r2801

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/69-70.

[281]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/70.

12821

Sarihlerin beyânına göre Useym'in babası Kesir, dedesi de .Kuleyb el-Cuhenîveya el-Hadramî'dir. Senedde Useym, dedesine nisbet edilerek
zikredilmiş, sanki Useym'in babası Kuleyb olarak gösterilmiştir. Buna göre senedin Useym b. Kesir b. Kuleyb olması gerekir. Ancak lerceme hadisin
senedindeki ibareye göre yapılmıştır. (Bilgi tçin bk. Ib-nul Esir, Usdul -ğâbe, III, 602; Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 163'te yanlışlıklasahâbi sayılmış olanlar
arasında zikreder.)
[283]

Kütüb-i sitte sahiplerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/70-71.
[2841

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/71-72.

[2851

Dârlmî, vudu', 84, 92.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/72-73.
12861

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/73.

12871

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/73.

f2881

Buhârî, hayz 1 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/73-74.
12891

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/74.

12901

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/74-75.
[291]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/75.

12921

Esma bint Ebî Bekr: H7. Ebû Bekir'in kızı, Zubeyr b. Avvâm'm hanımıdır. Kendisine "Zatun-Nitakayn" (iki kemer sahibi) denilir, tslâmiyeti
kabul bakımından musluman-lann onsekizincisidir. Oğlu Abdullah'a hamile iken Medine'ye hicret etmiş oğlu Abdullah'ın katlinden on veya yirmi gun
sonra Mekke'de vefat etmiştir. (H. 73) Hişam b. Urve babasından rivayetle Hz. Esmâ'nm yuz yaşma bastığını, bir tane dişinin dahi düşmediğini
söylemiştir. Resulullah'tan hadis rivayet etmiştir. Oğullan Abdullah Urve ve torunları da kendisinden hadis almışlardır. (Bilgi için bk. Ibn Sa'd,
Tabakât, VI-II, 249 - 255; Îbnu'l-Esîr, ÜsduT-ğâbe, VII, 9; Zehebî, A'lâmu'n-nubelâ, II, 287, 296; Ibn Hacer, el-İsâbe, 229 - 230; Tehzîbu't-Tehzîb,
XII, 398; lbnu'1-Imâd, Şezerâtu'z-zeheb, I, 44, 80.)
[2931

Bu cümleyi, "Kan izi göremediği (fakat şüphe ettiği) yeri yıkasın" şeklinde de anlamak mümkündür.

[2941

Buhârî, hayz 9.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/75-76.
[2951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/76.

[2961

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/76.

12971

Buhârî, hayz 9, vudu 63; Müslim, tahâre 1 10; Tirmizi, tahare 104, Ibn Mâce, tahâre 118; Nesâî, hayz 26; muvatta tahâre 103; Ahmed b. Hanbel,
VI, 246, 253.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/76-77.
12981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/77.

12991

Tirmızî, tahare 104; Nesaî, tahare 26; hayz 26; Darimi, vudu 83, 105;.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/77-78.
13001

Ummu Kays bint Mihsanı AdmınCuzâme,Âmine veya Ümeyyelolduğu söylenir. Ukka-şe'nin kız kardeşidir. Mekke'de Islâmı kabul edip,
Medine'ye hicret edenlerdendir. Efendimiz kendisinin uzun omurlu olması tçin dua etmiştir. Gerçekten de onun kadar yaşayan başka bir kadın sahabi
bilinmemektedir. Resûlullah' dan 24 hadis rivayet etmiştir. İkisinde Buhârî ve Müslim müttefiktir. (Bilgi için bk. Îbnu'l-Esîr, Usdu'l-ğâbe, VII, Ibn
Hacer, el-İsâbe, Isâbe, IV, 485.).
13011

Nesaî, tahare 184; hayz 26; Ibn Mâce, tahare 118; Dârimî, vudû 83, 105; Ahmed b. Hanbel, VI, 355, 356.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/78.
13021

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/78.



T3031

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/79.

[3041

Dârimî, vudû, 105.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/79.
[305]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/79.

T3061

Ahmed b. Hanbel, 11,380.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/79-80.
[3071

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/80.

[308]

Nesâi, tahâre 185; İbn Mâce, tahare 83.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/80-81.
[309]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/81.

13101

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/81.

r3iıı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/81-82.

[312]

Ebû Dâvûd, salât 86; Nesâi, ziynet 115; Tirmîzî, cuma 64; Ahmed b. Hanbel, VI, 101.

[313]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/82.

13141

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/82.

[315]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/82-83.

[316]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/83.

[317]

Müslim, salât 274; İbn Mâce, tahare 131; Ahmed b. Hanbel, VI, 67, 99, 129, 137.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/82-83.
[318]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/84.

[319]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/84.

r3201

İbn Mâce, tahâre 131; Ahmedb. Hanbel, VI, 204; ayrıca bk. Buhârî, salat 19, Müslim, salat 273, 274.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/84.
[321]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/84.

[322]

Tabiûndandır, İbn Mes'ûd, Ammâr b. Yâsir, Huzeyfe ve Hz. Âişe'den rivayette bulunmuştur. (Bilgi için bk. ibn Ebî Hatim, el-Cerh, IX, 1 06).

[323]

Buradaki şüphe, râvilerden birine aittir.

[324]

Müslim, tahâre 105, 106, 45; Nesâi, tahâre 187; ibn Mâce, tahare 82 (mânâ olarak); Tirmizî, tahâre 85 (mânâ olarak);Ahmed b. Hanbel, VI, 35
97, 135.
[325]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/85.

[326]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/85-86.

[3271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/86.

[328]

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[329]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/86.

[330]

Buhârî, vudû' 65; Müslim, tahâre 108 (benzeri); Tirmizî, tahare 86 (benzeri);Nesaî tahâre 186; İbn Mâce, tahâre 81 (benzeri); Ahmed b. Hanbel,
VI, 142, 235.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/87.
[33U

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/87.

f3321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/87.

[333]

Buhârî, vudû 59; Muslim.tahâre 101, 104; Nesâî,tahâre 188; Tirmizî, tahare 54 (benzeri) ibn Mace, tahâre 77; Darİmî, vudû' 63; muvatta', tahâre
1 10; Ahmed b. Hanbel, VI, 356, 464.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/87-88.
13341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/88-89.



[335]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/89.

[336]

Lubâbe bint el-Hâris: Resûlullah'm amcası Hz. Abbâs'm hanımıdır. Hz. Hatice'den sonra Islâmı ilk kabul eden kadın olduğu söylenir.
Efendimizden otuz hadis rivayet etmiştir. Buhârî ve Müslim bir rivayetinde ittifak etmişler, birerini de ayrı ayrı rivayet etmişlerdir. Hz. Osman'ın
hilâfeti devrinde vefat etmiştir. (Bilgi için bk. Ibnu'1-Esîr, Üsdu'l-ğabe, VII, 253; Zehebî, A'lamu'n-nubelâ, II, 314 - 315; Ibn Hacer, el-lsâbe, IV.;
Tehzîbu't-Tehzîb, XII, 449).
13371

Buharı, vudu 59; İbn Mâce, tahâre 77; Ahmed b. Hanbel, VI, 239, 240, 255, 256.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/89-90.
[338]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/90.

[339]

Resûlullah'm azatlısı ve hizmetcisidir. Ebû Zur'a; "Onun adını da bundan başka bir rivayetini de bilmiyorum" demiştir. Başkaları adının; Iyad
veya Ebû Zer olduğunu söylemişlerdir.
[340]

Nesâî, tahâre 189; İbn Mâce, tahâre, 77.

T3411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/90-91.

13421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/91.

13431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/91.

13441

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/92.
13451

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/92.

[3461

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/92.
[3471

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/92.

13481

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/93.
[3491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/93.

f3501

Buhârî, vudû 57, 58, edeb 35, 80; Müslim, tahâre 98, 100; Tirmızî, tahâre 1 12; Nesâî, tahâre 44; mjyâh 2, İbn Mâce, tahâre 78; Dârimî, vudü' 62;
Muvattâ', tahâre 111; Ah-med b. Hanbel, ÎI, 282.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/93-94.
[351]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/94-96.

[3521

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/96.

[3531

Tâbıûndandır. Sika bir râvî olarak tanınır. H. 88'de Basra'da vefat etmiştir. (Bilgi için bk. Ibn Ebî Hatim, el-Cerh ve't-ta'dîl, VIII, 285; İbnu'l-
Esir, Üsdu'l-ğâbe, V, 221 -222; Ibn HAcer, el-İsâbe, ili, 447).
[3541

bk. önceki hadisin kaynaklan.

13551

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/96.

13561

Bezlu'l-mechûd, III, 130.

[3571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/97.

[3581

Buharı, ta'bir 36; fedailu ashabın-Nebi 19; Müslim, fedailu's-sahâbe 140.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/97.
[3591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/98-99.

r3601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/99.

[36İ1

Ümmü Veled, Efendisinden çocuk dünyaya getiren câriyedir. Bu hanım tabiîdir.

[3621

Tirmizî, tahâre 109; İbn Mâce, tahâre 79; Dârimî, vudû 64; muvatta, tahâre 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/99-100.
[3631

el-Müddessir (74), 4.

[3641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/99-100.



T3651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/101.

T3661

Ibn Mâce, tahâre 79.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/102.
[3671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/102.

[368]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/102.

[3691

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/102-103.
13701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/103.

[371]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/103.

[372]

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/103-104.
[373]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/104.

13741

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/104.

[3751

Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 2/104-105.
[376]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/105-106.

[3771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/106.

[378]

Nesâî, tahâre 192; İbn Mâce, ikâme 61; Alımed b.Hanbel, III, 42.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 2/106.
[3791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/106-107.

[380]

Sunen-i Ebû Dâvûd, Kıtabu't-Tahâre (Temizlik Bölümü)'nün sonu.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 2/107.
[381]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/107.



27. TIP BÖLÜMÜ

1. fnsanın Tedavi Olması Caizdir

2. Perhiz

3. Kan Aldırma

4. Kan Aldırma Yeri (Neresidir)?

5. Kan Aldırmanın Müstehap Olan Vakti Ne Zamandır?

6. (Tedavi İçin) Damar Kesme Ve Kan Alınacak Yer

7. Dağlamakla Tedavi Etmenin Hükmü

8. Buruna İ laç Damlatma

9. Nuşre

10. Panzehir Kullanmak

11. Kullanılması Hoş Olmayan Kötü f taçları Kullanmak

12. İyi Cins Hurma (İle Tedavi Olmak)

13. Ağıza Parmağı Sokup Boğazdaki Bademciği Sıkarak Patlatmak Suretiyle
Tedavi Etme

14. Gözlere Sürme Çekmek

15. Göz Değmesi Hakkında Gelen Hadisler

16. Emzikli Kadınla Cima Etmenin Hükmü

17. Muska Takmak

18. Okuma île Tedavi

19. Okuma İle Tedavi Nasıl Olur?

20. Şişmanlama Yollarına Başvurmak

21. Gaipten Haber Verdiğini fddia Eden (Kâhin) Hakkında

22. Yıldızlar(dan Hüküm Çıkarma) Hakkında

23. (Yere) Çizgi (Çizmek) Ve Kuş Uçurmak (Suretiyle İstikbale Dair Hükümler
Çıkarma) Konusunda Gelen Hadisler

24. Uğursuzluğa İ nanmak



27. TIP BÖLÜMÜ



1. tnsanın Tedavi Olması Caizdir

3855... Üsâme b. Şerik'ten rivayet olmuştur; dedi ki:

Peygamber (s.a)'in yanma varmıştım. Sahâbîleri (onun yanında) sanki başlarının

üzerinde bir kuş varmış gibi (sessiz ve hareketsiz durmakta) idiler. Selâm verip

(yanlarına) oturdum. Şuradan buradan (bir takım) bedeviler gelip;

Ey Allah'ın Rasûlü, tedavi olabilir miyiz? diye sormaya başladılar. (Hz. Peygamber

de);

"Tedavi olunuz. Çünkü aziz ve celü olan Allah, şifasını yaratmadığı bir hastalık

LU

yaratmamıştır. Ancak bir hastalık müstesna o da ihtiyarlıktır" buyurdu.
Açıklama

Tıb: İnbsan vücudunun sıhhat ve hastalığı kendisiyle bilinen bir ilimdir.
Bir de insan kalbine arız olan küfür, şüphe, vesvese gibi manevi hastalıkları ve bu
hastalıkların tedavisini araştiran tıb ilmi vardır.Ancak burada kastedilen birinci
manadaki tıb ilmidir.

a) Sıhhati korumak.

b) Vücudu rahatsız eden şeylerden sakınmak,

c) Vücuttaki zararlı maddeleri dışarı atmak.

Bunlardan birincisi, "Kim hastaolur yahut seferde bulunursa tutamadığı günler

121

sayısınca başka günlerde oruç tutsun" ayet-i kerimesinden almmıştır.Bu ayet-i
kerimede sıhhati kormak gayesiyle Ramazan' da yolculuk yapan bir kimsenin oruç

tutmasına izin verilmiştir. İkinscisi, "nefislerinizi öldürmeyiniz." Ayet-i
kerimesinde alınmıştır. Üçüncüsü ise, "...Ya da başından bir rahatsızlığı bulunan kimse

141

oruçtan, sadakadan veya kurbandan(biriyle) fidye verir." Ayet-i kerimesinde
almmıştır.Bu ayette, hacda ihramlı olan bir kimsenin başında kendisini rahatsız edecek
haşerelerin üremesi halinde, onlardan kurtulmak için başının tıraş edip karşılığında
fidye edilmesiene müsaade edilmektedir.

Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifteki "tedavi olunuz" emrinin zahiri ibahe ifade
eder.Hafız İbn Hacer ile Hanefi ulemasından Ayni bu görüştedirler. Fetava-yı
Hindiyye'nin zahirinden anlaşılan da budur.İmam Gazali de el-Erbain isimli eserde bu
görüşü savunmuştur.

Ancak Mecmau'l-Bihar yazarının açıklamasına göre; cumhur ulemaya göre bu emrin
zahiri müsteheblık ifade eder.İbn Kayyim el-Cevziyye ile Aliyyü'l-kari de bu
görüştedir.

Ayrıca bu hadis-i şerifte, ihityarlıktan başka her hastalığın bir ilacı olduğu
bildirilmekte, ilacı bilinmeyen hastalığın ilacını bulmak için araştırmalar yapılması
teşvik edilmektedir.

Bazı kimselein, "Allah'ın imtihan için verdiği hastalığa razı olmadıkça velayet
mertebesi tamam olmaz.Bu bakımdan veli için tedavi caiz değilidr." Şeklindeki sözleri



Hz. Peygamber' in mubah kıldığı tedavi hükümne aykırıdır. Eğer tedavi olunan
hastalıklar iyileşmiyorsa bunun sebebi ya hastalığın hakiki tedavisi bilinememesinden

£51

ve yahutta teşhis olunamamasmdandır.

Tedavilerin tümünü tevekküle aykırı saymak doğru değildir. Çünkü İslam alimlerinin
açıklamasına göre vücudun zararlarını giderecek sebepler üçtür:

1- Zararı gidermesi kesin olan sebepler, susuzluk zararının gideren su, açlık zararının
gideren ekmek gibi.Bu gibi sebepleri tevekkül maksadıyla terk etmek haramdır.

2- Zararı gidermesi kesin olmayan fakat gidermesi ihtimal dahilinde olan sebepler.Kan
aldırmak, üşümeyi giderebilen sıcaklık verici ilaçlar kullanmak gibi.bu gibi ilaçlara
başvurmak da tevekküle mani değildir.

3- Kendilerinden şifa beklemek tamamen bir vehimden ibaret olan sebepler.Efsun
yaptırmak gibi.Müslümana yakışan, bu kısma giren sebeplerden uzak durup Allah'a
tevekkül etmektir.

İbn Mes'ud'dan rivayet olunduğuna göre Hz.Peygamber, bu kısma giren sebeplerden
kaçıp Allah'a tevekkül edenler hesapsız olarak cennete gireceklerdir, buyurmuşladır.



Binaenaleyh hastalığın gelip gitmesi Allah'ın emriyledir.Allah hastalığın iyileşmesine

sebep olacak devalar yaratmıştır.Bu sebeplere sarılmak tevekküle mani değildir.
Hadis-i şerifte ihtiyarlığın hastalıktan sayılması, kendisini ölümün takib etmesi

[8]

sebebiyle hastalığa benzemiş olmasındandır.
2. Perhiz

3856... Ümmü Münzir binti Kays el-Ensâriyye'den rivayet olunmuştur; dedi ki:
Rasûlullah (s. a) (bir gün) yanıma geldi. Henüz hastalıktan yeni kurtulmak üzere olan
Ali (a. s) beraberindeydi. (O sırada) bizim asılı (hurma) salkımlarımız vardı.
Rasûlullah (s. a) kalkıp onlardan yemeye başladı. Ali (a. s) de (onlardan) yemek için
ayağa kalktı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) Ali'ye:

"Sakın ha, sen hastalıktan yeni kurtuluyorsun" buyurdu. Ali (a. s) de (onlardan

yemekten) vazgeçti. Ben (onlara) arpa ve şalgam (yemeği) yapıp getirdim. Bunun

üzerine Rasûlullah (s.a) (benim hazırladığım bu yemeği göstererek):

"Ey AH, (işte) bundan ye, bu senin için daha faydalıdır" buyurdu.

Ebû Dâvud dedi ki; (Bu hadisi rivayet eden) Harun, (hadisi kendisine rivayet eden Ebû

Davud'un, Ebû Davûd et-Tayâlisî olmayıp) Ebû Dâvûd el-Adeviyye (olduğunu)

söyledi.

Açıklama

Perhiz, insanın bedene zarar mideye ağırlık veren yemeklerden sakınması demektir.
Hadis-i şerifte insan vücuduna zararlı ve faydalı olan şeyleri bilmenin, bir başka
ifadeyle tıp ilminin faziletine delâlet ve bu ilmi öğrenmeye teşvik vardır.
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, daha hastalıktan yeni kurtulmaya başlamış olan Hz.



Ali'ye bazı yiyecekleri yemeyi yasaklamıştır.

Bugün modern tıpta böbrek hastalığı, damar sertliği, romatizma, mide çıbanları ve
çocuk ishalleri gibi hastalıkların tedavileri hemen hemen perhizle yapılmaktadır.

£10]

Nitekim, "Mide hastalık evidir. Perhiz ise her devanın başıdır." buyurulmuştur.
3. Kan Aldırma

3857... Ebû Hureyre'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):

"Sizin tedavi olduğunuz şeylerde hayırlı olan biri varsa o da kan aldırmadır"

im

buyurmuştur.

3858... (Ubeydullah b. Ali b. Ebû Râfı'in) ninesi ve Rasûlullah (s.a)'m hizmetçisi
Selmâ'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:

Rasûlullah (s. a), başındaki ağrıdan şikâyet eden bir kişi yoktur ki ona "Kan aldır"
dememiş olsun. Ayaklarmdaki ağrıdan sızlanan bir kişi de yoktur ki ona, "Onlara kına

£121

yak" dememiş olsun.
Açıklama

Bu hadis-i şerifler kan aldırmanın müstehap olduğuna delâlet etmektedir.
Diğer bir hadis-i şerifte kan aldırmanın önemi ifade edilirken, "Eğer sizin
ilaçlarınızdan bir şey de hayır varsa bu ya neşter vurmakta, yabal şerbetinde yahutta

£13]

ateşle dağlamaktadır." buyurulmaktadır.

Kan aldırnmamı önemini bildiren hadislerden bazılarının mealleri şöyledir:

"Kan alan köle ne iyidir.Kan almak sülbün yükünü hafifletiyor ve gözleri

£14]

kuvvetlenidiry or. "

"Hz. Peygamber (s.a.), miraç gecesi meleklerden hangi topluluğa uğradıysa; ümmetine

£15]

kan aldırman emretmesini söylediler."

Bugünün tıbbıda genellikle 50 yaşın üzerindeki kişilerde görülen sebebi bilinmeyen,
organizmada alyuvar kitlesinin devamlı be mutlak suretle artmasıyla meydana gelen
Polsitemia Vera isminde bir hastalık tesbit edilmiştir ki ,hasta da baş ağrısı, baş
dönmesi halsizlik, fenalık hissi, geçici körlük, görme keskinliğinde azalma g,b,
şikayetleri vardır.

Bu hastalık kan alma suretiyle tedavi edilir. Böylece kısa zamanda alyuvar kitlesini
azaltarak hastalığın vücut için kötü olan etkileri önlenmiş olur.

Her defasında 300 ml. Kan alınır ve bu haftada 1-2 kere uygulanır. Bu işleme
alyuvarlar sayısı normal seviyeye gelinceye kadar devam edilir. Bazı vakalarda sadece
kan almayla hastalık kontrol altında tutulkabilir.

"Ani sol kalp yetmezliği ve buna bağlı akciğer bozukluklarında da kan alma suretyle
tedavi yapılır.Ani sol kalp yetmezliğinde toplardamar yoluyla süratle ve fazla
miktarda (500 ml) bir kan alımı kalbe kan dökümünü azaltarak sağ kalp atım hacmini



azaltmak suretiyle sol kalp yükünü hafifleteceğinden ani sol kalp yetmezliği ve buna

£161

bağlı akciğer bozukluklarına ait krizlerde hastayı kısa zamanda rahatlatabilir."



4. Kan Aldırma Yeri (Neresidir)?

3859... Ebu Keşbe el-Emmari, İbn sevban'a şöyle demiştir:

Peygamber (s. a.) başından ve iki omuzu arasından kan aldırır ve (alman kana işaret
ederek):

"Kim (kendisinden) şu kanları (dışarı) akıtırsa, artık başka bir hastalık için bir başka

im

yolla tedavi olmaması ona zarar vermez." buyururdu.
3860... Enes (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre;

Peygamber (s. a.), (boynun iki tarafında bulunan) ahdan (isimli iki damarın bulunduğu
yer)den ve iki omuz arasından üç defa kan aldırmıştır.

Ma'mer dedi ki: "(Bir gün) kan aldırmıştım.Aklım (başımdan) gitti. Öyle ki
namazımda Fatiha'yı bile ezbere okuyamıy ordum." Ma'mer başından kan aldırmıştı.
£181

Açıklama

Bu hadis-i şeiflerde kan aldırmanın çok tesirli bir tedavi şekil olduğu, usullerine riayet
edildiği takdirde önemli faydaları olabileceği ifade edilmektedir.
Kan aldırırken göz önünde bulundurulması gereken hususlardan biri, hastalığın
cinsini, vücudun kan alınacak yerini iyi tesbit etmektir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifler kanın iki omuz arasından, boyunun sağ ve
solunda bulunan el-ahdeân denilen iki damardan ve baştan alınabileceği ifade
edilmektedir. 3863 numaralı hadis-i şerifte ise kanın kalçadan da alınabileceği
belirtilmektedir.

Hadis sarihlerinden AIiyyü'l-Kârî'nin açıklamasına göre; Ma'mer, kan aldırırken Hz.

£191

Peygamber'in riayet ettiği hususlara dikkat etmediği için bu duruma düşmüştür.

Kan aldırmayı gerektiren sebeplerin bilinmesi kadar vücuttan kan alınabilecek

noktaların bilinmesi de önemlidir.

İbnü'l-Kayyım el-Cevziyye'nin Zâdü'l-Meâd isimli eserinde açıkladığı gibi; başta
bulunan ağrı, kulak ve diş ağrısı gibi ağrılar, vücutta bulunan kanın çoğalmasından ve
bozulmasından doğmuş olabilir. Bu gibi ağrılar için boynun iki tarafında bulunan
damarlardan kan almak gerekir.

Sıcak ülkelerde bulunan kimselerin kanlan sıcaklığın cazibesi sebebiyle kılcal
damarlara hücum ettiği için, derilerinde bulunan solunum delikleri geniş olduğundan
bu kimselerden kan almak tehlikeli olabilir. Bu bakımdan kan aldırmanın zaman ve

[201

zeminini iyi tesbit etmek gerekir.

5. Kan Aldırmanın Müstehap Olan Vakti Ne Zamandır?



3861... Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s. a) şöyle buyurmuştur:
"Kim (kamerî ayların) onyedi, ondokuz ve yirmi bir (inci günlerinden bir)inde kan
aldırırsa (bu, kanın çoğalmasından ve bozulmasından doğan) her hastalığa şifa

£211

olur."

3862... Keyyise binti Ebû Bekre'nin haber verdiğine göre; babası, aile halkını salı
günü kan aldırmaktan nehyeder ve Rasûlullah (s.a)'m:

"Salı günü kan(ların artma) günüdür. Salı gününde bir saat vardır ki (o saatte akıtılan

[221

kan bir daha) dinmez" dediğini söylermiş.
3863... Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre;

[23]

Rasûlullah (s. a) kendisinde bulunan bir ağrıdan dolayı kalçasından kan aldırmıştır.
Açıklama

Bu babdaki hadis-i şeriflerde kan aldırmak için kamerî ayların onyedi, ondokuz ve
yirmibirinci günlerinden birinin seçilmesi ve salı günü kan aldırmaktan kaçınılması
tavsiye edilmekte ve Hz. Peygamber'in vücudunda bulunan bir ağrıdan dolayı
kalçasından kan aldırdığı bildirilmektedir.

Neylü'l-Evtâr sahibi Şevkânî'nin de açıkladığı gibi; doktorlar, kan aldırmak için ayın
üçüncü haftasındaki günlerin en uygun olduğunda ittifak etmişlerdir. İstikbalde
anlaşılabilecek bir gerçeği yüzyıllarca önce bildirmesi yönünden 3861 numaralı hadis
bir mucize niteliği taşımaktadır.

Herhalde ayın üçüncü haftasının kan aldırmak için ayın birinci, ikinci ve dördüncü
haftalarından daha uygun olması, ayın dünyaya etkisinden kaynaklanmaktadır.
Çünkü Erzurumlu İbrahim Hakkı'nm da ifade ettiği gibi, "ayın ilk yarısında sıcaklıkla

1241

nemliliğin fazlalığından damarlarda kan çoğalır." Kanın çoğaldığı bir sırada
damardan kan alınması halinde kanın dindirilmesi zorlaşacağından tehlikeli olacağı
gibi, ayın son haftalarında da kan iyice azalacağından o haftada da kan aldırmak
tehlikeli olabilir.

Hadis sarihlerinin açıklamasına göre; salı günü kan aldırmanın tehlikesi de o günde
kanın fazlalaşması sebebiyle dindirilmesinin zorlaşması ve ölüme sebep
olabileceğinden doğmaktadır. Ancak, sah günü kan aldırmanın yasak-landığmı
bildiren bu 3862 numaralı hadis, senet yönünden tenkid edilmiştir. Hatta İbn Cevzî bu
hadisin mevzu olduğunu söylemiştir. Ayrıca bu hadisi, "Salı günü Hz. Adem'in oğlu
Habil'in kardeşi Kabil'i öldürdüğü kan günüdür" şeklinde tefsir edenler de olmuştur.
Hz. Peygamber'in kalçasından kan aldırdığını ifade eden 3863 numaralı hadiste de
çözülmesi müşkil görünen kapalı bir husus vardır. Çünkü Ahmed b. Hanbel'in
rivayetindeki Hz. Peygamber'in vücudundaki ağrıyla ilgili ifadede kesinlik yoktur. Bu
ağrının sırtında mı yoksa kalçasında mı olduğunda tereddüt edilmektedir.

1251

Ayrıca aslında bu ağrının Hz. Peygamber'in attan düşmesinden dolayı meydana



geHen ağrı olabileceği kabul edilirse, o zaman kal aldırma hâdisesinin Medine'de ve
ayaktan olması gerekirdi. Oysa bu kan aldırma hâdisesinin Mekke'de ve ihramlı iken

[26]

olduğuna delâlet eden rivayetler de vardır.

Netice olarak burada kan aldırma hadisesinin kalçasından mı yoksa sırtından mı
olduğu araştırılmaya muhtaçtır.

Esasen 3863 numaralı hadisin mevzumuzu teşkil eden bab başlığı ile pek ilgisi
görülmüyor. Bu bakımdan bu hadisin yeri bir sonraki bab yahutta bir önceki bab
olmalıydı. Nitekim elimizde bulunan Avnü'l-Ma'bûd nüshasında bu hadis bir sonraki

[27]

bab başlığı altında zikredilmiştir.

6. (Tedavi İçin) Damar Kesme Ve Kan Alınacak Yer

3864... Câbir (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Peygamber (s. a) Übeyy'e bir doktor

[28]

gönderdi. (Doktor tedavi maksadıyla) onun bir damarını kesti.
Açıklama

Bu hadis-i şerif Hz. Peyamber'in damar kesmeninde tedavi için bir yol olduğunu
tasvib ettiğine delâlet etmektedir. Müslim'in rivayetinden anlaşılacağı üzere, Hz.
Peygamber'in Übeyy'e gönderdiği doktor, Übeyy'in damarım kestikten sonra kanı
dindirmek için kestiği yeri dağîamıştır.

Bu da gösteriyor ki, doktor tedavi için hastanın durumuna en uygun yol hangisi ise o
yolu tercih eder ve hastasını o yolla tedavi etmeye çalışır. Hadis-i şerifin delâlet ettiği
mana budur.

Nitekim bugünkü doktorlar da hastayı en hafif yoldan tedavi etmenin yolu ne ise
tedavi için o yolu seçmek gerektiğinde ittifak etmişler. Hastayı daha hafif bir yolla
tedavi etme imkânı varken daha ağır bir yola gitmenin doğru olmayacağını; fakat daha
hafif yollarla tedavi imkânı kalmadığı zaman en ağır tedavi yollarına dahi

[29] "

başvurulabileceğini söylemişlerdir.

7. Dağlamakla Tedavi Etmenin Hükmü

3865... İmrân b. Husayn'dan rivayet olunmuştur: Peygamber (s.a) (bize) dağla(mak
suretiyle tedavi yap)mayı yasakladı. (Biz ise tedavi için) dağlama yoluna başvurduk.
(Fakat bu rahasızlıklarımız) ne iyileşti, ne de şifa buldu.

Ebû Dâvûd dedi ki: (îmrân b. Husayn, Hz. Peygamber'in yasakladığı bu dağlama ile
tedavi etme yoluna başvurmadan) önce meleklerin selâmım işitirdi. Dağlandıktan
sonra bu halden mahrum oldu. Dağlanmayı bırakınca eski hali tekrar kendisine döndü.
[30]



3866... Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a), ok yarasından dolayı



im

Sa'd b. Muaz'ı dağla-mtştır.
Açıklama

Bir önceki hadis-i şerifte de açıkladığımız gibi, bir hastalığı daha hafif ve daha kolay
yoldan tedavi imkânı varken dağlama ile tedavi etmek yasaklanmıştır. Ancak
dağlamadan başka tedavi imkânı kalmadığı zaman tedavi için dağlama yoluna
başvurmakta şer'î bir sakınca yoktur.

Nitekim had cezasıyla eli ve ayağı kesilen kimselerin kanlarını dindirmek için
başvurulan yol dağlama yoludur.

Fahr-i Kâinat Efendimiz, Sa'd b. Muaz'm yarasını dağlamak suretiyle bize bu
gerçekleri öğretmiştir. Rasûluüah Efendimizin İmrân b. Husayn'ı dağlanmaktan
nehyedişinin sebebini de bu şekilde açıklamak icab eder.

Siyer kitaplarında açıklandığına göre Hz. İmrân'm tedavi olmak için dağlanmasını
istediği yarası basur yarası idi. Burası çok nazik ve tehlikeli bir yer olduğu için Hz.
Peygamber buna izin vermedi.

Hattâbî, Hz. Peygamber'in dağlamayı yasaklamasına sebep olarak iki ayrı önemli
sebep daha gösterir:

1) Hz. Peygamber'in dağlama yoluyla tedaviyi yasaklamasının bir sebebi de cahiliye
araplannm, "Nerede olsanız, sağlam kaleler içinde bulunsanız yine ölüm sizi

[321

bulur" kaziyye-i ilâhiyesine aykırı olarak, ölüm ve kalımı Allah'ın irade ve
kazasına değiî de tamamen maddî sebeplere bağlamaları ve dağlamanın ölüme karşı
kesin bir çare olabileceğine dair inançları idi.

Oysa bütün tedavi yöntemleri kesin sonuç almak için yeterli ve mutlak sebep değil,
ancak şifa için Allah'ın izni ve iradesi dahilinde birer vasıtadan ibaretti.
Hz. Peygamber işte bu sözü geçen yanlış inançla kendisine başvurulan dağlama ile
tedavi yolunu yasaklamıştı.

2) Hz. Peygamber'in bu tedavi yolunu yasaklamasının diğer bir sebebi de onların daha
hastalık gelmeden önce hastalıktan korunmak maksadıyla kendilerini dağlamayı bir
adet haline getirmiş olmalarıydı. Oysa zaruret olmadan vücudu dağlattırmak
mekruhtur.

Bir ihtimal uğruna böylesine tehlikeli bir tedavi yolunu göze almanın yanlışlığını
açıklamak icap ediyordu. İşte Hz. Peygamber'in dağlama ile ilgili olarak getirdiği
yasağın bir sebebi de bu idi.
Bu mevzuda İbn Kuteybe şöyie diyor:

"Bazı hadisler arasında çelişki bulunduğunu iddia eden sapık mezhep sahipleri bu
iddialarını ispat için şöyle diyorlar:

Siz Rasûlullah'm, "Hastalığını iyileştirmesi için vücudunu dağlattıran veya (kendisine)

[33]

okutup üflettiren Allah'a tevekkül etmemiştir" buyurduğunu rivayet ettiniz, sonra
da Rasûlullah'm Es'ad b. Zürâre'yi dağladığını ve; "Sizin tedavi olduğunuz şeylerde bir
hayır varsa şüpesiz hacamatçının kan akıtmak için neşterle vücudu yarmasında veya

[341

ateşle dağlamasmdadır." buyurduğunu rivayet ettiniz. Bu ise birinci hadisin
hilâfmadır.



Cevap: Biz deriz ki, burada herhangi bir uyuşmazlık yoktur. Her bir hadisin yeri
vardır. Oraya konulduğu zaman uyuşmazlık ortadan kalkar. Dağlamak iki çeşittir:
Birisi, Acemlerin pek çoğunun yaptığı gibi hastalığa yakalanmamak, hasta olmamak
için sağlam birisini dağlamaktır. Onlar çocuklarını ve gençlerini kendilerinde hastalık
olmadığı halde dağlarlar. Bu dağlamanın onların (çocukların) sıhhatini koruyacağını
ve hastalıkları onlardan uzaklaştıracağını zannederler.

İşte Rasûlullah'm (s. a) iptal ettiği ve hakkında, "Dağlanan tevekkül etmemiştir" dediği
husus da budur. Çünkü o sıhhatli olduğu halde dağlanmak ve tabiatını ateşle
korkutmakla kendisinden Allah'ın kaderini uzaklaş-tırabileceğini zannetmektedir. Eğer
Allah'a tevekkül etmiş olsaydı, O'nun (c.c) kazasından insanı kurtaracak hiçbir şey
olmadığını bilirdi ve sıhhatli olduğu halde tedavi olmaz ve hastalıktan kurtulmak için
hastalık olmayan yeri dağîamazdı.

Diğer dağlamaya gelince; yara iltihaplandığı ve kan akıp kesilmediği zaman yarayı
dağlama, karında ve bedende su toplandığı zaman damarların dağlanması da böyledir.
İşte Rasûlullah'm, "Muhakkak onda şifa vardır" dediği dağlama budur. (Resulullah)
Es'ad b.Zürâre'yi, boynunda hissettiği bir hastalıktan dolayı dağlamıştır. Bu ise birici
gibi değildir. Çünkü hastalığa yakalanmca tedavi olan bir kimseye "tevekkül
etmemiştir" denilemez.

Halbuki Rasûlullah (s. a) tedavi olunmasını emretmiş ve, "Her hastalığın ilacı
[351

vardır" buyurmuştur. İlaç mutlaka şifa vereceğinden değil, sadece bu ilaç ile
Allah'ın kendisine afiyet vermesi umularak içilir. Çünkü Alla-hu Teâlâ herşey için bir
1361

sebep kılmıştır."

Bu konuda âlimlerce verilen izahlardan şu netice almır:
Dağlamanın yasak olduğu durumlar:

1- Dağlamaktan başka tedavi mümkün iken,

2- Dağlamak tehlikeli iken,

3- Şifayı Allah' dan değil de dağlamaktan beklerken,

4- Sağlıklı olduğu halde hastalanmamak için ve bir tedbir mahiyetinde olmak üzere
dağlamak.

Yukarıdaki maddelerde yazılı durumlarda dağlamak da dağlanmak da yani kişinin
kendi nefsini dağlaması veya başkasını dağlaması yasaktır, yani mekruhtur.
Hastalıktan kurtulmanın başka çaresi görülmüyorsa zaruret halinde ve son çare olarak

£371

dağlama yoluna gidebilir.

8. Buruna tlaç Damlatma

3867... İbn Abbas'dan rivayet olunduğuna göre;

1381

Rasûlullah (s. a), buruna ilaç damlatırmış.
Açıklama

Seut: Hastayı omuzlarının altına yastık gibi bir şey koyarak sırtüstü yatırmak
demektir. Hasta bu şekilde yatırıhnca burnuna damlatılan ilaç dimağına daha çabuk



erişerek orayı tahriş edip hastayı aksırtır. Bu aksırık vasıtasıyla dimağında bulunan
rahatsızlığı dışarı atmış olur. Bu hadis-i şerif tababetin müsbet ve güvenilir bir ilim
olduğuna, burna ilaç damlatmakla tedavi olmanın müstehabhğma delâlet etmekte ve
tedavi için bu yola bizzat Fahr-i Kâinat Efendimiz'in de başvurduğunu ifade et-
[391

mektedir.

9. Nuşre

3868... Câbir b. Abdullah'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a)'a nuşre
(denilen tedavi usulü) sorulmuş da:

[401

"O şeytan işidir" cevabını vermiş.
Açıklama

Avnü'l-Ma'bûd yazarının açıklamasına göre nuşre, kendisini cinlerin çarptığı
zannedilen bir kimseyi tedavi için kullanılan bir nevî okuyup üflemekle yapılan tedavi
usulüdür.

Bu tedavi usulünün uygulanması neticesinde hastayı rahatsız eden sebeplerin içinden
çıkarak önüne dökülüp neşr olunacağı umulduğu için bu tedavi usulüne "nuşre" ismi
verilmiştir.

Fethu'l-Vedûd yazarı bu mevzuda şöyle diyor: "Öyle zannederim ki bu tedavi usulü
içerisinde şeytanların isimleri, ya da anlaşılmaz ibareler bulunan bir takım metinleri
hastaya okumaktan ibarettir. Bu bakımdan bu tedavi şeklinin bir nevi sihir olduğu
kabul edilmiş, yapanlar hastanın içinde bulunan hastalığın bu yolla dökülüp
saçılacağma inandıkları için de ona nuşre ismi verilmiştir."

Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte "şeytan işi" olduğu haber verilerek yasaklanan
bu asılsız tedavi yolu İslâmiyyetten önce araplar tarafından kesin sonuç alınacağına
inanılarak uygulanan yaygın bir tedavi yolu idi. İslâmiyet gelince bunu yasakladı ve
yerine Allah'ın izni ve iradesi ile şifalı olabilen bazı âyetleri ve Peygamberin öğrettiği
duaları okuyarak tedavi etme yolu getirildi ki bunu inşallah bu bölümün 18. ve 19.

[411

bablarmda ayrıntılı olarak anlatacağız.

10. Panzehir Kullanmak

3869... Abdullah b. Amr, Rasûlullah (s.a)'i şöyle derken işittiğini söylemiştir:
"Eğer ben panzehir içersem veya muska takınırsam ya da kendi kafamdan şiir
söylersem (artık islâmî ölçülerin dışına çıkmış olacağımdan bir daha) yaptıklarımın
islâmî ölçülere uyup uymadığm)a aldırış etmem."

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu yasak sadece Peygamber (s. a) 'e aittir. (İslâm â/imlerinden) bir

[421

topluluk buna, yani panzehir kullanmaya cevaz vermiştir.



Açıklama



Bu hadis-i şerifle Rasûl-i Zîşan Efendimiz ümmetini; panzehir içmek, muska takmak
ve hikmetle ilgisi olmayan şiirle meşgul olmaktan nehyetmek istemektedir.
Ancak bunu ümmetinden hiç bahsetmeden, sözü kendi üzerinden açarak yapmaktadır.
Bilindiği gibi insanın muhatabı ile ilgili bir meseleyi bu şekilde anlatmasına "üslubu
hakimane" denir.

Hadis-i şerifte üslubu hakîmane'nin en güzel örneklerinden birini görmekteyiz. Bu
sanatı merhum Tâhîru'l-Mevîevî şöyle tarif ediyor: "Üslubu hakimane tariz
nevilerindendîr. Birini takdir makamında; niçin böyle yapıyorsun? diyecek yerde;
niçin böyle yapıyoruz, yapmasak daha iyi olmaz mı? tarzında nefsini teşrik ederek
[43]

söylemektir."

Tiryak: Zehirlenmeye karşı kullanılan zehirli ilaçtır.

İbnü'l-Esîr'in en-Nihâye isimli eserindeki açıklamasına göre, hadis-i şerifte kastedilen
ve yasaklanan zehirli ilaçtan maksat yılan etinden ve şaraptan yapılan bir ilaçtır.
İçinde böyle pis ve haram karışımlar olduğu için haram kılınmıştır. Fakat içerisinde
pis ve haram bileşimler bulunmayan zehirli ilaçların kullanılmasında sakınca yoktur.
Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, cumhur ulema zehirli ilaç kullanmanın
caiz olmadığını söylemişlerdir. Mâlikîlere göre bunda bir sakınca yoktur. Musannif
Ebû Davud'un metnin sonuna ilâve ettiği, "bir topluluk buna cevaz vermiştir" sözü ile
herhalde Mâlikîleri kasdetmiştir. Çünkü onlar yılan etinin helâl olduğu
görüşündedirler.

İbn Reslân'a göre, kafadan şiir söyleme ve muska takma yasağı sadece Hz.
Peygamber'e aittir. Ümmetine helâl kılınmıştır. Zehirli ilaç kullanmak ise içinde
haram bileşikler bulunmadığı takdirde yine ümmetine helâl kılınmıştır.
Aslında söz konusu üç fiilin haram olanı da vardır, helâl olanı da. Meselâ zehirli ilaç
haram maddelerden yapılmış ise kullanılması haramdır. Helâl maddelerden yapılmışsa
kullanılması helâldir. İçerisinde söylenmesi haram sözler bulunan şiir yazmak ve
okumak haram oldğu gibi, içerisinde söylenmesi haram sözler bulunmayan şiirleri
yazmak ve okumak helâldir.

Muska takmak da böyledir, İçerisinde söylenmesi küfrü gerektiren sözler bulunan bir
muskayı yazmak veya takmak haram olduğu gibi, tesirini Allah'dan değil de bizzat
muskadan bekleyerek bunu takmak da haramdır. Fakat içerisinde böylesi sözler
bulunmayan bir muskayı tesirini sadece Allah'dan bekleyerek takmakta hiçbir sakınca
yoktur. Bezi yazarının tercih ettiği görüş de budur.

Abdullah b. Amr'm rivayetine göre, Hz. Peygamber uykuda korkanlar için şu duayı
okumalarım tavsiye buyurmuşlardır:

Ravi Abdullah b. Amr bu duayı aklı eren çocuklarına öğretir, aklı ermeyenler için de
yazıp boyunlarına asardı.

Din bilginlerinden bir kısmı bu meyanda Hz. Aişe, Mâlik, Ahmed b. Hanbel ve
Şâfıîlerin bir çoğu yukardaki rivayeti göz önüne alarak bunun caiz olduğunu
söylemişlerdir. İbn Abbas, İbn Mes'ud, Hanefîler ve Şâfiîler de nazarlık vb.'nin
taşınmaması hakkındaki rivayetlere bakarak âyet ve duaların da yazılıp taşınmasının
caiz olmadığı görüşünü benimsemişlerdir.

Muskacılığın bir meslek haline gelmemesi, dinin ve din? duyguların hasis menfaatlere
âlet edilmemesi bakımından ikinci görüş dikkat çekicidir. Çocuklara ve okuma
bilmeyenlere bilenler bir menfaat beklemeden okumalıdırlar. Okuyacak bulunmazsa



1441

yazma yoluna başvurulur.



11. Kullanılması Hoş Olmayan Kötü İlaçları Kullanmak

3870... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûkıllah (s. a) kötü ilaç

1451

(kullanmayı) yasaklamıştır.

3871... Abdurrahman b. Osman (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre;

Bir doktor ilaca kurbağa (eti) koymanın hükmünü sordu. Peygamber (s. a) kurbağayı

1461

öldürmekten nehyetti.

3872... Ebû Hureyre'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a):

"Zehir yut (up da canına kıy) an cehennem ateşi içinde ebedi kalarak o zehiri yutmaya

1421

çalışmakla meşgul olacaktır" buyurmuştur.
3873... Simâk'dan rivayet olunduğuna göre;

Târik b. Süveyd, Peygamber (s.a)'e, (tedavi için) şarap (kullanmayı) sormuş, (Hz.
Peygamber) onu (bundan) nehyetmiş. Sonra o (bunu) Hz. Peygamber'e (tekrar)
sormuş. (Hz. Peygamber) onu (yine) nehyetmiş. Sonra o, Hz. Peygamber'e:
Ey Allah'ın Peygamberi, şarap gerçekten şifadır, demiş. Peygamber (s.a) de:

£481

"Hayır, (o şifa değildir) fakat hastalıktır" buyurmuş.

3874... Ebu'd-Derdâ'dan rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a):

"Kuşkusuz Allah hastalığı da şifayı da yarattı ve her dert için bir derman yarattı.

Binaenaleyh (Allah'ın yarattığı bu şifalı ilaçlarla) tedavi olmaya çalışınız, (fakat)

[491

haramla tedavi olmaya kalkışmayınız" buyurmuştur.
Açıklama

Bu bab tedavi olmak için yenilip içilmesi İslama göre kötü sayılan maddelerden
yapılmış ilaçlan kullanmanın caiz olmadığını belirten hadisleri ihtiva etmektedir.
Hattâbî'nin dediği gibi yenilip içilmeleri dinen kötü sayılan şeyler iki kısımdır:

1) Pis olan şeylerdir. Bilindiği gibi pis olan şeyler tümüyle kötüdür. İçilmesi haram
kılman şarap gibi maddeler bunların en açık örneğini teşkil ederler.

2) Tadları insan tabiatına uygun düşmeyen ve yenilip içilmeleri çok zor olan
maddeler. İnsan tabiatı bunlardan hoşlanmadığı için kötü sayılmış ve yenilip içilmeleri
yasaklanmıştır.

Binaenaleyh bu babda yer alan hadis-i şerifler, yiyilip içilmeleri dinimizce kötü
sayılan maddelerden yapılan ilaçlarla tedavi olmanın caiz olmadığını ifade etmektedir.

1501

Çünkü dinen kötü kabul edilen şeyler haram kılınmıştır.



Nitekim İmam Ahmed bu gibi hadis-i şeriflere dayanarak haramla veya içinde haram
bulunan bir ilaçla tedavi olmanın haram olduğunu söylemiştir.

Zahirîlere göre, haram kılınmış şeylerle tedavi caizdir. Bu mevzuda İbn Hazm şöyle
der:

"Şarap darda kalan ve zaruret haline düşen için mubahtır. Susuzluğu gidermek tedavi
olmak veya boğulmayı önlemek için şarap içen kimseye ceza düşmez."
Delili: Tedavi zaruret hallerinden birisidir. Zaruretler ise haram olan şeyleri mubah
kılar. Yine İbn Hazm bu hususu şöyle ifade eder: "Tedavi zaruret derecesindedir.
Allah Teâlâ: 'Darda kalmanız müstesna olmak üzere size haram kıldıklarını size bir bir
açıkladı' buyurmuştur. Şu halde kişinin zaruret duyduğu yiyecek ve içecekler haram
değildir." İbn Hazm mezhebini takviye için şu delili de ileri sürmüştür: "Sidiği içmek
haramdır; ancak tedavi ve benzeri zaruret hallerinde haram değildir. Nitekim
Rasûlullah (s. a), Urey-nelilere hastalıklarının tedavisi için deve sidiğini mubah
kılmıştır." İbn Hazm, caiz değildir diyenlerin dayandığı hadisleri teker teker ele almış,
bir kısmı-minin zayıf olduğunu ileri sürmüş bir kısmını da şöyle te'vil etmiştir: "Za-
ruret halinde tedavi maksadıyla haram kılınmış şeyleri içmek mubahtır. Bunlar mubah
olunca, tedavide kullanılması yasaklanmış "pis ilaçlar" içinde mü-taala edilemezler,
bunlara pis denemez."

Hanefîlere göre; şifa vereceği kesin olarak biliniyorsa haram ile tedavi caizdir,
bilinmiyorsa mubah değildir. İmam Kâsânî, el-Bedâyi' isimli eserinde şöyle diyor:
"Açlık halinde murdar hayvan yemek, susuzluk halinde şarap içmek ve boğazda kalan
lokmayı indirmek, boğulmayı önlemek için şarap içmek nasıl caiz ise, şifa vereceği
kesin olarak bilindiği takdirde, haram yiyecek ve içeceklerle tedavi de öylece caizdir.
Ancak onlarla şifanın hasıl olacağı bilinmiyorsa tedavi caiz olmaz. Şu da var ki İmam
Ebû Yusuf, aslında haram olduğu halde deve sidiğinin tedavi maksadıyla içilmesini -



bu mevzuda gelmiş olan bir hadisten dolayı mubah kılınmıştır, demiştir. Ebû
Hanîfe'ye göre ise bu caiz değildir. Çünkü şifa olacağı kesin olarak bilinmeyen haram
ile tedavi caiz değildir. Ona göre Ureyneliler hadisini şöyle anlamak gerekir: Rasûlul-
lah (s. a) o sidiğin yalnız onların hastalığına şifa vereceğini bilmiştir.
Şâfıîler, şarap ile diğer haram nesneleri birbirinden ayırıyorlar. Onlara göre; pis ve
haram olan şeylerle tedavi caizdir, ancak şarapla tedavi caiz değildir. Mezhebin en
kuvvetli ve çoğunlukla benimsenmiş görüşü budur. Delilleri, yukarda geçen ve
Enes'den rivayet edilen hadistir. Ureynelilerden bir gurup Rasûlulîah'a gelerek İslâm'ı
kabul ve biat ettiler. Medine'nin havası kendilerine ağır geldiği için bir müddet sonra
hastalandılar ve durumlarını Rasûlulîah'a arzedince şöyle buyurdu: "Deve çobanımızla
beraber Medine dışına çıkıp develerin süt ve sidiğinden faydalansanız." Kabul edip
çıktılar, süt ve sidiğinden içtiler ve şifa buldular. Bu isbatlamadan anlaşılıyor ki Şâ-
fiîler, diğer pis ve haram şeyleri pis olan deve sidiğine kıyas ediyor ve onlarla da
tedavinin caiz olduğu neticesine varıyor, ancak şarabı bundan istisna ediyorlar. Bu
kıyasın gereği, zaruret halinde şarapla da tedavinin mubah olması iken Şâfıîlerin
ekseriyeti bunu kabul etmemişlerdir. Bunun sebebine gelince; Şâfıîler de boğazda
kalan lokmayı indirmek için, başka helâl bir sıvı bulunmadığı takdirde şarabın
içilebileceğİni kabul ederek şöyle diyorlar:

Boğazına lokma dursa ve indirecek başka bir şey de bulamasa, şarapla indirmesinin
caiz olduğunda ittifak vardır. Şafiî bunu açıkça söylemiş, bu görüş üzerinde fıkıhçılar
da ittifak etmiş, hatta şöyle demişlerdir: "Bu durumda şarabı içerek kurtulması farzdır.



Çünkü burada şarabı içince kurtulacağı katidir. Halbuki susuzluk ve hastalık için
içilmesi böyle değildir." Şarapla ve diğer sarhoşluk veren şeyler ile tedavi mevzuuna
gelince; ihtilâf etmişlerdir. Ekseriyete göre caiz değildir. Bu hüküm, mezhebin de

[521

sahih görüşü haline gelmiştir.

Şâfıîlerin bu mevzudaki delilleri ise mevzumuzu teşkil eden babda yer alan hadis-i
şeriflerdir.

Bu mevzuda üstad Abdülkerim Zeydan şöyle diyor:

"İşte bunlardan dolayı biz tedavi için haram şeylerin ilaç olarak alınabileceği görüşünü
tercih ediyoruz. Ancak bunun şartları vardır:

a) Hastalık tehlikeli olacak,

b) Haram kılınmış ilacın yerini tutacak mubah bir ilaç bulunmayacak,

c) Doktorlar o ilacın hastalığı iyi edeceğini kuvvetii zanla dayanarak açıklamış olacak,

d) Tedavi müddeti uzasa bile ilaçtan alman miktar hastalık zaruretini giderecek kadar
olacak.

Burada şunu da hatırlatmakta fayda vardır. Birçok doktora, "şaraptan başka ilacı
olmayan bir hastalık var mıdır?" diye sordum. "Bugüne kadar böyle bir hastalığın

[53]

mevcut olduğunu bilmiyoruz" cevabını verdiler."
Bazı Hükümler

1. Haramla tedavi olmak caiz değildir.

2. intihar eden ebedi cehennemliktir. Ancak Ayninin açıklamasına göre buradaki
intihardan maksat intiharın helâl olduğuna inanılarak işlenen intihar suçudur.

£541

3. Kurbağa öldürmek haramdır.

12. İyi Cins Hurma (İle Tedavi Olmak)

3875... Sa'd (b. Ebî Vakkâs)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Bir gün iyice
hastalanmıştım. Rasûlullah (s.a) ziyaretime geldi ve elini göğsümün üzerine koyup;
"Sen kalp hastası bir adamsın. Sakîf in kardeşi Haris b. Kele-de'nin yanma git. Çünkü
o hastalıklara ilaç yapmakla uğraşan bir kimsedir. (Ona şöyle) Medine'nin Acve
(denilen bir hurma) smdan yedi tane alsın, çekirdekleriyle (birlikte) dövsün, sonra

1551 '

onları suya koyup sana içirsin" buyurdu.

3876... Sa'd b. Ebî Vakkâs'dan rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur:

"Kim her sabah (aç karnına Medine'nin en iyi hurması olan) Acve'den yedi tane yerse

[561

ona o gün zehir de zarar vermez, sihir de."
Açıklama



3875 numaralı hadis-i şerifte Rasûl-i Zîşan Efendimiz'in Sa'd b. Ebî Vakkâs'm



hastalığının kalp hastalığı olduğunu.teşhis ettiğini ve bu hastalığa Acve denilen iyi
cins Medine hurmasının şifa olacağını ve bu ilacın kullanılış şeklini tarif ettiğini,
ayrıca hastayı tıptan anlayan bir kimsenin tedavi etmesi gerektiğine dikkat çektiğini
görüyoruz.

Aynı zamanda Hz. Peygamber'in doktora Acve hurmasının şifa vermesi için nasıl
kullanacağını açıklamış olması, ilacın kullanış tarzını doktordan daha iyi bildiğini
1571

göstermektedir.

Hattâbî de 3876 numaralı hadisi şöyle açıklıyor:

"Acve denilen hurmanın zehire ve sihire karşı koruyucu olması, Hz. Peygamber'in
Medine hurması için yaptığı duanın bereketinden dolayıdır. Yoksa hurmanın özelliği
sebebiyle değildir."

Nevevî ise şöyle diyor: "Medine hurmasının tahsis edilmesi ve hurmanın yedi tane
almasının hikmetini Allah ve Rasûlü bilir, biz bilemeyiz. Ancak namazın rekâtlarının
sayıları ve zekâtın miktarında olduğu gibi bir hikmeti bulunduğuna inanmanız
1581

gerekir."

Acve denilen bu hurma ile tedavi olmak isteyen bir kimsenin bundan yedi tane
almasını, bu tedavi ile ilgili bir sırra bağlamak mümkün olduğu gibi, "Allah tekdir,

£591

teki sever" hadis-i şerifinde açıklandığı üzere tek sa-yılardaki sırra bağlamak da

£601

mümkündür.

13. Ağıza Parmağı Sokup Boğazdaki Bademciği Sıkarak Patlatmak Suretiyle
Tedavi Etme

3877... Ümmü Kays binti'l-Mıhsân'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:

Üzre (denilen boğaz hastalığı) sebebiyle parmağını boğazına sokarak bademciğini

çekip almış olduğum oğlumla birlikte Rasûlullah (s.a)'m yanma girmiştim.

"Niçin çocuklarınızın ağzına parmak sokarak bademciklerini çekip alıyorsunuz?

Çocuklarınızın bu hastalığını tedavi etmek için size gereken şu ûd-i hindî (denilen

bitki) dir. Onda yedi (çeşit şifa vardır), bu şifalardan biri de zâtülcenb hastalığının

şifasıdır. (Bu bitki) üzre (hastalığını tedavi) için buruna çekilir." buyurdu.

[611

Ebû Dâvûd dedi ki: Ud (-i hindî demlen bitkijden maksat, topalak (denilen ot)tur.
Açıklama

Üzre, boğazda kan toplanması ile bademciklerin iltihaplanmasından meydana gelen
bir boğaz hastalığıdır.

Hâk, üzerine parmakla basmak suretiyle bu yarayı söküp almaktır.
Dağr, kelimesi de bu manaya gelir.

îsât; buruna ilaç çekmek; led ise ağıza ilaç damlatmak, demektir.
Musannif Ebû Dâvûd ûd-i hindî kelimesini el-kust kelimesiyle açıklamıştır. el-Kust
kelimesi hakkında Ahterî'de şöyle deniyor: "el-Kust, topalak dedikleri bir ottur; iki
çeşit olur: Birincisi, Hindistan'da biter; siyah, hafif ve tatlı olur. İkincisi ise Şam'da



biter, Şemşad ağacı renginde ve hoş kokulu olur. Bunun bir de beyaz renkli olanı
vardır ki acı olur."

İbnü'l-Kayyım'in açıklamasına göre; "Doktorlar zâtü'I-cenbi, hakiki ve hakiki olmayan
diye iki kısma ayırırlar:

1- Hakiki zâtülcenb: Göğsü kaplayan ve akciğerleri kuşatan sulu zarda meydana gelen
iltihaptır. Bu hastalığın ateş, öksürük, kesik sancı ve nefes darlığı gibi belirtileri vardır.
Hadiste tavsiye edilen ilaç ise bu hastalığın ikinci kısmı için faydalıdır.

2- Hakiki olmayan zâtülcenb: Bir takım kaba ve zararlı yellerin bazı yerlerde tıkanıp
kalmasının meydana getirdiği ve hakikisine benzeyen bir sancıdan ibarettir. Ancak
hakiki zâtülcenbde sancı ke.sik kesik, hakiki olmayanda ise devamlıdır.

Ud-i hindinin kokusu nezleyi giderir, yağı sırt ağrısına fayda verir. İç uzuvları takviye
eder, vücuttaki gazı çıkarır, zâtülcenb hastalığına faydalıdır.

İbn Sina, ûd-i hindî'nin bademciklerin tedavisinde ilaç olarak kullanıldığını
zikrediyor."

Bugünkü tıpta bademciklerin çıkarılmış olmasına rağmen boğazdaki lenfa halkasının
iltihaplanmaları, boğaz ağrısına ve komplikasyonlara sebep olacağı belirtilmekte,
tedavi için de aspirin veya diğer ağn kesiciler kullanılmakta, hastanın allerjik olmadığı

£621

biliniyorsa antibiyotik olarak penisilin tercih edilmektedir.
14. Gözlere Sürme Çekmek

3878... İbn Abbas (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Beyaz elbise giyiniz. Çünkü beyaz elbise, elbiselerinizin en hayırlilanndandır.
Ölülerinizi de beyaz kumaşlarla kefenleyiniz. Sürmelerinizin en hayırlısı ismid

163]

(denilen sürme taşı) dır. O gözün nurunu artırır, kirpikleri kuvvetlendirir."
Açıklama

Bezlü'I-Mechûd yazarının açıklamasına göre; bu hadis-i şerifteki beyaz elbise
giymekle ilgili emir mendupluk içindir.

Avnü'l-Ma'bûd yazarı, ölülerin kefenini beyaz kumaşlardan yapmakla ilgili emrin
hükmünün de müstehap olduğunu söylüyor.

Gerçekten beyaz elbise giymenin giyen kimse üzerinde birtakım ruhî tesirleri vardır.
Beyaz elbise gurur ve kibiri kırar, onun yerine tevazu duygusu getirir. Ayrıca beyaz
elbise kiri çabuk belli ettiği için sahibini hemen elbisesini yıkamaya zorlar. Renkli
elbiselerde ise kir pas belli olmadığından sahibi günlerce kirli paslı dolaşır da ne
kendisi ne de başkası bunun farkına varır.

Bu sebeple Fahr-i Kâinat Efendimiz, ümmetine temizliğin ve alçak gönüllülüğün
sembolü olan beyaz elbiseler giymelerini ve ölülerine de beyaz kumaşlardan yapılmış
kefenler kullanmalarını tavsiye etmiştir.

Bundan başka Rasûl-i Zîşan Efendimiz'in ümmetine ismid denilen sürme taşını
gözlerine sürmelerini tavsiye ettiğini görüyoruz ki, bugünkü tıpta da birçok
hastalıkların ilaçlarının bitkilerden ve tabii maddelerden yapıldığını ve bu yöntemin
çok da başarılı olduğunu biliyoruz.



Hadis-i şeriflerden öğrendiğimize göre Hz. Peygamber geceleri yatmazdan önce

[64]

gözlerini ismid taşıyla sürmeler ve bunu tavsiye edermiş.



15. Göz Değmesi Hakkında Gelen Hadisler

3879... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a):

[65]

"Göz (değmesi olayı) doğrudur" buyurmuştur.

3880... Aişe (r.anha)'nm şöyle dediği rivayet olunmuştur: (Hz. Peygamber zamanında
bir göz değmesi hadisesi olduğunda) gözü değen kimseye (abdest alması) emredilirdi
de o abdest alırdı. Sonra (onun abdest suyu bir kapta toplanırdı). Göz değdirilen kimse

166]

de (başı üzerine dökerek) bu suyla yıkanırdı.
Açıklama

Hadis-i şerifte açıklandığı üzere, göz değmesi hâdisesi bir gerçektir, tecrübe ve
müşahade ile sabittir. Onun varlığını saplantı içine düşmüş inatçı kimselerden başka
kimse inkâr edemez.

Bu mevzuda İmam Kastalânî şöyle diyor:

"Bazı bid'at ehli göz değmesini inkâr etmişlerdir. Ama abes söylemişlerdir. Zira bir
şey ki, nefsinde muhal değildir. Kalp hakikatini anlayamaz ve aksini icap edecek bir
delil bulunamaz. Akıl indinde de caiz olur, vukuunu şeriat sahibi haber verdiği
zamanda inkâra mecal kalmaz. Bunu inkâr etmekle diğer haber verdiklerini inkâr
etmek arasında fark olmaz.

Göz değmesi olayı eşyanın hassaları kabilindendir. Bir eserdir, görünür. Fakat sırrının
ve sebebinin ne olduğu Hak Teâlâ hazretlerinden başkasına malum olmaz. Görmez
misin ki mıknatıs demiri kendisine çeker fakat sebebinin ne olduğunu kimse bilmez.
Bir çanak içinde süt olsa ve hayız gören bir kadın elini sütün içine soksa süt bozulur,
eğer temiz bir kadın elini soksa bir şey olmaz. Diğer hassalar da buna kıyas olunsun.
Gözü değen kimselerin kendilerinden nakledilmiştir ki: Ne zaman bir şey görsem ve
beğensem hemen gözlerimden bir hararet çıkar, diye hikâye etmişlerdir. Böyle bir
kimsenin gözünden hararet çıktığı gibi hararetten gözü
de çıkabilirdi.

Sözün kısası bu husus vakidir. Hakkında hadis-i şerif gelmiştir. Bunun ilacı Fahr-i
Alem hazretlerinden naklolunduğu üzere, Muavvizeteyn sûrelerini, ayrıca Fatiha

[67]

sûresi ve Ayetel-kürsî okumaktır."

İmam Kurtubî'nin de ifade ettiği gibi, "Ehli sünnet ulemasının tümü göz değme
olayının bir gerçek olduğunu kabul etmişlerdir. Ancak ehli bid'attan bazıları bunu
inkâra yeltenmişlerse de görünen olaylar onları yalanlamıştır. Nice insanlar ve nice

£681

kıymetli develer göz değmesi yüzünden toprağa girmişlerdir."

3880 numaralı hadis-i şerifte kendisine göz değdirilen kimsenin, gözü değen kimsenin



abdest aldığı suyla yıkanmak suretiyle bu hastalıktan kurtulabileceği ifade
edilmektedir. Ulema, gözü değen kimsenin bu abdesti almaya zorlanıp
zorlanamayacağı konusunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâzirî, "Sizden gusül istenirse
1691

yıkanıverin" meâlindeki hadis-i şerife dayanarak zorlanabileceğini söylemiştir.
Ulemaya göre bu abdestin sıfatı şöyledir: Bir kabın içine su doldurulur. Kap yere
konmaz. Ondan bir avuç alarak mazmaza yapar ve suyu yine kabın içine püskürür.
Sonra aynı sudan alarak yüzünü yıkar. Sonra sol eliyle su alarak sağ elini yıkar. Sonra
sağ eliyle su alarak sol dirseğini yıkar, dirseklerle topuklarının arasını yıkamaz. Sonra
yine bu şekilde sağ ayağını sonra sol ayağını yıkar. Bunlar hep kabın İçerisinde
yıkanır. Sonra gömleğinin iç tarafını sağ böğrüne doğru yıkar. Böylece abdesti bitirir

[701

ve suyu arkasından başına döker. Ancak anlattığımız bu işlemin hikmet ve
sebeplerinin tahlilini yapmak bizim için mümkün değildir. Fakat bizim bu hikmetleri
kavramaya güç yetiremeyişimiz, inkâr etmemizi gerektirmez. Nitekim İmam Ahmed
b. Hanbel'in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Amir b. Rabîa'nm, bir yolculuk esnasında
yol arkadaşlarından beyaz tenli ve güzel vücutlu birini yıkanırken görüp ona nazar
değdiği ve Hz. Peygamber'in ona bu şekilde abdest aldırarak abdest suyu ile hastaya



gusl ettirdiği ve hastanın derhal iyileşip halkın arasına katıldığı ifade edilmektedir.
İnşallah 3888 numaralı hadisin şerhinde bu mevzuya tekrar döneceğiz.
Kâdî, gözü değen bir kimseden sakınmak gerektiğini söylüyor. İmam Kastalânî'nin
açıklamasına göre, "Böyle bir kimseden sakınmak; onun gözünden iyilikleri,
güzellikleri ve zinetleri gizlemekle olur. Yani kişinin kendini veya evladını süsleyip
ellere göstermesi uygun değildir. İmam Bağavî Şerhu's-Sünne'de zikretmiştir ki, Hz.
Osman b. Affân güzel bir çocuk görmüş de velilerine; "Göz değmemesi için yanağının

1221

çukuruna kara sürünüz" demiştir."

Bezlü'l Mechûd yazarı da bu konuda şöyle diyor: "Devlet başkanının gözü değdiği
bilinen kimselerin sokağa çıkıp halkın arasına karışmalarını yasaklaması ve evinde
oturmaya mecbur etmesi icab eder. Eğer o kimse fakir ise devlet başkanı ona yetecek
kadar maaş bağlayarak evinden dışarı çıkarmaz. Çünkü bu gibi kimselerin insanlara
verdiği zarar, soğan, sarımsak yiyerek dışarı çıkan kimselerin insanlara verdiği
zarardan daha fazladır." Bir kimse kendi gözünün başkalarına zarar vermesinden
korkarsa nazar ettiği zaman, "Allahümme bârik aleyhi = Allah'ım, onun hakkında
mübarek olsun" demelidir. Yahutta, "Maşallah, Iâkuvvete illa billâh = Allah ne güzel

[731

yaratmış, Allah'tan başka kuvvet sahibi yoktur" demelidir.
16. Emzikli Kadınla Cima Etmenin Hükmü

3881... Esma binti Yezid b. Seken'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Ben Rasûlullah
(s.a)'ı şöyle derken işittim:

"(Emzikli kadınlarınızla cima etmek suretiyle) çocuklarınızı gizlice Öldürmeyiniz.
Çünkü emzikli kadınla cinsel temasta bulunma (nın tesiri öylesine büyük ki) atlıya

1241

(arkasından) yetişir ve onu atından (yere) düşürür."



3882... Cüdâme el-Esediyye (r.anha)'den rivayet olunduğuna göre; kendisi Rasûlullah
(s,a)'i şöyle derken işitmiş:

"Vallahi, ben erkeğin emzikli kadınla cinsi münasebette bulunmasını yasaklamayı
(epeyce) düşündüm. Nihayet Rumlarla İranlıların bunu yaptıklarını ve çocuklarına
(hiç) zarar vermediğini hatırla (yıp bundan vazgeç) tim."

(İmam) Mâlik; "gfle" kelimesinin emzikli kadınla cinsi temasta bulunmak anlamına

[751

geldiğini söylemiştir.
Açıklama

Gayl: Emzikli kadınla cinsi münasebette bulunmak demektir. Fahr-i Kâinat
Efendimiz, zamanındaki doktorların kanaatine dayanarak emzikli kadınla cinsi
temasta bulunmanın onun sütünü bozup çocuğun beslenmesini olumsuz yönde
etkileyerek zihinsel sağlığının bozulmasına sebep olacağından bu fiili yasaklamak
istemiştir. Bu fiilin çocuk üzerinde mutlaka olumsuz bir tesir yapacağı kabul edildiği
takdirde kuşkusuz bunun sorumlusu çocuk süt emerken cinsi münasebette bulunan an-
nesiyle babasıdır. Meseleye emzikli iken anne ve babasının bu hareketinden zarar
gören bir çocuk açısından bakan Fahr-i Kâinat Efendimiz, bu fiili gizli olarak çocuk
öldürmeye benzetmiş, "atlıya yetişir ve onu atından düşürür" sözüyle de bu hareketin
çocuk üzerinde nasıl bir etki yapacağını kinayeli bir şekilde ifade buyurmuştur. Fakat
bu fiilin her zaman çocuk üzerinde olumsuz bir tesir yapmadığını anlayınca yasaklama
düşüncesinden vazgeçmiş ve emzikli bir kadınla cinsi münasebette bulunmaya izin
[761

vermiştir.
Bazı Hükümler

1. Gile caizdir. Çünkü Hz- Peygamber onu yasaklamadığını açıkça ifade buyurmuştur.

2. Hz. Peygamber' in içtihatta bulunması caizdir. Usul-i fıkıh âlimlerin büyük

[771

çoğunluğu bu görüştedir.
17. Muska Takmak

3883... Abdullah (b. Mes'ud)'un hanımı Zeyneb'den şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Abdullah (b. Mes'ud): Ben Rasûlullah (s.a)'ı " (İçerisinde sihre ya da küfre ihtimali
bulunan anlaşılmaz sözleri) okuyarak (hasta) tedavi etmek, muska takmak ve sevgi
ilacı yapmak şirktir" buyururken işittim, dedi.
(Zeyneb, sözlerine devamla) dedi ki:

(Bunun üzerine ben Abdullah'a dönerek; "Acaba Rasûlullah s. a) bunu niçin söylüyor?
Vallahi (benim) gözüm (bir ağrıdan dolayı) ça-paklamyordu da ben (tedavi için)
falanca yahudiye gidip geliyordum (o da) bana okuyordu. (Bu sayede gözümün ağrısı)
dindi" dedim.

Abdullah da (şöyle) cevap verdi:

Bu şeytanın işinden başka bir şey değildir. (Şeytan seni buna inandırmak için senin)



gözünü eliyle (devamlı) dürtüyor (ve onu ağrıtıyor). Sen (yahudinin yanma varıp da
yahudi senin) gözüne okuyunca (şeytan elini) gözünden çekiyor. Oysa senin sadece
Rasûlullah (s.a)'m dediği gibi;

"Ey tüm insanların Rabbi (olan Allah'ım. Benden) bu sıkıntıyı gider, (yegâne) şifa
verici sensin. Senin şifandan başka şifa yoktur. (Bana) hiç hastalık bırakmayacak bir

[78]

şifa ver" diyerek dua etmen sana yeter.

3884... İmrân b. Husayn'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber (s. a):
"Okuyarak tedavi etme usulü (nün) göz değmesinden ve zehirli böceklerin
sokmasından başka (hiçbir hastalıkta bu iki hastalık kadar olumlu tesiri) yoktur"
1791

buyurmuştur.
Açıklama

Rukye: Sözlükte büyü anlamına gelir. Şifa ümidiyle dua okumaya da "rukye" denir.
Şifa ümidiyle, Kur'an âyetlerini, Allah'ın güzel isimlerini ve Hz. Peygamber'in
öğrettiği duaları ve bunlardan alman ilhamla yazılan dua ve münacatları okumanın
caiz olduğunda ittifak vardır.

Ancak tedavi maksadıyla bunlardan başka şeyleri okumak, özellikle içlerinde manası

anlaşılmaz kelimeler bulunan sözleri okumak haramdır. Çünkü bu sözlerin sihir için

kullanılan sözler olması ihtimali bulunduğu gibi onların bir takım putların veya

şeytanların ismi ya da küfür ifade eden sözler olması ihtimali de vardır.

Tekili "temime" olan "temaim" kelimesi ise muska demektir. Biz îslâmm bu konudaki

hükmünü 3869 numaralı hadisin sonunda açıkladığımızdan burada tekrara lüzum

görmüyoruz.

Tivele: Karı ile kocanın arasında bir sevginin doğması ümidiyle okunan bir takım
sihirli sözlerdir. Bunlar ya ipler üzerine okunur, yahutta kâğıt üzerine yazılarak ve bir
takım ameliyelerden sonra gayeye erişmeye çalışılır.

Görüldüğü gibi 3883 numaralı hadis-i şerifte; nefes etmek, muska takmak ve bir takım
ibareler okumakla tedavi etme yöntemlerinin şeytan işi ve şirk olduğu ifade edilirken,
3884 numaralı hadis-i şerifte okunup üflemenin, bazı hastalıkların tedavisinde geçerli
bir yol olduğu ifade edilmektedir.

Zahiren bu iki hadis arasında bir çelişki görünüyorsa da aslında burada çelişki yoktur.
Çünkü Hz. Peygamber tarafından yasaklanan söz konusu tedavi usûlleri, şifası
Allah'dan değil de sırf kendilerinden beklenen ve İslâmî usûllere ters düşen tedavi
şekilleridir.

Bu zihniyetten ve bâtıl sözlerden uzak, âyet ve hadislerden alınmış dualarla hastalan
tedavi etmenin caiz olduğunda ise ittifak vardır.

"Hume" kelimesinin aslı "humevun" dur. Sonunda bulunan yuvarlak "ta" hazfedilen
vavm yerine getirilmiştir.

Bu kelime akrep zehiri, bazılarına göre ise mutlak zehir demektir, el-Ezherî, sadece
akrep zehirine "hume" dendiğini söylemektedir. Hume, aynı zamanda akrebin iğnesine

im

de ıtlak edilir. Çünkü akrep zehirini bu iğneden akıtır.



18. Okuma île Tedavi



3885... Sabit b. Kays'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a) bir gün kendisinin
yanma girmiş. -Ahmed (b. Salih, o sırada) Sâ-bit'in hasta olduğunu söylüyor- Ve (Hz.
Peygamber):

"Ey insanların Rabbi, (bu hastalığı) Sabit b. Kays b. Şemmâs'-dan gider" diye dua
etmiş. Sonra (Medine'deki) Bathâ (denilen vadi)den toprak alıp onu bir bardağa
koymuş, sonra (o toprağın) üzerine (birazcık) su ile birlikte üflemiş ve bu (suyla
karışık) toprağı Sâ-bit'in üzerine dökmüş.

Ebû Dâvûd dedi ki: (Hadisin senedinde bulunan) İbn es-Serh (den maksad), Yusuf b.

İMİ

Muhammed'dir. Doğrusu budur.
Açıklama

Rukye, bir hastayı okuyup üfleyerek tedavi etmek demektir.

Bu hadis-i şerifte; Fahr-i Kâinat E fendimiz'in hasta düşen Sabit b. Kays'ı ziyareti
sırasında onun iyileşmesi için dua ettikten sonra gidip (Medine'deki) Bathâ denilen
vadiden bir bardak toprak alıp üzerine Kur'an-ı Kerim'den bazı dualar okuyup
üfledikten ve bir miktar da su ilâve ettikten sonra bu suyla karışık toprağı hastanın
üzerine dökmek suretiyle onu tedavi ettiği ifade edilmektedir.

Bezi yazarının da dediği gibi Hz. Peygamber'in bu toprağa ettiği nefes tükrüğü ile
karışıktı.

Hz. Peygamber'in hastaları bu şekilde tedavi ettiğine 3895 numaralı hadis-i şerif de
delalet etmektedir.

Hafız İbn Hacer el-Askalânî'nin dediği gibi, Hz. Peygamber'in bu tedavisi, başka bir
ilaç bulmanın mümkün olmadığı yerlerde özellikle yara, çıban gibi rutubetli
hastalıkları tedavide çok başarılı ve kolay bir tedavi usulüdür.

Çünkü, toprak her yerde kolayca bulunur ve kendisinde kuruluk ve soğukluk
özelliklen vardır. Toprağın soğukluk özelliği bilhassa sıcak ülkelerde yaşayan insanlar
için çok şifalı olduğu gibi onun kuruluk özelliği de kendisinde rutubetli hastalık
bulunan bütün insanlar için fevkalâde şifalıdır. Bazılarına göre bu şifa her toprakta
yoktur, sadece Medine toprağında vardır. Görüldüğü gibi Fahr-i Kâinat Efendimiz,
ilaç temini yönünden fevkalâde fakir ve imkânsızlıklar içinde yüzen bir ortamda
hastaları, mevcut imkânlardan faydalanarak tedavi etmek yoluna gitmiş, maddî
sebepler yanında manevî sebeplere de sarılmayı terketmemiş, bu maksatla hastaların
iyileşmesi için Allah'a dua ederek şifa istemiştir.

İslâm âlimleri tarafından büyük bir dikkat ve itina ile toplanmış olan bu dualar
mü'minler için tükenmez bir şifa kaynağıdır.

Hz. Peygamber'in hayatını tetkik edenler çok iyi bilirler ki, Allah (c.c) onun tükrüğü
ve nefesini de maddî ve manevî hastalıkların tedavisinde çok tesirli bir şifa olarak
yaratmıştır.

Görülüyor ki bu hadis-i şerif, cahilıye döneminin bâtıl düşünce ve manasız sözlerinden
tamamen uzak ve ayrı olarak, sadece Kur'an-ı Kerim'in âyetlerini veya islâmî manada
duaları okuyup üflemek suretiyle tedavi etmeye çalışmanın caiz olduğunu ifade
etmektedir.

Gerçekten iyi niyet ve temiz nefesle, Allah'a sığınarak, Allah'dan şifa niyaz ederek



okuyup üflemeyi, mutlaka sihirbazlık gibi telakki etmek doğru olmaz.
Binaenaleyh, bu hadis okuyup üflemekle hasta tedavi etmenin caiz olduğunu söyleyen

[82]

ehl-i sünnet ulemasının delilidir.

3886... Avf b. Mâlik' den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Biz cahiliye döneminde okuyup üfleyerek hastaları tedavi ederdik. (Bir gün);
Ey Allah'ın Rasûlü, bu hususta ne buyurursun? dedik.

"Bana (yaptığınız bu tedavi şeklini) gösteriniz. İçerisinde şirk olmadıkça, okuyup

I83J

üfleyerek tedavi etmede bir sakınca yoktur" buyurdu.

3887... Şifâ binti Abdullah'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: (Bir gün) ben Hafsa'nm
yanında iken Rasûlullah (s. a) yanıma geldi ve bana:

"Şu Hafsa'ya yazı yazmayı öğrettiğin gibi (insanın böğürlerinde çıkan) karınca

£841

(şeklindeki yaraların) duasını da öğretsen ya" buyurdu.
3888... Sehl b. Huneyf şöyle demiştir:

Biz (yolculuğumuzda) bir akarsuya rastlamıştık. Ben (bu suya) girip içerisinde

yıkandım. (Fakat sudan) rahatsızlanarak çıktım. Bir tedavi çaresi bulma ümidiyle,

durum Rasûlullah (s.a)'a bildirildi. (Hz. Peygamber beni kastederek):

"Ebû Sâbit'e söyleyin, (kendisine isabet eden bu göz değmesinden okunarak Allah'a)

sığınsın" buyurdu. Bunun üzerine ben;

Ey efendim, okunarak tedavi olmak caiz midir? diye sordum.

"Okuyup üfleyerek tedavi etme (nin); göz değmesinin, (zehirli böceklerin sokması
neticesinde meydana gelen) zehirlenmenin, -ya da zehirli böcek sokmasının- dışında
(o kadar tesiri) yoktur" buyurdu.

Ebû Dövûd dedi ki: Hume; yılanın ve (diğer) sokucu böceklerin sokmasından

£851

meydana gelen zehirlenmedir.

3889... Enes (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Okuyup liflemekle tedavi etme (nin), gözdeğmesinin, (zehirli böceklerin sokmasıyla
meydana gelen) zehirlenmenin ve kanamanın dışında (bu hastalıklardaki kadar tesiri)
yoktur. (Okuyup üfleme kanamayı) keser."

(Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi bana rivayet eden iki raviden biri olan) el-Abbas,
(metinde geçen) göz değmesini rivayet etmedi. (Benim naklettiğim) bu (hadisteki

^ ' [861
sözler) Süleyman b. Davud'un (bana rivayet ettiği hadisin sözleridir.

Açıklama

3885 numaralı hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımız gibi, bu hadisler Hz.
Peygamber'in okuyup liflemek suretiyle hastaları tedavi etmenin caizliğine delâlet
etmektedir. Ancak bu cevaz; okunacak duaların içerisinde manası anlaşılmayan veya
söyleyeni şirke düşüren ve dinî esaslara aykırı olan sözlerin bulunmamasına bağlıdır.



Kurtubî'nin açıklamasına göre; okunup liflemekle yapılan tedavi üç çeşittir:

1- Allah'ın kelâmını ve isimlerini okumak suretiyle yapılan tedaviler. Bunlar
meşrudur.

2- Hz. Peygamber tarafından şifa niyetiyle okunan âyet ve dualarla yapılan
tedaviler. Bunları yapmak müstehaptır.

3- Anlamı bilinmeyen, küfür ve şirk ifade etmeleri ihtimali bulunan sözleri okuyup
üflemek suretiyle yapılan tedaviler. Bunlardan kaçınmak farzdır.

Kendilerine saygı duyulan melek, arş, kurs? gibi mukaddes varlıkların isimlerini
okuyarak tedavi yapmakta bir sakınca bulunmamakla beraber, içinde Allah'a sığınmak

[871

ve iltica etmek bulunmadığı için yapılmaması daha iyidir.

3888 numaralı hadis-i şerifte geçen "nemle" sözlükte karınca manasına gelir. Ancak
burada insanın özellikle yan taraflarında çıkan çıbanlar anlamında kullanılmıştır. Bu
çıbanlar okunup üflenince Allah'ın izni ile kaybolurlar.

Bu dua cahiliye döneminde arap kadınları tarafından bilinen ve hastalıklarında tedavisi
için okunan bir takım sözlerden ibaretmiş. Aslında bir geline hitaben söylenmiş bu
sözler, "Sen düğüne derneğe gidebilirsin, kına yakınabilirsin. Ama kocana karşı
gelemezsin" anlamına gelen sözlerden oluşmaktadır.

Rasûl-i Zîşan Efendimiz Şifâ (r.anha)'ya, "Sen bu sözleri Hafsa'ya öğret" demekle bu
sözlerin fevkalâde faydalı ve makbul sözler olduğunu söylemek istemiş değildir. Hz.
Peygamber'in maksadı, bu sözlerin içinde geçen "kocana karşı gelemezsin"
anlamındaki sözcüklerin Hz. Hafsa'ya hatırlatılması idi. Çünkü, "Peygamber
eşlerinden birine gizli bir söz söylemişti, fakat eşi o sözü (saklamayıp başkasına)

[881

haber verdi" âyet-i kerimesinde açıklandığı üzere Hafsa, Hz. Peygamber'in

kendisine verdiği bir sırrı ifşa etmişti. Hz. Peygamber karınca duasmdaki çok meşhur

olan bu sözü Hz. Hafsa'ya hatırlatarak ona tarizde bulunmak istemişti.

Hadis sarihlerinin dediği gibi, hadis-i şerifte geçen "yazı yazmayı öğrettiğin gibi"

anlamındaki sözler, kadınlara okuma yazma öğretmenin caiz olduğuna delâlet

etmektedir.

Nitekim şu hadis-i şerif de buna delâlet ediyor:

"Ben Hz. Aişe (r.anha)'nm himayesinde idim. Ona her şehirden insanlar gelirdi. Onun
yanında benim mevkiim bulunduğundan yaşlılar da sıra ile bana gelirlerdi. Gençler de
beni kardeş edinirlerdi ve bana hediye verirlerdi. Şehirlerden bana mektup yazarlardı.
Hz. Aişe'ye derdim ki:

Teyzeciğim, bu falanın mektubu ve hediyesidir. Hz. Aişe de bana şöyle derdi:
Kızcağızım, ona cevap ver ve ona mukabelede bulun. Eğer sende verecek mükâfat
(hediye) yoksa ben sana veririm.

[891

Talha kızı demiştir ki: Hz. Aişe bana (hediyelik) verirdi."

1901

Her ne kadar bazıları "onlara yazı öğretmeyiniz" mealinde bir mevkuf hadis
rivayet etmişlerse de, bu hadisin senedinde hadis uydurmada meşhur Muhammed b.
İbrahim eş-Şâmî isimli bir ravi bulunduğundan muhakkik âlimler bu hadisin aslı
olmadığını söylemişlerdir. Özellikle Ebu't-Tayyib Şemsü'l-Hak el-Azîmâbâdî, Avnü'l-
Ma'bûd isimli eserinde sözü geçen hadisin asılsızlığını isbat etmiş ve kadınlara yazı
öğretmenin cevazını ve lüzumunu ispatlayan özel bir risale de hazırladığını ifade



etmiştir.

3888 numaralı hadis-i şerifte anlatılan hâdise ise daha önce 3880 numaralı hadis-i

şerifte anlatılan göz değmesi ile ilgili hadisedir.

Bu hâdise İmam Mâlik'in bir rivayetinde şöyle anlatılıyor:

"Babam Sehl b. Huneyf, Harrâr'da gusl yaptı. Üzerindeki cübbeİerini çıkarmıştı. Amir
b. Rabîa da bakıyordu. Sehl cildi güzel, beyaz bir adamdı.

Âmir b. Rabîa ona; "Bakirelerin cildi bile bugünkü gördüğüm gibi değildi" deyince
sehl olduğu yere yıkıldı, elem ve acılan şiddetlendi. Rasû-lullah (s.a)'a: "Sehl
rahatsızlandı, seninle gidemeyecek" dediler. Bunun üzerine Rasûluilah (s.a) Sehl'in
yanma gelince, Sehl ona Amir'in kendisine bakışım ve dediklerini anlattı. Rasûluilah
(s.a) da (Amir' e hitaben):

"Sizden biri kardeşini neden öldürüyor? Allah mübarek kılsın, demeliydin. Göz
değmesi vakidir. Onun için (yani Sehl için) abdest al" dedi. Amir de onun (iyileşmesi)
için abdest alınca Sehl Rasûluilah (s.a) ile beraber gitti. Hiçbir şikâyeti kalmadı ve

m

rahatladı."

Bütün bunlar gösteriyor ki, göz değmesi olayı gerçekten vardır. Göz değmesi, zehirli
böcek sokması, kanama gibi rahatsızlıklarda duanın tedavi edici tesiri diğer
hastalıklardaki tesirinden daha çok ve çabuktur. 3888 ve 3889 numaralı hadis-i
şeriflerden anlaşılan budur.

Gözdeki bu tesiri yaratan Allah olduğuna göre, O'nun ve Rasûlü'nün öğrettiği dualarla
bu hastalığı tedavi etmenin mümkün olacağını kabul etmek son derece makuldür.

[921

Bunu akıl sahibi her insanın kabul etmesi gerekir.
19. Okuma İle Tedavi Nasıl Olur?

3890... Abdülaziz b. Suheyb (r.a)'den rivayet olunduğuna göre;

Enes, Sabit (el-Bünânî)ye: "Seni Rasûluilah (s.a)'m duası ile tedavi edeyim mi?"

demiş. O da "Evet" demiş. Bunun üzerine (Enes):

"Ey insanların Rabbi ve sıkıntıların gidericisi olan Allah'ım. Sen den başka bir şifa

1931

verici yoktur. Buna hiç hastalık bırakmayan bir şi fa ver" diyerek dua etmiş.
Açıklama

Bu hadis-i şerif Hz. Peygamber'in hastaları, metinde geçen duaları okuyarak tedavi
ettiğine ve hastaları okuyarak tedavi etmenin caizliğine delâlet etmektedir.
Metin geçen cümlesi fiili ile onun mefulu mutlakı olan cümlesi arasına giren cümle-i
mu'tanza (parantez cümlesidir. Esasen bu cümle, "Hastalandığım zaman bana şifa
[941

veren odur." âyet-i kerimesinden iktibas edilmiştir.

Sükum, hastalık demektir. Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, buradaki
hastalık kelimesiyle vücudu saran maddî hastalıklarla günahlardan meydana gelen ve
kalbe arız olan manevî hastalıkların tümü kastedilmektedir.

[951

Binaenaleyh Hz. Peygamber'in bu duasında maddî manevî hastalıklara şifa vardır.



Bazı Hükümler



1. Şifa veren ancak Allah'tır.

2. Dua ile tedavi etmek

3. Kur'anda olmasa bile Allah'ın şanına nakısa getirilmeyen kelimelerle Allah'ı anmak
caizdir. Hadis-i şerifte Cenab-ı Hakkın isminin "Allahümme" kelimesiyle anılması

[96]

bunu gösterir.

3891... Osman b. Ebi'l-As(r.a)'dan rivayet edildiğine göre;

Kendisi (bir gün rahatsızlığından dolayı) Rasûluilah (s.a)'m yanma varmış. Osman

(başından geçen hâdiseyi anlatırken şöyle) dedi:

Bende bir ağrı vardı, neredeyse canımı alacaktı, Peygamber (s. a):

"Bu ağrıyan yeri sağ (el)inle yedi defa ov (ve her defasında):

'Duyduğum ağrının şerrinden Allah'ın izzet ve kudretine sığınırım' diye dua et"
buyurdu. Ben bunu yaptım, Aziz ve Celîl olan Allah bendeki olan (bu ağny)i giderdi.

[97]

(O günden beri) aileme ve başkalarına sürekli bunu tavsiye ediyorum.
Açıklama

Bu dua Hz. Peygamber tarafından öğretilen, tesiri kesin ve emniyetli dualardan biridir.
İnsanların yaptıkları ilaçların ve uyguladıkları tedavi yöntemlerinin insana güven
verebilmesi için çeşitli deneme safhalarından geçmeleri ve yan tesirleri olup
olmadığının iyice bilinmesi gerekir. Bu bakımdan insanların uyguladıkları tedavi
usûllerine her zaman aynı derecede güvenilemez. Hz. Peygamber'in vahye dayanan
tedavi usûlleri ise her zaman aynı derece şifalı ve emniyetlidir.

Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte öğretilen tedavi usulü de böylesine tesirli ve
güvenilir bir tedavi usulüdür. Çünkü içerisinde, neticeyi, yegâne şifa verici olan
Allah'a havale etme, onun izzet ve kudretine sığınma ifade eden kelimeler vardır.
Bu duanın tekrarı maddi ilaçların tekrarı gibi hastalığın daha çabuk şifa bulması
bakımından daha faziletlidir. Bu tekrarın yedi defa olmasındaki hikmet tek sayılardan

[98]

olan yedi sayısının özelliği ile ilgilidir.

3892... Ebu'd-Derdâ'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûluilah (s.a)'ı şöyle derken
işittim:

"Sizden kimin bir tarafı ağmrsa, veya bir (din) kardeşi, ona hastalığından dolayı
müracaat edecek olursa;

"Ey göklerdeki Rabbimiz, (senin) ismin ve zâtın (noksan sıfatlardan) münezzehtir.
Rahmetin gökte (her tarafa şamil) olduğu gibi emrin de hem gökte hem de yerde
(hâkim) dir. Rahmetini yere de indir. Bizim (büyük olan günah (1ar) ımızi ve
hatalarımızı bağışla. Sen temiz kimselerin Rabbisin. Şu ağrıya rahmet (denizinden) bir
rahmet, şifa (hazine)nden bir şifa indir' diye dua etsin. (Allah'ın izniyle) ağrıdan
199]

kurtulur."



Açıklama



Allah'ın göklerde olmasından maksat kudret ve hükmünün göklerde hükümran
olmasıdır.

Metinde geçen, "rahmetini yere de indir" mealindeki cümle de "Şüphesiz Allah

um

insanlara şefkatli ve merhametlidir." gibi âyet-i kerimelerde bildirilen Cenab-i
Hakkın rahmetine işaret vardır.

kelimesiyle kastedilenler, büyük günahlardır. Nitekim bu kelime Nisa sûresinin 2.
âyet-i kerimesinde de bu manada kullanılmıştır. "Hata" ise, insanın farkında
olmayarak işlediği günahlardır. Cenab-ı Hak herşeyin sahibi ve yaratıcısı olduğu halde
kedisine kötülükleri nisbet etmek caiz olmadığından hadis-i şerifte kendisine "sen
temiz kimselerin Rabbisin" sözleriyle niyazda bulunulmuştur.

Hadis-i şerif, söz konusu dualarla hastaları tedavi etmenin caiz olduğunu ve bu
duaların şifasının kesin olduğunu ifade etmektedir.

Ancak Münzirî'nin açıklamasına göre, bu hadisin senedinde Ziyad b. Muhammed el-
Ensârî vardır. Bu ravi rivayetleri hatalarla dolu olan bir ravi-dir. Kendisinin Medineli

[Mİ

olduğu zannediliyor.

3893... (Şu'ayb b. Abdullah b. Amr b. As'm) dedesinden rivayet olunduğuna göre;
Rasûlullah (s. a) kendilerine korkudan (kurtulmaları için şu) sözleri öğretirmiş:
"Allah'ın gazabından, kullarının şerrinden, şeytanların vesveselerinden ve (onların)
bana uğramalarından, Allah'ın tanı olan kelimelerine sığınırım."
(Ravi sözlerine devam ederek dedi ki): Abdullah b. Amr (b.As), bu sözleri
çocuklarından aklı eren kimselere öğretir, aklı ermeyenlere de yazıp üzerine asardı.

£102]



Açıklama

Rasûl-i Zîşan Efendimiz, uykusu içerisinde korkan kimselere bu duayı öğrettiği gibi,
uykusu kaçıp kendisini uyku tutmayan Halid b. Velid'e de uykusuzluktan kurtulması

£1031

için yine bu duayı öğretmiştir. Bu bakımdan metinde geçen bu dua, uyku içinde
ve uyku dışında her türlü korkulu ve sıkıntılı haller için çok tesirli bir şifadır.
Hz. Aişe (r.anha)'nm haber verdiğine göre; Hz. Peygamber duayı öğrettikten üç gün
sonra Halid Hz. Peygamber'in huzuruna gelip, bu duayı okuduktan sonra geceleyin

£1041

kendisine arız olan korkudan kurtulduğunu söyleyerek teşekkür etmiştir.
Metinde geçen "Allah'ın gazabı" kelimesinden maksat, Allah'ın yardımını kesip
intikam almasıdır. Şeytanların bir kula musallat olabilmeleri ise ancak Allah'ın ondan
yardımım kesmesinden sonra mümkün olur.

Hadİs-i şerifte öğretilen bu dua, "... ve onların yanımda bulunmalarından sana
[1051

sığınırım Rabbim" meâlindeki âyet-i kerimeden iktibas edilmiştir



Bu hadis-İ şerif âyet ve duaların muska şeklinde yazılarak taşınmasının caiz olduğunu
söyleyen Hz. Aişe ile Ahmed b. Hanbel ve Şâfiîlerin çoğunluğunun delilidir.
Ancak İbn Abbas, İbn Mes'ud, Hanefîler ve bazı Şâfiîler; nazarlık vb. şeylerin
taşınmaması hakkındaki rivayetlere bakarak âyet ve duaları muska şeklinde yazarak

[1061

takınmanın caiz olmadığını söylemişlerdir.

3894... Yezid b. Ebî Ubeyd'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Seleme (b. el-Ekvâ')'nin
dizinde bir darbe (izi) gördüm ve, "bu nedir?" diye (kendisine sordum). Şöyle
cevapladı:

(Bu darbe) bana Hayber (savaşı) günü isabet etti. Bunun üzerine (orada bulunan) halk
'Seleme vuruldu' diye feryada başladılar. Derken Peygamber (s. a) yanıma getirildi ve

£107]

bana üç defa nefes etti. Nihayet bir saat sonra hiç rahatsızlığım kalmadı.
Açıklama

Bu hadis-i şerif kılıç, mızrak ve ok yarası gibi yaraların acı-smm da okuyup üfleme ile

£1081

geçeceğine delâlet etmektedir.

3895... Aişe (r.anha)'nm şöyle dediği rivayet olunmuştur: Peygamber (s.a), bir insan
hastalandığı zaman (önce) tükrüğü ile (toprağa) bir işaret (çizgi) çizerdi. -(Ravi bu
işareti göstermek için kendisi de) tükrükle toprağı çizdi.- Sonra;
"Yerimizin toprağı, bazılarımızın tükrüğü ile, Rabbimizin izni ile hastalarımıza şifa

im

verir" diye dua ederdi.
Açıklama

Bilindiği gibi, bir hadisi raviler Hz. Peygamber'in o hadisi söylemesi esnasındaki
hareketleri ile birlikte rivayet etmişlerse ona "Müselsel hadis" denir. Bu hadis de bu
şekilde rivayet edilmiş olduğundan müselsel hadisler sınıfına girmektedir.
İmam Nevevî'nin açıklamasına göre, hadis-i şerifin manası şudur: Peygamber (s.a)
şehadet parmağı ile kendi tükürüğünü alır, sonra parmağını toprağa sürerek ona yerden
bir şeyler yapışmasını sağlar, sonra yara veya hasta olan yeri onunla sıvazlar ve bir
yandan da bu duayı okurdu.

"Yerimizin toprağı"ndan murat, bütün yeryüzü ise de bazılarına göre bereketinden

LLM

dolayı bununla hasseten Medine'nin toprağı kastedilmiştir.

Tıybî, Şerhu'l-Mişkât isimli eserinde "türbe" kelimesinin "arzinâ" kelimesine, "rîka"
kelimesinin de "ba'zunâ" kelimesine muzaf kılınmasına bakarak, bu şifanın her
toprakta ve her müslümamn tükrüğünde bulunmayıp sadece Medine gibi mukaddes
beldelerin toprağı ile kuvve-i kudsiye sahibi salih kimselerin tükrüğünde

um

bulunabileceğini söylemiştir.

Bu hadis-i şerif hastayı tükrük ve toprakla sıvazlayarak okumak suretiyle tedavi



IU21

etmenin caiz olduğuna delâlet etmektedir.



3896... (Hârice b. es-Salt et-Temîmrnin) amcası (İlâka b. Sahr)'dan rivayet olunduğuna
göre;

Kendisi Rasûlullah (s.a)'a gelmiş, sonra onun yanından ayrılıp geri dönmüş. Daha
sonra yanlarında demirle bağlı deli bir adam bulunan bir topluluğa uğramış. (Bu
adamın) ailesi (ona): "Bize anlatıldığına göre şu sizin arkadaşınız (Allah'tan bir takım)
hayır (1ar) getirmiş. Senin yanında bu deliyi tedavi edecek bir şifa var mı?" diye
sormuşlar. (İlâka sözlerine devam ederek olayı şöyle anlattı):

Bunun üzerine ben de (deliye) FâtihatüM-Kitâb'ı okudum, (deli) iyi oldu. Bana
(okumanın karşılığı olarak) yüz koyun verdiler. Rasûlullah (s.a)'a varıp bunu anlattım.
"Bundan başka (okuduğun bir şey) var mı?" dedi.

(Ravi) Müsedded (bu hadisi) başka bir yerde (Hz. Peygamber'in bu sorusunu): "Başka
bir şey demedin mi?" şeklinde rivayet etti.
(İlâka sözlerine devam ederek şöyle dedi:)

Ben de (Hz.Peygamber'in bu sorusuna); "Hayır" cevabını verdim. (Hz. Peygamber
de):

"Vallahi, bâtıl bir şey okuyup üfleme karşılığında (ücret alıp) yiyen kimse (kuşkusuz
bunun günahını çekecektir. Sen ise) hak olan bir duayı okuyup üfleme ile (yaptığın)

imi

tedavi karşılığında (aldığın ücreti) yiyorsun" buyurdu.
Açıklama

Metinde geçen "demirle bağlı" sözü, "demir gibi sağlam bağlarla bagh anlamında
kullanılmıştır.

"Bâtıl bir şey okuyup üfleme karşılığında ücret alıp yiyen kimse" anlamındaki şart
cümlesinin cevabı fnahzufdur. Tercümemizde bu cümlenin cevabı yerine koyduğumuz
"kuşkusuz bunun günahını çekecektir" cümlesiyle hazfedilen cevabı açıklamış olduk.
[1141

Bazı Hükümler

1. Okuyup üfleme ile delileri tedavi etmek mümkündür.

2. Okuyup üfleme ile tedavi iki kısımdır: a) Hak olan nefesle tedavi, b) Bâtıl olan
nefesle tedavi.

Hak olan nefesten maksat Kitap ve Sünnet'ten alman dualarla yapılan tedavilerdir.
Temiz niyetlerle olmak şartıyla bu nevi tedavi caizdir.

Bâtıl olan nefesten maksat ise, içerisinde bulunan sözler Kitap ve Sünnet'ten alınmış
olmayan ve anlaşılmaz bir takım kelimeler ihtiva eden sözlerle yapılan dualardır. Bu
gibi sözleri okuyup üfleyerek hastaları tedavi etmeye çalışmak caiz değildir. Çünkü bu
sözlerin küfür ifade eden ya da şeytanların veya putların ismi olan sözler olması
ihtimali vardır.

3. Fatiha sûresinin şifaları çok ve tesiri çabuktur.

4. Nefes etmek karşılığında ücret almak caizdir. İmam Ebû Hanîfe (r.a) bu hadisi delil



getirerek, nefesle tedavinin dışında Kur'an okuma ve okutmaya karşılık ücret almanın

015]

caiz olmadığını söylemiştir.



3897... (Hârice b. es-Salt)'m amcasından rivayet olunduğuna göre;
Kendisi (bir kavme) uğramış (ve onların arasında bulunan) bir deliyi) üç gün sabah
akşam Fatiha okumak suretiyle tedavi etmiş, Fâti-ha'yı her bitirişinde (ağzında)
tükrüğünü toplayıp (deliye) tükürmüş. (Üç gün sonra deli içinde bulunduğu sıkıntılı
durumdan) sanki bağlandığı iplerden kurtulur gibi kurtulmuş. Onlar da kendisine (bu
tedavisine karşılık olmak,üzere) bir ücret vermişler. Bunun üzerine (kalkıp) Hz.
Peygamber'e gelmiş...

(Hârice'nin amcası İlâka, sözlerinin bundan) sonra(ki kısmında bir önceki) Müsedded

£1161

hadisin manasını (ifade eden sözler) söylemiştir.

3898... (Ebû Salih'in) babasından rivayet olunduğuna göre; Eşlem (kabilesin)den bir
adam şöyle demiştir:

Rasûlullah (s.a)'m yanında oturuyordum. Sahâbîlerden biri gelip:

Ey Allah'ın Rasûlü, bu gece (bir hayvan tarafından) sokuldum, sabaha kadar

uyuyamadım, dedi. (Hz.Peygamber):

"(Seni sokan) nedir?' 1 dedi. (Sahâbî):

Akreptir, cevabını verdi. (Bunun üzerine Hz. Peygamber);

"Şunu bit ki, eğer sen ikindi ile akşam arasında;

'Yarattığı şeylerin şerrinden Allah'ın tam olan kelimelerine sığınırım' diye dua etmiş

imi

olsaydın sana inşallah (o akrep) zarar veremezdi" buyurmuş.

3899... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Peygamber (s.a)'e akrep sokmuş bir adam getirildi. "Eğer (bu kimse);

'Yarattığı şeylerin şerrinden Allah'ın tam olan kelimelerine sığınırını' diye dua edeydi

£1181

sokulmazdı -yahutta kendisine (hiç bir şey) zarar veremezdi-." buyurdu.
Açıklama

"Tam olan kelimeler" sözünden maksat, içinde Allah'ın zat, sıfat ve ef aline noksanlık
getirmeyen bilakis Allah'ın zat, sıfat ve ef aline muvafık olan kelimelerdir ki bu
kelimeler de âyet ve hadislerde öğretilen dualardır.

Çünkü en-Nihâye yazarı İbnü'l-Esîr'in de dediği gibi, yüce Allah'ın ve Rasûlünün
öğrettiği dualarda Allah'ın şanına noksanlık getiren bir ifade bulunması söz konusu

11191

olamaz.

Bazı Hükümler

1. Metinde geçen duayı ikindiden sonra okuyan bir kimseyi o gece zehirli bir
böcek sokmaz. Ancak kış günündeki karın ve soğuğun ateşin yanmasını zorlaştırdığı



gibi ihlâs noksanlığının ve günahların, sahibinin yaptığı duaların tesirini azaltacağını
unutmamak gerekir.

2. İlahî şifalar, tabiî şifalardan farklı olarak hastalıkları gelmeden önce önleyebilirler.
£120]

3900... Ebû Saîd e-Hudrî (r.a)'den rivayet olunduğuna göre;

Peygamber (s.a)'in sahâbîlerinden küçük bir topluluk çıktıkları bir yolculukta arap

kabilelerinden birine uğramışlar. (Kabilenin fertlerinden) biri (onlara);

Bizim başkanımız (zehirli bir böcek tarafından) sokuldu. Birinizin yanında (bizim bu)

arkadaşımıza yarayacak (şifalı) bir şey var mıdır? demiş.

Yolculardan bir adam da:

Evet (var), vallahi ben (hastalan) okuyarak tedavi ederim. Fakat biz size misafir olmak
istediğimiz halde siz bizi misafir etmek istemediniz. (Bu sebeple) siz (yapacağım
tedaviye karşılık) bana bir ücret, tayin etmedikçe ben nefes etmem, diye karşılık
vermiş.

Bunun üzerine (kabile mensupları tutmuşlar) bu adam (in edeceği nefes) için (ortaya)
bir koyun sürüsü koymuşlar. (Tedavi edeceğini söyleyen bu yolcu) hastanın yanma
varıp ona Fatiha sûresini okumuş ve üfürmüş. Nihayet adam ipten kurtulmuş gibi
olmuş.

Bunun üzerine (yukarıda sözü geçen şahıs) kabilenin (vermek için) üzerinde anlaşmış

oldukları ücreti yolculara ödemiş. (Ücreti alan) yolcular, (birbirlerine) "Bunu

bölüşünüz" demeye başlamışlar. Nefes ederek (hastayı) tedavi eden şahıs, "Rasûlullah

(s.a)'a varıp kendisine da-nışmcaya kadar (bunu) yapmayınız" demiş.

Rasûlullah (s.a)'a varıp bunu (kendisine) arzetmişler. Rasûlullah (s.a):

"Fâtiha'nm tedaviye yaradığını nereden bildin? Aferin size, (haydi bu koyunları)

um

bölüşünüz. Sizinle beraber bana da bir pay ayırınız" buyurmuş.

3901... (Hârice b. Salt et-Temîmî'nin İlâka isimli) amcasından rivayet olunmuştur;
dedi ki:

Biz Rasûlullah (s.a)'m yanından dönüyorduk. (Yolda) bir arap kabilesine rastladık.
"Bize gelen habere göre siz şu hayırlı adamın yanından geliyormuşsunuz. Sizin
yanınızda bir ilaç yahutta bir dua var mıdır (bizim buna çok ihtiyacımız var)? Çünkü
bizim yanımızda bağlı bir deli bulunuyor" dediler. (Biz de) "Evet" cevabını verdik.
Kalkıp deliyi bağlı olarak getirdiler. Bunun üzerine ona sabah akşam üç gün Fatiha
okudum. Fâtiha'yı her bitirişimde tükürüğümü (ağzımda) biriktirip (ona) tükrüyordum.
(Üç gün sonra deli) ipten kurtulmuş gibi oldu. Bana ücret ver(mek iste)diler. (Ben de;
"Hayır) Rasûlullah (s.a)'a danışmcaya kadar almam" dedim (ve gidip Hz. Peygamber'e
danıştım).

"(Sen aldığın bu ücreti tereddüt etmeden) ye. Vallahi bâtıl bir şey okuyup üfleme
karşılığında (ücret alıp) yiyen kimse (kuşkusuz bunun günahını çekecektir. Sen ise)
hak olan bir okuyup üfleme ile (yaptığın) tedavi karşılığında (aldığın ücreti) yiyorsun"
£122]

buyurdu.



Açıklama



İmam Kastalânî'nin açıklamasına göre, 3896 numaralı hadis-i şerifle, mevzumuzu
teşkil eden 3901 numaralı hadiste anlatılan olay aynı olaydır. Fakat 3900 numaralı
hadis-i şerifte anlatılan olay ayrı bir olaydır. Çünkü 3900 numaralı hadis-i şerifte
anlatılan tedavi Ebû Saîd el-Hudrî tarafından, 3896 ve 3907 numaralı hadis-i şeriflerde

U23]

anlatılan tedavi ise İlâka tarafından gerçekleştirilmiştir.

3902... Peygamber (s.a)'in hanımı Aişe'den rivayet edilmiştir; dedi ki:
Peygamber (s. a) rahatsızlandığı zaman kendi kendine Muavvizât (sûre)leri(ni) okur ve
üfürürdü. (Bunları okuyamayacak derecede) ağrısı şiddetlendiği zaman (bu sûreleleri)

[1241

ona ben okurdum ve bereketini umarak (onun) eliyle vücudunu sıvazlardım.
Açıklama

İçlerinde Allah'a sığınma (istiâze) bulunduğu için Felak ve Nâs sûrelerine
"Muavvizetân sûreleri" denir. Bunlar, iki sûreden ibaret olmaları cihetiyle onlardan
tesniye kalıbıyla "Muavizzeteyn" sûreleri diye bahsedilmesi kaide icabı iken, çoğul
kalıbıyla "Muavvizât" sûreleri diye bahsedilmeleri, onlarla birlikte içerisinde istiaze
bulunan Kur'an âyetlerinin de tedavi için okunabileceğini ifade etmek maksadına
mebni olabileceği gibi, bu sûrelerle İhlas sûresinin okunduğunu bildirmek gayesine
bağlı da olabilir.

£1251

Çünkü bazı haberlerde Fahr-i Kâinat Efendimiz'in Muavvizeteyn ile birlikte İhlâs
sûresini okuduğu da bildirilmektedir. İmam Nevevî bu mevzuda şöyle diyor:
"Nefes, tükürüksüz hafif üfürüktür. Hadis-i şerif hastaya okurken üfür-menin
müstehab olduğuna delildir. Ulema bunun caiz olduğuna ittifak etmişlerdir. Sahabe,
tabiîn ve onlardan sonra gelen ulema bunu hep müstehap görmüşlerdir. Fakat Kadı
Iyâz, ulemadan bir topluluğun bunu kabul etmediklerini, hastaya okurken tükürüksüz
üfürmenin caiz olduğunu söylediklerini rivayet etmiştir. Ancak bu görüş ve bu fark
zayıf bir kavle dayanır. Zira nefes tükürüklü üfürüktür, diyenler olmuştur. Yine
Kadı'nm beyanına göre, ulema "nefes" ile "tefel" kelimelerinin manalarında ihtilâf
etmişlerdir. Bazıları, "Bunların ikisi de bir manaya gelir ve ikisi de tükürüklü
üfürüktür" demişler. Ebû Ubeyd; tefelde azıcık tükürük şart olduğunu, nefeste ise hiç
tükürük bulunmadığını söylemiştir. Bunun aksini iddia edenler de vardır. Ebû Ubeyd:
"Ben Âişe'ye, Peygamber (s.a)'in hasta okurken nasıl üfürdü- ğünü sordum da; kuru
üzüm yiyen gibi tükürüksüz üfürürdü, cevabını verdi" demiştir. Kadı Iyâz; tefel
denilen ıslak üfürüğün faydası bu rutubet ve hava ile teberrüktür, diyor.
İam Mâlik; kendine okursa üfürürmüş. Demirle, tuzla rukye yapmayı ve keza hatem-i
Süleyman şeklinde yazmayı şiddetle kerih görürmüş. Zira bunda sihre benzerlik
£1261

vardır.

Bazı Hükümler

1. Hastanın İhlâs, Felâk ve Nâs sûrelerini okuyup ellerine üfleyerek vücudunu



sıvazlamak suretiyle kendi kendini tedaviye çalışması müstehabdır.

2. Bir kimsenin bir hastayı bu şekilde tedavi etmesi de müstehabdır.

3. Okunan hasta, ilim ve takva yönünden okuyandan daha üstünse, okuyan kimsenin
bu sûreleri kendi ellerine değil de hastanın ellerine üfleyerek hastanın vücudunu,

[1271

hastanın elleriyle sıvaması müstehabdır.

20. Şişmanlama Yollarına Başvurmak

3903... Aişe (r.anha)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s. a) ile zifafa
girmem için annem beni şişmanlatma! istiyordu. (Bütün çabalarına rağmen) onun
istediği kiloyu alamadım Nihayet bana yaş hurma ile hıyar yedirdi de en güzel şekilde

11281

şişmanladım.
Açıklama

Metinde geçen cümlesine Avnü'l Mabud yazarı, "Ben onun bana yedirmek ve içirmek
istediği şişmanlatıcı ilaçları kabul etmedim ve onları kullanmadım" şeklinde bi mana
vermiştir. Fakat biz îbn Mâce'nin, "fakat bu isteği gerçekleşmedi' anlamına gelen
rivayetini de göz önünde bulundurarak ve Bezi yazarının açık lamasına uygun olarak
bu cümleyi "onun istediği kiloyu alamadım" şeklin de tercüme ettik.
Metinde geçen kelimesi "şişmanlığın en güzeli" anlamına gelir ki, haddinden fazla
olmayan ve sahibine hantallık getirmeyen ortı halde (mutedil) bir şişmanlıktır. İdeal

0291

olan şişmanlık budur.
Bazı Hükümler

1. Gerdeğe girecek bir kızı gerdeğe girmeden önce haddi aşmayacak şekilde
şişmanlatmak mustehaptır

2. Bir kimseyi şişmanlatmak için pahalı ilaçlar yerine ucuz temin edileı gıdalar
kullanmak mustehaptır.

3. Kadında güzellik gibi orta halli bir şişmanlık da aranan bir husustur "Kıyamet

£130]

gününde şişman kadınların vay haline" anlamında bir hadis rivayet edilmişse de
bu tehdit yabancı erkeklerin gönlünde yer almak için ve ya diğer kadınlara
böbürlenmek için şişmanlayan kadınlar içindir.

4. Sofrada iki katık bulundurmak caizdir. Nitekim 3835-3837 numaralı hadislerin

um

şerhinde açıklamıştık.

21. Gaipten Haber Verdiğini tddia Eden (Kâhin) Hakkında

3904... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlul-lah (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Kim (gaipten haber almak gayesiyle) bir kâhine giderse" Musa (b. İsmail, şu cümleyi



de) nakletti: "Ve onun söylediğim tasdik ederse" -(Hadisin bundan) sonra (ki kısmında
Müsedded ile Musa) birleşerek şu sözü rivayet ettiler: "Kim de (cinsi münasebet için)
bir kadına varırsa", (-Ancak burada) Müsedded, "karısına hayızlı iken ve dübii-ründen
(yaklaşırsa)" demiştir.- (Hadis şöyle sona eriyor): "O kimse Allah'ın Muhammed'e

[132]

indirdiği (dinin dairesi)nden dışarı çıkmıştır."
Açıklama

Kâhin: Kâinattan geleceğe ait haber vermek ve esrarı bildiğini iddia etmektir.
"Nihâyetü'l-Hadis'te beyan edildiğine göre, cahiliye devrinde araplarda "Şık" ve
"Satıh" gibi kâhinler varmış. Bunlardan bazıları, kendisinin bir tabii bulunduğunu ve
ona haber getirdiğini söyler; bir takımları da olacak şeyleri bazı mukaddimelerle
bildiğini ve bu mukaddimelerle sual sorduğu kimsenin sözünden, halinden veya
fiilinden onlara muvafık şekilde istidlalde bulunduğunu iddia edermiş. Araplar buna
"arrâf ' adını ve-rirlermiş. Çalman şeyi bildiğini iddia edenler bu kabildendir. "Her kim

£133]

bir kâhine giderse" hadisi, arrâf ve müneccimlere şâmildir."

Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif, bu gibi kâhinlere giderek onların sözlerini
dinlemenin haram olduğuna ve onlarda gaipten haber verme gücünün bulunduğuna
inananların din dairesinden çıkacağına delâlet etmektedir.

Bir başka hadisi şerifte de, "Kâhine inanan kimsenin kırk gün namazı kabul

UM1

olmaz" buyurulmaktadır. İbn Hacer el-Heysemî, kâhinlik yapmanın ve yitiğin

£1351

bulunması için kâhine başvurmanın büyük günahlardan olduğunu söylemiştir.
Hadis-i şerif aynı zamanda bir kimsenin karısı ile hayızlı iken cinsi münasebette
bulunmasının caiz olmadığına da delâlet etmektedir.

Her ne kadar hadisin zahirinden bu işi yapan kimselerin dinden çıktığı anlaşılırsa da,

£1361

bu işi yapan kimsenin keffaret olarak sadaka verilmesinden bahsedilmesi onun
dinden çıkmayıp çirkin bir iş yaptığına delâlet eder. Sarihlerin açıklamasına göre,
hadisteki "dinden çıkar" sözü bu işi helâl sayanlar içindir, tehdit için söylenmiş de
olabilir.

İmam Ebû Hanîfe ile imam Mâlik ve Şafiî'ye göre, hayızm ilk günlerinde karısı ile
cinsi münasebette bulunan kimsenin bir dinar, son günlerinde cinsi münasebette
bulunan kimsenin de yarım dinar vermesi ve istiğfar etmesi müstehabdır.
Bir kimsenin karısına ters taraftan yaklaşmasının çirkinliği ona hayızlı iken
yaklaşmasının çirkinliğinden daha fazladır. Çünkü kadına hayızlı iken yaklaşmanın
başta gelen sebeplerinden birisi hayız halindeki pisliktir. Arkadan yaklaşmadaki
pisliğin daha da fazla olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan onun haramhğmda şüphe

£1371

yoktur. İslâm uleması onun büyük günahlardan olduğunu söylemişlerdir.
22. Yıldızlar(dan Hüküm Çıkarma) Hakkında



3905... İbn Abbas'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a): "- Yıldızlardan bir



ilim alan kimse sihirden bir bölüm almış olur.

(Yıldızlardan aldığı bilgiler) arttıkça (sihirle olan ilgisi de) artmış olur" buyurmuştur.

im

3906... Zeyd b. Halid el-Cühenî'den rivayet olunmuştur; dedi ki:
Rasûlullah (s. a) Hudeybiye'de geceleyin (yağan) bir yağmurdan sonra bize sabah
namazını kıldırdı. (Namaz) bitince halka dönüp:
"Rabbinizin ne dediğini biliyor musunuz?" dedi. (Orada bulunan halk):
Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dediler. (Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle) buyurdu:
"(Rabbiniz buyuruyor ki:) Kullarımdan bir kısmı bana inamcı, bir kısmı da (beni)
inkâr edici olarak sabahladı. 'Allah'ın fazlı ve rahmeti ile (bu gece) bize yağmur yağdı'
diyenler bana inanmıştır. Yıldızlar (m yaratıcılığm A da inkâr edicidir.
Fakat, 'şu veya bu yıldızın hareketi sayesinde bize yağmur yağdı' diyenler ise beni

11391

inkâr etmiş, yıldızlara inanmıştır."
Açıklama

Yıldızlardan hüküm çıkarma ilmi mevzuunda Hanefî ulemasından Ibn Abıdm şöyle
diyor:

"Bu ilim gök cisimlerinin teşekküllerinden adi hâdiselerin vuku bulacağını istidlal
ilmidir. Merginânî'nin, MuhtârıTn-Nevâzil adlı eserinde şöyle deniyor: Bilmiş ol ki
ilmi nücûm haddizatında kötü değildir. Çünkü o iki nevidir:

Birincisi: Hesap yolu iledir ve haktır. Kur'an'da zikredilmiştir. Allah Teâlâ; "Güneş ve
ay hesab iledir." buyurmuştur. Bundan murad güneşle ayın seyretmeleridir.
İkincisi: İstidlal yolu iledir. Yıldızların seyri ve feleklerin (gezegenlerin) hareketi
vasıtasıyla hâdisatm, Allah'ın kaza ve kaderi ile vuku bulacağına istidlal edilir; bu
caizdir. Doktorun hasta kimsenin nabzına bakarak hastalığa ve sıhhate istidlali gibidir.
Ama hâdisatm Allah'ın kazası ile olduğuna inanmaz, yahut kendisinin gaybı bildiğini

Lİ401

iddia ederse kâfir olur."

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şeriflerde geçen, yıldızlara bakarak yeryüzünde
vukua gelecek hâdiseler hakkında hüküm çıkarmanın küfür, ve yıldızlarla ilgili
ilimlerin sihirin bir dalı olduğuna dair ifadeler, İbn Abidin'-in açıkladığı ikinci kışıma
gören yasaklanmış bilgilerdir.

Fakat her hâdisenin yaratıcısının Allah olduğuna inanmak şartıyla Astronomi ilmi ile
uğraşmak insanın Allah'a ait imanını takviye eden çok faziletli bir iş olması cihetiyle

kıymet ve fazileti çok büyüktür.

23. (Yere) Çizgi (Çizmek) Ve Kuş Uçurmak (Suretiyle İstikbale Dair Hükümler
Çıkarma) Konusunda Gelen Hadisler

3907... (Katan b. Kabîsa'nm) babası dedi ki: Ben Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken
işittim:

"Kuş uçur(arak, bu uçuştan hüküm çıkar)mak, uğursuzluğa inanmak, çakıl taşlan ile



fal açmak puta tapıcıhktandır."

(Musannif Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadiste geçen) "Tark" (kelimesi, kuş) uçurmak; "el-

£1421

ıyâfe" (kelimesi de; kum üzerine) çizgi çizmek anlamına gelir.

3908... Avf (el-Arabî); "el-Iyâfe, kuş uçur(tarak kuşun uçuşundan istikbale ait manalar

[143]

çıkar) maktır. Tark da, yere çizilen çizgidir" demiştir.

3909... Muaviye b. el-Hakem es-Sülemî'den rivayet olunmuştur; dedi ki:
Ben (Hz. Peygamber'e hitaben);

Ey Allah'ın Rasûlü, bizden bir takım adamlar da (istikbale dair bilgiler keşfetmek için)
çizgi çiziyorlar, dedim. (Peygamber (s. a) de:)

"Peygamberlerden biri (böyle) çizgi çizerdi. Her kim (çizgisini onun) çizgisine uygun

düşürürse, o kimse (gerçeğe isabet etmiş olur)" buyurdu.

Açıklama

Iyafe: Kuş kovalamak, kuş uçurmak anlamlarına gelir. Cahiliye döneminde araplar,
kuşları ürküterek uçururlar ve uçan kuşun ismine, sesine ve uçtuğu tarafa göre bir
mana çıkararak yapacakları işlere karar verirlerdi. Meselâ, ürküp uçan kuş tavşancıl
ise bunu sıkıntıya, karga ise gurbete, ibibik ise hidayete; eğer kuş sağ tarafa uçarsa
uğura, sol tarafa uçarsa uğursuzluğa yorarlardı. İslâmiyet bunların hepsinin bâtıl ol-
duğunu ilan ederek bu inançların hepsini iptal etmiştir.

Tıyâre ise, uğursuz saymak demektir. Bu kelime ile ıyâfe arasındaki fark şudur: Iyâfe,
kuş aracılığı ile olduğu halde bunda kuşun aracılığı şart değildir. Kuşun dışında bir
hayvan aracılığı ile de olabilir.

£145]

Tark: Çakıl taşlan ile fal açmak anlamına geldiği, gibi, kum üzerine çizgi çizmek

£1462 '

anlamına da gelir. Zemahşerî, el-Fâik isimli eserinde birinci manayı tercih
ettiğinden tercümemizde biz de birinci manayı esas aldık.

Cibt;kelimesi ise "put" demektir. Kâhin anlamına da gelir. Allah'dan başka ittihaz

£1471

edilen mabud karşılığıdır.

Ömer b. Hattâb (r.a), "Cibt sihirdir, tağut ise şeytandır" demiştir. Bu açıklama İbn
Abbas, Ebû Aliye, Mücâhid, Atâ, İkrime, Saîd b. Cübeyr, Şa'bî, Hasan, Dahhâk ve

£148]

Süddî'den de rivayet edilmiştir.

Hat: Çizgi demektir. İbn Abbas'dan rivayet olunduğuna göre, cahiliye devrinde bu
çizgiyi çizen belli remilciler varmış, ihtiyaç sahipleri bunlara müracaat edince bunların
yanında bulunan erkek bir çocuk sayıları bilinmemesi için çok acele olarak yere bir
takım çizgiler çizer sonra da ikişer ikişer ve yavaş yavaş bu çizgileri silermiş. Eğer en
sona kalan iki çizgi olursa bu kurtuluş alameti, tek çizgi kalırsa zarar alameti kabul

£1491

edilirmiş.



İslâmiyet bütün bu fal cinslerinin asılsız olduğunu bildirerek bunları haram kılmış ve

£150]

büyük günahlardan saymıştır.

Her ne kadar peygamberlerden birisi Allah'ın kendisine verdiği ledünnî bir ilimle veya
Allah'dan aldığı bir emirle kumlar üzerine çizdiği bir takım çizgilerden istikbale dair
bazı hadiselerin vukuunu keşfedermiş ise de, daha sonraki insanların çizecekleri
çizgilerin onun çizgilerine uygun düşeceği kesin olarak bilinmediğinden bu iş diğer
insanlara yasaklanmıştır.

Bu bakımdan metinde geçen, "her kim çizgisini onun çizgisine uygun düşürürse"
cümlesini, "bazı kimselerin çizgisi o peygamberin çizgisine uygun düşebilir" şeklinde
anlamak gerekir. "Onun çizgisine isabet eden kimseye bu hareketi yapmak caiz olur"

rım

şeklinde anlamak doğru değildir.

Sahih olan kavle göre bu ibarenin manası şöyledir: Kimin çizgisi o peygamberin
çizgisine muvafık düşerse o çizgiyi çizmek mubahtır. Lakin muvafık düşüp
düşmeyeceğini yüzdeyüz bilmeye bizim için imkân yoktur. Binaenaleyh remilcilik
bize mubah değil haramdır.

Rasûluilah (s.a)'m doğrudan doğruya "Remilcilik haramdır" demeyip, "Her kim
(çizgisini onun) çizgisine muvafık düşürürse o kimse gerçeğe isabet etmiş olur"
buyurması, remille meşgul olan peygamberin bu hükme dahil olduğu anlaşılmasın
diyedir.

Remil ile meşgul olan bu peygamberin İdris (a. s) veya Daniyel (a. s) olduğu rivayet
Iİ52]

edilmiştir.

24. Uğursuzluğa tnanmak

3910... Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:

Rasûluilah (s. a) üç defa, "Uğursuzluğa inanmak şirktir, uğursuzluğa inanmak şirktir"
buyurdu.

Oysa bizden (kalbinde bu düşünce geçmeyen bir kimse ) yoktur. Fakat Allah bu

[153]

duyguyu tevekkülle giderir.

3911... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Resulullah (s. a):

"Hastalık bulaşması, uğursuzluk, (karında bulunan yılan gibi bir hayvanın

hareketinden doğan bir) karın ağrısı ve (uğursuzluk getiren bir) baykuş yoktur"

buyurmuş.

Bunun üzerine (orada bulunan) bir bedevi:

(Ey Allah'ın Rasûlü), peki kumda geyik gibi (sıhhatli) oldukları halde (içlerine) karışıp

da kendilerini uyuzlaştırdığı uyuz devlerin hali nedir? dedi.

(Hz. Peygamber de ona):

"Ya birinciye kim bulaştırdı?" karşılığını verdi.

Mâmer'in Zührî'den, (Zührî'nin de) bir adamdan rivayet ettiğine göre, Ebû Hureyre;
Rasûluilah (s.a)'ı:**Deveterı hasta olan kimseler (develerini), develeri sağlam alan
kimseler(in develerinin yanm)a götürmesinler" derken işittiğini söylemiş. Bunun
üzerine (bu sözü Ebû Hureyre'den dinleyen) adam Ebû Hureyre'ye dönüp: Sen bize



(daha önce) Peygamber (s.a)'in, "Hastalık bulaşması da yoktur, (karında bulunan bir
yılan hareketinden doğan bir) karın ağrısı da yoktur, (uğursuzluk getiren bir) baykuş
da yoktur." dediğini söylememiş miydin? demiş. Ebû Hureyre de: "Bunu size ben
söylemedim" karşılığım vermiş.

Zührî dedi ki: Ebû Seleme, "Ebû Hureyre'nin bu hadisi rivayet ettiğini" (söyledi) ve:
"Ben Ebû Hureyre' nin bu hadisten başka (rivayet ettiği) bir hadisi unuttuğunu
£1541

duymadım." dedi.

3912... Ebû Hureyre'den rivayet olunduğuna göre; Rasûluilah (s.a):
"Hastalığm(sebepsiz olarak) bulaşması, (uğursuzluk getiren) baykuş, (insanların
kaderine hükmeden bir) yıldız batması, (karında bulunan bir yılanın hareketlerinden

[155]

doğan ve başkalarına bulaşan bir) karın ağrısı yoktur" buyurdu.

3913... Ebû Hureyre'den rivayet olunduğuna göre; Rasûluilah (s.a):

"(Kırlarda çeşitli kılıklara girerek insanların yolunu kaybettire-bilecek güce sahip bir)

^ [1561
cin taifesi yoktur" buyurmuştur.

3914... Ebû Dâvûd dedi ki: Eşheb (şöyle) dedi: (İmam) Mâlik'e, "lâ safere" sözü(nün
manası) soruldu da; "Ca hiliye halkı Safer ayını helâl (aylardan) sayarlardı. (Sonradan)
onu bi sene helâl, bir sene de haram saymaya başladılar. Hz. Peygamber (s.a de
onların bu âdetini kaldırmak için); "(Böyle bir sene helâl, bir sen< de haram sayılan)

[1571

bir Safer (ayj) yoktur" buyurdu" cevabını verdi.
3915... Bakiyye dedi ki:

Ben Muhammed b. Râşid'e hadisteki "hâm = baykuş" kelimesini sordum da;" Cahiliye
dönemi (halkı) 'Ölüp de defnedildikten sonra bir baykuş olarak mezarından çıkmayan
kimse yoktur' derlerdi, (işte hâm budur)" diye cevap verdi.

(Bunun üzerine): "Pekâla Safer nedir?" dedim. (Muhammed b. Râ-şid de): İşittiğime
göre cahiliye halkı Safer ayını uğursuz sayarlarmış da Peygamber (s.a):"Safer ayında
(bir uğursuzluk) yoktur" buyurmuş" dedi.

(Muhammed b. Râşid sözlerine devam ederek şöyle) dedi: "Biz 'Safer, karında tutan
bir ağrıdır' diyeni de işittik. (Bu görüşte olan cahiliye halkı) 'bu ağrı (başkasına da)
bulaşır' derlerdi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber), "Safer (denilen böyle bir ağrı)
[1581

yoktur" buyurdu."

3916... Enes (ra.)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a): "Hastalık bulaşması
da yoktur, uğursuzluk da yoktur. Ben yararlı olan hayırlı ve uğurlu saymadan
hoşlanırım. Yararlı olan hayırlı ve uğurlu saymak ise, güzel söz(lerle yapılan hayırlı

[1591

yorumlar)dır" buyurmuştur.



Açıklama



Tıyere:Bir şeyi uğursuzluğa yormak, uğursuz saymak, bir şeyin uğursuzluk
getireceğine inanmak demektir. Cahiliyye dönemi halkı, bazı hayvanları ve olayları
uğursuz sayar, bu uğursuzluktan kurtulmak için bazı teşebbüslerden vazgeçerdiler.
İslâmiyet bu uğursuzluk telakkisinin asılsız olduğunu ilan ederek, asılsız telakkiler
silsilesinden biri olan bu yanlış inancı da İnsanların kafasından silip atmak suretiyle
onların yolunu aydınlatmış, onları cahiliyetin pençesinden kurtarmıştır.
3910 numaralı hadis-i şerifte açıklandığı üzere, Fahr-i Kâinat Efendimiz hayvanlarda
ve olaylarda bizatihi böyle bir uğursuzluk verme gücü bulunduğuna inanmayı şirk
saymış, insanın kalbine böyle bir korku geldiği zaman bu korkunun kalpten
giderilebilmesi için Allah'a tevekkül etmenin yeterli olduğunu bildirmiş ve ümmetine
bu gibi durumlarda Allah'a tevekkül etmelerini tavsiye etmiştir.
Advâ: Hastalığın bir hastadan diğer bir hastaya bulaşması demektir.
Bu mevzuda merhum Kamil Miras şöyle diyor:

"Cahiliye devrinde sâri hastalıkların ilâhi bir tesire tabi olmadan bizatihi sirayet ettiği
sanılırdı. İslâm akidesine göre her şeyde hakiki müessir Allah Teâlâ'dır, Hadiste bu
hakikat, "Bulaşıcı hastalıklar bizatihi sirayet etmez" cümlesiyle ifade
[1601

buyurulmuştur."

Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, "Hastalık bulaşması konusunda üç türlü
görüş vardır:

1) Hastalık bulaşır, hastalık bulaşmasının Allah'ın izni ve iradesiyle ilgisi yoktur. Bu
görüşün küfür olduğu açıktır.

2) Hastalık Allah'ın dilemesiyle bulaşır. Fakat Allah'ın hastalığın bulaşmasını dilemesi
Allah hakkında zaruridir. Aksini dilemesi mümkün değildir.

Bu görüş de bâtıldır. Çünkü Allah isterse bulaşıcı hastalığa yakalanmış kimseler
arasında bulunan bir kulunu o hastalığa yakalanmaktan koruyabilir.

3) Hastalık bulaşması Allah'ın dilemesine bağlı olarak vardır. Allah dilerse bulaşıcı bir
hastalık başkasına geçebilir, dilemezse geçmez."

İşte hadis-i şerifte ifade edilen hastalık bulaşmasından anlaşılan bu üçüncü görüştür ki
ehl-i sünnet ulemasının bu mevzudaki görüşü de budur.

Bazıları kelimelerin zahirine bakarak, 3911 ve 3912 numaralı hadisler-deki, "!â adve"
kelimesini "hastalık bulaşması yoktur" şeklinde anlamışlar ve 3912 numaralı hadisin
sonundaki "Develeri sağlıklı olan kimseler develerini, develeri hasta olan kimselerin
develerinin yanma götürüp de onlarla karıştırmasınlar" mealindeki cümlelerle,

um

"Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaçın" hadisini de seddü'z-zerâyi' kabilinden
bir yasaklama olarak te'-vil etmişler. Yani develerin birbirine karışıp da birbirlerine
benzerlikleri sebebiyle hangi devenin kime ait olduğunun bilinmemesi durumuna
düşülmesini önlemek için getirilmiş bir yasak olarak yorumlanmıştır.
Ancak ulemanın büyük bir kısmı; bu mevzuda aslolan hastalıklı hayvanları
karıştırmayı yasaklayan ve cüzzamlıdan kaçmayı emreden hadis-i şeriflerdir. Çünkü
yüce Allah, dünyadaki bütün hâdiseleri bir sebebe bağladığı gibi hastalığın
bulaşmasını da hastalık mikrobu taşayan kimselerle veya eşya ile temas etmeye
bağlamıştır. Bu temas sağlandığı zaman Allah'ın izni ile hastalık bulaşabilir,
demişlerdir. Hadisi bu şekilde anlayan mezkûr İslâm âlimleri, hadis-i şerifte geçen
"hastalık bulaşması yoktur" sözünü ise, hastalık bulaşması için Allah'ın bir kanun



olarak koyduğu hastaya dokunmak gibi bir sebep bulunmaksızın hastalık bulaşması
olamaz, şeklinde anlamışlardır ki umumun tasvibine mazhar olan görüş de budur.
Esasen Fahr-i Kâinat Efendimiz, bedevinin "bizim geyik gibi sihhath develerimiz uyuz
develerin yanma varmca niye hastalanıyorlar?" sorusuna "Ya birinciye bu hastalığı
kim bulaştırdı?" karşılığını vermekle, bu bulaşmanın Allah'ın iznine bağlı olduğunu
çok veciz bir şekilde açıklamıştır. Çünkü bedevi, "birinci deveye falan deveden
bulaştı" cevabını verdiği takdirde kendisine aynı sual sorulmaya devam edilecek ve
nihayet bu hastalığın kendisinde ilk görülen deveye hastalığı Allah'ın verdiği
anlaşılacaktır.

Hâme: Baykuş demektir. Cahiliye dönemi halkı evlerinin üzerine bir baykuş konduğu
zaman onun o ev halkından birinin öleceğini haber vermek için geldiğine inanırlardı.
Hadis-i şerifteki "Baykuş yoktur" sözüyle bu inancın batıl olduğu anlatılmak
istenmektedir. İmam Mâlikin görüşü budur.

İkinci bir tefsire göre, cahiliye dönemi arapları baykuşların, ölen kimselerin dünyaya
dönen ruhları olduklarına inanırlardı. Hadisteki "Baykuş yoktur" sözüyle yıkılmak
istenen inanç budur. İslâm ulemasının büyük çoğunluğunun tasvibine mazhar olan
görüş budur.

Guvl: Eski araplarm inancına göre çeşitli renk ve kılıklara girerek insanlara görünen
ve onları yollarından sapıtıp helak eden bir nevi şeytandır. Kırlarda yaşar. Peygamber
(s. a) bunu da iptal etmiştir. Cumhur ulemanın kavli budur. Ulemanın bazılarına göre
ise hadisin manası, guvlü inkâr etmek değil sadece araplarm itikadını iptaldir.
Binaenaleyh "guvl yoktur" cümlesinden murad, guvl hiç kimseyi yolundan saptırmaz,
[162]

demektir.

Nev': Hattâbî'ye göre "yıldız" demektir. Ebû İshak ez-Zeccâc, garbta batan yıldızlara
enva', şarkta doğanlara bevârih denildiğini söylüyor. Bu hususta Tecrid Tercümesi'nde
şu malumat verilmektedir:

"Nev'in cemi enva' gelir. Enva' ayın menzilleri (burçlar) manasına gelir, yirmisekiz
adettir. Ay her gece bunlardan bir menzilde bulunur. Bu menzillerden herbiri o sema
sahasında bulunan yıldızlardan birinin ismiyle anılır.

Araplar bu yıldızlardan birinin fecir zamanmda batmasıyla birlikte onun devamlı
olarak ters istikametinde bulunan yıldızın o saatte doğmasına nev' derler. Onun için
lügat alimlerinin kimi yıldızın batmasına kimi de doğmasına kimisi de her ikisine
birden nev' denildiğini söylerler. Bu nev'ler birbiri arkasından onüçer gün fasıla ile
battığında ve aksi istikametindeki yıldız da doğduğunda, o müddet zarfında yağmur,
rüzgâr, soğuk, sıcak, bereket her ne olursa batan yıldıza izafe edilir ve filan şey filan

[163]

yıldızın nev'inde (batmasında) vaki oldu derlerdi."

Rasûl-i Zîşan Efendimiz, "Nev' yoktur" sözüyle bu bâtıl İnancı kökünden yıkmıştır.
Safer: Hicrî tarihin ikinci ayının adıdır. Cahiliye devrinde araplar nesîe usulüne göre
Muharrem ayının haramlığmı Safer'e naklederlerdi ve bu suretle Safer ayını haram
sayarlardı. Nitekim yüce Allah müşriklerin bu çirkin hallerini Tevbe sûresinin 37.
âyet-i kerimesinde bize açıklamaktadır. Rasûl-i Ekrem Efendimiz bunu da menedip
"Artık Safer ayı için hürmet yoktur" buyurmuştur. Asrı saadetten zamanımıza kadar
devam edip gelen halk telakkisine göre bu ayda kıyılan nikâhı devamsız sayarlar.
Hatta halk arasında bu aya boş ay derler. "Sa ferde uğursuzluk yoktur" buyurulmakla
bu telakki men olunmuştur. Buharî'nin bir rivayetine göre Hz. Aİşe "Benim nikâhım



da zifafım da safer ayında idi" buyurduklarına göre, Rasûl-i Ekrem bu hurafe fikrinin

£1641

izalesine fiilen de çalışmıştır.

İkinci bir te'vile göre bu hadis-i şerifteki Safer kelimesinden maksat, cahiliye
araplarmm insanın karnında yaşadıklarına inandıkları yılan gibi bir hayvandır. İnsan
acıktığı zaman o hayvan çoğu zaman heyecanlanıp sahibini öldürür. Hatta buna uyuz
hastalığından daha bulaşıcı sayarlardı. Neve-vî'nin açıklamasına göre Safer
kelimesinin sahih tefsiri budur. Mutarrif, İbn Vehb, İbn Habib, Ebû Ubeyd ve diğer
birçok ulemanın kavilleri de budur. Nevevî'nin beyanına göre, burada her iki tarafın da
kast edilmiş olabileceği, her iki anlamdaki Saferin de bâtıl ve asılsız olduğu
£1651

bildirilmektedir.

Ancak cahiliye halkının karın ağrısı hakkındaki bu yanlış telakkisini, bugünkü ilmî
gerçeklerin ışığında tesbit edilen karındaki solucan, tirişin ve tenyalarla karıştırmamak
gerekir. Hadiste reddedilen bunlar değildir. Her ne kadar İslâm'da uğursuzluk inancına
yer yoksa da bir şeyi hayırlı veya uğurlu saymak (tefe'ül) makbuldür. Nitekim
Hudeybiye'de Kureyşliler müslümanları müşkül bir vaziyete soktuğu sırada, Kureyş
tarafından muahede akdine mezun bir heyetin, Süheyl b. Amr'm riyaseti altında
gelmekte olduğu duyulunca Rasûl-i Ekrem'in uysallık ve yumuşaklık ifade eden

£1661

Süheyl adıyla tefe'ül ederek ashabına, "Artık işiniz kolaylaştı" buyurması buna
delâlet ettiği gibi, mevzumuzu teşkil eden 3916 numaralı hadisi şerif de bunun caiz

E1671

olduğunu ifade etmektedir.

3917... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre;

Rasûlullah (s. a), hoşuna giden bir söz işitmiş de (bu sözü söyleyen kimseye):

£1681

"Senin uğurunu ağzından aldık" buyurmuş.
3918... Atâ (r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:

"Halk; Safer, karında tutan bir ağrıdır, diyor." (Bu hadisi Atâ'-dan rivayet eden İbn
Cüreyc dedi ki); Ben(de Atâ'ya); "Pekâlâ) baykuş nedir? diye sordum. (Atâ şöyle)
cevap verdi:

Halk, (evlerin üzerine konup da acı acı) öten baykuş, halk baykuşudur, diyor. (Aslında
bu baykuş ölünün kemiğinden ya da başından çıkıp da baykuş şekline giren ve sady
ismi olan) insan baykuşu değildir. (Senin sorduğun) baykuş, sadece (bildiğimiz) bir

£1621

hayvandır.

3919... Urve b. Amr el-Kureşî dedi ki:

Peygamber (s.a)'in yanında (bir şeyle karşılaşmayı iyiye veya) kötüye yorma(nın
hükmünden) bahsedildi de Peygamber (s. a) şöyle buyurdu:

"Bu yorumların en iyisi iyiye yormaktır. (Aslında bir şeyi kötüye yorumlamak bile) bir
müslümam (yapılması gereken bir işi yapmaktan) geri eeviremez. (Binaenaleyh)
sizden biriniz hoşlanmadığı bir şeyi görünce;

'Ey Allah'ım, güzellikleri senden başkası veremez. Kötülükleri de senden başkası



önleyemez. Binaenaleyh, (kötülüğü önlemek için gerekli olan) güç de (güzelliği elde

mm

etmek için gerekli olan) kuvvet de ancak senindir* diye dua ediniz."
3920... Ebû Büreyde(nin) babasından rivayet olunduğuna göre;

Peygamber (s. a) hiç bir şeyi uğursuz saymazmış. (Bir yere) bir tahsildar göndereceği
zaman (önce) ismini sorarmış, eğer (onun) ismini beğenirse bu isimden memnun
olurmuş ve bu sevinç yüzünde görülür-müş. Eğer beğenmezse bu hoşnutsuzluk
yüzünde görülürmüş, (fakat böyle hoşa gitmeyen bir isimle karşılaşmayı kötüye
yormazmış).

Bir köye girdiği zaman da (yine köyün ismini sorarmış, eğer (köyün) ismini beğenirse
sevinirmiş ve bu sevinç(in belirtileri yüzünde görülürmüş). Eğer (köyün) ismini
beğenmezse bu hoşnutsuzluk yüzünde görülürmüş, (fakat böyle hoşa gitmeyen bir

um

isimle karşılaşmayı kötüye yormazmış).

3921... Said b. Mâlik'den (rivayet olduğuna göre; Rasûlullah (s.a);

"(Uğursuzluk getiren bir) baykuş da yoktur, (kendiliğinden zuhur eden bir) hastalık

bulaşması da yoktur, uğursuzluk da yoktur. Eğer bir şeyde uğursuzluk olursa (o da sert

um

başlı) atta, (isyankâr) kadında ve (dar) evde olur" buyurmuş.

3922... Abdullah b. Ömer'den rivayet olduğuna göre; Rasûlullah (s.a):
"Uğursuzluk (dar) evde, (isyankâr) kadında, (sert başlı) attadır" buyurmuştur.
Ebû DâvOd dedi ki: (Bu hadis) Haris b. Miskîn'e okundu, ben de orada idim.
Kendisine: (Bunu) sana İönü 7-Kasım haber verdi mi? diye soruldu. (Haris b. Miskin
de şöyle) dedi: Kadındaki ve evdeki uğursuzluk (İmam) Mâlik 'e soruldu da, "Nice
evler var ki onlarda oturan insan/ar helak oldular. Sonra onlara başkaları oturdu, (onlar
da) helak oldular. Bizim görüşümüze göre bu (durum, bu hadisin) tefsiridir. Allah
daha iyi bilir" cevabını verdi.

Yine Ebû Davûd dedi ki: Ömer (r.a); evdeki bir hasır çocuk dünyaya getirmeyen bir

£173]

kadından daha hayırlıdır" buyurdu.

3923... Ferve b. Müseyk'den rivayet olmuştur; dedi ki:
Ben (Peygamber (s.a)'e;

Ey Allah'ın Rasûlü, bizim elimizde "Ebyen" denilen bir arazi var. Bu bizim
çiftliğimizin ve ziraat mahsullerimizin arazisidir; ve bu arazide veba hastalığı vardır. -
Yahutla buranın vebası çok şiddetlidir. -(Ne yapmamı tavsiye edersiniz)? diye sordum.
"Orayı terket. Çünkü ölüm (böyle bulaşıcı hastalıklara) yakın durmaktan ileri gelir"
£1741

buyurdu.

3924... Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayet olunduğuna göre;
Bir adam Hz. Peygamber'e gelerek);

Ey Allah'ın Rasûlü, biz bir evde yaşıyorduk; orada (iken) sayımız ve mallarımız çoktu.
Derken başka bir eve göç ettik, orada ise sayımız da azaldı mallarımız da, demiş.



Rasûlullah (s. a) da:

£1751

"Kölü bir yer olduğu için orayı terkediniz" buyurmuş.



3925... Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre:

Rasûlullah (s. a); bir cüzzamlmm elini tutarak onu kendi (eli) ile birlikte (yemek) kab
(m)a koymuş ve;

"Allah'a güvenerek (benimle birlikte) ye, ben de Allah'a güveniyorum" buyurmuş.
[176]

Açıklama

3917 ve 3819 nunıaraiı hadis-i şeriflerde "fe'l" (iyiye yormak, tefe'ül) kelimesiyle

3918 ve 3921 numaralı hadis-i şeriflerde geçen "tıyâre" (uğursuzluğa yormak)
kelimesi ve 3921 numaralı hadis-i şerifte geçen "advâ" (hastalık bulaşması) kelimesini
3910-3916 numaralı hadis-i şeriflerin şerhinde açıklamıştık.

Bu açıklamamızda ise 3921 ve 3922 numaralı hadislerde söz konusu olan ev, kadın ve
attaki uğursuzluk ile bir memleketin uğursuzluğu ve veba, cüz-zam gibi bulaşıcı
hastalıklardan kaçmanın gerekip gerekmediği konularını ele alacağız.
Bu konuda merhum Ahmed Davudoğlu şöyle diyor:

Ulema bu rivayetlerde belirtilen üç şeyde uğursuzluk olup olmadığında ihtilâf
etmişlerdir. İmanı Mâlik ile bir cemaata göre rivayetlerden murad, zahirî manalarıdır.
Allah Teâlâ bir evi zarar ve ölüme sebep halk eder. Muayyen bir kadın ve at yahut ev
de Allah'ın kaza ve kederiyle bazen helâka sebep olabilir. Hadisin manası; bazen bu üç
şeyde uğursuzluk hasıl olur, demektir.

Hattâbî ile diğer birçok ulema bu rivayetlerdeki üç şeyin memnu olan teşe'umden
(uğursuz saymadan) istisna edildiğine kail olmuşlardır. Bu görüşte olan ulemaya göre
bu hadisin manası; "Teşe'üm yasaktır, fakat bir kimsenin içinde oturmaktan
hoşlanmadığı bir evi, beraberce yaşamaktan hoşlanmadığı bir hanımı veya
hoşlanmadığı bir atı varsa onlardan ayrılsın" demektir.

Bazıları da, "Evin uğursuzluğu darlığı ve komşularının kötülüğünden ibarettir.
Kadının uğursuzluğu doğurmaması, gevezeliği ve şüpheli işler yapmasıdır. Atın
uğursuzluğu ise üzerinde harp edilmemesi yahut fiyatının pahalılığı, hizmetçinin
uğursuzluğu ise kötü ahlâklı olması, kendisine ısmarlanan şeylere kulak asmaması gibi
şeylerdir" demişlerdir. Aynî diyor ki: "Bu babda sahih olan mana teşe'ümün bütün
nevileriyle ibtal edilmesidir. Resü-lullah (s.a)'in "Teşe'üm yoktur; uğursuzluk üç
şeydedir" buyurması cahili-ye devrinin itikadını hikâyedir. Çünkü o devirde araplar bu
üç şeyde uğursuzluk olduğuna inanırlardı. Yoksa bu hadis 'Müslümanların itikadınca
üç şeyde uğursuzluk vardır' manasını ifade etmez."

Bu rivayetlerin bazısında Rasûlullah (s.a)'m; "Eğer uğursuzluk namına bir şey varsa
(bu) atta, kadında, evdedir" buyurmuş olması bizce bu bab-daki ihtilâfa meydan
vermeyecek kadar açıktır. Çünkü hadisin manası şudur: "Eğer uğursuzluk namına bir
şey sabit olsaydı şu üç şeyde sabit olurdu, lâkin uğursuzluk namına bir şey sabit
olmamıştır. Binaenaleyh bunlarda da uğursuzuk yoktur."

Hz. Aişe'nin bu hadisi işittiği vakit kızdığı ve üzerinden bir elbise parçasının havaya
uçtuğu diğer bir parçasının da yere düştüğü rivayet olunur. Aişe (r.anha) bu hadisi



işittiği zaman yemin ederek şunları söylemiştir: "Kur'an-ı Kerim'i Muhammed (s.a)'e
indiren Allah'a yemin ederim ki, Rasûlullah {s. a) bu sözleri asla söylememiştir. O

um

ancak cahiliye devri insanlarının bunlardan teşe'üm ettiklerini söylemiştir."
Kadı Iyaz'm beyanına göre ulemadan bazıları bu babda şunları söylemişlerdir:
"Hadislerde geçen bu kısımlar bir araya getirilirse insanın karşılaştığı bu tür
tehlikelerin üç adet olduğu ortaya çıkar:

Birincisi; zarar kendisiyle hasıl olmayan, ammenin ve hassanın da âdetini teşkil
etmeyen ki buna iltifat edilmez. Şeriat da buna kıymet vermeyi yasak etmiştir. Bu
tıyâre yani teşe'ümdür. İkincisi; nadiren vuku bulan ve umumi zarara sebep olan
kısımdır, taun gibi. Onun bulunduğu yere gidilmez ve o yerden çıkılmaz. Üçüncüsü;

£1781

hususidir. Ev, at ve kadın gibi ki boy-İçlerinden kaçmak mubahtır."
Her ne kadar atta, kadında ve evde uğursuzluk olmayacağını ifade eder

392 1 numaralı hadiste bu üç yaratıkta uğursuzluk bulunabileceğini ifade eder

3922 numaralı hadis arasında zahiren bir çelişki göze çarpmakta ise de, as hnda bu iki
hadis arasında hiçbir çelişki yoktur. Çünkü Bezlü'l-Mechûd ya zarının da açıkladığı
gibi uğursuzluk iki çeşittir:

1) Gerçekten, zahirde mevcut olan uğursuzluk.

2) Zahirde vücudu olmadığı halde var olduğu vehmedilen uğursuzluk. Bazı kimseler
kendilerine ait olan bazı şeylerde uğursuzluk bulunduğuna inanarak bu türden bir
vehim hastalığı içine düşerler. Kafalarına yerleşen bu varsayım kendilerine öyle
hükmetmeye başlar ki zamanla hastalık haline dönüşür.

Onları bu hastalıktan kurtarmanın en kestirme yolu bu kimselerin o şeylerle ilgisini
kesmektir. İşte 3921 numaralı hadiste nefyedilmek istenen ve tamamen soruyu
yönelten kişinin şahsıyla ilgili olan ikinci türden bir uğursuzluktur. 3922 numaralı
hadis-i şerifle varlığından bahsedilen uğursuzluk ise üçüncü türden uğursuzluk
olabilir. Günümüzde bazı şeylerin kendisine uğursuzluk getirdiği vehmine kapılan
kimseleri tedavi için "telkin ile tedavi" denilen bir tedavi yöntemi uygulanmaktadır.
Kendilerini terketmek ev ve at kadar kolay olmayan şeylerin kendisine uğursuzluk
getirdiğine inanan kimseler için bu tedavi usulünden başka bir yöntem yoksa da, ev ve
at gibi terkedilmesi kolay olan şeylerden vehme kapılan hastaların en kısa yoldan
tedavisi onu terketmeleridir.

Evlerdeki uğursuzluk bazen evin darlığı, havasının bozukluğu ve cinlerin karargâhı
haline gelmesiyle de ilgili olabilir. Bu durumda orada gerçekten bir uğursuzluk var
demektir.

3925 numaralı hadis-i şerifte ise, Hz. Peygamber'in cüzzamhnm elinden tutup onunla
yemek yediği ifade edilmektedir.

Iİ79J

Bu hadis-i şerif zahiren, "Cüzzamlılara devamlı bakılmamasmı" ifade eden hadis

£1801

ile cüzzamlıdan arslandan kaçildığı gibi kaçılmasını emreden hadise ve Hz.

[İMİ

Peygamber'in bir cüzzamlı ile beyattan çekindiğini ifade eden hadise ters
düşmekte ise de aslında burada böyle bir çelişki yoktur. Bu hususta Sayın A. Osman
Koçkuzu şunları kaydetmekledir:

"...Peygamberimizden menkul bu iki durum üzerinde fikirler beyan edilmekte; meselâ



Hz. Ömer nesha kail bulunmaktadır. Yani kişiden ictinab ve kaçınma neshedilmiştir.
Fakat kaynakların belirttiğine göre burada nesh mevcut değildir. Bilâkis hadislerin
arası cem' edilebilir. Yerine göre çekingen davranma ve ihtiyat, yerine göre temas
emredilmektedir. Tıb yönünden de durum aynıdır. Daha önceleri uzaktan hastalıkları
teşhis ve tedavi edilen cüz-zamlılar bugün kendilerine daha yakın muamele
görmektedirler. Neshi kabul etmeyenlerin, etmeyiş sebepleri beyan edilmemiştir.

£182]

Belki de mesele bir şer'î hüküm olaralk mütaala edilmemektedir."
Aslında cüzzamlı ile temasta korkuya kapılması gereken biri varsa o da cüzzamlı değil
cüzzamlıya temas eden kimsedir. Böyleyken Hz. Peygamber'in elinden tuttuğu
cüzzamlıya, "Korkma, Allah'a güvenerek benimle ye" diyerek ona cesaret vermeye
çalışması açıklığa kavuşturulması gereken bir husustur. Bezlü'l-Mechûd yazarının
açıklamasına göre, burada cüzzamhnm korkusu kendi şahsı ile ilgili değildir. Onun
korkusu hastalığının Hz. Peygam-ber'e geçmesiyle ilgilidir. Fahr-i Kâinat Efendimiz
onun bu korkusunu bildiği için ona cesaret vermek gayesiyle bu sözü söylemiştir.
Şafiî ulemasının ekserisine göre; Hz. Peygamber cüzzamlıdan kaçılmasını emrederken
hastalıkların bir kimseden diğer bir kimseye geçmesinde bir takım sebeplerin
bulunduğuna ve bu sebeplerden kaçınmak gerektiğine, hastaya yakın durmanın da bu
sebeplerden biri olduğuna işaret ettiği gibi; cüz-zamlmm elini tutarken de bu
sebeplerin hakiki bir sebep olmayıp ancak Allah'ın izni ve İradesiyle bir tesir İcar
edebileceklerine, Allah'ın izni ve iradesi olmadıkça, hiçbir tesir icra edemiyeceklerine
işaret buyurmuştur.

Kadı Ebû Bekir el-Bâkillânfye göre; Hz. Peygamber bir hadisinde, "Hastalık
£1831

bulaşması yoktur" derken diğer bir hadisinde de "Cüzzamlıdan, aslandan kaçar
gibi kaçınız" buyurmakla, her hastalık bulaşıcı değildir, ancak cüzzam gibi bazı
hastalıklar bulaşabilir demek istemiştir.

Bazılarına göre, "Hastalık bulaşması yoktur" sözü, hastalıklar öyle kendiliklerinden
bulaşivermezler, hastalıkların bulaşmasını sağlayan hastayla bir arada bulunmak, onun
teneffüs ettiği havayı tenefüs etmek gibi bir takım âmiller vardır anlamında
söylenmiştir.

İbn Kuteybe'ye göre; cüzzamm bulaşmasını sağlayan âmil onun vücuduna dokunmak
değil, onun vücudundan çıkan pis kokuları teneffüs etmektir.

Bazılarına göre de cüzzamlıdan kaçmayı emreden hadis-i şerif tamamen cüzzamhnın
psikoloj isiyle ilgilidir. Şöyle ki, bir cüzzamlı sağlıklı bir kimseyi gördüğü zaman,

Lİ841

rahatsızlığına daha çok üzülür, sıkıntısı iyice fazlalaşır.



m

Tirmizî, tıb 1; İbn Mâce, tıbb 1; Ahmed b. Hanbel, III, 156.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/487.

m

Bakara, (2) 185.

Ol

Nisa, (4) 29.

[il

Bakara, (2) 196.



[İl

Kamil Mirasi Tecrid-i Sarih Tercümesi, VII, 75.

[6]

Vedadi Efendi, Tekmile-i Tercüme-i Tarikat-ı Muhammediyye, 38-39.

m

Müslim, bin- 52.

im

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/488-489.

L21

Tirmizî, tıb I; İbn Mâce, tıb 3; Ahmed b. Hanbel, VI, 364.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/489-490.

rıoı

Adunî, KeşfüT-Hafâ, II, 214.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/490.

LU]

Buharı, tıb 13; Müslim, mü'sâkâl 62, 63; Ebû Dâvûd, nikâh 26; Tinnizî, büyü 48, tıb 9, 12; İbn Mâce, tıb 20; Muvatta, isti'zan 27; Ahmed b.
Hanbel, I, 18, III, 108, 182, V, 9, 15, 19.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/491.

ri2i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/491.

roı

Buhari, tıb 3, 4, 15, 17; Müslim, selam 71; İbn Mace, tıb 23; Ahmed b. Hanbel, I, 246, III, 343, IV, 146, VI.401.

[14]

Tirmiiz, tıb 12; İbn Mace, tıb 20.

r i5i

Ahmed b. Hanbel, 1,354.

[16]

Denizkuşları Mahmud, Peygamberimiz ve Tıp, 87.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/491-492.

rnı

İbn Mace, tıb 21.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/492-493.

risı

Tirmizi, tıb 12; Ahmed b. Hanbel, I, 234, 241, 316, 324, 333.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/493.

ri9i

Aliyyü'l-Kâr, MirkâtüT-Mefâtih, IV, 505.

[20J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/493-494.

[21]

Tirmizi, tıb 12; İbn Mace, tıb 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/494.
[22]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/495.

[23]

Ahmed b. Hanbel, III, 305, 357, 382.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/495.
[24]

Marifetname, IV, 98.

[25J

Ahmed b. Hanbel, III, 300.

£26]

Buharı, sayd 11, savın 22, tıb 12, 14, 15; Müslim, hac 87, 88; Ebû Dâvûd, menâsik 35.

[271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/495-496.

[281

Müslim, selâm 73; Ahmed b. Hanbel, III, 315.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/496-497.
[291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/497.

[301

Buharî, tıb 3; Tirmizî, tıb 10; tbn Mâce, tıb 23; Ahmed b. Hanbel, IV, 156, 427, 430, 444, 446.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/497-498.
[31]

Müslim, selâm 74;Tirmizî, tıb 1 1; İbn Mâce, tıb 24; Ahmed b. Hanbel, IV, 65, V, 378.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/498.
[32]

Nisa, (4) 78.

[33]

Ahmed b. Hanbel, IV, 249, 251.

[34]

Buharî, tıb 4.

[351

Buharî, tıb 1; Ahmed b. Hanbel, I, 377, 413, III, 156, IV, 278.



[361

İbn Kuleybe, Hadis Müdafaası, 432-434.

[37]

Hatiboğlu Haydar, Sünen-i İbn Mâce Tercemesi ve Şerhi, IX, 251-252.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/498-500.
[381

Buharı, tıb 9; Müslim, müsâkât 65, selam 76; Tirmizi, tıb 9, 12, 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/500.
[391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/501.

[4pJ

İbn Mâce, tıb 40; Ahmed b. Hanbel, II, 294.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/501.
[411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/501-502.

[421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/502.

[431

Edebiyat Lügati, 178.

[441

Karaman Hayreddin, İslâmın Işığında Günün Meşkleri, 2. b. 67-68.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/502-504.
[451

Tirmizi, tıb 7; İbn Mâce II; Ahmed b. Hanbel, II, 305, 444, 478.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/504.
[461

İbn Mâce, sayd 10; Nesâî, sayd 36; Dârimî, edâhi 26; Ahmed b. Hanbel, III, 453, 499.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/504-505.
[471

Buharı, tıb 56; Müslim, imân 175; Tirmizi, tıb 7; Nesâî, cenâiz 68; Dârimî, diyât 10; Ahmed b. Hanbel, II, 254, 478.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/505.
[481

Müslim, eşribe 12; İbn Mâce, tıb 27; Tirmizi, tıb 8; Ahmed b. Hanbel, III, 31 1, 3 17, IV, 293, VI, 399.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/505.
[491

Buhan, tıb 1; Müslim, selâm 69, fedâilü's-sahâbe 92; ibn Mâce, tıb 1; Ebû Dâvûd, tıb l;Tirmizî, tıb 2; Ahmed b. Hanbel, 1,377,413,443,446,
11 1,335, IV, 278, 315, V, 371.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/505-506.
[501

Buharı, eşribe 15.

[511

Buharı, tefsir sûre (5) 5, cihad 152, diyât 22; Müslim, kasâme 9-11.

[521

Karaman Hayreddin, İslâmın Işığında Günün Meseleleri, I, 202-205.

[ŞU

Karaman Hayreddin, a.g.e, 212.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/506-508.
[541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/508.

[551

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/508-509.

[561

Buharı, etime 43, tıb 52, 56; Müslim, eşribe 155; Ahmed b. Hanbel, I, 168, 177, 181.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/509.
[571

Denizkuşlan Mahmud, Peygamberimiz ve Tıb, 107.

[581

Denizkuşlan, M, A.g.e., 107-108.

[591

Buharı, da'avât 69; Müslim, zikir 5, 6; Ebû Dâvûd, vitr 1.

[601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/509-510.

[611

Buharı, tıb 21, 23, 26; Müslim, selâm 86, 87; İbn Mâce, tıb 13; Ahmed b. Hanbel, VI, 355, 356.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/510-511.
[621

Denizkuşlan Mahmud, A.g.e., 100-101.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 3/5 11-512.
[63J

Ebû Dâvûd, libas 13; Tirmizî, cenâiz 18, edep 46; Nesâi, cenâiz 38, zîne 97; İbn Mâce, cenâiz 12, libas 5; Ahmed b. Hanbel, 1, 247, 328, 355, 363,
V, 10, 12, 13, 17-19,21.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/5 12.
[641

el-Benna, A, el-Felhû'r-Rabbânî, XVII, 309.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/512-513.
[65J

Buharî, tıb 36, libas 86; Müslim, selâm 41, 42; Tirmizî, tıb 19; Muvatta, ayn 21; Ahmed b. Hanbel, I, 274, 294, II, 222, 289, 319, 420, 439, 487,
IV, 56, V, 80, 379.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/513.
[66J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/513.

[671

Mevâhib-i Ledünniye Tercemesi, II, 290.

[681

el-Münavî Abdurrauf, Feyzü'l-Kadîr, IV, 397.

[69J

Müslim, selâm 42.

um

Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, IX, 607.

[211

Ahmed b. Hanbel, III, 486; Muvatta, ayn 2.
Mevâhibi Ledüniyye Tercümesi, II, 292-293.

031

A.g.e., II, 291-292.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/514-515.
£741

İbn Mâce, nikâh 61; Ahmed b. Hanbel, VI, 453, 457, 458.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/515-516.
[751

Müslim, nikâh 140, 141; Tirmizi tıb 27; Nesâî, nikâh, 54; Dârimî, nikâh 33; Muvatta, radâ 17; Ahmed b. Hanbel, VI, 361, 434.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/516.
[261

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/516-517.

[221

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/517.

HU

Buharı, merzâ 20, 38, 40; Müslim, selâm 46-49; Tilmizi, da'avât 1 1 1; İbn Mâce, cenâiz 46, tıb 19, 36, 39; Ahmed b. Hanbel, IV, 259, VI, 44, 45,
50, 108, 109, 114, 120, 125, 126, 127, 131,208,261,278,280.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 3/5 1 7-5 1 8.
[221

Buharı, tıb 17; Müslim, iman 374; Tirmizî, tıb 15; Ahmed b. Hanbel, I, 271, III, 1 18, 1 19, 127, 486, IV, 436, 438, 446.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 3/5 18-519.
[M

Mollamahmutoğlu O. Zeki, Sünen-i Tirmizî Tercemesi, III, 443.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/519.
[811

İbn Mâce, tıb 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/520.
[821

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/521.

[831

Müslim, selâm 64.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/522.
[841

Ahmed b. Hanbel, IV, 372.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/522.
[851

Ahmed b. Hanbel, III, 486.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/522-523.
[861

Buharî, tıb 17; Müslim, iman 374, selâm 52, 57, 58; Tirmizî, tıb 15; İbn Mâce, tıb 34; Ahmed b. Hanbel, I, 271, III, 118, 119, 127, 486, IV, 436,
438, 446.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/523-524.
[871

Mevâhib-i Ledünniye Tercümesi, II, 288.

[M

Tatmin, (66) 3.

[M

Ahlâk Hadisleri, II, 482-483.

[901

Râmuzu'l-I hadis, III, 480.

[911

Buharî, tıb 36; Muvalta, ayn 1, 2; İbn Mâce, tıb 32.

[921

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/524-526.

[931

Buharî, tib 38, 40; Tirmizî, cenâiz 4.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/526.
[911

Şuarâ, (26) 80.

[951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/527.

[961

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/527.

[221

Buharî, meğâzî 83, fedâilü'l-Kur'an 14, tib 32, 41; Müslim, selâm 50, 51; İbn Mâce, tıb 38; Muvalta, ayn 10; Ahmedb. Hanbel, VI, 104, 114, 124,
256, 263.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/527-528.
[981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/528.

[991

Ahmed b. Hanbel, VI, 21.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/528-529.
[100]

Bakara, (2) 143.

[101]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/529.

[102]

Tirmizî, da'avât 93; Muvatta, şi'r 9; Ahmed b. Hanbel, II, 181, IV, 57, VI, 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/529-530.
[103]

Nevevî, el-Ezkâr, (Çev: Abdülhalık Duran), 125-126.

rıo4i

Muhammedb. Allan, el-Fütühâlü'r-Rabbâniyye, III, 185-186.

rıo5i

Mü'minûn, (23) 98.

ri061

Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, I, 495-496.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/530-531.
[107]

Buharı, megâzi 38; Ahmed b. Hanbel, IV, 98, 170.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/531.
11081

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/531.

no9i

Buharı, tıb 38; Müslim, selâm 54; İbn Mâce, tıb 36; Ahmed b. Hanbel, VI, 93.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/531-532.
[110]

Davudoğlu A, Sahih-İ Müslim Tercüme ve Şerhi, IX, 624-625.

rını

eş-Şerkavî Abdullah İbn Hicazı, Fethül-Mübdî bi-şerhi Muhtasan'z-Zebîdî, III, 298.

LÜ21

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/532.

rı 131

Ahmed b. Hanbel, V, 21 1; Ebû Dâvûd, hadis No: 3420.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/532-533.

rı i4i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/533.

n ısı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/534.

[1161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/534.

[1171

Müslim, zikr 55, İbn Mâce, tıb 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/535.

rı ısı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/535-536.

rı i9i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/536.

[120]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/536.

[121]

Buharı, icâre 16, tıb 33, 39; Müslim, selâm 65, 66; Ebû Dâvûd, büyü 37, tıb 19; Tirmizî, tıb 20; İbn Mace, ticârât 7; Ahmed b. Hanbel, III, 3, 10,

44.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/536-537.
ri221

Ebu Dâvîid, büyü 37; Ahmed b. Hanbel, V, 2 1 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/538.
[123]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/539.



[124]

Buharı, megazî 83, fedâilü'l-Kur'an 14, tıb 22; Müslim, selâm 50, 51; İbn Mâce, tıb 38; Muvatta, ayn 10; Ahmed b. Hanbel, I, 222, 325, 336, VI,
114, 117, 263,274.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/539.
[125]

Buharı, tıb 39, da'avât II, İbn Mâce, dua 15.

[1261

Davudoğlu A, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 619.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/539-540.
[127]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/540.

[128]

İbn Mâce, et'ime 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/540-541.
11291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/541.

ri3oı

Sehamefurî, Bezlü'l-Methûd, XVI, 232.

[131]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/541.

[132]

Tirmizî, tahâre 102; İbn Mâce, tahâre 122; Dârîmî, vudû 1 14; Ahmed b. Hanbel, II, 408, 429, 476, IV, 108.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/541-542.
[133]

Davudoğlu A, İbn Abidin Terceme ve Şerhi, I, 46.

[134]

Müslim, selâm 125; Ahmed b. Hanbel, II, 429, IV, 68.

H351

Çev: Serdaroğlu A, İslâmda Helâller ve Haramlar, II, 319.

Ü361

Tirmizî, tahâre 103.

[1371

Çev: Serdaroğlu A, İslâmda Helâller ve Haramlar, II, 82-84.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/542-543
11381

İbn Mâce, edeb 28; Ahmed b. Hanbel, I, 227, 311.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/543.
11391

Buharı, ezan 152, istiskâ 28, meğâzi 35; Müslim, iman 125, 126; Nesâî, istiskâ 16; Mu-vatta, istiskâ 4; Ahmed b. Hanbel, II, 362, 368, 421, IV,

117.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/544.
11401

Davudoğlu A, İbn Abidin Terceme ve Şerhi, I, 43.

11411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/544-545.

[1421

Ahmed b. Hanbel, III, 447.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/545-546.
11431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/546.

11441

Müslim, mesûcid 33, selâm 121; Ebû Dâvûd, salât 167; Nesaî, sehv 20; Ahmed b. Hanbel, II, 394, V, 447.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/546.
11451

Mütercim Asım Efendi, Kamus Tercemesi, 111, 10; İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, III, 121.

11461

en-Nihâye, III, 121.

11471

Yazır Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, II, 1368.

11481

İbn Kesir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, IV, 1732.

£1421

Ibnti'l-Esîr, en-Nihâye, II, 47.

11501

Çev; Serdaroğlu A, İslâmda Helâller ve Haramlar, II, 319.

11511

Davudoğlu A, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, IX, 679.

11521

Davudoğlu, A, a.g.e, III, 392.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/546-548.
11531

Tirmizî siyer 46; İbn Mâce, tıb 43; Ahmed b. Hanbel, I, 389, 438, 440.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/548.



[154]

Buharı, tıb 9, 43-45, 54; Müslim, selâm 102, 107, 1 10, 1 14, 116; İbn Mâce, tıb 43, mukaddime 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/548-549.
ri551

Buharî, tıb 19, 43-45, 54; Müslim, selâm 102, 107, 110, 1 14, 116; İbn Mâce, mukaddime 10, tıb 43; Ahmed b. Hanbel, I, 174, 180, 269, 328, II,
25, 153,222, 266,267,406,420,434,453,487,507,524, III, İ18, 130, 154, 173, 178,251,276,278,293,312.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/550.
fl561

Müslim, selâm 107, 108, 109; Ahmed b. Hanbel, III, 293, 312, 382.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/550.
[157]

Buharî, tıb 19, 25, 45, 53; Müslim, selâm 101-103, 106, 108, 109; Tirmizî, kader 9; İbn Mâce, tıb 43; Muvatta, ayn 18; Ahmed b. Hanbel, I, 269,
338, 400, II, 268, 327, 397, III, 382, 450.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/550-551.
[158]

Ahmed b. Hanbel, 1, 269, III, 382.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/551.
[159]

Buharı, tıb 44, 54; Müslim selâm 111,112; Tirmizî, siyer 47; İbn Mâce, tıb 43; Ahmed b. Hanbel, II, 507, III, 118, 130, 154, 173, 178, 251, 276,

278.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/551-552.

ri6oı

Tecridi Sarih Terceme ve Şerhi, XII, 91, 1927 nolu hadis.

[161]

Buharı, merzâ 19; Ahmed b. Hanbel, II, 443; Tecrid-i Sarih, 1927 nolu hadis.

T1621

Davudoğlu, A, Sahih-i Müslim Terecine ve Şerhi, IX, 668.

£1631

Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, U, 741, 743.

[1641

Kamil Miras, Tecrid-i Sarih Terceme ve Serin, XII, 93, had. no: 1827.

fl651

Davudoğlu A, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 667.

[1661

Kâmil miras, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, VIII, 187, had. no; 1 165.

[1671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/552-555.

H681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/555.

H691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/555-556.

[1701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/556.

[171]

Ahınedb. Hanbel, I, 257, 304, 319, V, 347.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/557.
[1721

Ahmed b. Hanbel, II, 289, VI, 150, 240, 246.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/557-558.
[173]

Buharî, cihad 47, nikâh 17, tıb 43, 54; Müslim, selâm 1 15-120; Tirmizî, edeb 58; Nesâî, hayl 5; İbn Mâce, nikâh 5; Muvatta, isti'zan 22; Ahmed
b. Hanbel, II, X, 36, 115, 126.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/558.
ri741

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/559.

[1751

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/559.

[1761

Tirmizî, et'ime 19; İbn Mâce, tıb 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/560.
[1771

Bu hadis için bk. İbn Kuleybe, Hadis Müdafaası, 145.

[1781

Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 675-676.

[1791

İbn Mâce, tıb 44; Ahmed b. Hanbel, I, 78, 233.

fl801

Buharı, tıb 19; Ahmed b. Hanbel, II, 443.

T1811

Müslim, selâm 126; İbn Mâce, tıb 44.

[182]

Hadisde Nâsih Mensuh, 297.

T1831

bkz. 391 1 numaralı hadis.



[184]

eş-Şerkavî Abdullah b. Hicazı, Fethu'l-Mübdî bi şerhi Muhtasan'z-Zehîdî, 111, 292.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/560-563.



17- VASİYYETLER BÖLÜMÜ

1. Yapılması Emredilen Vasiyetler

2. Vasiyyette Bulunmak İsteyen Kimsenin Malından Vasiyyet Etmesi Caiz Olan
Miktar

3. Vasiyette (Haddi Aşarak Varislere) Zarar Vermenin Kötülüğü

4. Vasiyyetlerde Vasilik Görevi Alanın Hükmü

5. Ana, Baba Ve Yakınlar için Vasiyvet Edilmesini Emreden Ayetin Neshedilmesi

6. Varise Vasiyyet Etmenin Hükmü

7- 1 nsanın Kendi Yiyeceğini Yetimin Yiyeceğiyle Karıştırması

8- Yetimin Velisinin Yetim Maundan Alması Caiz Olan Miktar

9- Yetimlik Ne Zaman Sona Erer

10- Yetim Malı Yeme Hususunda Gelen Şiddetli Yasaklar

11. Mirastan Pay Dağıtılmadan Önce Kefenin Mirastan Temin Edilmesi

12- Hibe Ettiği Bir Mal Kendisine Vasiyyet Edilen Yahutta O Mala Varis Olan
Kimse Hakkında

13- Mahnı Vakfeden Kişi Hakkında

14. Ölen Bir Kimsenin Yerine Sadaka Vermek

15. Kendisi İçin Sadaka Verilmesini Vasiyet Etmeden Ölen Bir Kimsenin Yerine
Sadaka Verilebilir Mi?

16. Velisi Müslüman Olan Bir Harbinin Vasiyetini Yerine Getirmek Gerekir Mi?

17. Borçlu Olarak Ölüpte Geride Borcunu Ödeyecek Kadar Parası Kalan
Kimsenin, Alacaklılarından, Alacaklarını Tehir Etmeleri Ve Mirasçılara Karşı
Yıjmuşak Davranmaları İstenir Mi?



17- VASİYYETLER BÖLÜMÜ



Vasiyyet; kelime olarak "bağlamak, bitiştirmek" demektir. İstılahta ise bir kimsenin
ölümünden sonraya ait olmak üzere kendine ait bir mala bir başkasını sahip ve malik
kılmasıdır. Veya kişinin ölümünden sonra küçük çocuklarının ihtiyaçlarını gidermek
ve malını kullanmak üzere başkasına yetki vermesidir.

Vasiyet edene musi, kendisine vasiyet edilene mûsa leh ve vasiyet edilen şeye mûsa
bin denir.

Vasiyet; kitap, sünnet, icma ve akli delillere dayanmaktadır. Vasiyetin sebebi dünyada
hayırla yad edilmek ve ahirette yüksek derece kazanmaktır.
Vasiyetin Çeşitleri:

1. Farz Vasiyet: Yerine getirilmemiş olan Allah hakları ile kimsenin bilmediği kul
haklarının ödenmesini vasiyet etmek farzdır. Emanetleri geri vermek, yerine
getirilmemiş hac, zekat, oruç, keffaretler ve kullara olan borçlar gibi.

2. Haram Vasiyet: İslama aykırı olan hususların vasiyet edilmesi haramdır.
Kumarhane yapmak, şarap dağıtmak gibi.

3. Mekruh Vasiyet: İsyankar ve fasık kimselere vasiyet etmek mekruhtur. Zira bunlar
bırakılan malı günah yollarda harcayabilirler.

4. Mubah Vasiyet: Zengin olan yabancı veya hısımlara vasiyet etmek mubahtır.

5. Müstehab (mendup) vasiyet: Varislerin zengin olması şartıyla muhtaç olan
yabancılara usulüne uygun bir şekilde (üçtebiri aşmamak şartıyla) vasiyet etmek
müstehaptır. Yine bu şekilde hastahane, mektep, su, yol, cami, ilmi müesseseler,
kütüphaneler, vakıflar, faizsiz ödünç müesseselerine vasiyette bulunmak müstehaptır.
Ancak Hz. Peygamber (s. a) bu gibi hayırların ölmeden önce yapılmasının daha iyi
olduğunu bildirmiştir.

Vasiyetin Şartları:

1. Ehliyet; Vasiyet edenin bulûğa ermiş olması ve akıl hastası olmaması lazımdır.

2. Vasiyet edenin çok borçlu olmaması gerekir.

3. Vasiyet zamanında kendine vasiyet yapılan kimsenin sağ olması gerekir.

4. Kendisine vasiyet edilen kimsenin varis olmaması gerekir. Ancak diğer varisler izin
verirse varise de vasiyet yapılabilir. Zira Hz. Peygamber:



"Varisler izin vermedikçe varise vasiyet yoktur." buyurmuştur.

5. Kendisine vasiyet edilen kimsenin katil olmaması gerekir. Katile vasiyette
bulunmak sahih değildir.

6. Vasiyet edilen şeyin vasiyet edenin ölümünden sonra temlik edilmeye uygun bir şey
olması gerekir.

7. Ölümden sonra vasiyeti kabul etmek gerekir.

8. Bir kimse ancak malının üçte birini vasiyete konu yapabilir. Bundan fazlası için,
buluğ çağındaki varislerinin izin vermeleri gerekir. Bu izin vasiyet edenin ölümünden
sonra olmalıdır.

Vasiyetin Gerçekleşmesi:

Vasiyet, "Şu malımı veya şu malımın menfaatini falan kimseye vasiyet ettim" sözü ile
gerçekleşir. Mesela birisi bir kimseye evinin mülkiyeti ona geçmek üzere vasiyet
edebileceği gibi, sadece o evde oturmasını da vasiyet edebilir. Vasiyet esnasında iki
şahit olmalıdır.

Vasiyeti olan kimse öldüğü zaman önce geriye bıraktığı maldan teçhiz ve tekfinine



harcama yapılır. Sonra geri kalan malından, varsa borçları ödenir. Artan malının
üçtebirinden vasiyeti yerine getirilir. Bundan geri kalan mal da varislere paylaştırılır.
Müslümanm kafire, kafirin de müslümana İslam diyarında vasiyeti caizdir.
Müslümanm küfür diyarmdaki kafire vasiyeti ise batıldır.

Henüz doğmamış bir çocuğa vasiyet yapılabilir. Vasiyet ölüm hadisesinin
gerçekleşmesi sonucu geçerlilik kazanan bir tasarruf olduğu için, vasiyet eden istediği
zaman vasiyetinden dönebilir.
Allah haklarına dair vasiyet:

Bu tür hakların ödenmesi, vasiyet edilince önce ödenmesi farz olan haklar ödenir.
Önce; hac, zekat ve keffaretler yerine getirilir. Eğer haklar eşit ise vasiyet sırasına
göre yerine getirilirler. Ancak malın üçtebiri bütün vasiyetlerini karşılayabilecek
miktarda ise, böyle bir sırayı takip etmeye gerek yoktur. Yerine getirmediği farz
haccmı vasiyet eden kimse için, vasiyet edenin ülkesinden bir kimseyi hacca



göndermek gerekir.

1. Yapılması Emredilen Vasiyetler

2862... Abdullah b. Ömer'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a):

" Vasiyyet edecek -birşeyi olupta üzerinden iki gece geçen- bir müslümanm hakkı

[3]

ancak vasiyyetinin, yazılı olarak yanında bulunmasıdır" buyurmuştur.
Açıklama

141

Metinde geçen iki gece kelimesi, Müslim'in bir rivayeti ile, Nesâî'nin Sünen'inde
"üç gece" şeklinde geçmektedir. Bu bakımdan metinde geçen "iki gece" kelimesi kesin
bir sınırlamadan ziyade yanında vasiyyet edilecek bir malı olan kimsenin en kısa
zamanda vasiyyetîni yazıp yanında bulundurmasının lüzum ve ehemmiyetini ve bu
meselenin gecikmeye tahammülü olmadığını, nihayet bunun elde olmayan sebeplerle
en geç üç gün gecikebileceğim ifade etmektedir.

Mevzu m uzu teşkil eden bu hadis ile "Anaya, babaya ve yakın akrabaya vasiyyet

15]

etmek Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur." mealindeki âyetin zahirine sarılarak
ez-Zuhrî ile Ebû Miclez, Atâ ve Talha b. Musarrıf (r.a.) vasiyyet etmenin farz
olduğunu söylemişlerdir.

el-Beyhaki'nin açıklamasına göre, îmam Şafiî'nin eski görüşü ile İshak ve Dâvûd-u

Zahiri'nin görüşü de böyledir. Ebû Avane el-tfereyani ile tbn Cerîr de bu görüştedirler.

Cumhur ulemaya göre; vasiyette bulunmak vacib değil menduptur.

Bu mevzuda tbn Abd-il-Berrin "Bazı şaz, görüşler hesaba katılmazsa, vasiyyetin farz

olmadığında âlimlerin icmaı olduğu söylenebilir." dediği rivayet olunmuştur.

Yine İbn Abd-il Berr'e göre; "mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif, va-siyyette

bulunmanın farziyyetini değil, ani bir ölüm neticesinde, vasiyyetsiz olarak gitme

tehlikesine karşı ihtiyatlı olmayı teşvik mahiyyetinde bir ikazdır. Metinde geçen hak

şer'an sabit olmuş bir hükümdür. Bu hüküm farz olabildiği gibi mendup ta olabilir. Bu

hakkın mutlaka farz olduğunu iddia etmek doğru olamayacağından metinde geçen bu



"hak" kelimesine bakarak vasiyyetin farz olduğu iddia edilemez.

Bilakis, metinde geçen Vasiyyet edeceği bir malı olan anlamındaki cümle, Müslim'in

^ ' [61
sahihinde "Vasiyyet etmek istediği bir şeyi olan" şeklinde vasiyyeti sahibinin
isteğine bırakır.Bu tarzda rivayet edilmiş olması, vasiyyetin farz olmadığına bir
delildir. Çünkü farz olsaydı bu vazife kişinin isteğine bırakılmaz, yerine getirilmesi
kesin bir dille emr edilirdi. Nitekim Hanefi âlimlerinden İbn Melek, metinde geçen
cümlesinde müslüman hakkında 4 tabiri kullanılıp ta "aleyhi" tabirinin kullanılma-
masına bakarak bu hadisin vasiyyetin farz ya da vacib olmadığına delalet ettiğini,
hadisin farziyyet ifade edebilmesi için "lehü" yerine "aleyhi" kelimesi kullanılmış
olması gerektiği ifade etmiştir. el-Mişkat üzerine yazılmış olan el-Mezâhir şerhinde
ise vasiyet etmenin vücubunun miras âyetiyle nes-hedildiği açıklanmaktadır. Meseleye
bu açıdan bakan Hanefilere göre, vasiyyet müstehabdır. Çünkü vasiyyet, bir kimsenin
kendi malı üzerinde kendi arzusuyla bir başkasının mülkiyet hakkını kabul ve isbat
etmesidir.

Bezlü'l-Mechud yazan bu mevzudaki görüşünü açıklarken şöyle diyor: "Her ne kadar
vasiyyet farz değilse de üzerinde para borcu, hac veya zekat borcu ya da emanet
bulunan kimselerin bu borçlarının mirasından ödenmesi için yazılı bir vasiyyet

m

hazırlaması üzerine farzdır.



Bazı Hükümler



1. Vasiyyette bulunmak dinen teşvik edilmiştir.

2. Şahıd huzurunda yazılmasa bile yazıya ıstınad edilir. İmam Ahmed'le Şafıîlerden
Muhammed b. Nasr bu görüştedir. Cumhur ulemaya göre; yazılı vasiyyetin muteber
olabilmesi için onun muhtevasına vakıf iki şahidin huzurunda yazılması gerekir.
Nitekim bu husus Maide sûresinin 109-111. numaralı âyetlerinde açıkça ifade
edilmektedir.

3. Ölüm için her an hazırlıklı bulunmak gerekir.

4. Bir malın kendisini vasiyyet etmek caiz olduğu gibi, sadece menfaatini vasiyyet
etmek te caizdir. Metinde geçen "Vasiyyet edecek bir şeyi bulunan" sözü buna delalet
eder. Cumhur ulemanın görüşü budur.

Fakat îbn Ebî Leyla ile İbn Şübrime ve Zahirilere göre; menfaatin vasiyyeti caiz

£81

değildir. İbn Abdi'l-Berr de bu görüşü tercih etmiştir.
2863... Hz. Aişe'den demitir ki:

"Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem (miras olarak geride) ne dinar, ne dirhem, ne

m

deve, ne koyun bıraktı. Ne de bir şey vasiyyet etti."



Açıklama



es-Siret-ül-Halebiyye'de, Rasûlu Zişan Efendimizin vefatlan esnasında yanında altı ya
da yedi dinar bulunduğu ve onları Hz. Aişe'ye vererek, fakir-fukaraya dağıtmasını
emrettiği kaydedilmektedir.



Bu bakımdan Hz. Peygamberin geride dirhem ve dinar olarak hiçbir mal bırakmadığı
hususunda rivayetler birleşmektedir.

Ancak mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, Hz. Peygamberin vefat ederken
geride hiç bir deve ve koyun bırakmadığı ifade edilirken, bazı muteber kaynaklarda
geride yirmi sağmal deve, yedi sağmal koyun, dokuz da sağmal keçi bıraktığı
açıklanmakta ise de, bu rivayetlerle mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif arasında bir
çelişki bulunduğu iddia edilmez. Çünkü bu hayvanlar Rasûl-ü Ekremin özel malı
olmayıp zekat malı idiler. Bu sebeple bunlar, Soffa ehli gibi fakir sahabilere aitti ve

£101

onları bu sahabiler otlatıp sütünü içerlerdi. Rasûlu Ekrem'in, Hayber ve Fedek'teki
arazilerine gelince, onları daha hayatta iken müslümanlar için sadaka olarak
bağışlamıştı. Nitekim şu hadis-i şerifler de bu gerçeaği ifade etmektedirler:

1. "Rasûlullah (s.a) vefat zamanında ne bir dirhem, ne bir dinar, ne bir (azadlanmamış)
köle, ne de birşey bıraktı. Yalnız beyaz, dişi bir katırla (harp) silahını, bir de (fakir



yolculara) vakfettiği (Fedek ve Hayberdeki) araziyi bıraktı."

2. "Vefatımda varislerim ne bir dinar, ne bir dirhem paylaşmayacaklardır. Bıraktığım
şey (ki hurmalıktır. Bunun) kadınlarımın nafakasından, işçimin ücretinden geri kalanı

£121

vakıftır."

3. "Biz (peygamberler) miras bırakmayız. Bizim geride bıraktığımız dünyalıklar
sadakadırlar."

Bütün bu rivayetler Hz. Peygamberin geride miras olarak bir dünyalık bırakmadığına
delalet etmektedirler.

Rasûl-ü Ekremin vefat ederken hiçbir vasiyette bulunmadığını ifade eden metindeki ne
de birşey vasiyyet etti cümlesine gelince, bu cümlede Rasûl-ü Ekremin herhangi bir
mal vasiyyet etmediği ifade edilmek istenmektedir. Allah'ın kitabına sarılıp, ehl-i
beytine tabi olmayı, Yahudilerin Arap Yarımadasından çıkartılmasını ve elçilere

£14] ' £151

ikram edilmesini emreden vasiyyeti ise bu cümlenin kapsamına dahil değildir.

2. Vasiyyette Bulunmak İsteyen Kimsenin Malından Vasiyyet Etmesi Caiz Olan
Miktar

2864... (Amir b. Sa'd'm) babasından demiştir ki: (Birgün ben Sa'd) öyle bir hastalandı
(m)ki; neredeyse ölüyordu(m). Derken Rasûlullah (s.a.) (ben Sa'd'ı) ziyarete geldi.
(Sa'd O'na):

"Ey Allah'ın Rasûlü! Benim pek çok malım var fakat bir kızımdan başka bana varis
olacak bir kimse yok (malımın) üçte ikisini sadaka olarak dağıtabilir miyim?" dedi(m)
(Hz. Peygamber de): "Hayır" cevabını verdi. Bunun üzerine (Sa'd):
"Yarısını" (dağıtabilir miyim?) diye sordu. (Hz. Peygamber yine): "Hayır" cevabını
verdi. (Bu defa Sa'd): "Üçte birini" (dağıtabilir miyim?) dedi. (Hz. Peygamber):
"Üçtebir çoktur. Şüphe yok ki senin varislerini zengin olarak bırakman, onları halka
elaçar bir halde bırakmandan daha hayırlıdır ve gerçekten infak edeceğin bir
yiyecekten dolayı mutlaka mükafat görürsün. Hatta hanımının ağzına vereceğin
lokmadan bile" buyurdu. (Bu defa ben Sa'd)



"Ey Allah'ın Rasûlü! Ben (yapmak istediğim) hicretimden geri mi kalacağım?" dedim.
(Rasûlullah):

"Şüphe yok ki, eğer sen, ben (vefat ettik)den sonra (hayatta) kalıp Allah rızası için
çalışırsan, bununla senin mutlaka yüksekliğin ve derecen artmış olur. Hatta (hicretten)
geri kalmakla belki de (bazı) insanlar faydalanır, diğer bir kısmı da senden zarar
görür" cevabını verdi ve "A İla hım! Ashabımın hicretini tamamla, onları ökçeleri
üzerinde geri döndürme. Fakat zavallı (olan) Sa'd b. Havle'dir" dedi ve Mekke'de

£161

ölmesinden dolayı da Rasûlullah onun hakkında mersiye söyledi.
Açıklama

Hz. Sa'd b. Ebî Vakkas'm tek varis olarak bırakacağından bahsettiği bu kızının Aişe
isminde bir kız olduğu ifade edilirken bazı rivayetlerde de Ümmü Hakem el-Kübra
isimli bir kız olduğu ifade edilmektedir. Hafız İbn Hacer bu kızın Hz. Sa'd'm ilk
karısından olan en büyük kızı olması gerektiği noktasından hareket ederek Hz. Sa'd'm
Ummül-Hakem -el-Kübra isimli kızı olması lazım geldiğine hükmetmiştir. Her ne
kadar metinde "Bir kızımdan başka bana varis olacak bir kimse yok" ifadesi varsa da
aslında Hz. Sa'd'm "kızımdan başka farz (pay) sahibi bir mirasçım yok" demek istediği
asabe olarak mirasçıları olan yeğenlerini kasdetmediği anlaşılmaktadır. Rasul-ü Zişan
Efendimiz Hz. Sa'd7a "mirasçılarını zengin bırakman daha hayırlıdır" derken Hz.
Sa'd'm bu hastalıktan kurtulacağım ve daha uzun yıllar yaşayıp mevcut kızından başka
çocukları dünyaya geleceğini mucize olarak haber vermiş olabilir. Nitekim Hz. Sa'd b.
Ebî Vakkas bu ümitsiz hastalıktan iyileşip kalkmış ve kırk seneden ziyade yaşamış,
birçok erkek ve kız çocukları dünyaya gelmiştir.
Bunlardan erkek olan çocukların adları şöyledir:

Ömer, İbrahim, Yahya, îshak, Abdullah, Abdurrahman, İmran, Salih, Osman.

Kız çocuklarının sayısının ise on ikiye ulaştığı Buhari şerhlerinde haber verilmektedir.

Rasûl-ü Ekrem Efendimiz bu cümledeki "mirasçıların" sözüyle, Hz. Sa'd'm kızı

Ümmü'l-Hakem ile yeğenlerini kastetmiş olması da mümkündür.

Hanefi âlimlerinden tbn Melek'in ifadesine göre, metinde geçen "üçte-bir çoktur" sözü

malın üçtebirini vasiyyet etmenin caiz; fakat, ondan azını vasİyyet etmeninse evla

olduğuna delalet eder.

Yine metinde geçen "Hatta hanımının ağzına vereceğin lokmadan bile" cümlesindeki
"tedfeuhâ = vereceğin" kelimesi Süneni Ebû Davud'un bazı nüshalarmda = kaldırıp
vereceğin" şeklindedir. Hatta kelime Buha-ri'nin rivayetlerinde de "terfeuha"
şeklindedir. Fakat netice itibariyle bu iki rivayet aynıdır. Mana bakımından aralarında
bir fark yoktur. Bu cümle ile, Fahri Kâinat Efendimiz, ameller niyyetlere göre
olduğundan, yiyecek ve içeceklerin, Allah'ın rızası için infak edilmiş olmaları halinde
bir takım meşru iştihaları tatmin yolunda sarfedilmiş bile olsalar, yine de bu
harcamaya sevap verileceğini ifade buyurmak istemiştir.

Bu hadis-i şerifte, Rasûl-u Ekremin mucizelerinden biri de Hz. Sa'd'm yakalanmış
olduğu hastalıktan kurtulduktan sonra, uzun süre yaşayacağını ve Rasûl-u Ekremin
vefatından sonra da hayatta kalıp Allah rızası için çalışıp Allah katında derecesinin
daha da artacağını ve kendisinden bazı kimselerin "yararlanıp bazılarının da zarara
gireceğini Hz. Sa'd'a açıkça haber vermesidir.

Gerçekten de Hz. Sa'd veda haccmdan sonra 45 yahut 48 sene yaşamıştır. Bu süre



içerisinde Hz. Sa'd b. Ebî Vakkas, Kadisiyye gibi büyük fetihlere muvaffak olmuş,
müslümanlar onun sayesinde hesapsız ganimet mallarına ulaşarak faydalanmışlardır.
Ehl-i şirk de zarar görmüştür. Hadis sarihleri bu babtaki mucize-i Peygamberiyi, bu
suretle tasvir etmişlerdi. Tahavî'nin bu hususta diğer bir tevcihi daha vardır kî bunu da
şârih Aynî nakletmiştir. Tahavi'nin Muttasıl bir senedle rivayetine göre Sa'd İbn Ebî
Vakkas'm oğlu Amir' den":

"Rasûl-ü Ekrem, babanın yüzünden bir kısım insanlar faydalanacak bir kısmı da zarar
görecek", buyurmuştur. Bunun medlulü nedir? diye sorulmuş. O da cevaben:
Babam Irak'a vali ve kumandan tayin olunup gittiğinde, halk irtidad etmişti. Bunlardan
bir kısmı mukavemet etmeyip tevbekâr olarak döndüler. Bir kısmı temerrüd etmişti.
Birinciler kurtulmuş ve müstefıd olmuş, öbürleri tenkid edilmiş ve zarar görmüşlerdir

im

demiştir.

Kadı İyaz'm açıklamasına göre, bazıları "Bir kimsenin elde olmayan sebeblerle
Medine'ye göç edemeyip Mekke'de ölünceye kadar ikamet etmesi o kimsenin hicret
sevabı almasına mâni değildir. Ancak hicret imkânı olduğu halde hicret etmeyip keyfi
olarak Mekke'de ikamet eden kimse hicret sevabından mahrum kalır. İşte Hz. Sa'd b.
Ebî Vakkas daha önce Mekke'den hicret ettiği halde hac etmek için kendi arzusuyla
Mekke'ye geldiğinde burada ölmesinin hicretinin sevabım azaltacağından yahutta
hicretinin sevabını tamamen yi k edeceğinden korkuyordu. Yahutta bu korkusu Resulü
Ekrem ve ashabı hac vazifelerini bitirip Medine'ye dönecekleri sırada hastalığı yü-
zünden onlara katılmayıp Mekke'de kalacağından ileri geliyordu. Çünkü ashab-ı kiram
göç ettikleri bir yere tekrar dönüp de orda kalmayı iyi saymazlardı." demişlerdir.
Nitekim Hz. Sa'd'm "Ey Allah'ım Rasûlü ben hicretimden geri mi kalacağım?" sözü bu
görüşü te'yid etmektedir. Bazıları ise "her ne sebeble olursa olsun, bir muhacirin
Mekke'de vefat etmesinin onun hicretini ibtal ettiğini söylemişlerdir.
Yine Kadı.Iyaz alimlerden bazılarının Rasûlü Ekrem'in metinde geçen "Allah'ım
ashabımın hicretini tamamla.." anlamındaki sözlerini delil getirerek "Bir muhacirin
Mekke'ye dönüp orada ikamet etmesinin onun hicretini tamamen ibtal edeceğini iddia
ettiklerini ifade ettikten sonra "aslında bu sözlerin hicretten sonra Mekke'ye dönen
belli bir sahabi İçin söylenmiş bir söz olmayıp tüm sahabiler için yapılmış genel bir
dua olduğunu söylemiştir. Ancak burada Resûl-ü Ekrem Efendimizin belli bir sahabiyi
hedef alarak söylediği bir söz varsa o da Hz. Sa'd b. Havi için söylemiş oldukları;
"zavallı (olan) Sa'd b. Havledir" sözüdür. Hz. Sa'd b. Havle'nin başından geçen hadise
hakkında çeşitli rivayetler vardır.

İsa b. Dinar'ın rivayetine göre, Hz. Sa'd b. Havle Mekke'den Medine'ye hicret etmeden
Mekke'de vefat etmiştir. Bu rivayete itibar edilecek olursa Rasûl-ü Ekrem Efendimizin
ona acımasının sebebi sadece ölümünün Mekke'de olmasıdır. Buhârî'nin rivayetine
göre, Hz. Sa'd Medine'ye hicret edip Bedir Savaşma katıldıktan sonra tekrar Mekke'ye
dönüp orada vefat etmiştir.

İbn hişam ise; Hz. Sa'd'm, Medine'ye hicret edip Bedir savaşma ve daha başka
savaşlara katıldıktan sonra veda haccı sırasında Mekke'de vefat ettiğini söylüyor.
Bu rivayetlere itibar edilecek olursa, Rasûlü Ekrem'in ona acımasının Medine'ye hicret
ettikten sonra kendi arzusuyla Mekke'ye dönüp orada vefat etmesinden kaynaklandığı
ortaya çıkıyor. Tam manâsıyla sevap dâr-ı hicrette olduğundan hangi suretle olursa
olsun, küfür diyarında ölmesi onun sevabını azaltmıştır. Alimlerin ekserisine göre,
metnin sonunda bulunan "Mekke'de ölmesinden dolayı Rasülullah onun hakkında



£181

mersiye söyledi" sözü râvi Zührî'ye aittir.



Bazı Hükümler

1. Hasta ziyaret etmek müstehaptir.

2. Mal biriktirmek mubahtır.

3. Hadis-i şerif mirasçılarla vasiyet arasında örfe riayet gerektiğine delildir. Cumhur
ulema Hz. Sa'd'm "bütün malımı tasadduk edeyim mi?" sözü ile istidlal ederek
"Hastanın bağış ve sadakası, malının üçtebirinden verilir" demişlerdir. Hanefılerle,
İmam Mâlik, Leys, Evzâî, Sevrî, İmam Şafiî, İmam Ahmed, İshâk ve bilumum hadis
imamlarının görüşleri budur.

Zahirîlerde hastanın bağışı bütün malından çıkarılır. İbn Battal: "Eski âlimlerden buna
kail hiçbir kimse bilmiyoruz" diyor. Bu mevzuda Nevevî de şunları söylemiştir:
"Alimlerimiz ve diğer âlimler mirasçılar, zengin iseler teberruan malın üçtebirini
vasiyet etmeleri müstehab, fakirseler üçtebirden daha azını vasiyet müstehab olur,
demiştir. Şu asırlarda mi-rakçısı olan kimsenin vasiyyeti mirasçıların rızası olmaksızın
üçtebirden fazlasını geçemeyeceğinden âlimler ittifak etmişlerdir. Ama mirasçıların
rızasıyla bütün malını vasiyet edilebileceğinde de müttefiktirler.
Bizim mezhebimize ve cumhura göre, mirasçısı olmayan kimse de malının
üçtebirinden fazlasını vasiyyet edemez. Ebû Hanife ile arkadaşları: İshak ve bir
rivayette İmam Ahmed bunu caiz görmüşlerdir. Mezkur kavil Hz. Ali ile İbn
Mes'ud'dan rivayet olunmuştur.

4. İbadette bulunmak için ömür dilemek caizdir.

5. Bu hadis bir mu'cizedir.

6. Mirasçıyı zengin etmeye çalışmak, onu fakir bırakmaktan efdaldir.

"Kur'an-ı Kerim'de umumî olarak zikredilen vasiyyet bu hadisle tahsis edilmiştir.
Cumhurun kavli budur.

7. Hayır yollarla infak etmek müstehabtır.

8. Ameller niyetlere göredir, dolayısıyla kişi Allah'ın rızasını kazanmak için çoluk

£191

çocuğuna yaptığı masraftan da sevap kazanır.

3. Vasiyette (Haddi Aşarak Varislere) Zarar Vermenin Kötülüğü

2865... Ebû Hureyre'den demiştir ki: "Bir adam Peygamber (s.a.)'e gelerek):
Ey Allah'ın Resulü! Hangi sadaka daha faziletlidir? diye sordu. (Hz. Peygamber de):
Sen sıhhatli ve hırslı olup da (hayatta uzun yıllar) kalmayı arzu ettiğin fakir düşmekten
korktuğun halde, sadaka vermendir. Can(m) gırtlağa gel(me zamanı yaklaş)ıp da
"Falan kişiye şu kadar falan kişiye de şu kadar (vasiyyet ediyorum) deyinceye kadar
bekleme(mendir.) (Çünkü o zaman malın zaten mirasçısı olan) falancanın olmuştur."
1201

buyurdu.
Açıklama

İnsan sıhhati, gücü ve kuvveti yerinde olup, hayat ve ümit dolu olduğu yıllarda mala,



mülke karşı daha düşkün olduğundan hayatının bu döneminde Allah rızası için
malının bir kısmını tasadduk etmesi Onun itilasına sadakatma ve dolayısıyla sevabının
da o nisbette büyüklüğüne delâlet eder.

İnsan hayattan ümidini kestiği ya da ölüm döşeğine düştüğü zaman, dünya malına
karşı hırsı ve dolayısıyla cimriliği kalmadığı için hayatının bu döneminde vereceği
sadakaların sevabı da azdır.

İşte bu hadis-i şerifte bu gerçeklere İşaret edilerek insanın vereceği sadakayı ölüm
döşeğine düşünceye kadar bekletmenin doğru olmayacağı ifade edilmektedir. Çünkü
ölüm döşeğine düşen bir kimsenin malına mirasçıların hakkı tealluk etmiş olduğundan
malının tümü üzerinde yetkisi kalmamış, sadece üçtebiri üzerinde tasarruf etme hakkı
kalmıştır. Geriye kalan üçteikisi ise varislerin olmuştur.

tşte metinde geçen gSui âır iîj zaten o zaman senin malınfm bir kısmı) mirasçılarının
olmuştur." cümlesiyle bu gerçek ifade edilmek istenmiştir. Bu cümleden önce geçen
falancaya şu kadar falancaya da şu kadar" lafızları ise kendilerine vasiyyet yapılacak
kimselerle, vasiyyet edilecek maldan kinayedir.

Biraz önce de açıkladığımız gibi, ölüm döşeğine düşen bir kimsenin yapabileceği
vasiyyetin miktarı, mevcut mallarının üçtebirini geçemez. Bu nis-beti geçen miktarı
varisler yerine getirip getirmemekte muhtardırlar. İsterlerse geçerli kılarlar, isterlerse
ibtal ederler. Hattâbî'nin açıklamasına göre metinde geçen * 'zaten o zaman senin
malın mirasçılarının olmuştur" mealindeki sözler, vasiyette bulunmak isteyen bir
kimsenin varislerin hakkı olan miktarı, gözetip meşru olan vasiyette miktarını aşarak
varislere zarar vermekten kaçınmasının lüzumuna delalet etmektedirler.
Hafız İbn Hacer bu mevzuda şöyle diyor: "Selef-i salihinden bazıları zenginlerin
mallan hususunda iki defa Allah'a karşı geldiklerini söylemişlerdir:

1. Sağlıklarında cimrilik yapmakla,

2. Mala tümü üzerinde tasarrufta bulunmak hakkı ellerinden gittiği sırada meşru
sınırlan aşarak vasiyyette bulunmakla."

Netice olarak, sadakanın efdali insanın vücudu sıhhate ve mala ihtiyacı varken verdiği
sadakadır. Ölüm döşeğine düşen kimsenin vasiyette bulunmaktan başka yapabileceği
bir hayır yoktur. Bilindiği gibi o da sınırlıdır. Hele insanın yapacağı hayrı son nefesine
kadar bekletmesi ise son derece büyük bir gaflettir. Çünkü insanın son nefesinde
yapacağı tasarrufların hiçbiri geçerli değildir.

Nitekim sarihler metinde geçen "can gırtlağa geldiği zaman" mealindeki cümleyi
"canın gırtlağa gelme zamanı yaklaştığında" şeklinde te'vil etmişlerdir. Biz de

121]

tercümede parantez içerisinde ilâve ettiğimiz kelimelerle bu manaya işaret ettik.

2866... Ebû Said el Hudrî (r.a.)'den demiştir ki: Rasûlullah (s. a.):
"Bir kimsenin sağlığında bir dirhem tasadduk etmesi, ölürken yüz dirhem tasadduk

[22]

etmesinden daha hayırlıdır" buyurmuştur.
Açıklama

Bir önceki hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi, insanın sıh-hati yerinde iken mala,

123]

mülke, ihtiyacı ve rağbeti daha fazla olduğu gibi "şeytan sizi fakirlikle korkutur..."



âyet-i kerimesinde açıklandığı üzere sadaka vermenin fakirliğe düşüreceğine dair,
şeytanın vereceği vesveselere daha çok maruz ve müsaittir. Ölüm döşeğine düşen bir
kimse dünyadan beklediği bir şey kalmadığından, ümit ve hayat dolu kimselere nis-
betle, nefsin telkinleriyle şeytanın vesveselerine karşı daha emin ve kuvvetlidir. Bu
bakımdan sıhhat yerinde iken sadaka vermek, ölüm döşeğinde sadaka vermekten yüz
derece daha zor ve yüz derece daha faziletlidir.

Ayrıca ölüm döşeğinde verilecek sadaka, vasiyyet hükmündedir. Bu halde iken sadaka
vermek isteyen kimselerin, mallarının üçte birinden fazlasını tasadduk etmekten ve
dolayısıyla varislerin hakkına tecavüz ederek onları zarara uğratmaktan sakınmaları
gerekir.

Sadece vârisleri zarara sokmak için vasiyyette bulunmak miktarı, mevcut malın
üçtebirinden az bile olsa caiz değildir.

Bu hadisle bir önceki hadisin bab başlığı ile ilgisini de burası teşkil etmektedir.
Her ne kadar el-Münzirî bu hadisin senedinde kendisine itimad edilemeyen Şürahbil b.
Sad el-Ensarî el-Hatmî bulunduğunu söylemişse de îbn Hibban Sahih'inde bu hadisi
rivayet ederek onun sahih olduğunu açıklamış ve İbn Hacer de kendisini tasdik

[241

etmiştir.

2867... Ebû Hureyre Rasûlullah (s.a.)'in:

"Şübhesîz ki erkek ve kadın altmış sene Allah'a itaatle çalışıp, çabalamalardan sonra,
kendilerine ölüm (vakti) gelip çatar. Bunun üzerine (mallarından bir çoğunu vasiyet
ederler. Yapmış oldukları bu) vasiyette (varislerine) zarar verirler de, ateşi hakketmiş
olurlar" dediğini söyledi ve "... bu hükümler, ölenin yapacağı vasiyyetten ya da bor-
125] ^ [261

cundan sonradır." (mealindeki âyet) ten "işte büyük kurtuluş budur"
(mealindeki âyet)e kadar okudu.

[271

[Ebû Dâvûd der ki (senette geçen) el Esas b. Câbir, Nasr b. Ali'nin dedesidir.]
Açıklama

İbn el-Melik'e göre, altmış yıl Allah'a itaat ettikten sonra yap-tıkları vasiyet yüzünden
cehenneme girmeye müstahak olan kadın ve erkeklerden maksat, vasiyyet hakkındaki
dini ölçüleri bir tarafa atarak vârislerin tümüne zarar vermek maksadıyla malının
üçtebirinden fazlasını mirasçıların dışındaki kimselere vasiyyet eden kadın ve
erkeklerdir. Yahutta mirasçıların bir kısmını mirastan mahrum etmek maksadıyla
malının tümünü diğer mirasçılara hibe eden kadın ve erkeklerdir.
Bazılarına göre, burada vasiyyetleri sebebiyle cehennemlik olan kadın ve erkeklerden
maksat; liyakatli olmayanlara mal verilmesini vasiyyet eden kadınlar ve erkekler
olabileceği gibi, haklı olarak yaptığı bir vasiyyetinden cayarak ikinci bir vasiyette
bulunan, ya da vasiyyetinin bir kısmını ibtal eden kadınlarla erkekler de olabilir.
Kişinin cehenneme girmeyi hakketmesi başkadır, cehenneme girmesi yine başkadır.
Kişinin cehennemlik olması onun mutlak cehenneme girmesini gerektirmez. Çünkü

[281

Allah'ın affının imdada yetişip de cehenneme girmekten kurtulması mümkündür.
Metinde geçen "altmış sene" sözüyle gerçekten "altmış yıllık bir ömür, kastedilmiş



değil çokluk kastedilmiştir. Bu bakımdan söz konusu kelime burada uzun yıllar
anlamında kullanılmıştır.

Nitekim İbn Mâce'nin Sünen'inde bu kelime yerine geçen yetmiş sene kaydı da yine
uzun yıllar anlamında kullanılmıştır.

Avnü'l Mâbûd yazarının ifade ettiği gibi konumuzu alakadar eden bu hadis-i şerif,
vasiyyet ederken dini ölçülere uymayan kimseler hakkında büyük bir tehdidi ihtiva
[291

etmektedir.

4. Vasiyy etlerde Vasilik Görevi Alanın Hükmü
2868... Ebû Zer'den demiştir ki:

Rasûlullah (s. a.) (bana hitaben şöyle) buyurdu: "Ey Ebû Zer! Gerçekten ben seni zaif
görüyorum ve kendim için arzu ettiğim şeyi senin için de arzu ediyorum. Binaenaleyh
iki kişi üzerine (bile olsa) başkan olma ve yetim malına veli olma" buyurdu. Ebû

İM

Dâvûd der ki bu hadisi sadece Mısır halkı rivayet etmiştir.
Açıklama

Fahr-i Kâinat Efendimiz kendisi bütün müslümanlann hâki-mi, bütün valilerin başkanı
ve devlet reisi olduğu halde, Hz. Ebu Zer'e "emir olma", "yetim malına veli olma"
diye nasihatta bulunması izaha muhtaç bir meseledir. Şeyh İzzüddin b. Abdisselâm bu
mevzuda şöyle diyor: "Râsulû Zişan Efendimiz, kendisi bütün müslümanlarm hâkimi
ve tüm müslüman valilerin seyyidİ olduğu halde - ben kendim için arzu ettiğimi senin
için de arzu ediyorum. Bu bakımdan emir olmanı ve yetim malına veli tayin edilmeni
arzu etmiyorum. Bu görevlerin dışında kalmanı istiyorum- diye nasihatta
bulunmasında izahı müşkil görülen iki husus vardır:

1. Devlet reisliği çok faziletlidir.

2. Aslına bakılırsa Hz. Peygamber reislikten ve velilikten uzak durmamış, bilakis
velayetin en büyüklerini üzerine almıştır. Yani kendisi için reisliği ve veliliği arzu
etmiştir. Durum böyle olunca Hz. Ebû Zer'in de bu gibi görevleri üstlenmesini arzu
etmesi gerekirdi.

Bunun sevabı şudur: "Hz. Peygamber Hz. Ebû Zer'e yaptığı bu nasihatte "Eğer ben de
senin gibi zayıf olsaydım, bu gibi vazifeleri yüklenmekten kaçınırdım. Sen zayıf
olduğun için bu görevlerden kaçınmanı arzu ediyorum" demek istemiştir. Çünkü
"Beni ülkenizin hazineleri üstüne (me'mur) koy. Ben onları iyi korur (yönetmesini) iyi

im

bilirim." âyet-i kerimesinde açıklandığı üzere bir yönetici için iki şartın bulunması
gerekir.

a. Üzerine aldığı görevin inceliklerini hakkıyla bilmek.

b. Bu görevi yürütürken idaresi altında bulunan müesseseye ya da kişilere faydalı olup
onları gelecek zararlardan koruyabilecek güçte olmak.

işte bu şartları taşımayan kimselerin velilik, vasilik emirlik gibi görevleri üslenmeleri
haramdır. Bu şartları taşıyarak sözü geçen görevleri üslenip de onları hakkıyla yerine
getiren kimseler için âhirette çok yüksek dereceler vardır.
Nitekim Rasûlü Zişan Efendimiz:



"Valilik bir emanettir, gerçekten kıyamet gününde o kepazeliktir ve pişmanlıktır.

[321 '

Yalnız onu hakkıyla alarak o hususta üzerine düşeni yapan müstesna" buyurmakla
ehliyetsiz olarak velilik, valilik, emirlik gibi vazifeleri yüklenen kimselerin kötü
akıbetini haber verdiği gibi "yedi kişi vardır ki Allah onları (arşının) gölgesinde

[33]

barındıracaktır. (Bunlardan birincisi) adâletli imam" buyurmakla yetenekli ve

adaletli yöneticilerin ahiret günündeki derecelerinin yüksekliğine işaret etmiştir.

Bu bakımdan gerekli şartları taşıyan yöneticilerin bulunmaması halinde bu şartlan haiz

[341

olan kişilerin yöneticiliği kabul etmeleri üzerlerine vâcib olur.

5. Ana, Baba Ve Yakınlar İçin Vasiyvet Edilmesini Emreden Âyetin
Neshedilmesi

2869... İbn Abbas'dan (rivayet olunduğuna göre İslâmiyetin ilk yıllarında) vasiyyet
"Eğer bir hayır (mal) bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara ve uygun biçimde vasiyyet
[351

etmek..." (âyetinin emrine uygun bir) şekilde yapılır idi. Nihayet miras âyetiyle
[361

neshedildi.
Açıklama

Nisa sûresinin mirasla ilgili 11-13 numaralı âyetleri gelmezden önce, kişinin bıraktığı
maldan anne, baba ve akrabasına bir pay verilmesini vasiyvet etmesi bu âyetle farz
kılınmış idi. Fakat Nisa süresindeki miras âyetiyle anne babanın ve akrabanın mirastan
alacakları hisseler belirtildiğinden, Hz. Peygamber "Allah her hak sahibine hakkını

[371

vermiştir. Artık vârise vasiyyet olmaz." buyurarak bu âyetin akrabaya vasiyyet
hükmünü neshetmiş, yani yürürlükten kaldırmıştır. Bazı bilginlere göre; aslında miras
âyetinin inmesiyle yakın akrabaya vasiyyet hükmü neshedilmiş ise de mirastan payı
olmayan uzak akrabaya vasiyyet hükmü farz olarak baki kalmıştır.
Mesela erkek evladı, ana ve babası bulunduğu zaman, ölünün kız kardeşine miras
düşmez. "Amcaları bulunan çocuğa, dedesinden miras kalmaz. Babası yahut erkek
evladı bulunan kimsenin, amcasına, halasına, dayısına, teyzesine miras düşmez, işte
bu gibi kimseleri zaruretten kurtarmak için bunlara bir miktar malı vasiyyet etmek bu
âyetle emredilmektedir. hadislerle vasiyyet mecburiyeti kaldırılmıştır. Ancak vasiyyet
caizdir. Kişi miras düşmeyen akrabasına vasiyyet edebileceği gibi başkalarına da
[381

vasiyyet edebilir.

6. Varise Vasiyyet Etmenin Hükmü

2870... Şurahbil b. Müslim'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a)'i:

"Şüphesiz ki Allah her hak sahibine hakkını vermiştir. Hiçbir varise vasiyet edilemez."



1391

derken işittim.



Açıklama

Metinde geçen "Allah her hak sahibine hakkını vermiştir, cümlesiyle kast edilen,
varislerin mirastan alacakları payın miktarım açıklayan Nisa sûresinin 11-13.
âyetleridir.

Yüce Allah bu âyetlerde, mirasçıların mirastaki paylarını açıkladığı gibi, yine bu
âyetle, ölüm döşeğinde bulunan bir kimsenin başta anne ve babası olmak üzere yakın
akrabalarına malının bir kısmını vasiyyet etmesini farz kılan Bakara suresinin 180.
âyetini yürürlükten kaldırdı.

Ancak âlimlerden bazıları, "miras âyetlerinin inmesiyle ebeveyne ve yakın akrabaya
vasiyyeti farz kılan Bakara suresinin 180. âyetinin yürürlükten kalkmış olması
gerekmez. Çünkü bir kimsenin malının bir kısmını vasiyyet edip, kalan kısmını da
miras âyetlerinde belirtilen ölçüler içerisinde taksim edilmek üzere varislere bırakması
mümkündür" diyerek miras âyetlerinin vasiyyet âyetini neshetmediğini iddia
etmişlerdir.

Hanefi âlimleri, müslümanlar arasındaki yaygınlığı ve gördüğü kabul sebebiyle tevatür
derecesine ulaşan ve mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerife sarılarak "miras
âyetlerinin Bakara sûresinin 180. âyetini nesh ettiğini, dolayısıyle bir kimsenin
ebeveyniyle diğer yakın akrabalarına malının bir kısmını vasiyyet etmesinin üzerine
vacib olmadığını" söylemişlerdir. Ömer Na-suhi Bilmen efendi, Hanefi âlimlerinin bu
mevzudaki görüşlerini şöyle açıklıyor: "Müslümanlığın başlangıcında varis olacak ana
ile babaya ve sair yakınlara vasiyyet edilmesi, bir vecibe iken bu husustaki hükm-i
şer'î bilahere miras âyetleriyle ve mütevatirül âmel olan bir hadL-i şerif ile hikmet için
nesh edilmiştir. Filhakika varisler, zaten muayyen hisselerini alacakları için ken-
dilerine ayrıca vasiyyete hacet kalmamıştır. Gerek varisler arasında ve gerek varisler
ile müverrisleri arasında bir muhabbet ve sevginin, bir bağlılığın devamı pek istenen
bir şeydir. Bunlardan bazılarım bittercih vasiyyette bulunmak ise diğerlerinin
kalplerini kırar, aralarında bir düşmanlığın uyanmasına sebebiyet vererek akraba
bağlarının çözülmesine vesile olabilir. Binaenaleyh böyle bir hale sebebiyet verilmesi
doğru olamaz.

Şu kadar var ki, herhangi bir maslahat mülahazasıyla varislerden bazılarına yapılan bir
vasiyyeXe diğer varisler, icazet verirlerse kendi rızalarıyla haklarını düşürmüş

[4pJ

olacakları cihetle bu paylaşmanın cevazına bir engel kalmamıştır.
İmam Şafiî'ye göre; miras âyetlerinin Bakara suresinin 180. âyetini nes-hetmiş olması
ihtimali bulunduğu gibi, miras âyetleriyle vasiyet âyetinin ikisinin birden yürürlükte
kalmış olması ihtimali de vardır. Fakat mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif, her iki
hükmün birlikte yürürlükte kalması ihtimalinin ortadan kaldırıp ebeveyne ve diğer
yakın akrabaya vasiyyet etmeyi farz kılan vasiyyet âyetinin miras âyetleriyle
neshedildiğini açıkça ifade etmiştir.

Hattâbî'nin açıklamasına göre; "Alimlerin pek çoğu miras âyetlerinin vasiyyet âyetini
neshetmesindeki maksadın kendilerine vasiyyet edilmediği için vasiyyetten
yararlanamamış olan diğer akrabaların hukukunu korumak olduğunu, durum böyle
olunca da diğer mirasçıların kabul etmesi halinde herhangi bir mirasçıya vasiyyette



bulunmakta bir sakınca bulunmadığını söylemişler. Bunu mirasçıların kabul etmesi
halinde, malın üçtebirinden fazlasını vasiyyet etmenin caiz oluşuna hamletmişlerdir.
Alimlerden bazıları da mirasçılardan bazılarına yapılan vasiyyet diğer mirasçılarca
kabul edilse bile yine de geçersizdir, demişlerdir.

Hattâbî'nin açıklamış olduğu son görüş, Zahirîlerin görüşüdür. Bezi yazarı âlimlerin
bu mevzudaki görüşlerini şöyle özetliyor:

"Alimlerin miras âyeti geldikten sonra vasiyyet âyetinin hükmünün geçerliliği
hakkındaki görüşleri ikiye ayrılır:

a. Vasiyyet âyetinin hükmü, varis olmayanlar için geçerlidir. Fakat varisleri hakkında
geçersizdir. İbn Abbas ile Hasan-i Basri ve Mesrûk bu görüştedirler. Bunlara göre; bir
kimsenin varis olmayan akrabasına malının bir kısmını vasiyyet etmesi üzerine
farzdır.

b. Varisler hakkında da varis olmayanlar hakkında da geçersizdir. Müfessirlerin
ekserisi ile fıkıh âlimlerinin ekserisi bu görüştedirler. Bu görüşte olan âlimlere göre,

1411

bir kimsenin herhangi bir kimse için vasiyyette bulunması üzerine farz değildir.
7- İnsanın Kendi Yiyeceğini Yetimin Yiyeceğiyle Karıştırması
2871... İbn Abbas'tan demiştir ki:

"Yetimin malına yaklaşmayınız; yalnız ergenlik çağma erişin-ceye kadar (onun

£421

malına) en güzel biçimde yaklaşabilirsiniz." (âyet-i kerimesi) ile "zulüm ile

[43]

öksüzlerin mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar..." âyeti
inince yanında yetim bulunanlar hemen Hz. Peygamber'in meclisinden) ayrılıp o
yetimin yemeğini kendi yemeklerinden, içeceğini de kendi içeceklerinden ayırdılar.
(Bu sefer de yetimin sofrasmdaki) yemeğinden (biraz yemek) artmaya başladı. (Bu
artıkları da) biriktiriyorlardı. Sonra yetim o yemeği yiyor ya da (bu yemek)
bozuluyordu. Bu ise onlara ağır gelmeye başladı. Bu durumu Rasûlullah (s.a.)'e arz
ettiler. Bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah "... ve sana öksüzlerden soruyorlar. De
ki: Onları(n durumlarını) düzeltmek hayırlıdır. Eğer onlara karışır (onlarla bir arada

[441

yaşardanız, sizin kardeşlerinizdir..." âyet-i kerimesini indirdi. Bunun üzerine
yetimlerin yiyeceklerini kendi yiyecekleriyle, içeceklerini de kendi içecekleriyle

1451

karıştırdılar.
Açıklama

"(Velîlerden) kim zengin ise (yetimin malını yemeye tenez-v zül etmesin) kaçınsın.
Kim de fakir ise o halde (malın muhafazası için gösterdiği çabaya ve ihtiyacına)

1461

uygun şekilde yesin." âyet-i kerimesinin zahiri; fakir olan vasinin israf etmeksizin,
bakım karşılığı olarak yetimin malından bir miktarım yiyebileceğine delalet eder.
Şayet vasî zengin ise, Allah'ın kendisine verdiğine kanâat ederek yetimin malından
sakınması farzdır. Alimler, ihtiyacı olduğu takdirde vasinin, yetimin malından ihtiyacı



kadar almasının caiz olduğuna hükmetmişlerdir. Yalnız, yetimin malından yiyen fakir
vasi, sonradan zengin olursa, daha önce aldığı malı geri verip vermeyeceği hususunda
ihtilaf edilmiştir. Bazı âlimlere göre, sonradan zengin olan vasi, fakir iken aldığ malı
ödemez. Zira Allah ona maruf bir şekilde yemeyi mubah kılmıştır. Onun aldığı, yediği
mal, bir bakıma çocuğun bakım ücreti sayılır. Bu görüş, İmam Hanbel (r.a.)'den
rivayet edilmiştir.

Diğer bazı âlimlere göre; sonradan zengin olan vasinin, yetimin malından fakir iken
aldığını aynıyla iade etmesi farzdır. Zira Hz. Ömer, halifeliği sırasında, "Ben şu anda,
mal hususunda yetimlerin vasileri gibiyim. Zengin olursam hazineden yemekten
kaçınırım. Fakir olursam ihtiyacım kadar hazineden alırım. Sonradan zengin olduğum
takdirde de daha önce aldıklarımın tamamını aynen öderim" buyurmuştur. İşte Hz.
Ömer'in bu veciz ifadesinden açık biçimde anlaşılıyor ki, yetim çocukların vasisi
zengin ise, yetimin malından kaçınmalıdır. Fakir ise, ihtiyacı kadar yemeli, sonradan
zengin olduğu takdirde de yediği kadarını aynen ödemelidir.

Cessâs'm rivayetine göre Hanefi âlimleri, vasinin, ister zengin ister fakir olsun,
yetimin malından yiyemiyeceği, hatta borç bile alamıyacağı görüşündedirler. Çünkü

1421

Allahü Teâlâ, "Yetimlerin mallarını verin..." "Yetimlerin mallarını haksız olarak
yiyenler, karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe
[481

gireceklerdir." "... yetimlere karşı adaleti ayakta tutmanız (onlara iyi bakmanız)
hususunda (işte) kitapta okunup duran (ayet)le-ri... Hayırdan daha ne yaparsanız

[491

şüphesiz Allah onu da hakkıyla bilicidir." ve "Aranızda (birbirinizin) mallarınızı

mm

haksız sebeplerle yemeyin..." buyurmaktadır. Bu âyetler, muhkem âyetlerdendir.
Vasinin elinde bulunan yetim malından ihtiyacı olsa bile hiçbir surette
kullanamıyacağma delalet etmektedir.

Yine Hanefî âlimlerine göre: "Kim zengin ise kaçınsın; kim de fakir ise o halde örfe

[511

göre yesin." âyeti müteşâbih âyetlerdendir. İhtimâli manalar taşıdığından
hükmünün muhkem âyetlere hamledilmesi icabeder.

İbn Abbas (r.a.)'dan da şöyle bir rivayet yapılmıştır: "Kim de fakir ise o halde örfe
göre yesin." âyeti, "Gerçek, yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler
karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir." âyetiyle
neshedilmiştir." Ibn Abbas (r.a.)'m bu görüşü de Hanefi âlimlerinin görüşünü teyid
etmektedir.

Taberî, fakir vasinin, yetimin malından borç olarak alabileceği yolundaki görüşü tercih
etmiştir. Şöyle demektedir: "Bu husustaki görüşlerin doğrusu, "Kim de fakir ise o
halde örfe göre yesin." âyetinde de beyan olunduğu gibi, vasinin, zaruret halinde veya
ihtiyacı olduğunda sonradan ödemek üzere yetimin malından alabileceği yolundaki

£521

görüşüdür. Ödemek kaydıyla yemesi caiz değildir." Gerçekten Taberî*nin görüşü
£531

tercihe şayandır.



8- Yetimin Velisinin Yetim Maundan Alması Caiz Olan Miktar



2872... Amr b. Şuayb'in dedesinden rivayet olunduğuna göre; Bir adam Peygamber
(s.a)'e gelerek:

"Ben fakirim, benim hiç birşeyim yok, aneak (zengin) bir yetimim var." (onun
malından yiyebilir miyim?) dedi. (Hz. Peygamber (s. a) de :

"İsraf etmeyerek (buluğ çağma girmeden fırsatı ganimet bilerek harcayıp yararlanmak
gibi bir gaye taşımayarak harcamada) acele etmeyerek ve (onun malının ticaretini sana

[541

ait bir) sermaye edinme) ek yetimin malından yiyebilirsin." buyurdu.
Açıklama

Yetimin malını koruyup işletmesine ve yetimin çeşitli hizmetlerinde bulunmasına
karşılık, bir ücret olmak üzere, velînin,yetimin malmdan makbul bir ölçü içerisinde
ihtiyacını giderecek kadar yiyebileceğini ifade eden bu hadis-i şerif, Hz. Ibn Abbas
(r.a.) ile Ahmed b. Hanbel'in delilidir. Bu iki ilim adamına göre, vasi ya da veli,
yetime hizmet etmesine yahut da malını korumasına karşılık, onun malından makul
ölçüler içerisinde yiyebilir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, bir velinin ya da vasinin, yetimin malından
yemesinin caiz olabilmesi için şu üç şartın bulunması gerekir:

1. Alman malın miktarı, ihtiyaç miktarım geçmeyecek; bir başka ifadeyle israf
derecesine varmayacak.

2. Yetimin malı sermaye yapılarak kar temin edip, yetim buluğ çağma erince
sermayesini verip, ticaretine ise sahiplenme yoluna gidilmeyecek.

3. Yetim buluğ çağma ermeden, fırsatı ganimet bilerek menfaatlenme yoluna
gidilmeyecek.

Hadis-i şerifte zikredilen bu üçüncü maddede "... Büyüyecekler diye mallarını israfla

[55]

acele yemeyiniz. Zengin olan çekinsin, yoksul olan da m a Yuf veçhile yesin..."
âyet-i kerimesine işaret vardır. Tefsir âlimleri bu âyet-i kerimede geçen "ma'ruf
veçhile** kelimesinin tefsirinde ve buna bağlı olarak âyetten çıkartılan hüküm
konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Bu görüşleri şu şekilde özetlemek mümkündür.
"Hz. Ömer, îbn Abbas, İbn Cübeyr, Ebü'l Aliye, Ubeyde es-Selmâni, Ebû Vâil,
Mücâhid ve Mukâtü'e göre; fakir veli veya vasi, zarurî ihtiyaç duyduğu miktarı ödünç
olarak yetimin malından alır. Ödünç aldığı miktarı, ödeme gücüne kavuşunca
ödemesinin gerekli olup olmadığı yolunda, bunlar arasında da ihtilâf vardır. Mücâhid,
Saîd b. Cübeyr: Veli ya da vasi, yetimin malından kendi ihtiyacına harcadığı miktar,
bir ödünç mâhiyetinde olduğu için ödeme imkânını bulunca ödemesi gereklidir.
Ayette geçen "Maruf kelimesi ödünce manasınadır, demişlerdir. Ömer (r.a.)'m kavli
de bu merkezdedir. Diğer arkadaşları: Sonradan ödenmesi gerekmez. Veli veya
vasinin yediği miktar, onun bir ücreti mahiyetindedir, demişlerdir, el-Hasan, Şa'bi,
Nahaî ve Katâde böyle hükmedenlerdendir. Şa'bî: Veli veya vasi çok zor durumda
kalmadıkça, yetimin malından hiç bir şey yiyemez. Ama açlıktan murdar hayvan etini
yemeye mecbur kalacağı derecede bir zaruret doğarsa, o zaman yetimin malından
tehlikeyi giderecek miktarda yiyebilir, demiştir.

Ayette geçen "Maruf bîr vecihle yemek" ifadesinin yorumlanması meselesine gelince;
âlimler bu hususta Özetle şu görüşleri ve yorumlan beyan etmişlerdir.



Atâ ve ikrime'ye göre; açlığı giderecek kadar yiyebilir. Avret yerlerini örtecek kadar
giyebilir. el-Hasan da: Yetimin hurmalığmdaki hurmalardan yiyebilir, sağım
hayvanların sütünden içebilir. Fakat yetimin altınından, gümüşünden hiç bir şey
alamaz. Bir şey alırsa derhal iade etmesi gereklidir. Aişe (r.anh) ve ilim ehlinden bir
cemaata göre; "Maruf tan maksad; veli veya vasinin gördüğü hizmet, bakım ve

£561

çalışması nisbetinde bir ücret alabilir.

Bir önceki hadisin şerhinde açıkladığımız gibi, Hanefi alimleri, vasinin, ister zengin,
ister fakir olsun, yetimin malından yiyemiyeceği, hatta borç bile alamıyacağı

görüşündedirler.

9- Yetimlik Ne Zaman Sona Erer

2873... Ali b. EbîTalib'(in şöyle) dedi(ği rivayet olunmuştur.) Rasûlullah (s.a.)'in şu
sözü hatırımdadır:

" Erginlik çağma geldikten sonra yetimlik yoktur. Gece-gündüz susmak da

" [58]
yoktur."

Açıklama

Babasını kaybetmiş bir çocuk yetim sayıldığından, ergenlik çağma gelinceye kadar
malı üzerinde alış-veriş gibi tasarruflarda bulunma yetki ve selâhiyyetine sahip
olmadığı gibi, evlenmek, boşanmak gibi medeni tasarruflarda bulunma salahiyetine de
sahip değildir.

Yetimin kendi malı ve davranışları üzerindeki tasarruflarında bulunan bu kısıtlama,

onun ergenlik çağma girmesine kadar devam eder. Ergenlik çağma girdikten sonra,

artık yetimlikten dolayı tasarruflarında bulunan kısıtlılık hali sona erer. Dolayısıyle

alış verişte, evlenme ve boşanmalarda tam bir tasarruf yetkisine sahip olur.

Fakat bu yetim, ergenlik çağma girdiği halde akıl noksanlığı sebebiyle reşid olamazsa

onun tasarrufları üzerinde bulunan kısıtlılık hali yine devam eder.

Çünkü Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerimelerde bunu emretmektedir:

1591

a. "Allah'ın sizi başına diktiği mallarınızı sefihlere (beyinsizlere) vermeyin!"

b. "... Eğer borçlu olan kimse, aklı ermez ya da zayıf durumda ise ya da kendi

[60]

yazdıramayacak durumda ise velisi onu adaletle yazdırsın"

Görülüyor ki, burada mallarında tasarruf etme salahiyyeti ellerinden alınıp vasilerine
verilen iki sınıf insandan bahsedilmektedir:

1. Ergenlik çağma gelmemiş olanlar.

2. Sefihler (beyinsizler)

Bunlara ilaveten malını israf edip kötüye kullanan kimselerin mallarına da el
konabilir. İflâs ederek malları borçlarını ödeyemez duruma düşüp alacaklıların
kendisini kadıya şikayet ettiği kişi buna misâldir. Bu durumda kadı o kimsenin
mallarına el koyar.

Fıkıh âlimleri, çocuğun malının bulûğ çağma erinceye ve ticarete ve malını



kullanmaya aklı yetinceye kadar, kendisine verilmemesi gerektiği hususunda ittifak
etmişlerdir. Çünkü Allah "yetimleri nikâh çağma erdikleri zamana kadar (gözetip)
deneyin. O vakit kendilerinde bir akıl ve salâh gördünüz mü mallarını kendilerine
[611

teslim edin...." âyetinde bunu beyan etmektedir. Çocuğun malının teslimi sırasında
şu iki şartın bulunmasını da gerekli kılmaktadır.

1. Çocuğun bulûğa ermesi.

2. Rüşd (malı güzel bir şekilde tasarruf edebilme yeteneği) İmâm Şafiî'ye göre; üçüncü
bir şart daha vardır ki, bu da dindar olmasıdır. İmâm Şafiî fâsık bir kişinin servetine
tevbe edinceye kadar haciz konur görüşündedir. Yalnız emsal kadar yiyecek içecek ve
elbise verilir. Tevbe edip halini düzelttiği zaman, malı kendisine teslim edilir.

îmâm Şafiî âyette geçen "rüşd" kelimesine "sağlam akıl ve sağlam din" manası verdiği
için, bu üçüncü şartı da gerekli görmüştür.

Rüşd kelimesine "mâlı güzel bir şekilde tasarruf etme yeteneği" manası veren İmam
Ebû Hanîfe'ye göre; ilk iki şart yeterlidir. Üçüncü şarta gerek yoktur.
Cumhuri ulemaya göre; yaşlı kimselerin mallarına da çocuklar gibi iyi kullanmadıkları
ve israf ettikleri takdirde haciz konabilir.

İmâm Ebû Hanife'ye göre; bir kimse yirmibeş yaşma girdikten sonra, malını
kullanmaya aklı ersin veya ermesin malı kendisine teslim edilir.

İnsanlar, ergenlik çağma genellikle ihtilâm olarak girdiklerinden metinde geçen
ihtilâm = rüya görme ta'biri ergenlik çağma girme anlammda kullanılmıştır.
Bu hadis-i şerifte yetimlik konusuyla beraber işlenen diğer bir konu da, ibadet
maksadıyla gündüzün akşama kadar aralıksız susmanın caiz olmadığı konusudur.
Câhiliyye döneminde ibadet niyetiyle günlerce susarlardı. Özellikle ittikâflarda buna
çok önem verirlerdi. Fakat İslamiyet bu şekilde yapılan ibâdetlerin meşru ve muteber
olmadığını bildirerek bu kötü adeti kökünden yıkmıştır.

Münzirî'nin açıklamasına göre; "Bu hadisin senedinde Buhari'nin ve İbn Hıbban'm,
cerh ettikleri Yahya b. Muhammed el-Medenî vardır. Ukay-li, bu hadisi rivayet
ettikten sonra "Yahya*ya uyarak onun şeyhinden bu hadisi rivayet etmek doğru
[621

olmaz" demiştir.

10- Yetim Malı Yeme Hususunda Gelen Şiddetli Yasaklar

2874... Ebû Hüreyre'den demiştir ki: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:
" Helak edici olan yedi şeyden çekininiz!" buyurmuş da (kendisine)!
"Ey Allah'ın Rasûlü onlar nedir?" diye sorulmuş (Hz. Peygamber de):
Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, haklı bîr sebep olmaksızın Allah'ın haram kıldığı
bir cana kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, düşmana hücum gününde kaçmak,
zinadan uzak hiç bir şeyden haberi olmayan müslüman kadınlara zina iftirasında

£631

bulunmak' cevabım vermiş.

[641

Ebû Dâvûd der ki: Eb'ul Gays Ibn'üt-Mutî'in azatlı kölesi olan Salim' dir.



Açıklama



Ulema-i Kiram, büyük günahların muayyen bir adedle mahsur olarak ifâde
edilmeyeceğini söylemişlerdir. İbn Abbas (r.a.) hazretlerine:
Büyük günahlar dokuz mudur? diye sorulduğu zaman:

"Onlar yetmişe yakındır." bir rivayette de "yediyüze daha yakındır." dediği rivayet
olunmuştur. Yine İbn Abbas (r.a.)'ya göre Allah'ın yasaklarının tümü büyük günahtır.
Bazılarına göre; Allah'ın cehennem ateşiyle tehdid ettiği günahlarla, işlenmesinden
dolayı dünyada had cezası gereken günahların hepsi büyük günahtır. Üzerinde ısrar
edilen küçük günahlar da büyük günaha dönüşür.

Hz. İbn Mes'ûd ile ulemadan bir cemaata göre; Kur'ân-ı Kerim'de Nisa sûresinin
başından "Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük

165]

günahlarınızı örteriz. Ve sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız." âyetine kadar
açıklanmış olan günahların tümü büyük günahlardır.

Bezi yazarının da ifâde ettiği gibi; bu mevzuda en güzel tarifin, Kurtu-bi'nin şu ta'rifi
olduğu söylenir: "Kitap ve sünnette kendisine zenb - günah ismi verilen, yahutta
büyük olduğuna dair icma bulunan, ya da işleyenler için ahirette şiddetli azab tehdidi
bulunan, dünyada ise had lazım gelen, ya da işleyenin Allah'ın şiddetli intikamına
hedef olduğu günahlara, büyük günahlar" denir.

İbn Ata, Hikem: isimli eserinde "Allah'ın fazlı yetişince büyük günah diye bir şey
olmadığı gibi, Allah adaletle hükmedince de küçük günah diye bir şey yoktur.
Günahların hepsi büyüktür" diyor.
Halimî'de, el-Minhâc isimli eserinde şöyle diyor:

"Günahlar büyük ve küçük günahlar olmak üzere ikiye ayrılır. Bazan küçük günahlar,
bazı sebepler dolayısıyle büyük günaha, büyük günahlar da daha büyüğe dönüşür.
Ancak küfür bunlardan hâriçtir. Çünkü küfür bütün günahların üstünde olduğu için
onun küçüğü olmaz. Bir başka ifadeyle küfrün her çeşidi en büyük günahlardan daha
büyüktür.

Bununla beraber günahlar çirkinlikleri itibariyle iki kısma ayrılır. Mesela bir kimseyi
haksız yere öldürmek büyük günahtır. Bir kimsenin babasını veya dedelerinden birini
yahutta evladından birini veya diğer akrabalarından birini öldürmesi, yahutta herhangi
bir kimseyi haksız olarak harem-i şerifte öldürmesi ise çok daha büyük ve çirkin bir
günahtır.

Zina büyük bir günahtır. Fakat komşusunun karısıyla zina etmek, yahut bir kadınla
Ramazan-ı Şerifte veya harem-i şerifte, zina etmekse çok daha büyük ve çirkin bir
günahtır.

Şarab içmek büyük bir günahtır. Fakat Ramazanda gündüzün içilecek olursa veya
harem-i şerifte içilecek olursa, yahud herhangi bir zamanda veya mekanda açıktan
içilecek olursa, o zaman bunun günahı çok daha büyük ve çirkin olur.
Yabancı bir kadının avret mahalline dokunmak küçük günahtır. Fakat bu kadın insanın
kendi babasının veya arkadaşının ya da oğlunun karısı olursa, yahutta akrabasından bir
kadınsa o zaman büyük günah olur.

Had vurulması için gerekli olan nisab miktarından az bir malı çalmak küçük günahtır.
Fakat bu malın sahibinin başka bir malı bulunmayıp ta bu mal'm çalınmasıyla bir
sıkıntıya düşmüşse o zaman bu hırsızlığın günahı büyük günah olur"
Büyük günahlar, bu kadar çok iken mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, onların
sayısının yedi olduğundan bahsedilmesi, sözü geçen yedi günahtan başka büyük günah
olmadığı anlamına gelmez. Yani Hadis-i şerifte yedi büyük günah vardır sözüyle



"Aslında büyük günahlar çoktur. İnsanların sık sık işledikleri şu yedi günah da, insanı
helake götüren büyük günahlardandır." denilmek istenmiştir. Rasûl-u Ekrem
Efendimiz bu hadisiyle büyük günahların tümünü saymak istememiş, insanların büyük
günah olduğunu bilmeden sık sık işledikleri büyük günahlara dikkatleri çekmek
istemiştir. Daha sonra yeri geldikçe diğerlerini de açıklamıştır. Ibn Hacer-el-Mekki'nin
Kilâb, ez-Zevâcir isimli eseri bunun örnekleriyle doludur.

Ebû'l-Hasen el-Vakidî'nin açıklamasına göre; Rasûl-u Ekrem Efendimiz, büyük günah
olur endişesiyle bütün günahlardan sakınmasını temin etmek gayesiyle, büyük
günahların hepsini birden saymaktan kaçınmıştır. Bu hal, insanların devamlı ibâdet ve
taat üzere olmaları için, Allah'ın kadir gecesi ile Cuma günlerinin icabet saatini ve
ism-i azamı kullarından gizlemesine benzer bir haldir.

Fahr-i Kâinat Efendimiz yedi şeyden çekininiz buyurmakla Bu yedi şeyi terkedin
demek istemiştir.

Bilindiği gibi yedi şeyden çekininiz ifadesi yedi şeyi terkedin ifadesinden daha veciz
ve daha beliğdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de yüce Allah; zina etmeyin yerine zinaya
1661

yaklaşmayın. Şimdi bu yedi günah üzerinde duralım.

1. Kaçınılması gereken yedi şeyden birincisi, Allah'a ortak koşmaktır. Bilindiği gibi
bundan daha büyük bir günah yoktur. Allah'a şirk koşan bir kimse ebedi olarak
cehennemde kalır.

2. Sihir yapmak: Sihir lügatte; bir şeyin yönünü değiştirmektir. Cevheri; "sihir
efsundur; Me'haz ve menşei lâtif ve gizli olan her şey sihirdir." demiştir; aldatmak
ma'nasma da gelir.

Ebû Abdîllah Râzi, sihri sekiz kısma ayırmıştır şöyle ki:

1. Yabancıların ve yedi yıldıza tapanların sihri. Bunlar taptıkları yedi seyyarenin bu
âlemi idare ettiğine, hayr ve şerrin onlardan geldiğine inanırlar. Hz. İbrahim (a. s) bu
kavme gönderilmişti.

2. Evham sahibleriyle kuvvetli ruh sahihlerinin sihri,

3. Cinlerin yardımı ile yapılan sihir. Buna azaim ve teshir denir.

4. Tahayyül, göz boyacılık ve el çabukluğu ile yapılan sihir. Bazı müfessirlerin
beyanına göre Fir'avn'un yaptırdığı sihir bu kabildendi.

5. Bir takım mürekkeb aletlerle yapılan acaip fiiller.

6. Bir takım devaların, yani yiyecek ve yağların hassalarından bilistifade yapılan sihir.

7. Kalbin taallûku ile yapılan sihir. Bunda sihirbaz ism-i azamı bildiğini ve ekseri
işlerde cinlerin kendisine mut'i ve râm olduklarını iddia eder.

8. El altından koğuculuk yapmak suretiyle meydana gelen sihirdir. Halk arasında
yaygın olan sihir budur.

Acaba sihrin hakikati var mıdır? Bu suâle Ebu'l-Muzaffer Yahya b. Mu-hammed şu
cevabı vermiştir: Alimler sihrin hakikati olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunlardan
yalnız Ebû Hanife müstesna kalmış; ve sihrin hakikat olmadığına kail olmuştur.
Kurtubi dahi: "Bizce sihir sabittir. Allah Teâlâ'-nm dilediğini yaratmasıyla onun
hakikati vardır. Bu hususta Mu'tezile ile Şâfıîlerden Ebû İshâk el-Esferani muhalefet
etmiş; ve sihrin bir tahayyül ve göz aldatma olduğunu söylemişlerdir." demiş ve sihrin
şâbaze (el çabukluğu) Esma-i ilâhiyyeden bazılarıyla ezber edilen bir takım sözler,
şeytani ta'-limat, yiyecek ve saire ile yapılan kısımları olduğunu bildirmiştir.
Fahreddin Râzi tefsirinde, Mu'tezile taifesi için: "Bunlar sihrin mevcudiyetini inkâr
eder. Ve ona inananların küfrüne kail olurlar. AmaEhl-i sünnet, sihirbazın havada



uçmasını, insanı eşeğe, eşeği insana kalbetmesini olabilirliğini caiz görürler. Ancak
sihirbaz, muayyen efsun ve kelimeleri söylerken vücuda gelen şeyleri halk eden
Allah'dır; derler. Onlar felsefecilerle müneccimler ve yıldız perestler gibi felek veya
yıldızların müessir olduğuna kail değillerdir." diyor. Râzi sihrin vaki olduğuna ve
onunla meydana gelen tefsiri Allah halk ettiğine;

[67]

"Onlar Allah'ın izni olmaksızın o sihirle hiç bir kimseye zarar veremezler... âyet-i
kerimesiyle ve Peygamber (s.a.)'e yapılan sihrin te'sir ettiğini bildiren hadislerle
istidlal eder.

Sihri öğrenme meselesine gelince; Râzi bu babda şunları söylemiştir; "sihri öğrenmek
ne çirkin ne de memnû'dur. Muhakkak âlimler bunda ittifak etmişlerdir. Çünkü ilim,
zatı itibariyle şereflidir. Bir de şu var ki; eğer sihir bilinmezse onunla mucizenin
farkını bilmek te mümkün olmaz. Mu'cizin âciz bırakan manâsına geldiğini bilmek
vaciptir. Vacibin tevakkuf ettiği şeyi bilmek de vâcibdir. Bu ise sihri öğrenmenin
vâcib olmasını iktiza eyler. Vâcib olan bir şey nasıl haram ve çirkin olabilir!..."
Fakat Sahih Buhârî sarihlerinden Bedrüddin Aynî, Râzi'nin bu sözüne bir kaç yönden
itiraz ederek demiştir ki:

1. Eğer Râzi "sihri öğrenmek çirkin değildir" demekle onun aklen çirkin olmadığım
anlatmak istiyorsa; muhalifleri olan Mu'tezile taifesi bunu men' etmektedirler. Şer'an
çirkin değildir, demek istiyorsa Allah Teâlâ hazretlerinin: "Şeytanların okuduğu sihre

1681

tabi oldular..." âyeti kerimesi sihrin çirkinliğini beyan ediyor. Sahih hadisde:
"Her kim bir müneccim veya kahine müracaat ederse Muhammed (s.a)'e indirilene
küfretmiş olur/' buyurulmuştur. Sünen' de dahi:

"Her kim bir düğüm yapar da ona üfürürse sihir yaptı demektir" hadisi vardır.

2. Râzi: "Sihir memnu' değildir; Muhakkik âlimler, ittifak etmişlerdir..." diyor.
Zikrettiğimiz âyet ve hadislerin karşısında sihir nasıl memnu' olmayabilir?
Muhakkikin dediği zevat, şeriat âlimleridir. Hani bu babdaki sözleri nerededir.

3. "Eğer sihir bilinmezse, onunla mu'cizenin farkını anlamak mümkün olmaz vd. ..."
sözleri fasiddir. Zira Peygamberimiz (s.a.)'in en büyük mucizesi Kur'ân-ı Kerim' dir.

4. Mucizenin âciz bırakan manasına geldiğini öğrenmek, asla sihir ilmine bağlı
değildir. Sonra bizzarure malumdur ki sahabe tabiin ve müslüman-larm büyükleri
mu'cizeyi bilirler; mucize ile başka şeylerin arasını ayırırlardı. Halbuki sihri
bilmezlerdi. Onu ne okumuş ne de okutmuşlardı. Alimler, fakihlerin nassan
bildirdiklerine göre; sihri öğrenmek de öğretmek de büyük günahtır. "et-Telvih" adlı
eserde, bazı Şâfıîlerin: "Sihri öğrenmek haram değildir. Bilinip onu yapana karşı
koymak ve sihri evliyanın kerametinden ayırmak için öğrenmek caizdir" dediği
bildiriliyor. Aynîye göre; bundan muradın Fahreddin Razi ile İmam Gazali olduğunu
söylemiştir.

Sihri öğrenerek yapmanın hükmü âlimler arasında ihtilaflıdır. Ebû Ha-nife, Mâlik ve
Ahmed b. HambePe göre; küfürdür. Yalnız.Hanefîlerden bazısına göre, şerrinden
korunmak için sihri öğrenmek küfür değildir. Ama sihir yapmanın caiz olduğuna,
yahud fayda verdiğine inanmak küfürdür. Şeytanların insana istediğini
yapabileceklerine inanmak dahi küfürdür.

İmam Şafiî şöyle demiştir: "Bir kimse sihri öğrenirse kendisine "bize sihrini tarif et!*'
deriz. Şayet Bâbillilerin i'ti kad ettikleri yedi yıldıza ibadet ve bu yıldızların
kendilerinden istenen şeyi yapması gibi küfrü icâbedecek şekilde beyânda bulunursa o



kimse kâfirdir. Beyanı küfür icâbetmiyor da sihrin mubah olduğuna inanıyorsa yine
kafirdir."

Sihir yapan kimsenin şer'i cezası ölümdür. Yalnız İmam Mâlik ile Ahmed b. Hanbele
göre; bir defa yapmakla, Ebû Hanîfe ile Şafiî hazretlerine göre, bir kaç defa yapmakla
yahud muayyen bir şahsa sihir yaptığını i'tiraf etmekle öldürülür. Şafiî'den başka
imamlara göre, sihirbazın öldürülmesi bir hadd-i şer'idir. Şafiî'ye göre; fiilin tekrarı
veya i'tiraf halinde sihirbaz kısas olmak üzere öldürülür.

İmam Ebû Hanîfe'ye göre, ehl-i kitabın sihirbazı da öldürülür. Eimme-iselâse denilen
Mâlik, Şafiî ve Ahmedb. Hanbel'e göre, sihir yapan kadının hükmü de erkek gibidir.
Ebû Hanîfe'ye göre öldürülmezse de hap solunur.

Sihir yapan kimsenin tevbesinin kabul edilip edilmemesi ihtilaflıdır. İmam Mâlik'e
göre kabul edilmez. Ebû Hanife ile Ahmed b. Hanbel'den nakledilen meşhur kavle
göre de hüküm budur. İmam Şafiî'ye göre kabul edilir, tmam Ahmed'in ikinci kavli de
budur. İmam Mâlik'den bir rivayete göre sihirbaz yakalanırsa, zındık gibi onun da
tevbesi kabul olunmaz. Fakat yakalanmadan tevbe eder de tevbekâr olarak gelir teslim
olursa öldürülmez. Ancak yaptığı sihirle insan öldürmüşse kendisi de öldürülür. İmam
Şafiî'ye göre sihirbaz: "Ben öldürmeyi kasdetmedim." derse hata etmiş sayılarak ken-
disinden diyet alınır.

İmam Buhârî'nin naklettiğine göre Said b. el-Müseyyeb, sihir yapan kimseden sihrini
çözmesini istemeyi caiz görmüştür. Bazıları "Nüşra"ya cevaz vermişse de Hasan-ı
Basri bunu mekruh saymıştır.

Nûşra: Cinlerin çarptığı zannolunan bir kimseye tatbik edilen ilaç ve okumadır.

3. Allah'ın haram kıldığı cana kıymak: Haksız yere insan öldürmek İmam Şafiî (r.a.)'e
göre; Allah'a şirkten sonra en büyük günahtır. Bir hadiste: "Allah'ın arşı üç şeyden
deprenir. Ve Allah üç şeyden gazaba gelir." buyrulmuş; Kati bunlar arasında
zikredilmiştir. Katilin tevbesi hususunda ihtilâf edilmiştir. İbn Abbâs (r.a.)'ya göre;
katil ebedi olarak cehennemde kalacaktır. Hanefılerle diğer âlimlere göre; ebedi
olmasa da cehennemde uzun zaman kalacaktır. Dünyevi cezası ise kısasen
öldürülmektir. Ancak maktulün velileri affeder, yahut uzlaşırlarsa kısas edilmez.
Çünkü hak onlarındır. Kasden, haksız yere insan öldürmede Hanefıle-re göre keffâret
verilmez. Zira keffarette ibadet manâsı vardır. Binaenaleyh onunla büyük günah olan
kati ödenemez. Şâfiîlere göre; keffâret lazımdır.

4. Ribâ yemek: Ribâ: mal verip karşılığında mal alırken alman veya verilen karşılıksız
ziyadedir veya haksız kazançtır.

Buradaki yemek tabirinden maksat, riba muamelesi, yani faizcilik yapmaktır.
Faizcilikle kazanılan malların çoğu yenildiği için mezkûr kazanca mecazen yemek
denilmiştir.

Riba meselesi birçok âyet ve hadislerde en şiddetli bir lisanla haram kılınmıştır.

5. Yetim malı yemek: Yetim; babası ölen küçük çocuktur. Hatta Ze-mahşeri'ye göre,
büyük çocuğa da yetim denilebilir. Zira kelimenin lügat manâsı yalnız kalmaktır.
Ancak bu kelime daha ziyade küçükler hakkında kullanılır.

Hadisin zahirine bakılırsa yetim malını yemek mutlak surette- haramdır. Biz bu
mevzuyu 2871 numaralı hadisin şerhinde ayrıntılı olarak açıklamıştık.

6. Düşmana hücum edileceği zaman harpten kaçmak: Ancak bu kaçış, bir müslümana
kendilerinin iki mislinden fazla olmayan bir düşman kuvveti karşısında bulunduğu
zaman haramdır. Daha fazla olurlarsa fazla zayiat vermeyi önlemek için geri
çekilmekte bir sakınca yoktur. Nitekim 2646 numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık.



7. Zinadan uzak müslüman kadınlara zina iftirasında bulunmak. Bu hükme erkeklere
edilen zina iftirası da dahildir. Binaenaleyh kadın olsun erkek olsun akıl, baliğ ve
namuslu olan bir müslümana zina iftirasında bulunmanın cezası seksen, köleye kırk
1691

değnek vurmaktır.

Bezl-ül-Mechûd yazarının da açıkladığı gibi, mevzumuzu teşkil eden hadiste Sevr b.
Yezid ismiyle geçen ravinin ismi aslında Sevr b. Zeyd'dir. Nitekim Buhârî'nin

rivayetinde de Sevr b. Zeyd olarak geçmektedir.

Herhalde Ebû Davud'un bazı nüshalarına bu isim yanlışlıkla Sevr b. Yezid olarak



geçmiştir.

2875... Ubeyd b. Umeyr (aynı zamanda) sahabi olan babasının kendisine (şöyle)
dediğini söyledi:

Bir adam Hz. Peygambere (gelerek):

"Ey Allah'ın Rasûlü! Büyük günahlar nelerdir?" diye sordu. (Hz. Peygamber de):
"Onlar dokuzdur." buyurdu. Ve bir önceki hadisin manasını ifade etti. (Bu hadisin
ravisi İbrahim b. Yakub yahutta Ubeyd' bir önceki hadise) ilave olarak (şunları da)
rivayet etti.

" Müslüman olan anne ve babaya karşı gelmek ve ölü iken de diri iken de kıbleniz

[721

olan beyt-i harama saygısızlık yapmaktır."
Açıklama

Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, Fahr-i Kainat Efendimiz,
ümmetinin tüm günahlardan sakınmalarını temin için büyük günahların hepsini birden
açıklamamış onları ancak yeri geldikçe açıklamıştır. Bu sayede müminler, büyük
günah olur korkusuyla, küçük günahları işlemekten de sakmmışlardır.
Bu hadis-i şerifte bir önceki hadis-i şerife ilave olarak üç büyük günahtan daha
bahsedilmektedir. Bunlar sırasıyla şunlardır:

1. Anneye karşı gelmek

2. Babaya karşı gelmek.

Anneye ve babaya itaatsizlik, hadis-i şerifte "ukûk" kelimesiyle ifade edilmektedir.
Akk ji. ve ukûk: lügatte alakayı kesmek, sıla-i rahimde bulunmamak manasınadır.
Muhammed b. Abdi' s- Selâm bu babda şunları söylemiştir:

"Anneye ve babaya itaatsizliğe ve onlara mahsus olan haklara dair iti-mad
edebileceğim bir kaide bulamadım. Filhakika onlara her emir ve nehy ettikleri şey
hususunda itaat etmek bilittifak vacib değildir. Ama onların izni olmaksızın,
oğullarının cihada gitmesi haram kılınmıştır. Çünkü oğullarının öldürüleceğini veya
azasından bir uzvun kesileceğini düşünür ve buna son derece üzülürler. Çocuklarının
canı veya azasından bir uzvu için tehlikeli görülen her seferin hükmü de budur." Ebû
Amr b. Salah Fetâvâ smda anneye, babaya itaatsizliği şöyle tarif eder: "Haram olan
itaatsizlik vacib fiillerden olmamak şartıyle anne ve babaya azımsanmayacak derecede
eziy-yet veren her fiildir. Çok defa -Günah olmayan her hususta- anneye babaya itaat
farzdır. Bu babda onların emirlerine muhalefette bulunmak, itaatsizliktir denilir.



Alimlerden bir çokları, şüpheli şeyler hususunda bile onlara itaati vacib görmüşlerdir.
Bizim âlimlerimizden bazılarının -anne ve babanın izni olmadan çocuk okumağa ve
ticarete gidebilir- demesi benim söylediklerime muhalif değildir. Çünkü bu söz

173]

mutlaktır. Benim söylediğimde ise kayıtlama vardır.

3. Beyt-i haram (saygı değer ev) denilen Kabe'nin,haram dairesi içerisinde kasden av
avlamak, oradaki yaş ağaçlan kesmek, savaşmak. işteKâ-benin saygınlığını ihlâl eden
bu davranışların hepsi de büyük günahlardandır.

Metinde geçen ölü iken de diri iken de kıbleniz olan sözleriyle kabenin insanların sağ
iken namazlarında kabeye yöneldikleri gibi, ölünce mezara kondukları zamanda

1241

yüzlerinin Kabe'ye çevrildiğine işaret edilmektedir.

11. Mirastan Pay Dağıtılmadan Önce Kefenin Mirastan Temin Edilmesi
2876... Habbâb (b. Eret)'den demiştir ki:

Mus'ab b. Umeyr, Uhud (savaşı) günü şehid edilmişti, (üzerinde) alaca yünlü
kaftandan başka (bir şeyi de) yoktu. Başını örttüğümüz zaman ayaklan dışarda kalıyor,
ayaklarını örttüğümüz zaman da başı dışarıda kalıyordu. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.)

1751

" Onun başını örtünüz ayaklarının üzerine de (biraz) izhir koyunuz." buyurdu.
Açıklama

Musannif Ebû Dâvûd bu hadisi 3155 numarada tekrar rivâ-yet etmiştir. Biz gerekli
açıklamayı orada yaptığımızdan, burada sadece hadisin, tekfin ve tedfin masrafları
karşılanmadan önce ölünün mirasından hiçbir harcama yapılamayacağına ve hiçbir
kimsenin bir pay alamayacağına delalet ettiğini söylemekle yetiniyoruz. Daha geniş

1261

açıklama için okuyucularımızı sözü geçen hadisin şerhine havale ediyoruz.

12- Hibe Ettiği Bir Mal Kendisine Vasiyyet Edilen Yahutta O Mala Varis Olan
Kimse Hakkında

2877... Büreyde'den demiştir ki: Bir kadın Rasûlullah (s.a.)'e gelereK (Ey Allah'ın
Rasûlü):

"Ben anneme bir cariye bağışlamıştım. (Şimdi ise) annem vefat etti. Bu cariyeyi
(miras olarak) bıraktı'* (Bu hususta ne buyurursunuz? diye sormuş da, (Hz.
Peygamber):

"Senin sevabın kesinleşmiştir. Cariye miras olarak sana dönecektir." buyurmuş. (Sonra
kadın: Ey Allah'ın Rasûlu):

"Annem üzerinde bir aylık oruç borcu olduğu halde Öldü. Benim onun yerine oruç
tutmam yeter mi? -yahutta onun borcunu öder mi?-" diye sormuş (Hz. Peygamber de):
"Evet!" cevabını vermiş. (Sonra kadın; Ey Allah'ın Rasûlü annem):



"Hacc etmedi. Benim onun yerine hacc etmem yeter mi? -Yahutta onun borcunu öder



[221

mi?-" demiş. (Hz. Peygamber yine): "Evet!" cevabım vermiş.
Açıklama

Yakınma bir mal bağışlayan kimsenin, bağışta bulunduğu bu yakınının ölmesi halinde,

bu mal ölünün mirasından sayılır.

Dolayısıyla miras hükümlerine göre taksim edilir.

Eğer bu mal eski sahibinin hissesine düşerse, bu sahibinin hissesinden rücû' etmesi
anlamına gelmez. Çünkü hibeden rücû' etmek (dönmek) istenerek yapılan bir iştir. Bu
malın eski sahibine dönmesi ise gayri ihtiyari bir iştir. Alimlerin çoğunluğu bu
görüştedir. Bazılarına göre, hibe edildikten, yahut sadaka olarak verildikten sonra,
hibe edilen kimsenin ölmesiyle bu malın ilk sahibinin eline geçmesi halinde o maldan
yararlanması caiz değildir. Çünkü, o mal Allah yolunda hibe edilmiş ve ona Allah'ın
hakkı tealluk etmiştir. Bu sebeple onu bir fakire bağışlamak gerekir.
Bu hadis-i şerif üzerinde Ramazan orucu, adak ve keffaret gibi oruç borcu varken ölen
bir kimsenin yerine oruç tutmanın caiz olduğunu söyleyen hadis ulemasıyla, Ebû Sevr,
Tavus, el-Hasen, Zuhrî, Katâde ve Hammad'm delilini teşkil etmektedir. Sözü geçen
âlimlerin delillerini teşkil eden diğer bir hadîs-i şerifte, "üzerinde oruç borcu olduğu
halde ölen kimsenin velisi (yakım) onun yerine oruç tutar" mealindeki 2400 numaralı
hadis-i şeriftir.

Sözü geçen hadisin şerhinde açıkladığımız gibi, İmâm Şafiî'nin eski görüşü de
böyledir. İmam Nevevî de bu görüşü tercih etmiştir.

İmâm Ebû Hanife ile İmâm Mâlik, el-Leys, Evzâî ve Sevrî'ye göre; üzerinde oruç
borcu olduğu halde ölen bir kimsenin yerine oruç tutulamaz. İmam Şafiî'nin yeni
görüşü de böyledir.

Ancak İmam Ebû Hanife ile arkadaşları, üzerinde oruç borcu varken ölen bir kimse,
sağlığında fidye verilmesini vasiyyet etmişse yakınlarının onun hesabına her gün bir
fitre verebileceklerini söylemişlerdir.

İmâm Mâlik'e göre; "yakınlarının onun hesabına hergün için bir müdd vermeleri
yeterlidir.*' Delilleri: "Herhangi bir kimse üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse

1281

onun yerine hergün bir yoksula yemek yedirilsin." mealindeki hadis-i şerifle,
Nesâî'nin Sünen-i Kübra'smda rivayet ettiği "Kimse kimsenin yerine namaz kılamaz,
kimse kimsenin yerine oruç tutamaz" mealindeki hadis-i şeriftir. İmam Ahmed'e göre;
velisi, Ölünün nezrettiği orucu tutabilir. Fakat Ramazan orucunu tutamaz. Ancak
hergün için bir müddlük fitre verebilir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, üzerinde hac borcu varken ölen bir
kimsenin yerine başka bir kimsenin hac etmesiyle borçlu olarak ölen bu kişinin hac
borcundan kurtulacağı ifade edilmektedir. Bezi yazarının açıklamasına göre; İbn

1291 '

Melek âlimlerin bu mevzuda ittifak ettiklerini söylemiştir.
13- Malını Vakfeden Kişi Hakkında
2878... İbn Ömer'den demiştir ki:

Hayber'de Ömer (b. Hattâb)'m hissesine bir tarla düşmüştü. Bunun üzerine (Ömer)



Peygamber (s.a.)'e gelerek: (Hayber'den)

"Benim hisseme bir tarla düştü. Bana hiçbir zaman ondan daha güzel bir mal isabet
etmedi. Bu tarla hakkında bana ne (yapmamı) emr edersiniz?" dedi. ( Hz. Peygamber
de):

"İstersen (tarlanın) aslını Vakfeder gelirini, tasadduk edersin." buyurdu.
Bunun üzerine Ömer bu toprağın aslı satılmamak, hibe edilmemek, miras yoluyla
mülk edinilmemek şartıyla gelirini fakirlere, yakınlara, köleleri (azat etmek isteyen
kimseler)e Allah yolunda (çalışanlara) ve yolda kalmışlara tasadduk etti. (Çünkü Hz.
Peygamberdin bildirdiği üzere onun aslı satılamaz bağışlanamaz. Miras yoluyla mülk
edinilemez. O ancak fakirler, yakınlar, (Azat edilecek) köleler, Allah yolunda
çalışanlar içindir. (Müsedded, hadisin burasına) Bişr'den (rivayet ettiği şu kelimeyi de)
ilâve etti. "ve konuk(lar)a" (tasadduk etti. Hadisin bundan) sonra(ki kısmında bu
hadisi Müsedded'e nakleden kimseler şu sözleri rivayette) birleştiler.
"Bu toprağa mütevelli olan kimsenin bundan mal edinmeksizin ve mülkiyetine
dokunmaksızm örfe göre yemesinde, bir dostuna yedirmesinde bir günah yoktur.
Müsedded (bu hadise) Bişr'den (naklen şunu da) ilave etti: (Bişr) dedi ki (bana İbn
Avn şöyle) dedi: Muhammed (İbn Sîrin bu hadiste geçen -gayra mutemevvilin malen
kelimesinin) "Gayra müteessilin malen= aslına dokunulmaksızm" (şeklinde rivayet

LM

edilmesi gerektiğini) söyledi.
Açıklama

Her ne kadar metinde geçen "onun aslı satılamaz, bağışlanamaz, miras yoluyla mülk
edinilemez'* şeklindeki şartlar zahirde Hz. Ömer'e aitmiş gibi görünüyorsa da
Beyhâki'nin Sünen-i Kübra'-smda Yahya b. Said yoluyla Nâfı'den rivayet edilen bir
hadis-i şerifte bu şartların Hz. Peygamber tarafından konduğu açıkça ifade edildiği

£81]

gibi, Buhâ-rî'nin bir rivayetinde de bu şartları Hz. Peygamberin koyduğu açıklan-
maktadır. Bu bakımdan biz tercümemizde parantez içerisinde ilave ettiğimiz
açıklamalarla buna işaret ettik. Bu şartların Hz. Ömer tarafından konmuş olduğu kabul
edilse bile, onun bunları Hz. Peygamber'den öğrendiği esaslara uygun olarak koymuş
olduğu muhakkaktır.

Metinde geçen "yakınlar" kelimesiyle vakfeden kimsenin yakınları kas-dedilmiş
olabileceği gibi: "... Bilin ki, ganimet olarak aldığı ri iz şeylerin beş-tebiri Allah'a,
Rasûlüne ve (Allah'ın Rasûlü ile) akrabalığı bulunan(lar) a, yetimlere, yoksullara ve

[821

yolculara aittir..." âyet-i kerimesinde geçen yakınlar da kastedilmiş olabilir.
Müfessirlerin açıklamasına göre, bunlar Ha-şimoğulları ile Abdülmuttaliboğullarıdır.
Hadîs-i şerifte söz konusu edilen vakfın gelirinin nerelere harcanabileceği kesin bir
şekilde belirlenmiştir. Bu yerler şunlardır.

1. Fakirler; kendilerine zekat ve sadaka verilebilenler

2. Köleleri satın alıp azat etmek isteyenlerle, bir miktar para ödeyince azat edileceğine
dair efendisinden söz alan mükateb köleler.

3. Allah yolunda çalışanlar

4. Yolda kaldığı için parasız duruma düşen kimseler

5. Yakınlar



6. Akrabalar

Ayrıca bu şartlar içerisinde araziye bakacak olan mütevellinin örfe uygun bir şekilde,
yani ihtiyacına ve hizmetine uygun düşecek kadar yemesine ve örfe uygun bir şekilde

£831

dostuna ikram edilmesine izin verilmektedir.
Bazı Hükümler

1. Vakıf meşrudur. Buna yalnız Kadi Şureyh muhalefet etmiştir.

2. Cumhuru ulema,tnıam Ebû Yûsuf ve tmam Muhammed, vakfın caiz olduğuna
bununla istidlal etmişlerdir. Vakfı kuran şahıs sağ olduğu müddetçe, vakfettiği malın
gelirini tesadduk etmesinin vacib olduğu hususunda âlimler arasında ihtilaf yoktur. Bir
kimse evini veya arazisini vakfetse, bunların gelirlerini tesadduk etmesi icab eder. Bu,
o malın gelirini nezretmek gibi bir şey olur. Keza vakıf, hakimin hükmü ile yapılmış
veya öldükten sonraya izafe edilmişse, mal sahibinin malı olmaktan çıktığında da
ihtilaf yoktur. Fakat, hakimin hükmü bulunmaz yahut vakfedilen şey öldükten sonraya
izafe edilmezse, caiz olup olmadığı âlimler arasında ihtilaflıdır.

İmam Azam* a göre, bu suretle yapılan vakıf; sahih ve caiz değildir. Sahibi o malı
satabilir, yahut hibe edebilir. Öldükten sonra o mal mirasçılarının olur. İmam Ebû
Yusuf la İmam Muhammed ve Cumhur: "Bu vakıf caizdir, satılamaz, bağışlanamaz,
miras olarak da alınamaz" demişlerdir.

3. Vakfedilen mal, sahibinin mülkünden çıkıp Allah'ın olduğu için satılması,
bağışlanması ve miras olarak alınması caiz değildir.

4. Vakfedilen mal, kime vakfedildi ise onun mülkü olup olamayacağı ihtilaflıdır.
Hanefiler'e göre, o kimsenin mülkü olamaz. O, yalnız gelirinden istifâde eder. Çünkü
vakıf demek: Malın aslını hapsederek gelirini te-sadduktur. Hapis ise o malın mülk
olmasını gerektirmez.

tmam Mâlik ile İmam Ahmed ve bir rivayete göre İmam Şafiî, vakfedilen malın kime
vakfedilmişse onun mülkü olduğuna kaildirler; elverir ki o şahıs ehil olsun. İmam
Şafiî'den diğer bir rivayete göre de vakfedilen malın mülküyeti Allah'a intikal eder. Bu
kavil Hanefıler'den de rivayet olunmuştur.

5. Vakfın mütevellisi, maruf yolu ile yani ihtiyacından fazla birşey almamak şartıyla,
vakfm gelirinden nafaka alabilir. Fakat bu hüküm vakıf

yapılırken mal sahibi ona bir şey tayin etmediğine göredir. Muayyen bir miktar tayin
etmişse, onu alır.

6. Vakıfta şart sahihtir. Hatta: "Vakfın şartı, şari'in nassı gibidir." derler.

7. Hayır işlerinde fazilet ve salah ehli kimselerle istişare yapılmalıdır.

8. Hayber, cebren alınmış ve gaziler arasında ganimet olarak taksim edilerek onların
mülkü olmuştur.

9. Hadis-i şerif, Hz. Ömer'in yüksek faziletine delildir.

10. Yine bu hadis, akrabaya yardımın ve onlara yapılan vakfın faziletini göstermektir.
[841

11. Malım Vakfeden bir kimsenin, vakfın gayesine uygun olarak koymuş olduğu

£851

şartlar geçerlidir.



2879... Yahya b.'Said, Ömer b. Hattab'm vakfından (bahsederken) dedi ki:
Abdulhamid b. Abdillâh b. Abdillâh b. Ömer b. el-Hattab bana (o vakfın vakfiyesinin)
bir suretini yazıverdı (ki şöyledir):

"Bismillahirrahmanirrahim şu (yazı), Allah'ın kulu Ömer'in (Medine' yakınlarında
bulunan) semg (denilen yer) de yazmış olduğu vakfiyedir.

(Yahya b. Said, Hz. Ömer'in maHarım vakfetmesiyle ilgili haberini bir önceki) Nafı'
hadisine uygun şekilde anlattı, (ancak bir önceki hadiste geçen -gayra mutemevvilin
mâlen- kelimesi yerine) "gayra müteessilin = aslına dokunmayarak" (kelimesini)
rivayet etti. (Yahya b. Said rivayetine devamla vakfiyenin kalan metninin şöyle
olduğunu söyledi. Mütevelli, vakfın gelirinden bir kısmını örfe uygun bir şekilde
yedikten, bir kısmını da gerekli yerlere harcadıktan sonra) meyvesinden kalan kısmı
dilenci(ler) ve muhtaç(lar) içindir. (Ravi el-Leys) dedi ki: (Yahya b. Said, Hz. Ömer'in
mallarını vakfetmesi olayını olduğu gibi) anlatmaya devam etti ve şöyle dedi: Semg
(deki vakfın) mütevellisi dilerse onun meyvesinden (bir kısmını satarak parasıyla vak-
fın) hizmeti(ni yürütmesi) için bir köle satın alabilir. (Bu vakfiyeyi) Muaykîb yazdı,
Abdullah b. el-Erkam'da şahid oldu. (Birinci vakfıy-ye burada sona erdi, ikinci
vakfiyye de şöyledir:)

"Bismillahirrahmanirrahim şu, Allah'ın kulu Ömer'in yaptığı va-siyyettir. Eğer
kendisine ölüm gelirse Semg (denilen yerdeki arazi) ile İbn'ül-Ekva bölümü (denilen
küçük hurmalık) ve oradaki (hizmetleri yürüten) köleye ve Hayberdeki (bana düşen)
yüz hisse ile oradaki köleye ve Muhammed (s.a)*in vadi (el-kura)'da ona verdiği, yüz
(yük ağırlığındaki yiyeceğe) (kızım) Hafsa hayatı boyunca mütevelli olacaktır. Sonra
da onun ailesinden aklı başında birisi mütevelli olacaktır. (Şu şartla ki bu vakıf)
satılamaz. (Onunla bir şey) satın alınamaz. (Ancak mütevelli onun gelirini) dilenci ve
muhtaç (kimseler) le (kendi) yakm-lar(m)dan (uygun) gördüğü birisine verebilir.
Ayrıca Vakfa mütmöm da hürriyetine kavuşturmak için) köle satın almasında bir
[861

sakınca yoktur.
Açıklama

Vakıf: Bir mülkün menfaatini halka tahsis edip aynını Allah Teâlâ'nm mülkü
hükmünde olarak temlik ve temellükden müebbeden men etmektir. Bu ta'rif tmameyne
göredir. İmam Azam'a göre; vakıf; bir mülkün ayni (aslı) sahibinin mülkü hükmünde

kalmak üzere menfaatini bir cihete tasadduk eylemektir.

Hadis-i şerifte, Hz. Ömer'in iki ayrı vakıf için iki ayrı vakfiyye (vakfa dair, vakfın
şartların ihtiva eden vesika) yazdırdığı ifade edilmektedir. Bunlardan birincisi,
Besmele ile başlayıp, "Abdullah b. Erkam da Şahid oldu" anlamına gelen cümleyle
sona ermekte, ikincisi de yine Besmeleyle başlayıp metnin sonuna kadar devam
etmektedir. Merhum, Kamil Miras, Hz. Ömer'in vakfettiği hurmalıklar hakkında şu
malumatı veriyor.

İbn Esir Nihayesinde; "serag ve sar m e Ibnü'1-Ekva'; Medine'de ma'ruf ve Hz. Ömer'e
ait iki hurmalıktı. Sonra Hz. Ömer bunları vakfetmiştir." diyor. Mu'cemi Kubrada da
semg, Medine hizasında bir yerin adıdır. Burada Hz. Ömer'in güzel bir hurmalığı
vardı. Bir gün Ömer buraya gitmişti. Orada meşgul olurken ikindi namazını kaçırdı.
Müşarünileyh hazretleri bundan müteessir olarak sahabe toplantısında:



"Bu hurmalık beni namazdan alıkoydu. Şahid olunuz! Bu malım sadakadır," demiştir,
£881

denilmektedir.

Avn-ül Ma'bud yazarının açıklamasına göre, metinde Hz. Ömer'in vakfettiğinden
bahsedilen Hayber'deki yüz hisselik arazisinden maksat: Hayber savaşında
müslümanlarm eline geçipte, müslümanlar arasında dağıtılan araziden Hz. Ömer'in
payına düşen hisse değildir. Buradaki arazi Hayber'-de bir müslümantn hissesine
düşen arazinin yüz misli büyüklükte bir arazidir. Hz. Ömer bunu ganimetlerden
hissesine düşen mallarla satın almıştır. Nitekim şu hadis-i şerifte bu gerçeği dile
getirmektedir. İbn Ömer (r.a.)'dan Ömer (r.a.) Rasülullah (s.a.)'e geldi ve "Ey Allah'ın
Rasûlu, şimdiye kadar hiç sahip olmadığım bir mala sahip oldum... Benim yüzbaş

JM

hayvanım vardı onlarla, Hayber ehlinden yüz hisselik bir yer aldım" dedi.
Metinde geçen "... sonra onun ailesinden aklı başında biri mütevelli olacaktır..."
anlamına gelen cümle, Abdullah b. Şübbe'nin Yezid b. Harun vasıtasıyla İbn Avn'den
rivayet ettiği hadiste "Sonra, Ömer ailesinin büyüklerini mütevelli tayin ediyorum"
anlamına gelen kelimelerle nakledilmiştir. Da-rekuthî'nin rivayeti ile İmam Ahmed'in
Nafı'den rivayet ettiği hadis de böyledir. Bu da gösteriyor ki, Hz. Ömer bu vakıfların
mütevelliliğine önce Hz. Hafsa'yı tayin etmiş, onun ölümünden sonra da önce "onun
başına Ömer ailesinin büyükleri gelecek" şeklinde umumî bir ifade kullanmış, daha
sonra ifadesini özelleştirerek, Hz. Hafsa'nm ailesinden görüşüne güvenilir bir kimseyi,
mütevelli tayin ettiğini açıkça ifade etmiştir. Nitekim Ömer b. Şub-be'nin rivayetine
göre, Ebû Gassân:

"Ben Ömer ailesinin yanında muhafaza edilen bu vakfiyenin bir suretini aldım. Orada
Hz. Hafsa'nm ölümünden sonra bu vakfın mütevelliliğinin Hz. Hafsa'nm ailesine
intikal edeceği ifade ediliyordu." demektedir. Binaenaleyh bu rivayetler arasında bir
çelişki yoktur.

Metin, vakfıyyenin Muaykıb tarafından yazıldığı ifade edildiğine göre, bu vakfiyyenin
Hz. Ömer'in hilafeti zamanmda yazıldığı düşünülebilir. Çünkü Muaykıb Hz. Ömer'in
halifeliği sırasında katibi idi. Nitekim Vakfiyyede Hz. Ömer'den Müminlerin emiri
diye bahsedilmesi de bunu gösterir. Ancak Hz. Ömer'in bu vakfıyyenin metnini Hz.
Peygamber zamanında hazırlayıp, kendi hilafeti döneminde şahitler huzurunda kaleme
aldırmış olması da mümkündür.

Bu hadisle ilgili fıkhi hükümleri bir önceki hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada

[901

tekrara lüzum görmüyoruz.

14. Ölen Bir Kimsenin Yerine Sadaka Vermek

2880... Ebû Hüreyre'den demiştir ki: Rasülullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:

"İnsan Öldüğü zaman (bütün) amel(ler)i kendisinden kesilir. Ancak üç şey müstesna;

im

sadaka-i cariye, faydalanılan ilim ve kendisine dua eden mümin evlâd."
Açıklama



Bu hadisi şerifte, insanın dünyada işlemekte olduğu amellerinin sevabı, ölümüyle



birlikte sona erdiği ve artık bu amellerin sevabı, o kimsenin amel defterine bir daha
yazılmadığı fakat şu üç amelin sevabının insanın ölümünden sonra da yazılmaya
devam ettiği ifade edilmektedir.

1. Sadaka-i cariye: Bir kimsenin ölümünden sonra da devam eden ve Allah rızası için
insanların istifadesine sunulmuş olan hayır müesseseleri, mektepler, camiler, çeşmeler
ve vakıflardır. Sözü geçen bu hayırların sevapları kesilmediği için onlara "sürekli
hayır" anlamına gelen "sadakay-ı cariye" ismi verilir.

2. Kendisinden (sürekli olarak) faydalanılan ilim kişinin sağlığında öğrenip, neşretmiş
olduğu ilimdir. Neşir kitap yazıp yayımlama şeklinde olabileceği gibi, öğrenilen
bilgileri başkalarına öğretme yoluyla da olabilir.

3. Dua eden salih evlât: îbn Hacer el-Mekki'ye göre, burada salih evlat sözüyle
kasdedilen mümin evlattır.

Bu mevzuda Münavi (r.a.) şöyle diyor: "Aslında ölen bir kimsenin arkasından dua
eden her müslümamn duası ölüye ulaştığı halde, burada sadece salih evladın
duasından bahsedilmesinin hikmeti; çocukları, anne ve babalarının ardmdan'dua
etmeye teşviktir.

tmam Nevevî şöyle diyor: Ölünün arkasından verilen sadaka ile edilen duanın
sevabının ölüye ulaştığında âlimler arasında ittifak olduğu gibi, onun ölümünden sonra
mali borçlarının ödenmesinin onu borçtan kurtaracağında da ittifak vardır.
İmam Şafiî ile taraftarlarına göre, üzerinde hac borcu varken Ölen bir kimsenin
arkasından onun hesabına yapılacak hac, onu hac farizası borcundan kurtarır. Eğer bu
kişi ölümünden önce kendisi nafile bir hac yapılmasını vasiyyet etmişse, bu hac
vasiyyet hükmüne girer, dolayısıyle bir vasiyyet olarak o haccm yerine getirilmesi
gerekir. Şafiî mezhebi ve cumhur ulemaya göre; ölünün yerine namaz kılmak caiz
olmadığı gibi, ölü için okunan ve ona bağışlanan Kur'ân'm sevabı da ölüye ulaşmaz.
Yine İmam Şafiî ile cumhur ulemaya göre; ölüye bağışlanan namaz ile orucun sevabı
da ölüye erişmez. Ancak ölünün velisinin yahutta bu velinin izin verdiği bir kimsenin
ölünün yerine tuttuğu farz oruç, Şâfıîlerin müteahhirin âlimlerinin muhakkiklerine
göre, makbul olur. İmam Şafiî'den bu hususta iki görüş rivayet edilmiştir. Bu iki
görüşten en meşhur olanına göre, ölü hesabına tutulmuş olan bu oruç ödenmiş olmaz.
Hattâbî'de, konumuzla alakalı hadis-i şerifin "namaz ile orucun ve bunlara benzeyen
diğer ibadetlerin vekillik kabul etmediğine ve dolayısıyle ölen bir kimsenin üzerinde
borç olarak bulunan bedeni ibadetlerin başkası tarafından ödenemeyeceğine delalet
ettiğini" ifade etmiştir. Hanefi âlimlerinden İbn Abidin bu mevzuda şöyle diyor:
Âlimlerimizin, hac babında, açıkladıklarına göre; insan, namaz, oruç, sadaka ve
benzeri amellerinin sevabını başkasına bağışlayabilir. Hidaye'de böyle denilmiştir.
Hatta Tatarhaniye'de Muhit'ten naklen nafile sadaka veren kimsenin, bütün mü'min ve
mü'minata niyet etmesinin efdal olduğu bildirilmiştir. Çünkü bu onlara erişir ve seva-
bından hiç bir şey eksilmez. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat'm mezhebi budur. Yalnız İmam
Mâlik ile Şafiî, sırf bedeni olan namaz ve Kur'ân okumak gibi ibadetleri istisna
etmişlerdir. Onlara göre, bunların sevabı ölüye ulaşmaz. Mutezile taifesi Ehl-i sünnet'e
muhalefet etmişlerdir. Tamamı Fethul-Kadir' dedir.

Ben derim ki: Şafiî'den meşhur olan kavil yukarıda geçmiştir. Şâfıîle-rin müteehhirin
âlimlerinin beyanına göre, meyyit huzurunda okunan Kur'ân ona ulaşır. Keza hemen
Kur'ân'm arkasından dua ulaşır. Çünkü Kur'ân okunan yere rahmet ve bereket iner.
Onun arkasından yapılan duanın kabulü daha yakındır. Bunun muktezası şudur:
Murad, meyyitin Kur'ân'dan is-tifadesidir. Sevabın hasıl olması değildir. Onun için de



dua ederken, "Ya-rabbi okuduğumun sevabı kadar sevabı filana ulaştır!" demeyi tercih
etmişlerdir.

Bize gelince, meyyite ulaşan bizzat sevaptır.Bahır'da şöyle denilmiştir: "Bir kimse
oruç tutar, namaz kılar veya sadaka verir de sevabını başka bir ölüye veya diriye
bağışlarsa caiz olur. Bu sevab Ehl-i sünnet ve'l-cemaat'a göre onlara ulaşır."
Bedayi'de böyle denilmiş, sonra şöyle devam edilmiştir: "Bundan anlaşılır ki,
bağışlanan kimsenin ölü veya diri olmasının farkı yoktur. Zahire göre, sevabı, o fiili
yaparken bağışlamasıyla, evvela kendisi için yapıp sonra başkasına bağışlaması
arasında fark yoktur." Fetava'da, "Farzlarda caiz değildir diyenler olmuştur." ibaresi
192]

vardır.

[93]

"İnsana, kazandığından başka bir şey yoktur." âyetine gelince: O te'vil edilmiştir.
Yani ancak bağışlarsa caiz olur denilmiştir.

Nitekim Kemal tahkikini yapmış kısaca şöyle demiştir: "Ayet-i kerime, Mutezile
taifesinin söylediği manâda zahir ise de nesih veya takyid edilmiş olması ihtimali
vardır. Bu neticeyi tesbit eden hadis sabit olmuştur ki, o da Peygamber (s.a.)'in iki ala
koç kurban etmesidir. Bunların birini kendi namına diğerini ümmeti namına kesmiştir.
Bu hadisi sahabeden bir çok kimseler rivayet etmiş; hadis yaygın bir hal almıştır.
Binaenaleyh meşhur olması ihtimalden uzak değildir. Meşhur hadisle ise, mutlak olan
âyet takyid edilebilir. Dârekutnî'nin rivayetine göre, biri Peygamber (s.a.)'e sormuş;
"Annem babam vardı. Hayatlarında kendilerine itaat ederdim ölümlerinden sonra
onlara ne iyilik edeyim?" demiş. Rasûlullah (s. a.):

"Öldükten sonra hayır namına kendi namazınla birlikte onlar için de namaz; orucunla
birlikte onlar için de oruç tutmalısın" buyurmuştur. Hz. Ali'den dahi Rasûlullah
(s.a.)'den naklen şu hadis rivayet olunmuştur.

"Bir kimse kabristana uğrar da on bir defa ihlâs sûresini okur ve sevabını ölülere
bağışlarsa» kendisine ölülerin sayısınca sevap verilir." Enes'den de rivayet olunmuştur
ki:

"Ya Rasûlullah! Biz ölülerimiz namına sadaka veriyoruz. Onlar namına haccediyor
duada bulunuyoruz. Acaba bu onlara vasıl oluyor mu?" diye sormuş. Rasûlullah (s.a.),
"Evet, onlara vasıl olur ve onlar bundan, sizden birine bir tabak hediye geldiği zaman
nasıl sevinirse öyle sevinirler" buyurmuştur.

Bu hadisi, Ebû Hafs Ükberî rivayet etmiştir. Bir rivayete göre Peygamber (s.a.):
"Ölülerinize Yasin okuyun!" buyurmuştur. Bu hadisi Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Bütün bunlar ve sözü uzatırız korkusuyla bıraktıklarımız arasındaki kadr-i müşterek
tevatür derecesini bulmaktadır. Bu kadr-i müşterekten murad, başkasının amelinden
faydalanmaktır. Keza Kur'ân-ı Kerim'de, anneye babaya dua edilmesi emr
buyurulmuştur. Meleklerin mü'minlere istiğfarda bulundukları haber verilmiştir.
Bunlar fayda hasıl olduğunu göstermekte kesindir. Ve bunlar Mutezile'nin istidlal
ettikleri âyetin zahirine muhaliftir. Çünkü o âyetin zahiri, bir kimsenin biri için
istiğfarda bulunması hiçbir vecihle fayda vermeyeceğini gösterir. Çünkü bu kendi
emeği değildir. Biz, "Ayetin zahiri murad değildir" diyerek, onu kişi hibe etmezse
diye kayıtladık. Bu, mensuhtur demekten evlâdır. Zira daha kolaydır. İrade ettikten
sonra batıl olma yoktur. Bir de bu âyet haber kabilindendir. Haberlerde nesih yoktur.
Yahut âyetteki "lâm', ala" manasınadır. Bu ikinci bir cevabtır. Ama Kemal onu
reddetmiştir. Çünkü âyetin zahirinden ve gelişinden uzaktır. Ayet, yüz çeviren ve



cimrilik eden kimseye va'z ve nasihattir. Şu da var ki bu âyet, "Hiç kimse başkasının
günahını yüklenmez" âyetiyle tekerrür etmektedir. Daha başka cevaplar da verilmiştir.
Onları Zeylâî ve başkaları sıralamıştır. Bazıları şunlardır:

1. Bu âyet neshedilmiştir.

2. Bu âyet Musa ve İbrahim (a.s.)'m kavimlerine mahsustur. Çünkü onların
sahifelerindekini hikaye etmektedir.

3. Bu âyetteki insandan murad kafirdir.

4. Bu adalet yoluyla değil, fakat fazl ve ihsan yoluyla olur demektir.

5. İnsana ancak emeğinin karşılığı vardır. Lakin bazan çalışması esbaba tevessüle olur.
İhvanını çoğaltır. İmanı tahsil eder. Peygamber (s.a)'in "Ademoğlu ölünce ameli
kesilir. Ancak üç şeyden kesilmez..." hadisine gelinçe: Bu hadis, başkasının ameli
kesildiğine delalet etmez. Bizim sözümüz ise, başkasının ameli hakkındadır. (Zeylâî)
"Kimse kimse namına oruç tutamaz ve kimse kimse namına namaz kılamaz." hadisi
ise borçtan kurtulmak hususundadır. Sevap hakkında değildir. Nitekim Bamr'da beyan

194]

edilmiştir.

Celadeddin Suyutî, sevabı kesilmeyen hayırların sayısını bir şiirinde ona çıkarmıştır ki
sırasıyla şunlardır.

1. Neşredilmiş ilim 2. Evladın duası, 3. Ağaç dikmek 4. Sadaka-ı cariye 5. Miras
olarak bırakılan Kur'ân-ı Kerim 6. Sınırda nöbet tutmak 7. Kuyu kazmak 8. Bir nehrin
suyunu bir yere akıtıp insanların istifadesine sunmak 9. Gariplerin barınması için
hanlar ve imaretler inşa etmek 10. İçerisinde zikir yapılması yahut ta Kur'ân-ı Kerim

[951 '

okunması için bina inşa etmek.

15. Kendisi İçin Sadaka Verilmesini Vasiyet Etmeden Ölen Bir Kimsenin Yerine
Sadaka Verilebilir Mi?

2881... Aişe (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; bir kadın (Hz. Peygamber'e gelerek)
"Ey Allah'ın Rasûlü, annem ansızın vefat etti. Eğer bu ani ölüm başına gelmeseydi
(kanaatimce malının bir kısmını) tasadduk (etmemizi vasiyyet) ederdi ve (mutlaka
malının bir kısmını da kendi eliyle halka) verirdi. Şimdi benim onun yerine sadaka
vermem yeterli midir?" diye sormuş da Peygamber (s. a.):

1961

"Evet onun yerine sadaka ver!" buyurmuş.
Açıklama

Bu hadisi şerifte, ölünün ardmdan verilen sadakaların sevabinin, ölüye ulaşacağı ifade
edilmektedir. Ibn Mace'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, ölünün ardından verilen

1971

hayırların onun günahlarına keffaret olacağı ifade edilirken yine İbn Mace'nin
rivayet ettiği bir hadis-i şerifte de ölünün arkasından verilen bir sadakanın sevabının
hem ölüye hem de bu sadakayı veren kimseye yazılacağı açıklanmaktadır. Her ne
kadar konumuzla alakalı bu hadis-i şerifte, ölen annesinin yerine sadaka vermesinin
caiz olup olmadığını soran kimsenin bir kadın olduğu ifade ediliyorsa da, kutub-i
sittenin diğer rivayetlerinde bu soruyu soran kimsenin bir erkek olduğu ifade



edilmektedir.

Hafız İbn Hacer'in açıklamasına göre; kutub-i sittenin bu mevzudaki diğer rivayetleri,
Sünen-i Ebû Davud'un rivayetine nisbetle daha sağlam ve tercihe şayandır. Çünkü bu
soruyu soran zât gerçekte Sa'd b. Ubadedir. Annesinin ismi de Amre'dir. Hanefi
âlimlerinden Bedruddin Ayninin açıklamasına göre; Sünen-i Ebû Dâvûd da anlatılan
hadise, ile kutub-u sittenin diğer rivayetlerinde anlatılan hadiseler aynı hadiseler

İM

değildir. Ayrı ayrı zamanlarda vukubulmuş, birbirine benzeyen iki ayrı hadisedir.
Bazı Hükümler

1. Müslüman bir ölünün ardında sadaka vermek müstehaptır.

2. Müslüman bir ölünün ardından sadaka verebilmek için, ölünün bu sadakanın
verilmesini vasiyet etmiş olması şart değildir. Biz, fıkıh âlimlerinin bu mevzudaki
görüşlerini bir önceki hadisin şerhinde açıkladığımız için burada tekrara lüzum

£921

görmüyoruz.

2882... İbn Abbas'dan demiştir ki; bir adam(Hz.Peygamber'in huzuruna gelerek)
"Ey Allah'ın Rasûlü annem vefat etti. Onun yerine sadaka versem ona faydası
olur,mu?" diye sormuş (Peygamber efendimiz):
"Evet!" cevabını vermiş (Bunun üzerine adam):

"Öyleyse benim bir bostanım var, bu bostanı annemin yerine sadaka olarak verdiğime

UM

dair seni şahid tutuyorum" demiş.
Açıklama

Bu hadis-i şerifte, malından hayır verilmesini vasiyyet etmeden ölen bir kimsenin
ardından verilen sadakaların sevabının ona yetişeceğini ifade etmektedir. Biz Fıkıh
âlimlerinin bu mevzudaki görüşlerini 2850 numaralı hadisin şerhinde

[101]

açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.

16. Velisi Müslüman Olan Bir Harbinin Vasiyetini Yerine Getirmek Gerekir Mi?

2883... Amr b. Şuayb'm dedesi Amr b. As'dan rivayet olunduğuna göre:
As b. Vail kendi hesabına (ölümünden sonra) yüz köle âzât edilmeşini (oğullarına)
vasiyyet etmişti. Bunun üzerine oğlu Hişam, elli köle azat etti. Kalan elli köleyi de
(diğer) oğlu Amr (b. As) azat etmek istedi ve "Ben (bunu bir) Rasûlullah (s.a.)'e
sorayım" dedi. Sonra (Hz. Peygamberin huzuruna varıp):

"Ey Allah'ın Rasûlü babam kendi hesabına yüz köle azat edilmesini vasiyyet et(miş)ti.
(kardeşim) Hişam onun hesabına elli köle azat etti. Şimdi babamın üzerinde borç
olarak elli köle kaldı. (Bu elli köleyi) onun hesabına azat edebilir miyim?" dedi.
Rasûlullah (s.a.) de:

"Eğer o müslüman olsaydı da onun hesabına köle azat el şeydiniz, yahut sadaka



£102]

verseydiniz, ya da hacc etseydiniz bu(nlarm sevabı) ona erişirdi" buyurdu.
Açıklama

Harbi: Müslümanlarla aralarında sulh akdi bulunmayan ülke ahalisinden herbırıdır.
[103]

Bu hadis-i şerifte, ölümünden sonra kendi hesabına yüz köle azat edilmesini iki oğluna
vasiyyet ederek öldüğünden bahsedilen kimse, Hz. Peygambere düşmanlığıyla tanınan
ve Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden olan As b. Vâildir. Müşrik olarak yaşamış,
müşrik olarak ölmüştür.

Kendilerine yüz köle azat etmeleri için vasiyyette bulunduğu oğulları ise Hişâm (r.a.)
ile Artır (r.a.)dır. İbn Hibban'm rivayetine göre Hişam, İslama girmeden önce Ebû-As
künyesiyle künyelenmişti. Fakat Hz. Peygamber onun bu künyesini değiştirerek O'na
Ebû Muti künyesini verdi. Hz. Hişam İsla-mm ilk yıllarında müslüman olmuş, Mekke
müşriklerinin dayanılmaz işkencelerinden kurtulmak için bazı müslümanlarla birlikte
Habeşistana hicret etmişti.

Yermük savaşında Allah yolunda savaşırken şehid oldu. İbn Sa'd'm açıklamasına göre,
annesi Ümmü Hanmele b. Hişam b. el-Muğîre'dir.

As b. Vâil'in diğer oğlu ise, Hz. Hişam'm ağabeyi olan meşhur Mısır fatihi Amr b.

Lİ041

As'dır.

Bazı Hükümler

1. Sadakanın kafire faydası olmaz.

2. Ölen bir muslumanm arkasından yapılan malı ve bedeni ibadetlerin sevabı ona
ulaşır.

3. Kafirin mirasçılarının veya yakınlarının, onun vasiyy etini yerine getirmeleri
gerekmez.

[1051

4. Ölen bir muslumanm yerine köle azat edip sevabını ona bağışlamak caizdir.

17. Borçlu Olarak Ölüpte Geride Borcunu Ödeyecek Kadar Parası Kalan
Kimsenin, Alacaklılarından, Alacaklarını Tehir Etmeleri Ve Mirasçılara Karşı
Yıjmuşak Davranmaları İstenir Mi?

2884... Cabir b. Abdullah'ın haber verdiğine göre; babası bir ya-hudiye otuz vesk
borcu varken ölmüş. Cabir yahudiden bu borcu ertelemesini istemişse de yahudi
(bunu) kabul etmemiş. Bunun üzerine Cabir Peygamber (s.a.)'e gidip (yahudinin
alacağını ertelemesi hususunda) aracılık etmesini rica etmiş. Rasûlullah (s. a.) de
yahudiye varıp alacağına karşılık olmak üzere Cabir'in hurma ağaçlarının meyvesini
almasını teklif etmiş. Yahudi bunu da kabul etmemiş sonra Rasûlullah (s.a.) yahudiye
(borcunu ödemesi için) Cabir'e biraz mühlet vermesini teklif etmiş. (Yahudi bunu da)
kabul etmemiş. (Vehb b. Key-san) bu hadisi(n tamamını sonuna kadar) rivayet



£1061

etmiştir.



Açıklama

Vesk: Kûfelilere göre,-200 kg. lık bir ölçektir. 60 sa' Rasul-u Zîşan Efendimizin,
Yahudiye, Hz. Cabir'den alacağı olan otuz vesk (- 6000 Kg) kuru hurma yerine onun
hurma ağaçlarında bulunan yaş hurmayı almasını teklif etmekle, kuru hurma
karşılığında yaş hurma satın almasını teklif etmiş değil, ancak ikisi arasında bir sulh
akdi teklif etmiştir. Yaş hurma ile kuru hurma satın almayı Rasûl-u Ekrem

£1071

Efendimizin bizzat kendisi yasaklamış olduğundan âlimler Rasûl-u Ekrem
Efendimizin yahu-diye yaptığı teklifin bir alış-veriş teklifi olmayıp, sulh teklifi
olduğuna hüküm etmişlerdir.

Hz. Câbir'in hurmalığından elde edilecek hurma miktarının, Hz. Câbir'in borcu olan
otuz vesk hurmadan az olduğu tahmin edildiği için, yahu-di bu sulh teklifini kabule
yanaşmamıştır.

Hadisin devamından anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber, Câbir'in hurmalığını şöyle bir
gezdikten sonra, Cabir'den bu ağaçların hurmalarını toplayıp yahudiye olan borcunu
ödemesini istemiş, Cabir de bu teklifi kabul ederek hurmaları toplamış. Neticede
toplanan hurmadan yahudinin borcu ödendikten sonra, İbn Mace'nin rivayetine göre
oniki vesk, Buhârî'nin rivayetine göre, onyedi vesk artmıştır. Çünkü Hz. Peygamberin
bu hurmalığı gezmesiyle Cenab-ı Hak o hurmalara fevkalade bir bereket ihsan
etmiştir.

Hadisin devamı İbn Mace'nin Öünen'inde şu manâya gelen lafızlarla rivayet
olunmuştur. "... Bunun üzerine Rasûlullah (s. a.) Câbir'in hurmalığına girdi ve içinde
(bir süre) dolaştıktan sonra Cabir'e:

"Ağaçlardaki hurmaları yahudi İçin topla ve onun borcunun tamamını ver" buyurdu.
Rasûlullah (s. a.) hurmalıktan döndükten sonra Cabir de yahudi için otuz vesk hurma
topladı. Ve oniki vesk de kendisi için arttı. Sonra Cabir olup biten bu durumu
Rasûlullah (s.a.)'e haber vermek üzere O'nun yanma gitti. Fakat Rasûlullah (s.a.)M
(yerinde) bulamadı. Rasûlullah (s.a.) (gittiği yerden) dönünce, Câbir O'nun yanma
vardı. Yahudinin borcunun tamamını ödediğini haber verdi. Oniki veskin arttığım arz
etti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) (Cabir'e):

"Bu durumu Ömer b. Hattâb'a haber ver." buyurdu. Cabir de Ömer (r.a.)'a gelip haber
verdi. Ömer, Cabir'e:

"Andolsun Rasûlullah (s.a.) hurmalıkta dolaştığı zaman kesin olarak bildim ki Allah

' im

muhakkak hurmalığı bereketlendirecektir" dedi.



m

Şevkanî, Neylü'l-Evtâr, VI-36.

m

Debbağoğlu Ahmet, Ansiltlobedik Büyük İslam İlmihali, 667, 668, 669.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/45-46.

m

Buharî, vesaya 1; Müslim, vasiyye 1, 4; Tirmizî, vasiyyet 3, cenaiz 5; Nesâî Vesaya 1; İbn Mâce, vesaya 2; Darimî, vesaya T; Muvatta, vesaya 1;
Ahmedb. Hanbel, II- 4, 10,35,50, 57, 80, 113.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/47.



IH

Müslim, vesaya 46.

[İl

el-Bakara, (2), 180.

[6]

Müslim, vasiyye 1 .

m

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/47-48.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/48-49.

121

Buhârî, Megazi 83, vesaya 1; Müslim, vasiyyet 18, Nesâi, thbas 1; İbn Mâce, vesâya, 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/49.

rıoı

Aliyyü'l-Kari, Mirkat-ül-mefatih V-504, 505.

Lül

Buhârî, cihad 61, 86, humus 3, meğazi 83, vesaya 1; Müslim, vasiyye 18, Miras Kamil, Tecrid-i Sarih VIII-235, Hadis: 1167.

ri2i

Buhâri, vesaya 32; Müslim cihad 55; Muvatta, kelam 28; Ahmed b. Hanbel, 1 1-242, 376, 464; Miras Kamil, Tecrid-i sarih VIII-273, hadis: 1 173.

ri3i

2963 numaralı hadis.

ri4i

3029 numaralı hadis.

[İÜ

Aliyyü'l-Kari Mirkatu'l-Mefatih, V-504.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/49-50.
[161

Buhâri, cenaiz 37, vesaya2, Menakıbii'l-ensar 49, nafakat 1, merza 16; daıvat43; Müslim, vasiyye 5; Tirmizî, vasiyye 1; Nesâî, vesaya 3; İbn
Mâce, vesaya 5; Darimî, vesaya 7; Muvatta, vasiyyet 4; Ahmed b. Hanbel, 1-173, 176, 179.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/50-51.

im

Miras Kamil, Tecrid-i Sarih VIII-245.

[181

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/52-54.

ri9i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/54-55.

[201

Buhâri, zekât 11, vesaya 7; Müslim, zekât 93; Nesaî, vesâya 1; Ahmed b. Hanbel II, 231, 250, 415, 447; İbn Mâce, vesâya 4.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/55.
[211

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil

[221

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil

[231

el-Bakara (2), 268.

[2£

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil

[251

Nisa (4), 11.

[261

Nisa (4), 13.

[271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil

[281

el-Mubarekffirî, Tuhfetü'l Ahvezî, VI, 304.

[291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil

[M

Müslim, imare (17); Nesâî, vesaya 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/59-60.
Hil

Yusuf (12), 55.

[321

Müslim, imâre 16.

[331

Buhârî, zekât 16, hudud 19; Müslim, zekât 91; Tirmizî, ahkâm 4, cenne 2, zühd 53; Nesaî, kaza 3; İbn Mâce, siyam 48; Muvatta; şa'r 14; Ahmed b.
Hanbel, II, 305, 439, 444, 445.
[341

Mansur Ali Nasır, el-Tâc 111-41 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/60-61.
[351

Bakara (2), 180.



Yayınevi: 11/55-56.
Yayınevi: 11/57.

Yayınevi: 11/57.

Yayınevi: 11/58.
Yayınevi: 11/58-59.



[361

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/61.

[37]

2870 nolü hadis.

[381

Süleyman Ateş, Kur'ân-ı Kerim'in yüce meali ve çağdaş tefsiri I, 169.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/61-62.
[391

Buhâri, vesaya 6, buyu 88; Tirmizî, vesaya 5; Nesaî, vesaya 5; tbn Mâce, vesâya 6; Da-rimi, vesaya 28; Ahmed b. Hanbel, IV, 186, 187, 238, 239,
286, V, 268.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/62.
[4pJ

Ömer Nasuhi Bilmen, Huktık-ı Islamiye ve Istılâhat-ı Fıkhıyye Kamusu, V, 125.

[411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/62-64.

[421

Enam, (6) 152.

[431

Nisa, (4) 10.

[441

Bakara, (2) 220.

[451

Nesâî, vesâyâ, 1 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/64-65.
[461

Nisa, (4) 6.

[471

Nisa, (4) 2.

[48J

Nisa, (4) 10.

[49J

Nisa, (4) 127.

[501

Bakara, (2) 188.

[511

Kur'ân-ı Kerimin Ahkam Tefsiri, Terceme; Mazhar Taş kesenlioğlu, 1-371, 373.

[521

Kur'ân-ı Kerimin Ahkam Tefsiri, Terceme; Mazhar Taşkesenlioğlu, 1-371, 373.

[ŞU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/65-66.

[541

Buhâri, Şürût 19, vekâle 12; Müslim, vasiyye 15; Tirmizî, ahkam 36; Nesâî, vesâyâ 11; tbn Mâce, vesâyâ 9; Ahmed b. Hanbel II, 13, 216.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/66-67.
[551

Nisa, (4) 6.

[561

Hatipoğlu Haydar; Sünen-i b. Mâce tercemesi ve şerhi. VII, 403.

£571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/67-68.

[581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/68-69.

[591

Nisa, (4) 5.

[601

Bakara, (2) 282.

[611

Nisâ, (4) 6.

[621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/69-70.

[63J

Buhâri, vesâya 23, hudud 44, muharibin 30; Müslim, imân 144; Ebû Dâvud cihad 96; Nesâî, vesaya 12, Tirmizî İsti'zân 33.

[641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/71.

[65J

Nisa, (4)31.

[66J

İsrâ, (17) 32.

[671

Bakara, (2) 102.

[681

Bakara, (2) 102.

[69J

Davudoğlu A; Sahih-i Müslim tercüme ve şerhi 1-374-378.



ım

Buhâri, vesaya 23.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/71-77.

£721

Buhâri, edep 6, Isti'zân 35, îman 16, Istitabe 1, diyat 2, şehâdât 10; Müslim, imân 143, 144; Tirmizî, birr 4, büyü 3, şehâdât 3, Tefsir sûre III, 4-7;
Nesâi, tahrim 3, kasame 49, Danmî, diyât 9, Ahmed b. Hanbel, 11-201, 203, 214, III-131, 134, 495, V-36, 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/77-78.



Davudoğlu A. Sahih-i Müslim tercüme ve şerhi 1-368.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/78-79.



Buhâri, cenâiz 28, menakıb-til-ensar 45, megazİ 17, 26, rikâk 16; Müslim, cenâiz 44; Nesâi, cenaiz 40; Tirmizî, menakıb 53; Ahmed b. Hanbel V-
109, 112VI-395.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/79.
[761

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/80.



Müslim, siyam 158; Tirmizî, hacc 85; İbn Mâce, siyam 51; Ebû Dâvûd, zekat.24, ey-man 24.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/80-81.



ibn Mâce, siyam 50.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/81-82.

[801

Buhâri, şarut 19, vesaya 22, 28, 29, eyman 33; Müslim, vasaye, 15; Tirmizî, ahkam 36; Nesâî, ihbas 2; İbn Mâce, sadakat 4; Ahmed b. Hanbel 1 1-
11,12.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/82-83.



Buhârî, vesaya 22.

[821

Enfal,(8)41.

[831

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/83-84.

[841

Davudoğlu A., Sahih-i Müslim, Tercüme ve Şerhi VIII-187, 188.

[85J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/84-85.

[M

Buhârî, vesaya 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/85-86.
[871

Bilmen Ö. Nasuhi Istılahat-ı Fıkkıyye Kamusu IV-284.

[881

Miras Kamil, Tecrid-i Sarih Tercemesi VII-2 1 6.

[891

Nesâî, ihbas 3.

[901

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/87-88.

1911

Müslim, vasıyye 14; Tirmizi, ahkam 36; Meşâî, vesaya 8; Ahmed b. Hanbel 1 1-372; Darimî, mukaddime 46.

[91]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/88.

1921

Davudoğlu, A. İbn Abidin, Terceme ve Şerhi, III-503, 504.

[921

Necm, (62) 32.

[941

Davudoğlu, A. İbn Abidin Terceme ve Şerhi V-177, 178.

[951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/89-92.

[961

Buhârî, vesaya 19; Nesâî, vesaya 9. İbn Mâce, vesaya 8, Ahmed b. Hanbel V-285, VI-7, 51.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/92.
[971

İbn Mâce, Yasaya 8.

[981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/93.

[921

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/93.

rıooı

Nesâî, vesâyâ, 8; Tirmizî, Zekât, 33.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/93-94.

rıon

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/94.

[102]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/94-95.

[103]

Bilmen Ö. Nasuhi, İstlahat-ı Fıkhıyye Kamusu, VII-338.

[104]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/95.

[105]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/95.

11061

Buhârî, vesaya 36; Nesâî, vesaya 3, İbn Mâce, sadaka 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/96.
£1071

bk. 3359 numaralı hadis.

£108]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/96-97.



21. YEMİNLER VE NEZİRLER BÖLÜMÜ
Nezir:

1. Yalan Yere Edilen Yeminler Hakkında Sert Tutum
Birinin Malını Almak İçin Yemin Etmek

2. Hz. Peygamberin Minberinin Yanında Edilen Yemini Tazim Konusunda (Gelen)
Haberler

3. Putlar Adına Yemin Etmek

4. Babaların Adı İle Yemin Etmek Mekruhtur

5. Emanete Yemin Etmek Mekruhtur

6. Yemin-i Lağv

7. Yeminde Ta'riz

(İslâm'dan) Berî Olmaya Ve İslâm'dan Başka Bir Dine Yemin Etmek

8. Katık Yemeyeceğine Yemin Eden Kişinin Durumu

9. Yeminde İstisna

Hz. Peygamber (S.A)'in Yemini Konusunda Gelen Haberler

10. Kasem Yemin Olur Mu?

11. Bir Yemeği Yemeyeceğine Yemin Eden Kimsenin Durumu

12. Akrabayı Ziyareti (Sıla-i Rahim) Kesmek Üzere Edilen Yemin

13. Kasden Yalan Yere Yemin Eden Kişinin Durumu

14. Kişi Yeminini Bozmadan Önce Keffaret Ödeyebilir

15. Keffarette Kaç Sa' Verilir?

16. (Yemin Keffaretinde) Mü'min Köle Azad Etmek

17. Sustuktan Sonra Yeminde İstisna

18. Nezirlerden Nehy

19. Günah İşlemeyi Adamak (Konusunda Gelen Hadisler)
Günah İşlemeyi Adayana Keffaret Gerekir Diyenler

20. Beyt-i Makdis'de Namaz Kılmayı Adayan Kimsenin Durumu

21. Kişinin Sahip Olmadığı Bir Şeyi Nezretmesi

22. Vefa Gösterilmesi Emredilen Adak

23. (Tüm) Malını Sadaka Olarak Vermeyi Adayan Kimse Hakkındaki Hadisler

24. Ölünün Adağını Onun Namına İfa Etmek

Oruç Borcu Olduğu Halde Ölen Birinin Orûcunu Velisinin Tutacağına Dair
Gelen Hadisler

25. Gücünün Yetmeyeceği Bir Adağı Adamak
Adını Tayin Etmeden Adak Adamak

Cahiliye Çağında Nezredip De Daha Sonra Müslüman Olan Kişi Ne Yapar?



21. YEMİNLER VE NEZİRLER BÖLÜMÜ



Yeminler ve nezirlerle ilgili hadislerin terceme ve izahlarına geçmeden önce, bu
terimlerin sözlük ve ıstılah manaları ile, Hanefî mezhebine ait genel hükümlerinden
kısaca bahsetmek istiyoruz:

Yemin sözlükte; sağ el, hayır, bereket ve kuvvet manalarına gelir.
Istılahta yemin; bir kimsenin, bir işi yapma veya yapmama konusundaki kararlılığını
göstermek ve sözüne güç katmak için söylediği bazı sözlerdir. Kelimenin lügat manası
ile ıstılah manası arasındaki münasebeti Askalânı iki şekilde izah eder:

a) "Yemin" kelimesinin, lügat manalarından birisi "sağ el"dir, Araplar birbirleri ile
yeminle şeceklerinde; her biri diğerinin sağ elini tutardı. Onun için bu andlaşmaya
yemin denilmiştir.

b) Sağ elin özelliği, bir şeyi korumaktır. Yemin, yemine konu olan şeyi korumaya
vesile olduğu için, bu ameliyyeye "yemin" denilmiştir.

Yemin, her zaman geleceğe dönük olarak edilmez. Geçmişte yapılan veya yapılmayan
konularda inandırıcılık sağlamak için de yemin edilir. Meselâ; "Vallahi yarın şöyle
yapacağım" demek yemin olduğu gibi, "Vallahi dün şu işi yaptım" ya da "yapmadım"
demek de yemindir.

Aslında yemin, Allah'ın isimlerinden veya örfen yemin edilen zatî sıfatlarından birisi
ile edilir. Yeminde en çok kullanılan sözler: "Vallahi, billahi tallahi" sözleridir. Kur'an
adına edilen yeminler de yemin sayılırlar. "Kâfir olayım, kıblem başka yöne olsun"
gibj sözler yemin niyetiyle söylenmişse yemin olur. Ancak bunları söyleyen kişi
yemine konu olan şeyi yapmadığı takdirde kafir olacağını zanneder ve o şeyi
yapmazsa dinden çıkar; iman ve nikâh yenilemesi icabeder. Halk arasında çok
kullanılan, "Kur'an, ekmek çarpsın" sözü yemin değildir. Dolayısıyla bu sözle yapılan
yemin bozulduğu takdirde keffaret gerekmez.
Kasem suretiyle yapılan yeminler üç çeşittir:

1- Yemin-i Gamûs: Geçmişle ilgili olarak yalan yere yapılan yemindir. Bir kimsenin,
yaptığı bir şeyi bilerek inkâr edip yemin etmesi ya da yapmadığı bir şeyi bilerek,
yaptım diyerek yemin etmesi bu sınıftandır. Yemin-i gamûs haramdır. Hz. Peygamber
(s. a) bir hadis-i şerifte bu yemini; Allah'a ortak koşmak, anaya babaya isyan etmek ve

m

haksız yere adam öldürmekle birlikte en büyük günahların arasında saymıştır.
Yemin-i gamûs o kadar büyük bir günahtır ki, bu günahın eserini silmekte keffaret
yeterli değildir. Onun için yemin-i gamûstan dolayı tevbe istiğfar edilir. Eğer bu
yemin ile bir kulun hakkının zayi olmasına sebep olun-muşsa, tevbe etmeden önce o
hak telafi edilir. Şâfıîlere göre, bu yeminden dolayı, keffaret icabeder.

2- Yemin-i Lağv: Yanlışlıkla ve doğru olduğu zannedilerek yapılan yemindir.
Yemin-i lağv geçmiş zamanla ilgili olabileceği gibi, şimdiki zamanla ilgili de olabilir.
"Vallahi borcumu ödedim" geçmiş zamana, "vallahi su akıyor" da şimdiki zamanla
ilgili yemine misâldir.

Yemin-i lağv, Allah katında bir mes'uliyeti gerektirmez. Dolayısıyla bu çeşit
yeminlerde tevbe de keffarette gerekmez. Allah (c.c.) bir âyet-i kerimede: "Allah sizi
lağv (rastgele) yeminlerinizden dolayı değil, bile bile ettiğiniz yeminlerinizden dolayı

hesaba çeker." buyurmaktadır.

3- Yemin-i Mün'akide: Gelecekle ilgili bir jş için yapılan yemindir. Bu tür yeminler;



yapılması da yapılmaması da mümkinattan olan bir şeyi yapmak veya yapmamak için
edilir. Meselâ, "Vallahi yarın falan yere gideceğim" şeklindeki bir yemin bu türdendir.
Yemine konu olan şey yapılırsa, yani yemine riayet edilirse yapılacak bir şey yoktur.
Ama yeminin icabı yerine getirilmemiş veya getirilememişse, bu yeminden dolayı
keffaret icabeder.

Mubah bir şey için yapılan yeminlerde, imkân nisbetinde verilen söz tutulmalı ve
yemin bozulmamalıdır. Fakat, bir farzı terk veya bir haramı işlemek için yemin
edilmişse bu yemine riayet edilmemeli, yeminin keffareti ödenmelidir.
Yemin eden kişinin, yemini, bilerek veya unutmuş olduğu halde, kendi rızasıyla veya
zorlama yoluyla etmiş olması arasında fark yoktur. Ayrıca yeminin bozulması
durumunda, yemine konu olan şeyin unutularak ya da başkasının zorlamasıyla
yapılması keffareti düşürmez.

Yeminin gereğini yerine getiremeyip, bozan kişiye lâzım olan kefaretin ödenme yolu;
bir köle azad etmek veya on fakiri akşamlı sabahlı doyurmak, ya da on fakire orta halli
bir elbise giydirmektir. Buna gücü yetmeyen kişi ise peşpeşe üç gün oruç tutar. Şafiî
mezhebinde orucun peşpeşe olma şartı yoktur.

Yemin keffaretinin yemek yedirme şeklinde ödenmesi durumunda, yemek yedirme
yerine fitre de verilebilir. Bu durumda ya on fakire birer fitre, ya da bir fakire her gün
bir fitre olmak üzere on günde on fitre verilir. Bir fakire bir günde on fitre verilse bu
bir fitre yerine geçer. Elbise giydirmede de, on elbise bir tek fakire verilecekse her bir
elbise ayrı ayrı günlerde verilmelidir.
Yemin keffaretinin dayanağı şu mealdeki âyet-i kerimedir.

"...Yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek
yahut giydirmek ya da bir köle azad etmektir. Bulamayan üç gün oruç tutmalıdır;
yeminlerinizin keffareti budur. Yemin ettiğinizde yeminlerinizi tutun. Şükredesiniz

[3]

diye Allah size böylece âyetlerini açıklıyor."



Nezir:



Nezir, sözlükte "korkutmak" demektir. Istılahta; Allah'a ta'zim için, mubah bir şeyin
yapılmasını deruhte etmek, demektir. Râğıb, nezri; "Bir şeyin meydana gelmesi için,
vacib olmayan bir şeyi, vacip kılmak" şeklinde tarif eder.
Görüldüğü gibi nezir, Türkçe'de "adak" diye bilinen şeydir.
Bir nezrin sahih olması için şu şartların bulunması gerekir:

1- Nezir, farz ye vacib cinsinden bir ibadetle ilgili olmalıdır. Dolayısıyla, "Şu kadar
oruç tutayım", şeklindeki bir nezir sahihtir. Fakat, "Falan yere gideyim" tarzındaki bir
nezir sahih değildir.

2- Nezredilen şey, kişinin zaten yapmak mecburiyetinde olduğu farz veya vacipler
olmamalıdır. "Nezrim olsun bu Ramazanın orucunu tutayım" tarzındaki bir nezir sahih
değildir. Çünkü Ramazan orucunu tutmak zaten vazifesidir.

3- Nezredilen şey cinsinden olan farz veya vacib, lizâtihi maksud olmalıdır. Onun için
namaz kılmak üzere yapılan nezir sahih, fakat abdest almak üzere yapılan nezir, sahih
değildir.

4- Nezredilen şey, olması mümkün olmayan cinsten bir şey olmamalıdır. Dolayısıyla,
"Geçen sene oruç tutayım" şeklinde yapılan bir nezir sahih değildir. Çünkü, geçen
senenin geri gelmesi mümkün değildir.



5- Nezredilen, günah cinsinden bir şey olmamalıdır. "Şu işim olursa, kendimi Allah'a
kurban edeyim" tarzındaki bir nezir sahih değildir. Çünkü bu, intihardır.

6- Nezir malla ilgili ise, nezredilen şey nezredenin mülkünden fazla veya başkasına ait
olmamalıdır. Meselâ, elli bin lirası olan kişinin, "nezrim olsun fakirlere yüz bin lira
sadaka vereceğim" şeklindeki bir nezri sahih olmaz.

Nezirler; bir zamanla kayıtlı olup olmaması itibarıyla; muayyen, gayr-i muayyen; bir
şarta bağlı olup olmaması itibarıyla da; mutlak ve muallak çeşitlerine ayrılır.
Muayyen nezir: Bir zamanla kayıtlı olan nezirlerdir. "Nezrim olsun önümüzdeki ayın
onuncu günü oruç tutayım" tarzındaki bir nezir, muayyen nezirdir. Bu ifade ile yapılan
bir nezir, şarta bağlanmadığı için, aynı zamanda mutlaktır.
Bir yerle kayıtlı olan nezirler de muayyen nezirdir.

Mutlak muayyen nezirler; kayıtlanan, zaman ve yere münhasır olmaz. Dolayısıyla o
gün yerine getirilmezse başka bir günde o ibadet işlenir. Meselâ, "Cuma günü Eyüp
Camii'nde iki rek'at nafile namaz kılmayı" nezreden kişi; iki rek'at namazı cumadan
başka bir günde ve Eyüp Camii'nden başka bir yerde kılsa, nezrini yerine getirmiş
sayılır. Hatta, bir gün tayin ederek bir adakta bulunan kişi, o gün gelmeden adağını
yerine getirebilir. Bu, Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf a göredir.

Gayr-i muayyen nezir: Bir zaman ve yerle kayıtlı olmayan nezirlerdir. "Nezrim olsun

üç gün oruç tutayım" şeklinde yapılan bir nezir, gayr-i muayyendir.

Mutlak nezir: Bir şarta bağlı olmadan, doğrudan doğruya Allah rızası için yapılan

nezirler, mutlak nezirlerdir. "Allah rızası için oruç tutayım" demek gibi.

Bu şekilde yapılan nezirler makbuldür ve sevaba vesiledir. Çünkü işin içinde dünyalık

bir kaygı yoktur.

Muallak nezir: Bir şartın gerçekleşmesine bağlı olarak yapılan nezirlerdir. "Şu
hastalıktan iyi olursam, kafirlere şu kadar lira sadaka vereyim." şeklindeki bir nezir,
muallak nezirdir. Aslında bu, dünyevî bir menfaata bağlı olduğu için makbul değildir.
Çünkü nezir ibadet cinsinden olacaktır. Ve ibadet Allah için edilir. Zaten Allah'ın
takdiri değişmez. Onun için kişi nezirle ölecek hastayı iyileştiremez. Buna rağmen, bir
şarta bağlı olarak yapılan nezirlerin bağlandığı şartın gerçekleşmesi halinde yerine
getirilmesi gerekir. Aksi halde borçlu olur.

Şart tahakkuk etmeden, nezir yerine getirilemez. "Şu işim olursa şu kadar oruç
tutayım" diyen kişi, o işi.olmadan oruç tutarsa, nezrini eda etmiş sayılmaz.
Şarta bağlanan nezirler, zaman ve mekânla kayıtlı olmaz. Meselâ; "Şu işim olursa
filan günü oruç tutayım" diye, adakta bulunan kişi, o işi olunca, orucunu o günden
başka bir günde tutulabilir.

Nezirde kasd şart değildir. Dolayısıyla, "Ben şakadan nezretmiştim" diye bir sözün
geçerliliği yoktur.

1. Yalan Yere Edilen Yeminler Hakkında Sert Tutum

3242... İmrân b. Husayn (r.a), Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Yalan yere; "masbûra" yemini üzerine yemin eden kişi.cehennemdeki yüz üstü



kalacağı yerine hazırlansın."



Açıklama



"Masbûra" sözlükte; habsedilmiş demektir. Çünkü sabr; hapis manasına gelir.
"Masbûra yemini", Kamus'da şöyle izah edilmektedir: "Üzerine yemin terettüp eden
kişi o yemin sebebiyle hapsedilir ve yemin edinceye kadar hapiste tutulursa, bu



yemine "masbûra" denilir."

Aslında, hapsedilen yani masbûr olan; yemin değil, yeminin sahibidir. Fakat insan, bu
yemin sebebiyle hapsedildiği için, mecazi olarak yeminin sıfatı olmuştur.
İbnü'l-Esir, Nihâye'de; "Kim habs yemini ile yemin ederse..." hadisindeki, sabr" ve,
hadisindeki "masbûra" kelimelerini izah ederken şöyle der: "Yani kişinin ilzam
edildiği ve onun yüzünden hapse atıldığı yemin. Bu yemin hüküm cihetinden"
sahibine lâzım (bitişik)dir. Her ne kadar aslında yemin sahibi habşedilir ise de, bu
yemine masbûra denilir. Çünkü kişi o yemin yüzünden hapsedilmiştir. Dolayısıyla,
yemin mecazi olarak haps ile vasıflanmış ve ona izafe edilmiştir."
Aynî de; bir sonraki hadisin, Buharî'deki rivayetinde bulunan; cümlesini izah ederken
şöyle der: "Bu yemin kendisinin üzerine sahibinin ilzam edildiği.ve zorlandığı
yemindir. O, sultanın, bir adamı yemin edinceye kadar bir yemin üzerine
hapsetmesidir." Yine Aynîdeki ifadeye göre; Dâvûdî: Bu yeminin manasının; kişinin,
insanların başlan üzerine yemin edinceye kadar tutulması olduğunu söyler.
Bu ifadelerden anlaşılıyor ki; masbûra yemini; yemin etmesi gereken kişinin o yemini
edinceye kadar hapsedilmesini icabettiren yemindir.

Hz. Peygamber (s. a), bu hadiste; hapsedildiği konuda yalan yere yemin eden kişinin
Cehennemdeki yerinde yüzüstü kalacağını ifade etmektedir. Ter-cemeye "yüzüstü"
diye geçtiğimiz terkibindeki "bâ" harfi cerri "ala" manasmdadır. Bu terkibi, bizim
terceme ettiğimiz manada değil de; "O yemini sebebiyle" şeklinde anlayanlar da
olmuştur. O zaman cümlenin manası; "O yemin sebebiyle cehennemdeki yerine
hazırlansın" olmuş olur. Ancak bu mana sarihler tarafından pek tutulmamıştır.
Cehennemliklerin, cehennemdeki.yerleri şu anda mevcuttur. Hadiste belirtildiği üzere
yalan yere yemin eden kişi, o yerinde yüzünün üzerinde sürünerek kalacaktır. Hz.
Peygamber (s. a) bu manayı, emir siğasıyla "hazırlansın" şeklinde ifade etmiştir.
Yalan yere yemin etmenin, son derece günah olduğunu gösteren birçok hadis vardır.

m

Bundan sonraki babda gelecek olan hadisler bunlardandır.

M

Birinin Malını Almak İçin Yemin Etmek

3243... Abdullah (b. Mes'ûd) (r.a) Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğunu haber
vermiştir:

"Bir kimse, müslüman bir kimsenin malım almak için yalan yere yemin ederse; Allah

kendisine gazaplı olduğu halde Allah'a ulaşır. "Eş'as (r.a) dedi ki:

Vallahi bu hadis benim hakkımdadır. Benimle bir yahudinin arasında (nizâlı) bir arazi

vardı. Yahudi benim hakkımı inkâr etti. Durumu Hz. Peygamber'e arzettim.

Rasûlullah (s. a) bana:

"Delilin var mı?" diye sordu.

Hayır, dedim. O zaman yahudiye: "Yemin et!" dedi.

Ya Rasûlullah! Öyleyse yemin eder, malımı alır götürür, dedim. Bunun üzerine Allah,



m

"Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere değişenlerin," âyetini indirdi.



Açıklama

Hadisin Buharı'deki rivayetinde; kelimesinden sonra bir de kelimesi vardır. Yanı
oradaki rivayet, şeklinde başlamaktadır. "Sabr"dan maksadın ne olduğu, önceki
hadisin şerhinde geçmiştir. Ayrıca Buharî'nin rivayetinde âyet-i kerime hadisin
sonunda değil, ortasında; Eş'as b. Kays'm sözünden öncedir. Ebû Dâvûd'da ise âyet,
hadisin sonunda yer almıştır. Bir de; Ebû Dâvûd'da Eş'as'm, "Bir yahudi ile aramda
nizâlı bir arazi vardı..." dediği bildirildiği halde, Buharî'de: "Amcamın oğlunun
arazisinde bir kuyum vardı" dediği zikredilmektedir. Bu hal, rivayetler arasında bir
tezat görünümü arzetmektedir.

Aynî bu ayrılığı şu şekilde te'Iif eder: Eş'as'm kuyusu, amcasının oğlunun tarlasının
içindedir. Ebû Davud'un rivayetindeki "arz"dan maksat da kuyunun yeridir.
Amcasının oğlunun yahudi olması da pek tabiidir. Çünkü Yemenlilerin bir kısmı
yahudi idi. Yusuf Zü Nüvas oraya hâkim olup', Ha-beşlileri kovdu. İslâm Yemen'e

[101

girdiği zaman, onlar yahudi idiler.

Aynî'nin bu ifadeleri gözönüne alındığında Buharı ve Ebû Dâvûd'daki hadisleri

müştereken düşünerek şöyle diyebiliriz: Eş'as; "Amcamın yahudi olan oğlunun arazisi

içinde, onunla benim aramda yeri nizâlı bir kuyu vardı..." demek istemiştir.

Hadis-i şerifte; bir müslümanm malını almak için yemin eden kişi anlatılırken; ( >ü lj

y>} ) "O yemininde yalancı olduğu halde" kaydı yer almıştır. Bİzim "yala" yere" diye

terceme ettiğimiz bu kayddan anlaşılıyor ki; bilmeden, unutarak veya zorlanarak

yemin eden kişi, hadiste ifade edilen hükmün dışında kalmaktadır.

Rasûlullah (s. a), bir müslümanm malını almak içiri yemin eden kişinin Allah'a, Allah

kendisine öfkeli olduğu halde ulaşacağını bildirmiştir. Bundan maksat şudur: Allah

(c.c) böylelerine, gazaba uğrayanlara yaptığı muameleyi yapacak, onlara azab

edecektir.

Hadisin devamında; Eş'as b. Kays'm başından geçen bir hâdise yer almaktadır. Bu
bölümde, önemli bir fıkıh kaidesine işaret edilmektedir kî o da şudur: "Beyyine
müddeiye, yemin müddea aleyhe (davalı) aittir." Çünkü Hz. Peygamber (s. a), Eş'as'a;
"Delilin var mı?" diye sormuş, o "hayır" deyince yahudiye yemin teklif etmiştir.
Buradaki beyyineden maksat, iki tane şahittir. Bu konu, ilende gelecek olan Kitabu'l
Büyü' da izah edilecektir.

Hadisin ışık tuttuğu diğer önemli bir nokta da; dünyevi ahkâm hususunda İslâm
idaresi altında yaşayan müslümanlarla, gayrı müslimlerin aynı hükümlere tabi
oldukları ve onların mallarının da müslümanlarm malları gibi dokunulmazlığının
olduğudur. Çünkü öyle olmasaydı Hz. Peygamber davaya gerek duymadan, nizâlı
araziyi müslüman olan davacıya verir, işi bitirirdi. Ama öyle yapmadı, davacının delili
olmayınca, davalıya yemin teklif etti.

Eş'as (r.a), muhatabının bir yahudi olduğunu, dolayısıyla hakka hukuka riayet etmeden
yemin ederek arazisini elinden alabileceğini söyleyince, metinde zikri geçen âyet
inmiştir. Biraz önce de işaret edildiği gibi, anılan âyet, Buharî'nin rivayetine göre;
Eş'as'm sözü üzerine değil Hz. Peygamber (s.a)'in yalan yere yemini kötüleyen ifadesi
üzerine inmiştir. Ancak bu ayrılığın pek önemi yoktur. Fakat aynı âyetin, ticaret



malını ikindiden sonraya bıraktp da yalan yere yemin edenlerle ilgili olarak indiğine
işaret eden haberler de vardır.

Aynî, bu farklı rivayetler için de şu mütalaayı beyan eder: "Ayetin, aynı anda her iki
hâdise için de inmiş olması mümkündür. Çünkü âyetin ifadesi her iki kaziyyeyi hatta
daha fazlasını şamil olacak derecede geneldir."

Hadis metninde, baş tarafı yer alan âyetin tamamının meali şöyledir: "Allah'ın ahdini
ve yeminlerini az bir değere değişenlerin, işte onların âhi-rette nasipleri yoktur. Allah
onlara kıyamet günü hitab etmeyecek, onlara bakmayacak, onları temize
çıkarmayacaktır. Elem verici azab onlar içindir."

Bu hadiste sözü edilen yemin; bile bile yalan yere edilen yemindir. Bu yemine
"yemin-i gamûs" denildiği, konunun girişinde belirtilmişti.

İbn Battal; bu hadis ve âyetle, cumhurun, gamûs yemininde keffaret olmadığı

hükmünü çıkardıklarını söyler. Çünkü, Hz. Peygamber (s. a) hadiste bu yeminin cezası

olarak; günahı, Allah'ın gazabını zikretmiş, keffare-ti anmamıştır. Eğer yemin-i

gamûsun keffareti olsaydı Hz. Peygamber (s.a) bunu da belirtirdi.

İbnü'l-Münzir de; "Yemin-i gamûsta keffaretin gerekli olduğuna delâlet eden hiçbir

hadis bilmiyoruz. Aksine sünnet, bu yeminde keffaret olmadığına delâlet etmektedir"

der.

İbn Battâl'm da belirttiği gibi; içlerinde İmam A'zâm Ebû Hanîfe, İmam Malik ve
İmam Ahmed b. Hanbel'in de bulunduğu cumhura göre, gamûs yemininden dolayı
keffaret gerekmez. Tevbe ve istiğfar edilir, Allah dilerse affeder.
Şâfulere göre ise; gamûs yemininden dolayı da keffaret gerekir, yani keffaret bu
yeminin günahını düşürür.

İbn Rüşd'ün ifadesine göre; bu ihtilâfa sebep; Kur'ân'daki ifadelerin âmm oluşunun
hadislerdeki ifadelere aykırı gibi görünmesidir. Çünkü, Mâide sûresinin 89. âyetinde;
"Allah sizi rastgele yeminlerinizden dolayı değil, bile bile ettiğiniz yeminlerden ötürü
hesaba çeker. Yemininizin keffareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on
düşkünü yedirmek yahut giydirmek ya da bir köle azad etmektir. Bulamayan üç gün
oruç tutmalıdır. Yeminlerinizin keffareti budur. Yemin ettiğinizde yeminlerinizi tutun.
Şükredesiniz diye Allah size böylece âyetlerini açıklıyor." Duyurulmaktadır. Buradaki
ifadeler, yemin-i gamûsun da, mün'akide cinsinden olduğu için, keffaretin gerekli
olduğunu gösterir.

Ayet-i kerimenin sonuna doğru, "Yemin ettiğinizde yeminlerinizi tutunuz..."
buyuruluyor. Bu şüphesiz ileriye matuf olarak yapılan, yemin-i mün'-akideye aittir.
Dolayısıyla âyetin baş tarafında konu edilen yeminin de yemin-i gamûs değil, yemin-i
mün'akide olması daha muvafıktır. Onun için âyet, Şâ-fıîlerden çok, cumhura delil
olsa gerektir.

Şâfıîlerin görüünü benimseyen âlimler, cumhurun dayandığı bazı hadislerin, çeşitli

011 '

yönlerden ma'lul olduğunu söylemişlerdir.
Bazı Hükümler

1. Başkasının malını almak için, yalan yere yemin eden kişiye Allan (c.c) gazaba
uğrayanlara yaptığı muameleyi yapacak, onlara azab edecektir.

2. İslâm idaresi altında yaşayan zimmîler muamelatla ilgili konularda, İslâm ahkâmına
tabidirler.



3. Davalarda; delil getirmek davacıya aittir. Davacı delil getiremezse davalıya yemin
teklif edilir.

4. Müslümanm malını haksız yere almak caiz olmadığı gibi, gayri müs-Iim tebeanın

£121

malını almak da caiz değildir.

3244... Eş'as b. Kays (r.a)'den rivayet edildiğine göre; Kinde ve Hadramevt'den olan
iki adam, Yemen'deki bir arazi konusunda Ra-sûlullah (s.a)'in huzurunda
davalaştılar.Hadramh:

Ya Rasûlallah! Benim arazimi bunun babası gasbetti. O, (şu anda) bunun elindedir,
dedi.Rasûlullah (s.a):
"Delilin var mı?" buyurdu.

Hayır, fakat onun; o arazinin benini olup, babasının benden gasbettiğini bilmediğine,
Allah adına yemin etmesini istiyorum.

Kindi, yemin etmeye hazırlandı. Hz. Peygamber (s.a): "Yemin ederek bir mala sahip
olan kimse, Allah (c.c)'a ancak elleri ayakları kesik olarak varır." buyurdu. -Bunun

£131

üzerine Kindeli: ;- Arazi onundur, dedi.
Açıklama

Ahmed b. Hanbel'in MiisnecTinde, Adiyy b. Umeyre tarafından rivayet edilen ve
buradaki hadiseye benzeyen bir haberde Kindeli olan şahsın adının İmriü'I-Kays
olduğu belirtilmektedir. Ancak bu, meşhur şair Imriü'1-Kays değildir.
Kinde; Arabistan'ın güneyinde cahiliye devrinde yaşayan bir kabiledir. Babalarının
adına nisbetle bu ismi almışlardır. Bunlardan bir kısmı Amr b. el-As'la birlikte Mısır'a
gitmişlerdir. Meşhur filozof Kindi, şâir Ebu'l-A'lâ el-Maarrî ve İmriü'I-Kays bu
kabileye mensupturlar.

Hadramevt, Arabistan Yarımadasının güneyinde, Yemen'de bir yerin adıdır. Eski
Hımyerîlerin merkezi idi. Bu bölgeye mensup olan kişilere "Hadramî" denilir.
Hadiste konu edilen hâdise Eş'as b. Kays tarafından rivayet edilmektedir. Eş'as,
bundan evvelki İbn Mes'ûd hadisindeki bir yahudi ile nizâh arazisi olup, Rasûlullah'a
davacı olan şahıstır. Ancak, olaylar arasında o kadar fark var ki, iki hâdisenin aynı
olduğunu söylemek mümkün değildir. O halde, İbn Mes'ûd tarafından rivayet edilen
önceki haber ile üzerinde durduğumuz haber ayrı ayn iki hâdiseye aittirler. Zaten
önceki haberde davacı durumunda olan Eş'as Kindelidir. Burada ise davacı olan
Hadramhdır. Kindeli ise davalıdır.

Bu haberin muhtevası, metinde açıkça görüldüğü gibi bir arazi davasıdır. Şahıslardan
birisi arazisinin hasmının babası tarafından zorla elinden alındığını iddia ile
Rasûlullah'a dava etmiştir. Hz. Peygamber, davaciya iddiasını isbat için delilinin olup
olmadığını sormuştur. Delilden maksat iki şahittir.

Davacı, şahidinin olmadığını fakat, hasmının "Vallahi, bu arazinin onun olup babamın
gasbettiğini bilmiyorum" diye yemin etmesini istediğini söyledi. Kindeli, teklif edilen
yemine hazırlanınca Hz. Peygamber (s.a); yalan yere yemin ederek bir mala sahip olan
kişinin, Allah'a "eczem" olarak varacağını haber verdi.

Eczem: Eli ayağı kesik, bereketi, delili ve hareketi olmayan, cüzzamlı gibi manalara
gelir.



Tıybî;"Eczemü'I-huccet; konuşacak dili, elinde delili olmayan demektir. Yani, onun
bir müslümamn malını zulmen alması ve yalan yere yemin etmesi konusunda
kendisini savunacak delili yoktur." der.

Bunlardan hangisi alınırsa alınsın, yalan yere yemin ederek, bir başkasının malını alan
kişinin âhirette büyük azaba uğratılacağı anlaşılmaktadır.

Kindeli şahıs; yalan yere yemin konusundaki cezanın şiddetini öğrenince yemin

İMİ

etmekten vazgeçmiş ve arazinin hasmına ait olduğunu kabul etmiştir.
Bazı Hükümler

1. Davalarda davacının delili yoksa, davalıya yemin tekin edilir. Bu yemin için
davacının özel bir kalıp teklif etmesi caizdir.

2. Hâkimin, kendisine arzedilen davaları sonuçlandırmadan önce tarafların gerçeği
ikrar etmeleri için telkinde bulunması iyidir.

3. Yalan yere yemin ederek, başkasının malına sahip olan kişi Allah'ın huzuruna eli

£151

kolu kesik, cüzzamlı olarak çıkacaktır.

3245... Alkame b. Vâil b. Hucr el-Hadramî, babasm(Vâil)'dan şu haberi nakletmiştir:
Hadramevt ve Kinde'den birer adam Rasûlulîah (s.a)'a geldiler. Hadramh olan:
Ya Rasûlallah! Bu adam, benim babamdan kaian arazime zorla sahip oldu. Kindeli:
O, benim elimde (sahip olduğum) arazimdir. Orayı ekiyorum. Bunun orada hakkı yok.
Hz. Peygamber (s.a) Hadramlıya; "Delilin var mı?" diye sordu. Hadramlı:
Hayır. Rasûlulîah (s.a):

"Senin için ancak onun (Kindelinin) yemini var (ona yemin ettirme hakkın var)."
Hadramlı:

Ya Rasûlallah! Bu facir birisi, yemin ettiği şeye aldırmaz, hiçbir günahdan
sakmmaz.Hz. Peygamber (s.a):
"Senin bundan başka hakkın yok."

Kindeli yemin etmek için (minberin yanma doğru) gitti. Arkasını dönünce Rasûlulîah
(s.a): "Dikkat edin! Vallahi eğer haksız yere yemek için bir mal üzerine yemin ederse
şüphesiz Allah Teâlâ'ya, o kendisinden yüz çevirmiş olduğu halde varacaktır."
£161

buyurdu.
Açıklama

Bu haber de, önceki gibi; bir Hadramlı ile bir Kindeli arasındaki arazi davasını konu
etmektedir. Ancak, öncekinden senet yönüyle tamamen farklı olduğu gibi metin
yönüyle de oldukça farklıdır. Meselâ bu rivayette öncekinden farklı olarak,
Hadramî'nin dava ettiği arazinin kendisine babasından kaldığı, Kindeli'nin, hasmının
iddiasını reddettiği, Hadramlmm, Kindeliyi facirlikle itham edip yalan yere yeminden
sakınmayacağını iddia ettiği, Kindelinin; yemin etmek için mihraba doğru gittiği
bildirilmektedir. Ayrıca, geçen rivayetin sonunda, Hz. Peygamber (s.a)'in, "Bir
başkasının malını yalan yere yemin ederek alanın, Allah'a eli ayağı kesik olarak
ulaşacağını" söylediği belirtildiği halde bunda; "Allah'a, Allah ondan yüz çevirmiş



olduğu halde varacağı" belirtilmektedir. Bütün bu farklılıklardan her iki haberde
anlatılan olayların ayrı ayrı olduğunu anlaşılmaktadır.

Bu haberde, babın diğer hadislerinde bulunmayan bir konu karşımıza çıkmaktadır, o
konu şudur: Davacı dava neticelenmeden hasmını fücurla, yalan yere yemin etmekle
itham etmektedir! Hz. Peygamber (s. a) de bu ithamı men etmemiş, sadece: "Senin, ona
yemin ettirmekten başka hakkın yok" buyurmuştur. Bu hal, davacının yaptığının
meşru olduğunu göstermektedir.

Hattâbî, bu konu ile ilgili olarak şöyle der: "Bu hadisde hasımlar arasında cereyan
eden münazaada, taraflardan birisi sözü esas konudan çıkarıp hasmını hıyanet, fücur
ve haramı helâl görme gibi bir şeye nisbet ederse, bu konuda bir hüküm
verilmeyeceğine delil vardır."

Yine bu hadiste; öncekilerden ayrı olarak, yemin edecek kişinin yemin etmek için
minberin yanma doğru gittiği de sözkonusu edilmektedir. Hattâbî bu konuda da şöyle
der:

Ravinin; "Yemin etmek için (minbere doğru) gitti ve arkasını dönünce" sözleri; Hz.
Peygamber zamanında yeminin minberin yanında edildiğine delildir. Böyle olmasaydı
Kindelinin Rasûlullah'm meclisinden gidip arkasını dönmesinde mana olmazdı. Hz.
Peygamber'in şu sözü de buna şahitlik eder: "Yeşil bir misvak dalma da olsa benim
minberimin yanında (yalan yere) yemin eden kişi Cehennemdeki yerine

im

hazırlansın."

Hz. Peygamber (s.a)'in, "O Allah'a, Allah kendisinden yüz çevirmiş olduğu halde
varır" sözündeki, Allah'ın yüz çevirmesinden maksat, Allah'ın ona değer vermemesi,

£181

gazab etmesi, rahmetinden uzaklaştırmasıdır.
Bazı Hükümler

1. Bir mah' elinde tutan kişi (sahibu'l-yed, zi'I-yed) o mala, onu iddia eden yabancıdan
daha çok mustehaktır. Yani malı elde bulundurma, o mala sahip olmanın delilidir.
Araziyi elde tutmak; onu ekip biçmekle, evi elde tutma içinde oturmakla olur. Malm
çeşidine göre zi'l-yedlik değişir.

2. Davacı, iddiasını isbat için delil getiremez ve davalı da davacının id-. d i asını ikrar
etmezse davalının yemin etmesi gerekir.

3. Başka deliller, malı elde bulundurma (zi'l-yedlik) delilinden daha önce gelir. Çünkü
Hz. Peygamber (s. a), Kindelinin "Bu arazi benim elimde, orayı ekiyorum" demesine
rağmen Hadramlıya, delilinin olup olmadığını sormuştur. Eğer zi'l-yedlik de diğer
delillere denk olsaydı, Kindelinin deliline karşı yeni bir delil istemezdi.

4. Davalı, günahkâr, facir birisi de olsa yemini kabul edilir ve karşı tarafın delili
yoksa, bu yeminle dava sona erdirilir.

5. Hasımlardan birisi diğerine dava esnasında "yalancı, facir, zalim" gibi isnadlarda
bulunsa, bu sözler ayrı bir davayı gerektirmez.

6. Bir kimse, mirasla ilgili bir şey iddia etse, hâkim de o kişinin murisinin öldüğünü ve
başka bir vârisin olmadığını bilse, dava esnasında başka delil istenmeden bununla
hükmeder. Çünkü Hadramh, "Bu adam bana babamdan kalan araziye zorla sahip oldu"
demiş, Hz. Peygamber de gerçekten Hadramlmm babasının ölüp ölmediğine veya
başka vârisinin bulunup bulunmadığına delil istememiştir. Eğer Rasûlullah (s. a) onun,



babasının mirasına tek vâris olduğunu bilmeseydi, bunu isbat için delil isterdi.
7. Mahkemede, hasımlardan birisinin salih, dürüst, diğerinin de yalancı, günahkâr
olması verilecek hükmü etkilemez. Hüküm hasımların hallerine göre değil, delillerine
£191

göre verilir.

2. Hz. Peygamberin Minberinin Yanında Edilen Yemini Tazim Konusunda
(Gelen) Haberler

3246... Câbir b. Abdillah (r.a)'dan, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:

"Benim şu minberimin yanında, yeşil bir misvak üzerine bile olsa, bir şey için yalan
yere yemin eden hiç kimse yok ki cehennemdeki yerine hazırlanmış olmasın -veya

[201

kendisine cehennem vacip olmasın-."
Açıklama

İbn Mâce'de, aynı manayı ifade eden iki hadis vardır. Bunlardan birisi Câbir'den diğeri
ise Ebû Hureyre'den rivayet edilmiştir. Câbir'in rivayeti, "Benim şu minberimin
yanında, yeşil bir misvak üzerine bile olsa yalan yere yemin eden kişi, cehennemdeki
yerine hazırlansın"; Ebû Hureyre'nin rivayeti ise; "Benim şu minberimin yanında bir
erkek ve kadın taze bir misvak üzerine bile olsa yalan yere yemin ederse, ancak
Cehennem kendisine vacip olur." şekillerindedir.

Hadis-i şerif, basit bir malı elde etmek için bile olsa yalan yere yemin etmenin kişinin
cehenneme gireceğine sebep olduğuna işaret etmektedir. Değersiz bir mal için yemin
etme, kişinin cehenneme girmesine sebep olduğuna göre, kıymetli mallar için yemin
etmeyi siz düşünün.

Hz. Peygamber (s. a) yemine konu olacak değersiz malı "yeşil bir misvak" veya "taze
bir misvak" sözüyle ifadelendirmiştir. Çünkü, taze misvak Arabistan'da çokça
bulunan, alınıp satılmayan değersiz bir şeydir. Kuruduktan sonra ise, satılır. Onun için
kuru misvakın az çok değeri vardır.

Hadis-i şerifte ayrıca Hz.Peygamber(s.a)'in minberinin yanında edilen yeminin
önemine de işaret vardır. Yani Rasûlullah'm minberinin yanında edilen yemin başka
taraflarda edilen yemine nisbetle daha büyüktür. Çünkü eğer öyle olmasaydı,
Hz.Peygamber (s.a)'in, bu kaydı koymasında mana olmazdı.

Cumhur bu hadise dayanarak mescid, Harem ve minber gibi kutsal yerlerde, ikindiden
sonra ve cuma günü gibi kutsal zamanlarda edilen yeminlerin daha ağır olduğunu, bu
yer ve zamanlarla yeminin daha da şiddetleneceğini söylemişlerdir.
Hanefilere göre ise hâkim davalıya yemin ettirecek olursa bunu belirli yerler ve
zamanlarla takviye cihetine gitmez. Çünkü yemin eden kişi, Allah adını anarak yemin
etmektedir. Dolayısıyla bunun bir de ayrıca yer ve zamanla te'kidine ihtiyaç yoktur.
Buharî'nin bir bab'a; "Davalı, yemin kendisine nerede vacip olursa orada yemin eder"
adını vermesi de, Hanefîlerin görüşlerini takviye eder.

Bazı âlimler ise , yemin ettirirken yeminin yer ve zamanla kuvvetlendirilip
kuvvetlendirilmemesinin hâkime ait bir yetki olduğunu söylerler. Bunlara göre, hâkim
isterse davalıya yemini camide, cuma günü gibi belli yer ve zamanda, isterse kaza



meclisi nerede ise orada ettirir. Sahabelerden bazılarının hasımlarına yemin ettirirken;
Rükünler arasında veya Makain-ı İbrahim'in yanında etmelerini istediklerine,
bazılarının da bunu kabul etmekten kaçındıklarına dair haberler gelmiştir. Yine bazı
sahâbîlerin Mushaf üzerine yemin ettirdikleri olmuştur.

İbn Reslân;âlimlerin zimmîye yemin ettirirken onun, bir yerle kuvvetlendirilmesinin
caiz olduğunda ihtilâflarının olmadığını söyler. Ancak bu Hanelilere göre caiz
değildir. Yemin ettirirken, yahudiye; "Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah'a...",
Hristiyanlara da; "İncil'i İsa'ya indiren Allah'a..." şeklinde yemin ettirilir. Fakat, yemin
ettirmek için onların ibadethanelerine girilmez. Çünkü bu, hem oralara değer verme



manasına gelir, hem de müslü-manm oralara girmesi hoş değildir.
Şevkânî bu konuda şöyle der:

"Yemini kuvvetlendirmede caiz olan son had, bu ve benzeri hadislerde varid olan,
sözle kuvvetlendirmektir. Ama zimmîlere kilise ve benzeri yerde yemin ettirmek gibi,
muayyen bir yer ve zamanla kayıtlayarak yemini te'kid konusunda herhangi bir delil
[221

mevcut değildir."
Bazı Hükümler

1. Değeri az da olsa, bir mala sahip olmak için yalan yere yemin etmek, kışının
cehenneme atılmasına sebeptir.

2. Kişinin, yalan yere yemin etmesine mani olmak için onun saygı duyduğu kutsal bir
yer ve zamanda yemin ettirilmesi caizdir.

[23]

Bu konu ile ilgili malumat açıklama bölümünde geçmiştir.

İM

3. Putlar Adına Yemin Etmek

3247... Ebû Hureyre(r.a)'den, Hz. Peygamber (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:

"Yemin edip, yemininde "Lâfa yemin ederim ki" diyen kimse, hemen "Lâ ilahe
illallah" desin. Arkadaşına; "Gel seninle kumar oynayalım" diyen kişi, sadaka olarak
£251

bir şey versin"
Açıklama

Hadisin Buharî'deki rivayetinde, Lâfın yanı sıra Uzza da anılmaktadır. Yanı, "Lat ve
Uzza'ya yemin ederim ki derse..." denilmektedir. Müslim'deki rivayet ise aynen Ebû
Dâvûd'taki gibidir.

Lât: Cahiliye devrinde Arapların taptıkları üç büyük puttan birisinin adıdır.
Sa'Iebî; Lât isminin Allah isminden alındığını, lafzatullah'm sonuna bir tâ ilâve
edilerek bu hale getirildiğini söyler. Putperestler, bu hareketleriyle, kendi ilahlarının
adını Allah'ın adına benzetmek istemişlerdir. Sonra Allah (c.c) ismi celalini korumak
için anılan putun adını "Lât" şekline çevirmiştir. Mücâhid; Lât'm, Tâif te bir taş; Ebû



Zeyd, Nahle'de Kureyşlilerin ibadet ettikleri bir ev olduğunu söyler. Bu kelimenin,
hacılar için, unu yağ ile karıştırarak yemek yapan bir adamın hatırasından alındığı da
söylenir. Çünkü, unu yağ ile karıştırma işine "lett" denilir. Bu görüşe göre hacılar için
yukarıdaki şekilde yemek yapan bir adam vardı. O adam ölünce, kabri üzerine durup,

[261

ona ibadet etmeye başladılar.

Bu puta "Lât" adının verilişine sebep olarak başka hâdiselerden de bahsedilir. Ancak
bunlar o kadar önemli değildir. Önemli olan "Lâfın; Arapların tapındıkları bir put
olduğunu bilmektir.

Bu hadiste; Lâfın adını anarak yemin eden kişinin yemininin sonunda "Lâ ilahe
illallah" demesi emredilmek t edir. AIiyyül'l-Kârî bu meseleye iki açıdan
bakılabilecğini söyler:

1- Kişinin sehven cahiliyye devrinden kalma bir âdet olarak "Lât" üzerine yemin
etmesi. Bu durumda "Lâ ilahe illallah" demesinden maksat; tevbe etmesi, tevhid
kelimesini, günahına keffaret kılmasıdır. Çünkü iyilikler, kötülükleri siler. Bu,
gafletten dolayı tevbedir.

2- Bu yemini ile "Lâfı ta'zim etmesi. Böyle olursa; anılan.veminden sonra tevhid
kelimesi söylenmesinden maksat, iman tazelemektir. Çünkü bu yemin kişiyi dinden
çıkarır. Bu durumda tevbe, ma'siyetten tevbedir.

Aliyyün-Kârî devamla, Şerhu's-Sünne'den şu sözleri nakleder:

"Bu hadiste; İslâm'dan "başka bir şeyle yemin edene keffaret gerekme-yip, günahkâr
olduğuna ve tevbe etmesi gerektiğine delil vardır. Çünkü Hz.Peygamber (s. a) bu
yeminin cezasını kişinin dininde kılmıştır, malında değil, sadece kelime-i tevhid'i
emretmiştir. Çünkü yemin ma'kud ile olur. Lât ve Uzza'ya yemin edince bu konuda
kâfirlere benzemiş olur. Onun için Rasûllah kelime-i tevhidle bunu telâfiyi

[221 '

emretmiştir."

Aliyyül'l-Kârî'nin anlayışına göre; bu hadiste putlar adına yemin etmenin caiz
olmayışından başka bir hükme işaret yoktur.

Nevevî ise, "Şöyle yaparsam ben yahudi veya hristiyan olayım, İslâm'dan veya
Peygamber'den beri olayım" ve benzeri sözlerle yemin eden kişiyi de putlar adına
yemin etmeye benzetmiş ve bunlarla yemin olmayacağını, dolayısıyla bu sözlerin
keffareti gerektirmeyeceğini söylemiştir.İmam Şafiî, İmam Mâlik ve alimlerin
cumhurunun görüşü Nevevî'nin dediği gibidir. Bu sözleri söyieyen kişiye keffaret
değil tevbe istiğfar gerekir.

Hanefîlere göre; bir şeyi yapıp veya yapmamak için, "yahudi olacağına veya hristiyan
oîacağna" dair yemin eden kişiye sözünü yerine getirmediği takdirde keffaret gerekir.
Çünkü kişi bu sözünde; şartı küfre alâmet kılınca, o şarttan kaçınmanın gerekli
olduğuna inanmıştır. O halde bunu yemin olarak söylemiştir. Ama kişi şart koştuğu
şeyi yapmadığı takdirde gerçekten yahudi veya hristiyan olacağına inanır ve sözünü
tutmazsa dinden çıkmış olur. İman ve nikâh tazelemesi gerekir.
Nevevî, Hanefîlerin şu mantıkî delille görüşlerini desteklediklerini söyler:
Aüah (c.c), zıhar yapana keffareti emretmiştir. Çünkü bu günah bir söz ve yalandır.
Anılan sözlerle yemin etmek de aynı şekilde günahtır. Öyleyse bunlardan dolayı da
[28]

keffaret gerekir.

Hattâbî; Nehaî, Evzaî, Süfyân-ı Sevrî, Ahmed b. Hanbel ve İshak b. Râhûyeh'in de



Hanefîlerin görüşünde olduklarını söyler.

Hadis-i şerifte sözkonusu edilen diğer bir mesele de; arkadaşını kumar oynamaya
davet eden kişinin durumudur. Hz. Peygamber (s. a), arkadaşını kumar oynamaya
davet eden kişiye hemen sadaka vermesini emretmiştir. Bu„ günaha keffaret olarak
peşinden sadaka verme esasını gerektirir.

Bu durumda olan kişinin vereceği sadakanın mikdarı konusunda farklı görüşler vardır.
Hattâbî, arkadaşına kumar oynamayı teklif ettiğinde düşündüğü mikdarı sadaka olarak
vereceğini söyler. Nevevî ise; muhakkik âlimlerin anlayışına göre, hadiste böyle bir
kaydın olmadığını, sadaka denilebilecek miktarda olmak kaydıyla imkânına göre
sadaka verebileceğini söyler. Nevevî, Sahih-i Müslim'deki, "Bir şey tasadduk etsin"
şeklindeki ifadenin bu görüşü dekteklediğini kaydeder.

Kadı Iyaz da; bu hadisin; kalpte yerleştiği zaman, masiyete azmetmenin günah olduğu
tarzındaki cumhurun görüşüne delil olduğunu söyler. Kalbe yerleşmeden akla gelip
geçen masiyet ise günahı gerektirmez.

Aynî; kumara davetten sonra verilecek olan sadakanın vacip değil mendup olduğunu,

[291

fakihlerin hadisteki emri.nedbe hamlettiklerini bildirmektedir.
Bazı Hükümler

1. Ta'zim kasdı ile putlar adına yemin etmek, kişiyi dinden cıkanr.Böyle bir yemini
eden kişinin hemen peşinden iman tazelemesi gerekir.

2. Putlar adına edilen yeminlerin bozulması halinde keffaret gerekmez.

3. Bir günaha azmedip karar vermek de günahtır.

İM

4. İşlenilen bir günaha keffaret olarak hemen peşinde sadaka vermek menduptur.



4. Babaların Adı İle Yemin Etmek Mekruhtur

3248... Ebû Hureyre (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Babalarınızın, annelerinizin ve putların adlan ile yemin etmeyiniz. Sadece, Allah'ın
adı ile yemin ediniz. (Allah'ın adı ile de) ancak (sözünüzde) doğru olduğunuzda yemin
[321

ediniz."
Açıklama

Hafız el-Mizzî; bu hadisin Lü'Iüî'nin rivayetinde mevcut olmayıp Ibn Dase nın
rivayetinde bulunduğunu söyler. Hadis-i şerifin ilk bölümünde; Hz.Peygamber (s. a)
babaların, annelerin ve putların adına yemin etmeyi yasaklamaktadır. Şüphesiz,
dedeler, nineler, çocuklar ve torunlar da aynı yasağın altına girerler. Putlar adına ye-
min konusu bundan evvelki hadiste izah edilmiştir.

Hadisin ikinci bölümünde ise daha genel bir ifade ile Allah'tan başkaları adına yemin
etmek men edilmektedir.

Allah'tan başkası adına yemin etmenin yasak oluşundaki hikmet Nevevî'nin beyanına
göre şudur: Bir şey ile yemin etmek ona değer vermek ta'zim etmektir. Azamet ise



gerçekte sadece Allah içindir. Onun için Allah'ın zâtı ve sıfatlarından başka bir şeyle
yemin edilmez. Şevkânî, bunda bütün fakihlerin hemfikir olduğunu, ancak bu yasağın
hüfcmü konusunda farklı görüşler bulunduğunu söyler. Bu ihtilâfları biraz sonra ele
alacağız.

Nevevî'nin, Müslim Şerhi'nde bildirdiğine göre İbn Abbas (r.anhüma) şöyle demiştir:
"Allah adına yüz defa yemin edip günaha girmem, (yemini bozmam), başkaları adına

133]

yemin edip yeminime sadık kalmamdan daha hayırlıdır."

Burada; "Üzerinde durduğumuz hadis ve benzerlerinde, Allah'tan başkaları adına
yemin etmek yasaklanıyor. Halbuki Kur'ân'da Allah (c.c),bazi yaratıkları ile;
Hz.Peygamber de bir hadiste bir şahsın babası ile yemin etmiştir. Bu hadislerle âyetler
veya hadisler arasında bir tezat ortaya çıkmıyor mu?" şeklinde bir soru akla gelebilir.
Bu konuda Fethu'l-Bârî'de şöyle denilir:

"Kur'ân-ı Kerim'deki; Allah'tan başkaları ile edilen yeminler iki şekilde izah edilir:

1- Ayetlerde bir hazf sözkonusudur. Yani kelime düşmüştür. Meselâ; "Güneşe yemin
ederim..." âyetinin takdiri "Güneşin rabbine yemin ederim" şeklindedir.

2- Yaratıklar adına yemin etmek Allah'a has bir şeydir.Allah yaratıklarından birisine
değer vermeyi isterse onun adına yemin eder. Bu, Allah'tan başkaları için caiz
değildir.

Allah'tan başkaları ile yemin etmenin yasak olduğu hükmüne muhalif olarak varid
olan; Rasulûllah'm bir bedeviye söylediği: "Eğer sözünde sa-dıksa, babasına yemin

[341

olsun ki kurtuldu" şeklindeki sözlere gelince; buna da birkaç türlü cevap
verilmiştir:

1- Bu sözün sıhhati tenkide tabidir. İbn Abdilberr, bu sözün sabit olmadığını söyler. O,
rivayetin aslının; "Vallahi kurtuldu" şeklinde olup bazılarının bunu bozduğunu
zanneder.

2- Bu çeşit ifadeler; Arapların alışık olduğu, yemin kastedilmeyen sözlerdir. Allah'tan
başkası ile yemini yasaklayan hadisler, bu sözü yemin kas-dı ile söyleyenlerle ilgilidir.

3- Bu tip sözler arapçada iki manada kullanılır:

a) Ta'zim, b) Te'kid. Yasaklama, bu sözlerde ta'zim kastedildiğindedir.

4- Allah'tan başkası adına yemin önceleri caizdi, sonra neshedildi. Hz. Peygamber bu
sözü nesihten önce söylemiştir.

Süheylî; sarihlerin çoğunun bu görüşü benimsediklerini söyler. îbnü'l-Arabî de; bu
hadisin; "Rasûlullah (s. a) bu konudaki nehy varid olmadan Önce babası adına yemin
ederdi" şeklinde rivayet edildiğini söyler. Ancak bu sahih olamaz. Çünkü
Hz.Peygamber (s. a) Allah'tan başkası ile yemin edileceğini zannetmez. Münzirî ise;
hadislerin arasını birleştirmek mümkün ve hadisin vürud tarihi belli olmadığı için nesh
iddiasının zayıf olduğunu söyler.

5- Hadiste hazf vardır. Takdir; "Babasının Râbbi adına yemin ederim ki kurtuldu"
şeklindedir. Bunu Beyhakî söylemiştir.

6- Bu söz hayret ifade etmesi içindir. Bu, Süheylî'nin görüşüdür.

7- Bu şekilde yemin etmek Hz.Peygamber (s.a)'e mahsustu." Yukarıya aldığımız

£351

görüşleri, Şevkânî; Feth'den nakletmektedir.

AIiyyü'1-Kârî bunlardan ayrı bir görüş beyan eder. O da şöyledir: "Hz.Peygamber
(s.a) bu sözü Allah'tan başkaları ile yemin etmek yasaklandıktan sonra söyledi.



1361

Maksadı, sözkonusu yasağın harama delâlet etmediğine işaret etmekti."
Allah'tan başkaları adına yapılan yeminin hükmü konusunda âlimler değişik
görüştedirler. İbn Dakîki'l-îyd'in ifadesine göre; hüküm, yemin edilen şeyin durumuna
göre değişir:

a) Eğer adına yemin edilen şey putlar gibi ta'zimi küfrü gerektiren bir şeyse bunlar
adına yemin haramdır. Yeminde bu şeylerin ta'zimini kasdet-mek ise küfürdür. Ta'zim
kastedilmiyorsa haramdır. Bunda âlimler müttefiktirler.

b) Adına yemin edilen şeyin ta'zimi küfrü gerektirmiyorsa bu yeminin haram mı yoksa

£371

mekruh mu olduğunda ihtilâf vardır.

Bu tür yeminler konusunda Mâliki ve Hanbelîler'in iki görüşü vardır. Bir görüşe göre
haram, diğerine göre mekruhtur. Ama Hanbelîlerde meşhur olan görüş bunların haram
oluşudur.

Şâfıîlerin cumhuruna göre; tenzîhen mekruhtur.

Hâdivîlere göre; adına yemin ettiği şeyi azamet yönünden Allah'a bir tutmazsa veya

[381

yemin eden kişi küfrü ya da fıskr mutazammm değilse yemin caizdir.
Aliyyü'l-Kârî; Allah'ın isimleri ve sıfatlarının dışında bir şeyle yemin etmenin mekruh
olduğunu, bu konuda Peygamberin, Kabe'nin, meleklerin, emanet, hayat ve ruhun eşit
[391

olduğunu söyler.

Üzerinde durduğumuz konuda Hanefî âlimlerinden iki görüş vardır. Bazılarına göre,
Allah'tan başkaları adına yemin etmek mehruhtur. Aliyyü'l-Kârîbu görüşü
paylaşanlardandır. Çoğunluğuna göre ise Allah'tan başkası adına yemin etmek mekruh
değildir. Zeylaî; Allah'tan başkasına yapılan yeminin meşru olup bunun asİmda yemin
değil, cezanın şarta bağlanması olduğunu söyler. Ancak, fakihler cezanın şarta
bağlanmasına yemin demişlerdir. Çünkü bir işi yapmaya teşvik veya bir işten men
etmek için Allah adına edilen yeminin manası bunda da vardır. Allah'a yemin etmek
İse mukruh değildir.

Hanefîler; Allah'tan başkasına yemini nehyeden hadisin bir şarta bağlanmayan
yeminle ilgili olduğunu söylerler. Çünkü bir şeye bağlı olmadan edilen yeminde,

OT

yemin edileni ta'zim vardır. Bu da ittifakla mekruhtur.

MU

Yemin; Allah'ın isimleri veya âdet haline gelmişse zatî sıfatlarından biri ile edilir.
Bazı Hükümler

1. Babalar, anneler, putlar adına yemin etmek caiz değildir.

2. Yemin sadece Allah'ın adı ile edilebilir.

3. Allah adına yemin eden kişi, yeminine sadakat göstermeli, yalan yere yemin

1421

etmemelidir.

3249.... Ömer b. el-Hattâb (r.a)'dan rivayet edildiğine göre;

O, bir kafile içerisinde babası adına yemin ediyor iken Rasûlullah (s. a) kendisine



yetişmiş ve:

"Şüphesiz Allah sizi babalarınız (adı)ile yemin etmekten nehyediyor. Yemin edecek

1431

olan, Allah'a yemin etsin veya sussun." buyurmuştur.
Açıklama

Hadisin Buharî'deki bir rivayeti Hz.Ömer'de değil, oğlu Abdullah'da son bulmaktadır.
Yani Abdullah'ın hâdiseyi babasından duyduğuna dair bir işaret, mevcut değildir. Yine
Buharî'deki rivayette buradan fazla olarak Hz.Ömer'in kafile içerisinde "yürürken"
Rasûlullah'm kendisine ulaştığı ifade edilir. Yani orada bir "yürüyor" ilavesi vardır.
Tercemeye "kafile" diye aldığımız "rakb"; develerine binmiş vaziyetteki, on ve daha
fazla kişiden teşekkül eden topluluktur. Bazan atlılara da "rakb" denildiği olur.
Aynî'nin bildirdiğine göre, aynı hadisi İbn Abbas da Hz. Ömer'den nakletmiştir. Bu
nakle göre olay bir savaş yolculuğunda olmuştur. İşaret edilen haber şu şekildedir:
"Rasûlullah (s. a) ile birlikte bir kafile içerisinde bir savaşa giderken "babama yemin
ederim ki hayır"dedim. Ardımdan birisi;"Babalarmız adıyla yemin etmeyiniz" diye
fısıldadı. Geri döndüm,bir de ne göreyim, Rasûlullahmış."

İbn Ebî Şeybe'nin İkrime kanalıyla Hz.Ömer'den rivayetine göre; Hz. Peygamber (s. a):
"Eğer biriniz, Mesih adına yemin ederse -ki Mesih, babalarınızdan daha hayırlıdır-
helak olur." buyurmuştur.

Hadis, babalar adına yemini men ediyor ve sadece Allah adına yemin edilebileceğini

1441

bildiriyor. Bu konu, bundan önceki hadisin şerhinde genişçe ele alınmıştır.

3250... Ömer (r.a)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s. a) beni işitti... -
(Hz.Ömer;) babalarınız adı ile... sözüne kadar, önceki hadisin mana olarak benzerini
(söyleyip) şunu da ilâve etti-: "Vallahi (artık) ne kendimden ne de (başkasından)

1451

naklen bu şekilde bir daha yemin etmedim."
Açıklama

Bu hadis, bundan önceki hadisin başka bir rivayetidir. Musannif Ebû Dâvûd, önceki
hadisi, Ahmed b. Yunus'dan, bunu işe Ahmed b. Hanbel'den almıştır. Tabiî, Ahmed b.
Yunus ile Ahmed b. Hanbel'in isnadları da birbirinden farklıdır.

Ahmed b. Hanbel'in rivayetinde, Ahmed b. Yunus'un rivayetinde bulunmayan iki
cümle vardır. Ebû Dâvûd, bu fazlalıkları aynen aktarmış, geri kalan kısmı ise "Önceki
hadisin manasım..." şeklinde işaretle iktifa etmiştir.

Ahmed b. Hanbel'in rivayetindeki fazlalıklardan biri, hadisin başındaki, Rasûlullah'm
Hz.Ömer'in, sözünü işittiğine dair olan cümle; diğeri de yine Ömer'in, bir daha o
şekilde yemin etmediğini ifade ettiği cümledir.

Bu son kısım, Buharî ve Müslim'in rivayetlerinde: "Vallahi Rasülullah'i dinledikten
beri ne kendimden ne başkasından naklen bir daha öyle yemin etmedim" şeklinde
varid olmuştur.

Hz. Ömer'in bu ifadesinden anlaşıldığı üzere, o babasının adı ile yemin ettiğinde ya
bunun günah olduğunu bilmiyordu ya da, cahiliye devrinden kalma bir alışkanlık



olarak diline öyle gelivermişti. Ama Hz.Peygamber kendisini bu şekilde yemin

1461

etmekten nehyedince artık bir daha öyle yemin etmedi.



Bazı Hükümler

1. Allah'tan başkaları adına yemin etmek caiz değildir.

2. Bilmeden bir günah işleyen kışı yaptığının günah olduğunu öğrenince hemen onu
terketmelidir.

3. Bir müslümanm günah işlediğini gören ve duyan kişi, uygun bir dille bu günaha

1421

mani olmaya çalışmalıdır.

3251... Saîd b. Ebî Ubeyde'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: İbn Ömer (r.anhüma);
"Kabe'ye yemin ederim-ki hayır" diye yemin eden bir adamı duyup ona: "Ben
Rasûlullah (s.a)'m; Allah'tan başkasına yemin eden(0'na)ortak koşmuştur,

£481

buyurduğunu işittim." dedi.
Açıklama

Hafız Mizzî, el-Etrâf adındaki eserinde, bu hadisin Lü'lüî'nm rivayetinde mevcut
olmadığını söyler.

Hadisin zahiri; Allah'tan başkaları ile yemin etmenin, Allah'a ortak koşmak olduğunu
iifade etmektedir. Alimler bunun; yemin edilen şeyi, azamet yönünden Allah'a ortak
koşma niyetiyle olduğu takdirde şirk sayılacağını, ama dil alışkanlığı ile söylendiği
takdirde sureten başkasını Allah'a ortak koşma gibi görünmekte ise de gerçekte öyle
olmadığını söylerler.

Şevkânî; bu hadisteki, "Allah'a ortak koşmuştur" ifadesinin; bu şekildeki yeminden
men etmekte mübalağaya delâlet ettiğini, Allah'tan başkalarına yemin etmenin haram
olduğunu söyleyenlerin bu hadise dayandıklarını söyler.

Hadis, sadece put gibi ta'zimi küfrü gerektiren şeylerle değil; Kabe, Kur'ân, Nebi gibi
ta'zime lâyık olan şeylerle de yemin edilemeyeceğine ve bunlarla edilen yeminlerin
yemin sayılmayacağına delâlet etmektedir. Bu konuda ulemadan nakledilen bazı farklı
görüşler vardır:

Cumhura göre; Allah'tan başkaları adına edilen yeminler yemin olarak gerçekleşmez.
Hanbelîlerden bir kısmı, Hz.Peygamber (s.a)'in adına edilen yeminin yemin sayılıp
bozulması halinde keffaretin gerektiği görüşündedirler.

Hz,Ömer'in Kabe adına, Katâde'nin de Mushaf, talâk ve nikâhla yemin etmeyi
nehyettikleri rivayet edilir.

İbnu'l-Münzir'in bildirdiğine göre, Kur'ân-ı Kerîm'e yemin eden kişi ye-Tiinini
bozarsa, İbn Mes'ûd ve Hasan el-Basrî, her âyet için bir yemin keffa-reti gerektiğini
söylerler.

Ebû Yusufa göre; bir kimse "Rahman" diyerek yemin eder ve bununla Allah'ı
kastederse bu yemindir, eğer Rahman sûresini kastederse yemin değildir. Dolayısıyla
bozduğu takdirde keffaret gerekmez.

Hanefîlere göre; Peygamberlere, Kabe'ye, yaratıklardan birinin başına veya hayatına



yemin edilmez. "Yemin ederim", "kasem ederim", "şehadet ederim", "üzerime yemin
olsun", "üzerime ahdolsım" gibi sözler yemin sayılır, bozulması halinde keffaret
gerekir.

Kur'ân-ı Kerîm'e edilen yemin konusunda iki görüş vardır: Bir görüşe göre; Kur'ân,
Allah kelâmı olduğu için onunla yemin edilir. Diğer bir görüşe göre yemin edilmez.
"Mushaf hakkı için, Kur'ân hakkı için" gibi sözler esah görüşe göre yemin sayılmaz.
Bu sözleri bir şarta bağlayan kişi, sözünde durmazsa, tevbe istiğfar etmesi gerekir.
Yalan yere, "Allah bilir şu şöyledir" diyen kişi, bir görüşe göre dinden çıkar. İman
tazelemesi gerekir. Diğer bir görüşe göre; dinden çıkmaz, günaha girmiş olur. Tevbe
istiğfar etmesi icabeder. Yalan yere; "Allah şahittir" denilmesi de yemin sayılmaz.
Dolayısıyla keffareti değil, tevbeyi gerektirir.

Yemin edilmesi âdet olan Allah'ın sıfatlarından biri ile yemin edilebilir. Ancak,

[491

"Allah'ın ilmi, Allah'ın gazabı" gibi sözlerle yemin edilmez.

3252... Talha b. Ubeydullah (r.a) -bedevinin kıssasını (anlatan) hadiste-;
Hz.Peygamber (s.a)'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Babasına yemin ederim ki doğru söylüyorsa kurtuldu. Babasına yemin ederim ki,

1501

doğru söylüyorsa cennete girdi."
Açıklama

Burada bir bölümü zikredilen hadisin tamamı Kitabü's-Salât'da 392 numarada
geçmiştir. Hadisin tamamını görmek isteyen oraya müracaat edebilir.
Hadisin bu konu ile ilgisi, Hz.Peygamber (s.a)'in bedevinin babasına yemin etmesidir.
Bu meselenin izahı da babın ilk hadisinde verilmiştir. Burada tekrar ele alınmasına
gerek yoktur. Ancak, Rasûlullah'ın; "...doğru söylüyorsa cennete girdi" diye geçmiş
zamana delâlet eden bir siga kullanması, ileride mutlaka gireceğine işaret içindir. Ya

I5JJ

da, cennete girecek ameli işlemiş olur, şeklinde anlaşılır.
5. Emanete Yemin Etmek Mekruhtur

3253... İbn Büreyde; babasından, Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:

[52]

"Emanete yemin eden, bizden değildir."
Açıklama

Hadis-i şerif, emanete yemin etmenin caiz olmadığını göstermektedir.
Hattâbî, bu hadisle ilgili olarak şöyle der: "Emanete yeminin mekruh 3İuşu; Allah'ın,
sadece Allah ve sıfatları ile yemin etmeyi emretmiş olmasından dolayı olsa gerektir.
Emanet Allah'ın sıfatlarından değil, sadece emirlerinden bir emir ve farzlarından
biridir. Müslümanlar, emanete yeminden; bunun Allah'ın ismi ve sıfatları ile bir
tutulması olacağından dolayı nehye-dilmişlerdir. Ebû Hanîfe ve arkadaşları; bir kimse



Allah'ın emanetine yemin ederim ki derse bu yemindir ve keffaret gerekir derler. Şafiî

ise, bunun yemin olmadığını dolayısıyla keffaretin gerekmediğini söyler."

Bu ifadelerden; emanete yemin etmenin haram değil mekruh olduğu ve bu kerahate

sebebin, emanetin Allah'ın isim ve sıfatlarından biri olmayışı anlaşılmaktadır.

Hattâbî, Hanefîlerin emanete yemini, yemin saydıklarını söyler. Fakat bu Hanefîler

arasında ittifak edilen bir mesele değildir. Hanefî âlimlerinin bu konudaki ifadelen

farklıdır.

Bedâi'de şöyle denilir: "Eğer, "ve emanetillâhi = Allah'ın emanetine yemin ederim ki"
derse; Asıl'da bunun yemin olduğu söylenir. İbn Semâa ise, Ebû Yusuftan bunun
yemin olmadığının nakledildiğini bildirir. Tahâ-vî, arkadaşlarımızdan rivayetle bunun
yemin olmadığını söyler. Tahâvî'nin sözünün delili şudur: Allah'ın emaneti, namaz,
oruç ve başkaları gibi kulların ibadet ettikleri Allah'ın farzlarından bir farzdır. Allah
(c.c); "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik. Onu yüklenmekten kaçındılar..."

£531

buyurmuştur. Emanete yemin, Allah'ın isminden başka bir şeyle yemin olduğu
için yemin sayılmaz. Asıl'da zikredilenin izahı da şudur: Yemin esnasında Allah'a
izafe edilen emanetle, Allah'ın sıfatı kasdedilir. Nitekim "emîn", Allah'ın
sıfatlarmdandır, o da "emanet" kökünden türemiştir. Mutlak olarak zikredildiğinde,
özellikle kasem konusunda, onunla Allah'ın sıfatı murad edilir."

Görüldüğü gibi AUahm emanetine edilen yeminin yemin sayılıp sayılmayacağı
konusunda Hanelilerden iki görüş vardır. Kâsânî, Bedâi' adındaki eserinde bu
görüşleri ve her birinin aklî izahını yapmıştır. Asi, İmam Mu-hammed'in Mebsût
adındaki kitabıdır. Zâhiru'r-rivâye eserlerinden birisi olduğu için Hanefî mezhebinde
ondaki görüşler daha esah kabul edilir.

Hz. Peygamber (s.a)'in, "emanete yemin eden bizden değildir" sözündeki, "bizden
değildir" ifadesi; "bizim yolumuza uyanlardan değildir" manasınadır. Yoksa, "bizim
mensub olduğumuz dinden değildir" demek manasına gelmez. Kâdî şöyle der: "Bizim
huyumuzda olanlardan değil, başkalarına benzeyenlerdendir. Çünkü o, ehl-i kitabın

[541

âdetindendir. Herhalde bununla tehdidi kasdetmiştir."
Bazı Hükümler

Iİ51

Emanete yemin etmek caiz değildir. Konu yukarıda izah edilmiştir.
6. Yemin-i Lağv

3254... İbıahim -yani es-Sâiğ-; Atâ'dan, yeminde lağv konusunda şöyle haber
vermiştir:

Âişe (r.anha) dedi ki: Resûlullah (s. a.); "[O], kişinin evinde (söylediği) "Hayır vallahi,
evet vallahi" gibi sözleridir." buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: İbrahim es-Sâiğ, salih bir adamdı. Ebû Müslim onu, Avandes'de
katletti. Tokmağı kaldırdığında ezanı duyarsa bırakıverirdi.

Yine Ebû Dâvud dedi ki: Bu hadisi Dâvûd b. Ebi'l-Furât; İbrahim es-Sâiğ'den, Hz.
Aişe'ye mevkuf olarak rivayet etmiştir. Zührî, Abdülmeük b. Ebî Süleyman ve Mâlik
b. Miğvel de aynı şekilde hepsi Atâ'dan Hz. Aişe'ye mevkuf olarak rivayet etmişlerdir.



[561



Açıklama

Bu hadis Münzirî'nin, Muhtasarında mevcut değildir. Hadis; Buhârî'de, Hz. Aişe'nin

[571

sözü olarak, "Yeminle rinizdeki lağvdan dolayı Allah sizi muaheze etmez..."
âyetini tefsir sadedinde varid olmuştur. Buharî'deki rivayet şu şekildedir: "Hz. Aişe;
âyeti (kişinin); 'hayır vallahi evet vallahi' sözü hakkında nazil olmuştur, dedi."
Hadisin sonunda Ebû Davud'un da işaret ettiği gibi, başkaları da hadisi mevkuf olarak
rivayet etmiştir.

Hadis-i şerif; lağv'm, yemin kasdı olmadan söyleniveren söz olduğuna delâlet
etmektedir. Şâfiîler, yemin-i lağvı, bu rivayetin işareti istikametinde izah etmişlerdir.
İmam Muhammed; İmam A'zam'm yemin-i lağvı yukarıda belirtildiği biçimde izah
ettiğini söyler. Fakat, Hanefî mezhebinin görüşüne göre yemin-i lağv, mukaddimede
de belirtildiği gibi; doğru zannedilerek yanlışlıkla edilen ve aksi ortaya çıkan
yemindir. Hâdivîler, Rabîa, Mâlik, Mekhûl, Evzâî, Leys ve Ahmed'in bir rivayeti de
Hanefîlerin görüşü doğrultusundadır.

Askalânî, yemin-i lağv konusunda sekiz ayrı görüş olduğunu söyler. Meselâ;
Tâvûs'dan nakledilen görüşe göre yemin-i lağv, kişinin öfkeli iken ettiği yemindir.
İbrahim en-Nehaî'ye göre ise, bir kimsenin bir şeyi yapmamak üzere yemin edip sonra
unutarak o işi yapmasıdır. Saîd b. Cübeyr kanalıyla İbn Abbas'tan yapılan rivayete
göre, Allah'ın helâl kıldığını haram saymaktır. Bir görüşe göre, kişinin bir işi yaparsa
kendisine beddua etmesi, sonra da onu yapmasıdır.

Şevkânî, yemin-i lağv konusundaki görüşleri sekize münhasır kılmanın doğru
olmayacağını, araştırıldığı takdirde daha başka görüşlerin de ortaya çıkacağını söyler.
Şüphesiz bu görüşler içerisinde en meşhur olanları, Şâfiîlerle Hanefile-rin görüşleridir.
Yine Şevkânî bu görüşlerden de, Şâfiîlerin görüşünün daha isabetli olduğunu
kaydeder. Şevkânî'nin bu tercihi yaparken ortaya koyduğu izah şöyledir:
"Lağv'm manasını anlamakta başvurulacak merci, Arap lügatidir, Hz. Peygamber
(s.a)'in asrında yaşayanlar, Allah'ın kitabını en iyi anlayanlardır. Çünkü onlar birer
lügat ehli olmanın yanı sıra şeriat ehli de idiler. Hz. Peygamber (s.a)'i görmüşler ve
Kur'an'm iniş günlerinde hazır olmuşlardır.

Sahâbîlerden birisinden Kur'an-ı Kerimle ilgili bir tefsir bulunur ve ondan daha üstün
veya kendisi seviyesinde olan birisinden de buna zıt bir görüş bulunmazsa bu tefsin
almak vacib olur. Bu görüş, lügat âlimlerinin bu sözün manası hakkında rivayet
ettikleri haberlere uymasa bile sonuç değişmez. Çünkü o sahabenin naklettiği
mananın, lügavî değil şer'î olması mümkündür.: Usûl'de, belli olduğu üzere, şer'î
mana, lügavî manadan daha önce gelir. Bizim sadedinde olduğumuz konuda lağv;
Aişe (r.anha)'nm dediğidir."

Hz. Peygamber (s.a)'den lağv yemini ile ilgili olarak başka haberler de nakledilmiştir.
Meselâ, Taberî'nin Hasenü'l-Basrî'den merfu olarak rivayet ettiği bir habere göre: Ok
atıcılardan biri okunu attığı zaman, hedefi vurduğuna dair yemin eder ve onun
vuramadığı ortaya çıkar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s,a): "Atıcıların yeminleri

[581

lağvdır. Onun için keffarette yoktur, ceza da" buyurmuştur.



İbn Hacer; bunun sabit olmadığını, zira ulemanın, Hasen'in mürsellerine
güvenmediklerini, çünkü onun herkesten hadis aldığını söyler.

İbn Vehb de; Zührî vasıtasıyla Urve'den o da Hz. Aişe'den şöyle rivayet etmiştir: "O
(yemin-i lağv), sadece doğruluğu arzu edilerek edilen fakat aksi çıkan yemindir."
Bu rivayet Hanefîlerin görüşlerini desteklemektedir. Fakat ravileri, üzerinde
durduğumuz babın hadisinin ravileri kadar sika olmadıkları için onun karşısında zayıf
bulunmuştur.

Hadis-i şeriften anlaşıldığına göre; yemin-i lağvdan dolayı ne keffaret ne de ceza
vardır. Bakara sûresinin, 225 ve Mâide sûresinin 89. âyetleri de buna çok açık bir
şekilde delâlet etmektedirler. İbnü'l-Münzir ve İbn Abdil-berr, bu hususta tüm
âlimlerin görüşbirliği içinde olduklarını söyler.

Hanefî fıkıh kitaplarında; "Allah'ın bu yemin sebebiyle sahibini mua-haza
etmeyeceğini umarız." manasına gelen bir ibare yer alır. Asıl metinlerde olduğu için,
bu söz İmam Muhammed'e ait olsa gerektir. "Allah (c.c), âyet-i kerimelerde açık bir
şekilde, yemin-i lağv sebebiyle kişiyi muaheze etmeyeceğini bildirdiği halde, İmam
Muhammed niçin böyle bir ifade kullanmıştır?" şeklinde bir soru akla gelebilir. Bu
soruya şu şekilde cevap verilmektedir: "Umud iki türlüdür. Bunlardan biri tama' diğeri
tevazu içindir. Birincisine recâ-i tama', ikincisine de recâ-i tevazu denilir. İmam

[59J

Muham-med'in sözü, recâ-i tevazu cinsindendir."
Bazı Hükümler

1. Yemin-i lağv; yemin kastı olmadan, dil alışkanlığı ile söylenen evet vallahi, hayır
vallahi gibi sözlerdir. Konu, şerh bölümünde izah edilmiştir,

[601

2. Yemin-i lağv'den dolayı ne dünyevî bir keffaret ne de uhrevî bir ceza gerekmez.

1611

7. Yeminde Ta'riz

"Ta'riz" diye terceme ettiğimiz "el-meâriz" kelimesi "mi'raz" kelimesinin çoğuludur.
Bu kelime; en-Nihâye'deki ifadeye göre, sözünü açıkça ifade etmenin zıddı olan
ta'rizden alınmadır. Aynî; "Ta'riz, bir kinaye türüdür, tasrihin zıddidır" der. Râğıb ise
bu kelimeyi şöyle izah eder: "Bu, açık ve gizli manası olan bir sözdür ki, söyleyen
gizli manayı kasdeder, açık manasını söyler."

Bu izahlardan anlıyoruz ki, buradaki ta'rizden maksat; yemin ederken ayrı ayrı
manaya gelen sözün kullanılması, yemin edenin, niyetinin başka, sözünün başka
I62J

olmasıdır.

3255... Ebû Hureyre (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Yeminin, arkadaşının seni tasdik edeceği (niyet) üzerine olanıdır."
Müsedded; "Bana, Abdullah b. Ebî Salih haber verdi" dedi.

Ebû Dâvûd dedi ki: Onun ikisi, (yani) Abdullah b. Ebî Salih ve Abbâd b. Ebî Salih
[63]

birdir.



Açıklama



Müslim, hadisi; "Yemin edenin yemini, yemin ettirenin niyetine göredir" manasına
gelen bab altında vermiştir. Bu ifade hadisin manasını anlamada oldukça kolaylık
sağlamaktadır. Zaten Müslim'in diğer bir rivayeti; "Yemin, yemin ettirenin niyetine
göredir" şeklindedir.

Metindeki, "arkadaş" diye terceme ettiğimiz "sahib" kelimesi burada "hasım",
"müddeî" manalarında kullanılmıştır.

Hadis-i şerif, iki hasım arasındaki davalaşmada edilen yeminin, yemin edenin değil,
yemin ettirenin niyetine göre olacağına delildir. Yani, yemin eden kişi "evet, ben
yemin ettim ama maksadım o değildi, şu idi" şeklinde bir mezarette bulunamaz.
Fethu'l-Vedûd'da; "Bunun manası; yemin, yemin ettirenin niyetine göre vaki olur.
Yeminde tevriyenin tesiri olmaz." denilmektedir.

Yeminde, yemin ettirenin niyetinin muteber oluşu, genel değildir. Bazı hallerde
şartlarla sınırlıdır.

Nevevî, bu konuda şu açıklamada bulunur:

"Bu hadis, hâkimin yemin istemesi durumunda edilen yemine hamlolunur. Bir adam,
başka birini dava eder, hâkim de ona yemin ettirdiğinde, adam hâkimin niyetinden
başkasına niyet ederse, yemin hâkimin niyeti üzerine olur. O adamın kendi niyetini
gizlemesi fayda vermez. Bu konuda görüş birliği vardır. Delili, bu hadis ve icmadır.
Hâkimin isteği olmadan yemin eder ve farklı bir niyet beslerse, o zaman niyetinin
faydası olur ve yemin bozulmuş olmaz. İster hiç kimse istemeden, isterse hâkim ve
onun naibinin dışında birinin istemesiyle olsun, sonuç aynıdır. Hâkimden başkası,
niyet ettirdiğinde onun niyetine itibar edilmez. Hasılı; kendisine yöneltilen bir davada
hâkimin ve naibinin yemin ettirmesinin dışındaki bütün hallerde yemin, yemin edenin
niyetine göredir. Hadiste murad edilen budur. Hâkimin huzurunda hâkim istemeden
yemin etmesi halinde ise, ister Allah adı ile ister hanımını boşama ve köle azadına
yemin etsin, yemin edenin niyeti muteberdir. Ancak hâkim; karısını boşama veya köle
azad etmesi üzerine yemin ettirirse, niyetini gizlemesi fayda verir. Yemin edenin
niyeti muteberdir. Çünkü hâkimin bunlarla yemin ettirmeye hakkı yoktur. O, ancak
Allah adına yemin ettirebilir.

Şunu bilmek gerekir ki; niyet ile sözün başka mana ifade etmesi her ne kadar yemini
bozmak sayılmasa da, hak sahibinin hakkını iptal edecek durumlarda bu şekilde yemin
etmek ittifakla caiz değildir. Bütün bu açıklamalar Şafiî mezhebine göredir.
Kadı Iyaz; İmam Mâlik ve arkadaşlarından bu konuda farklı görüşler ve tafsilat
nakletmiş ve şöyle demiştir:

"Kendisinden yemin istenmeden ve birinin hakkı taalluk etmeden yemin eden
kimsenin yemininin kendi niyetine göre olduğunda âlimler arasında ihtilâf yoktur.
Ama bir hak veya vesika hakkında kendi kendine ya da hâkimin hükmü ile başkası
için yemin ediverirse, sözünün zahirine göre hüküm verileceğinde ihtilâf yoktur.
Konunun, Allah'la kul arasındaki yönüne gelince; kimisi, kendi lehine yemin edilenin,
kimi de yemin edenin niyetinin muteber olduğunu söyler. Eğer yemini teklif üzerine
etmişse, kendisi için yemin edilenin; kendiliğinden yemin etmişse kendisinin niyetine
itibar edileceği şeklinde görüşler de vardır. Bu; Abdülmelik ve Sahnûn'un görüşüdür.
İmam Mâlik ile İbnü'l-Kasım'm zahir olan görüşleri de böyledir. Bunun aksini
söyleyenler de vardır. Bunu Yahya, İbnü'l-Kasım'dan nakletmiştir..."



Nevevî'nin Kadı Iyaz'dan naklettikleri biraz daha devam eder. Ancak, fazlaca tafsilat
olacağı için bu kadarla iktifa ediyoruz.

Bu konuda; Hanefî âlimlerinden Aliyyü' 1 -Kârî de, "Yemini teklif edenin, buna hakkı
varsa onun niyeti; yoksa yemin edenin kendi niyeti muteberdir. Onun, niyetini
gizlemeye hakkı vardır. Bu; âlimlerimizin görüşünün özetidir" dedikten sonra,
Nevevî'nin yukarıya aldığımız sözlerin bir kısmını nakleder.

Yeminde niyetin hukukî yönden hükmü budur. Ancak başka şeye niyet edilerek edilen
yemin dinî açıdan doğru değildir. İmam Mâlik'den; "Hile ve kurnazlıkla edilen
yeminin sahibi günahkârdır. Yemini de bozulmuştur. Bir özür dolayısıyla olması ise

£641

caizdir" dediği nakledilir.
Bazı Hükümler

Davalaşmalarda; yemin edenin değil, yemin ettirenin niyeti muteberdir. Yemin edenin

165]

değişik bir şeye niyet etmesine itibar edilmez.

1661

3256... Süveyd b. Hanzala (r.a)'nm şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Aramızda Vâil b. Hucr da olduğu halde Rasûlullah (s.a)'ı görmek üzere çıktık. VâiFi
bir düşmanı yakaladı. (Yanımızdaki) topluluk yemin etmeyi günah saydılar, ben ise;
"O benim kardeşim" diye yemin ettim. Bunun üzerine düşmanı onu salıverdi.
Rasûlullah (s.a)'a geldik, ona öbürlerinin yemin etmeyi günah saydıklarını, benim ise
"o benim kardeşim" diye yemin ettiğimi haber verdim. Rasûlullah (s. a):

1671

"Doğru söylemişsin, müslüman mü si umanın kardeşidir" buyurdu.
Açıklama

Hadiste anlaşıldığı üzere; Vâil b. Hucr'u düşmanının elinden kurtarmak için yemin
etmek icabetmiş, ancak yanındakiler günah olacağını düşünerek yemin etmekten
kaçınmışlardır. Sadece Süveyd b. Hanzala, gönlünden İslâm kardeşliğini geçirerek
karşısındakinin bunu anlamamasına rağmen, "o benim kardeşimdir" diye yemin
etmiştir. Mesele Hz. Peygamber'e aktarılınca o bunun doğru olduğunu, çünkü
müslümanm, müş-lümanm kardeşi olduğunu söylemiştir.

Şüphesiz Rasûlullah (s.a)'m bundan maksadı, kan kardeşliği değil, İslâm kardeşliğidir.
Çünkü aralarında ortaklık bulunan şeylere kardeş denilmesi caizdir. Dolayısıyla bir
kimse bir müslüman için, "Bu benim kardeşimdir." diye yemin ederse, yalan yere
yemin etmiş olmaz.

Hadis-i şerif; ihtiyaç duyulduğu hallerde kişinin, esas niyetini gizleyerek,
karşısındakinin arzusuna göre yemin etmesinin caiz olduğuna delildir. Konu ile ilgili

1681

açıklama bundan evvelki hadisin şerhinde geçmiştir.



1691

(İslâm'dan) Berî Olmaya Ve İslâm'dan Başka Bir Dine Yemin Etmek



3257... Sabit b. Dahhâk (r.a)'m Ebû Kılâbe'ye haber verdiğine göre;

O, (Sabit) ağacın altında Hz. Peygamber (s.a)'e bi'at etmişti. Rasûlullah (s. a) şöyle

buyurdu:

"İslâm dininden başka bir din üzerine yalan yere yemin eden kişi, dediği gibidir.
Kendisini bir şey (âlet) ile öldüren kimse, kıyamet gününde onunla cezalandırılır.

im

Sahibi olmadığı bir şeyi adakta bulunana bir şey lâzım değildir."
Açıklama

Hadisin Buharî'deki rivayetinde Sâbit'in Hz. Peygamberle ağaç altında biat ettiğine
dair bir kayıt mevcut değildir. Yine Buharî'nin rivayetinde buradakinden farklı olarak
mü'mine lanet etmenin ve küfür isnad etmenin, onu öldürmek hükmünde olduğu da
bildirilmektedir. Bu rivayet, Kitabü'n-Nüzûr'daki rivayettir.

Aynî; lanet etme ve küfre insad etmenin mü'mini öldürmek gibi oluşundan maksadın,
haramlık yönünden olduğunu söyler.

Kitabu'l-Cenâiz'deki rivayette ise; bu ilâveler olmadığı gibi hadisin nezir (adak) ile
ilgili olan bölümü de mevcut değildir. Ayrıca, Ebû Dâvûd'ta ki, "Bir şeyle kendini
öldüren kimse" bölümü; Buharî'nin bu rivayetinde, "kendisini bir demirle öldüren
kimse..." şeklindedir.

Metinden anlaşıldığı üzere; hadisin ravisi Sabit b. Dahhâk ağaç altında Rasülullah'a
bi'at edenlerdendi. Hatta Ebû Davud'un rivayeti; Hz. Peygamber (s.a)'in bu sözleri, adı
geçen bi'at esnasında söylediği intibaını vermektedir.

Ağacın altında edilen bu bi'ata; "Rıdvan Bi'atı" denilir. Bu hadisenin özeti şudur:
Hz. Peygamber (s.a.) H. 6 senesinde Zilkade ayında yanında 1400 sahâbî olduğu halde
Kabe'yi ziyaret etmek maksadıyla Mekke'ye doğru yola çıktı. Ancak Kureyşlüer,
müslümanları Mekke'ye sokmak istemiyorlardı. Bunun için, süvarilerini
müslümanlarm önüne çıkardılar. Halbuki Hz. Peygam-ber'in maksadı savaş değil,
Kabe ziyareti idi. Onun için, sahâbîler yanlarına yolcu kılmandan başka silah
almamışlardı. İhramlı idiler ve yanlarında kurbanlık develeri vardı. Bu yüzden Hz.
Peygamber Efendimiz Kureyşlilerle karşılaşmamak için yolunu değiştirdi. Sarp
yollardan geçti ve Hudeybiye denilen yere vardı. Fakat Kureyşlüer burada da
karşılarına çıktılar. Müslümanlarla Kureyşlüer arasında elçiler gidip geldiler. Her ne
kadar Hz. Peygamber (s.a); gayesinin, savaş etmek değil Kabe'yi ziyaret etmek
olduğunu söylüyorsa da Kureyşlüer bir türlü müslümanları Mekke'ye sokmak
istemiyorlardı.

Hz. Peygamber; son olarak Hz. Osman'ı Kureyşlilerle görüşmesi için Mekke'ye
gönderdi. Hz. Osman'ın Kureyşle görüşmesi uzun sürdü, bu yüzden dönüş gecikti.
Müslümanlar arasında, Hz. Osman'ın öldürüldüğü şayiaları dolaşmaya başladı. Bu
şaiya Hz. Peygamber(s.a)'in kulağına kadar geldi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a),
Kureyş'in yaptığını yanma bırakmak istemeyerek bütün ashabtan İslâm davası uğrunda
canlarını feda etmeleri için bi'at istedi. Müslümanların tümü kılıçlarının kabzalarını
tutarak yemin ettiler. Bu bi'at bir ağacın altında yapıldı. Erkek kadın tüm mü'minler,
sonuna kadar Hz. Peygamberle birlikte sebat edeceklerine, ondan ayrılmayacaklarına
and içtiler.

İşte bir ağaç altında edilen ve Rıdvan Bi'atı diye meşhur olan bi'at budur. Kur'an-ı



Kerim'de bu bi'attan şu şekilde bahsedilir:

"Mü'minler sana o ağacın altında bi'at ettikleri zaman, Allah onlardan razı olmuştu.
Cenab-ı Allah onların kalbindeki itilâsı biliyordu da onlara huzur ve sekinet vermiş,

im

onları pek yakın bir fetih ve zaferle mükafatlandırmıştı."

Hadis-i şerif hüküm itibarıyla üç bölümü ihtiva etmektedir. Şimdi bu bölümleri ayrı
ayrı ele alıp açıklayalım:

1- "İslâm'dan başka bir din anarak yalan yere yemin eden kişi dediği gibidir." Bu
yeminden maksat; "Şöyle edersem kâfir olayım, yahudi olayım..." gibi yeminlerdir.
Bir kimse bu şekilde yemin eder de sözünü yerine getirmezse dediği gibi, yahudi ya da
hıristiyan olur.

Kâ'dî İyaz, bu konuda şöyle der: "Bu hadisin zahirine göre bu tür yeminlerle, İslâm
gider ve dediği gibi olur. Bu söylenilenin, yemini bozmaya bağlanması da
muhtemeldir. (Yani dediğini yerine getirmez, yemini bozarsa dediği gibi olur.)
Büreyde'nin Rasûlullah (s.a)'den rivayet ettiği şu hadis bu ihtimale delildir: "Bir kimse
ben İslâm'dan beriyim der de eğer yalancı ise, dediği gibidir. Doğru ise İslâm'a salim
olarak dönmeyecektir." Her halde bundan maksat, tehdid ve azab bakımından
mübalağaya işarettir. Oriun, bununla yahudi olacağı veya İslâm'dan beri olacağı
değildir. Sanki, yahudi gibi cezaya müstehaktir demiş gibidir. Hz. Peygamber'in:
"Namazı terkeden kâfir olmuştur" sözü bunun benzeridir. Bu tür sözler şeriat örfünde
yemin sayılır mı, sayılmaz mı? Bu sözlerini yerine getirilmemesi halinde de keffaret
gerekir mi, gerekmez mi?

Nehaî, Evzaî, Sevrî, Ebû Hanîfe'nin talebeleri, Ahmed ve İshak; bunların yemin olup,
bozulması halinde keffaretin gerekli olduğu görüşündedirler. Şafiî, Mâlik ve Ebû
Ubeyd'e göre ise, bunlar yemin değildir, sözde durmamakla kekffareti gerektirmezler.
Ancak bunu söyleyenler, isteF sözlerinde sadık ister yalancı olsunlar, günahkârdırlar."
Aynî, hadisteki "yalan yere" kelimesinin, yalan yere yemin manasına olmayıp yalan
yere yemin ettiği dinleri ta'zim olduğunu söyler. Ay-nî'nin anlayışına göre; İslâm
dininden başka dinleri ta'zim eden her zaman ve her halükârda yalancı olacağından
dolayı, kişinin sözünde sadık veya yalancı olması arasında fark yoktur.
Aynî, İbnü'l-Cevzî'nin; "Yemin eden kişi, kendince büyük olan şeylere yemin eder.
Küfür dinlerinden birini ta'zim eden kişi de kâfire benzer" dediğini naklettikten sonra,
şunları söyler: "Gerçekten kâfir olmuştur. Kâfire benzemek bundan aşağıdır."
İbn Hacer de hadisteki, "O dediği gibidir" sözünden muradın; tehdid ve azabda
mübalağaya delâlet etmesinin veya kişinin o dinden olduğuna hüküm edilmemesinin
muhtemel olduğunu söyler. Askalânî'nin beyanına göre; böyle diyen kişi, dediği dine
inananın hak ettiği azabı hak etmiştir.

Münzirî'nin görüşü de bu tür sözlerle yemin etmenin sahibini yahudi veya kâfir
kılmayacağı istikametindedir.

islâm dininden başka dinler adına yemin etmenin, şer'an yemin sayılıp sayılmayacağı
konusu "Yeminler kitabının" başındaki mukaddimede ve "Putlar adına yemin"
konusundaki hadislerin şerhinde daha geniş olarak izah edilmiştir.

2- "Kendisini bir şeyle öldüren, kıyamet günü onunla azab edilir." Çünkü onun cezası,
ameli cinsinden olur. İbn Dakîkı'1-İyd, bunun; uhrevî cezaların dünyevî cinayetler
cinsinden olduğuna benzediğini söyler. Bundan, insanın kendisini öldürmesinin
günahının başkasını öldürmenin günahı gibi olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü insanın
nefsi mutlak olarak kendisinin değil, Allah'ındır. Kişi onda istediği gibi tasarrufta



bulunamaz. Ancak Allah'ın izin verdiği şekilde tasarrufta bulunabilir.
Aynî, İbn Battâl'm şöyle dediğini nakleder:

"Kişinin kendi kendini öldürmekle dinden çıkmadığında, fakihler ve ehl-i sünnet
âlimleri müttefiktirler. Onun cenaze namazı kılınır ve günahı kendi- sinedir. Ömer b.
Abdilaziz ve Evzaî'den başka kimse, onun namazını kıl mayı mekruh saymamışlardır.
Doğrusu umumun dediğidir. Çünkü Hz. Peygamber (s. a) müslümanlarm cenaze
namazını kılmayı sünnet kılmış, kimseyi istisna etmemiştir. Onun için hepsinin
namazı kılınır."

Aynî, İbn Battâl'm bu sözlerine; Ebû Yusuf a göre de, kendi kendini öldürenin cenaze
namazının kıhnmadığmı ekler. Ebû Yusuf; böylelerinin, kendilerine zulmederek
eşkiya ve yol kesici zümresine dahil olacakları görüşündedir.

3- "Kendi sahibi olmadığı bir şeyle adakta bulunan kimseye bir şey lâzım değildir."
İbn Melek, bunu şu şekilde izah eder: "Allah hastama şifa verirse, -kendisinin
olmayan bir şahıs için- filân hür olsun" demek gibidir.

Tıybî de şöyle der: "Sahibi olmadığı bir köleyi azad etmek veya başkasının koyununu
kurban etmek üzere adakta bulunan kişiye -sonradan o şeyler bunun mülküne girseler
bile- adağına vefa etmesi gerekmez."

Mukaddimede işaret edildiği gibi; adanılan şeyin adayanın mülkünde olması nezrin
172]

şartlarmdandır.
Bazı Hükümler

1. İslâm dininden başka dinler üzerine yemin eden kişi, onu ta'zım ettiği için sanki o
dine mensup olmuş gibidir. Konu şerh bölümünde izah edilmiştir.

2. Kendisini bir âletle öldüren kişiye, âhirette o âletle azabedilecektir.

3. Sahibi olmadığı bir şey üzerine adakta bulunan kişiye adağının gereğini yerine

£231

getirmesi icabetmez.

3258... Abdullah b. Büreyde, babasından, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:

"Yemin edip de, "ben İslâm'dan beriyim" diyen kişi eğer yalancı ise dediği gibidir.

£241

Sadık ise, asla İslâm'a salim olarak dönmeyecektir."
Açıklama

Hadis-i şerif, yalan yere yemin eden ve bu yemini "İslâm'dan beriyim" şeklinde yapan
kişinin, dediği gibi, İslâm'dan beri olduğuna; sözü doğru ise bir daha İslâm'a salimen
dönemeyeceğine delâlet etmektedir.

Aliyyu'l-Kârî; kişinin İslâm'dan beri olması şeklindeki ifadenin, bu gibi sözlerden
sakındırmak maksadıyla kullanılmış mübalağalı bir tehdid olduğunu söyler. Yine
AIiyyü'l-Kârî'nin ifadesine göre; yalan yere bu şekilde yemin etmek, "yemin-i gamûs"
tur.

Hattâbî ise; "İslâm'dan beri olmak" üzere edilen yeminlerin, keffareti gerektirmeyip
günaha sebep olduğunu; çünkü hadiste bu yeminin cezasının, sahibinin malında değil,



dininde kılındığını söyler.

Allah'tan başkası adına edilen yeminlerin yemin sayılıp sayılamayacağı konusundaki
âlimlerin çeşitli görüşleri daha önceden açıklanmıştı.

Hadisten, yalan yere değil de vakıaya uygun olarak; "şöyle değilse ben İslâm'dan
beriyim, ben İslâm'dan beriyim ki şu şöyledir." gibi sözlerle edilen yeminin de meşru
olmadığı anlaşılmaktadır. Ancak bunun günahı yuka-rıdakine nisbetle daha hafiftir.
Vakıaya uygun olmasına rağmen bu yeminin günah olmasına sebep, bu sözde İslâm'ın
küçümsenmesi ve küfre meyi olmasıdır. Bu şekilde yemin eden kişinin İslâm'a salim
olarak dönmemesinden maksat, onun günahkâr oluşudur. İbn Melek; bunun emanet
üzerine yemin etmeye daha yakın olduğunu söyler.

Buraya kadar yaptığımız izahlar; edilen yeminin geçmiş ve şimdiki zamanki vakıalarla
ilgili oluşuna göredir. Tabii bu çeşit yeminlerin; "Şöyle edersem İslâm'dan beri
olayım..." gibi gelecekle ilgili olması da mümkündür. O zaman, yemin edenin yalancı
veya sözünde sadık olmasından maksat; yeminine bağladığı şeyi yapıp yapmamasına
göredir.

Hanefî mezhebine göre, bu ifadelerle edilen yeminler, yemin sayılır ve bozulması
halinde keffaret gerekir.

İbnü'l-Hümâm şöyle der: "Kişinin; şöyle yaparsa İslâm'dan beri olduğuna dair sözü,
bize göre yemindir. Aynı şekilde, namazdan ve oruçtan beri olma şeklindeki sözler de

1251

yemindir."
Bazı Hükümler

Yalan yere; "İslâm'dan beriyim" diye yemin eden kişi, dediği gibidir. Bunu söyleyen

[761

kışı sözünde sadık ise günaha girmiş olur.

8. Katık Yemeyeceğine Yemin Eden Kişinin Durumu

HU

3259... Yusuf b. Abdullah b. Abdüsselâm'dan, şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a)'i gördüm; hurmayı bir ekmek parçasının üzerine koyup, "Bu (hurma),

1781

bunun (ekmeğin) katığıdır." buyurdu.
Açıklama

Bu hadis, hurmanın katık olduğuna delâlet etmektedir. Bilindiği gibi katık; ekmekle
birlikte yenen maddelerdir. Ancak hangi maddelerin katık sayılıp sayılmadığmda
farklı görüşler vardır. Konunun yeminle ilgisi; katık yememeye yemin eden kişinin
neleri yediği takdirde yemininin bozulacağı yönündendir.

Aynî, bu hadis ile; ister taze olsun ister kuru, evde bulunan ekmeğin dışındaki tüm
yiyeceklerin katık sayıldığı sonucuna varıldığım söyler. Buna göre; katık yememeye
yemin eden kişi, hurma yerse yeminini bozmuş olur.

Ebû Hanîfe ve Ebû Yusufa göre katık; zeytin yağı, bal, sirke gibi (ekmeğe)
sürülebilen yiyeceklerdir. Çünkü katık, kendi başına değil ekmekle birlikte yenen, ona



tabi olan yiyeceklerdir. Ama, kızartılmış et, peynir, yumurta gibi ekmeksiz yenilen
yiyecekler katık değildirler.

İmam Şafiî, İmam Mâlik, Ahmed b. Hanbel, İmam Muhammed ve Ebû Yusuf un bir
görüşüne göre; çok kere ekmekle birlikte yenen maddeler katıktır.
İbn Hacer, İbnü'l-Kassâr'm şöyle dediğini nakleder:

"Ekmekle birlikte kızartılmış et yiyenin bu eti katık edindiği konusunda dilciler
arasında hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Bu kişi eğer katıksız ekmek yedim dese, yalan
söylemiş, katıkla ekmek yedim dese doğru söylemiş olur.

Ama, Kûfelilerİn; katık, iki şeyin arasını birleştirmenin adıdır, şeklindeki sözleri,
katıktan maksadın; ekmeğin o şey içinde yok edilmesine delildir. Bu durumda katık;
.parçalarının ekmeğin parçalan içine girmesi suretiyle ona tabi olur. Bu da ancak,
katığın sürülmesi (ekmeğin bandırılması) suretiyle olur. Karşı görüşte olanlar buna;
"Önceki söz doğrudur. Fakat katıkla ekmeğin parçalarının birbirine yemeden önce
girmesi iddiasının delili yoktur. Maksat, önce birleştirmek, sonra da yemek suretiyle
yok etmektir. İşte o zaman parçaların birbirinin içine girmesi gerçekleşir." diyerek
karşılık verirler." Neyin katık sayılıp neyin sayılmayacağını, bugün "katık"
kelimesinin ifade ettiği manadan ziyade örfe bağlamak daha uygun olsa gerektir. Çün-
kü bunu en güzel tayin eden şey örftür. Günümüzün örfü de ikinci görüşe daha uygun
1291

düşmektedir.

3260... Harun b. Abdullah, Ömer b. Hafs'dan, Ömer, babası vasıtasıyla Muhammed b.
Yahya'dan, o Yezid el- AVer' den, o da Yusuf b. Abdullah b. Selâm' dan. önceki hadisin

JM

benzerini rivayet etmiştir.
9. Yeminde İstisna

3261... İbn Ömer (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'a ref ederek, şöyle dediği rivayet
edilmiştir:

"Bir şey üzerine yemin edip arkasından "İnşaallah" diyen kimse (yemininde) istisna
[M]

etmiştir."
Açıklama

Hadisin Tirmizî'deki rivayetinde; buradaki "istisna etmiştir" sözünün yerinde, "Ona
hms (yemini bozma) yoktur" cümlesi yer almaktadır. İbn Mâce'nîn İbn Ömer'den olan
bir rivayeti de Tirmizî'nin rivayetine yakındır. Ebû Hureyre'den rivayet ettiği ise bazı
ifade farklılıkları olmasına rağmen, Ebû Davud'un rivayeti ile aynı manaya gelmekte-
dir.

Tirmizî; "Bu hadisi, Eyyûb es-Sahtiyanî'den başka hiçbir kimsenin merfû olarak
rivayet ettiğini bilmiyoruz" der. İbn Aliyye ise; Eyyûb'un bu hadisi bazan merfû
olarak, bazan da merfû olmayarak rivayet ettiğini söyler. Bey-hakî de; bu hadisin,
merfû rivayetinin sadece Eyyûb'dan olduğunu ve onun bu hadisin sıhhati konusunda
şek ettiğini bildirir.

Eyyûb es-Sahtiyanî, güvenilir bir ravidir. Onun için, ondan başkalarının hadisi merfû



olarak rivayet etmemeleri hadisin sıhhatine zarar vermez. Üstelik aynı hadisi, Musa b.
Ukbe, Kesîr b. Ferkad, Eyyûb b. Musa ve Hassan b. Atıyye de Nâfı'den merfû olarak
rivayet etmişlerdir.

İstisna: Bir sözün içine aldığı manalardan bir kısmını o sözün hükmünün dışına
çıkarmak demektir. Bugün dilimizde "müstesna, hariç, dışında" gibi sözcüklerle ifade
edilmektedir. Meselâ, "Ahmet müstesna herkes geldi" dediğimizde "herkes" sözünün
içine giren "Ahmet", "geldi" hükmünün dışına çıkartılmış yani istisna edilmiştir.
Aslında Arapçada istisna için kullanılan özel edatlar vardır. Bunlar, gibi edatlardır.
Yani istisna aslında, istisnaya mahsus olan bu edatlardan birisiyle olur. Ancak, bir
hükmü bir şarta bağlama veya Allah'ın dilemesine bağlama da istisna yerinde
kullanılmaktadır. Meselâ, "Bize gelirsen sana ikram ederim" cümlesinde ikram hükmü
eve gelme şartına bağlanmıştır. Sanki "bize gelmen müstesna, sana ikram etmem"
denilmiştir. Bir kimsenin, "Allah dilerse (inşaallah) şöyle yapacağım" demesi, yani işi
Allah'ın dilemesine bağlaması da bir istisna sayılmaktadır.

İşte bu hadiste, mevzubahis edilen istisna bu sonuncusudur. Yani, yemin ettikten
hemen sonra "inşaallah" demekle ilgilidir. Bu istisna mecazidir. Yukarıda da işaret
edildiği gibi, yemin edip de peşinden ."inşaallah (Allah dilerse)" diyen kişinin sözü;
"vallahi, Allah'ın dilemesi dışında hiç bir şey benim bu işi yapmama mani olamaz."
manasınadır.

Bu ve buna benzer hadislerden anlaşıldığına göre; bir kimse yemin eder ve peşinden
"inşaallah" derse yemini bozulmaz, yani sözünü yerine getire-mese bile yemininden
dolayı keffaret gerekmez. İbnu'l-Arabî bu konuda tüm âlimlerin ittifak halinde
olduklarını söyler. Aliyyü'l-Kârî ise, İmam Mâlik'-in istisnanın yeminin tahakkukuna
mani olmadığı görüşünde olduğunu bildirir. Kârî'nin ifadesine göre İmam Mâlik;
herşeyin Allah'ın dilemesine bağlı olduğunu, dolayısıyla "inşaallah" demesinin hükmü
değiştirmeyeceğini söyler.

"inşaallah" sözünün yemini hükümsüz kılması için, söze bitişik olması gerekir. Bu
bitişikliğin hükmü ve sınırı konusunda farklı görüşler vardır.

Şevkânî'nin bildirdiğine göre; içlerinde Mâlik, Evzaî ve Şafiî'nin de bulunduğu
cumhur, istisnanın bitişik olmasından maksadın yemini eder etmez hiç susmadan
"inşaallah" denilmesi olduğunu söylerler. Bunlara göre, arada nefes almaktan dolayı
olan susmanın zararı olmaz. Şevkânî, susmanın özürlü ya da özürsüz olması arasında
fark yoktur der. Hanelilere göre; kas-den soluk alma istisnaya manidir.
Tâvûs, Hasan ve tabiîlerden bir gruba göre; yemin eden kişi, bulunduğu meclisten
kalkmadıkça "inşaallah" deme yetkisine sahiptir. Katâde; kalkmadıkça veya
konuşmadıkça, istisnanın caiz olduğunu söyler. Atâ, bu müddetin bir deve sağacak
kadar; Saîd b. Cübeyr ise, dört ay olduğu kanaatin-dedirler. İbn Abbas'a nisbet edilen
görüş tamamen yukardakilere aykırıdır. İbn Abbas, istisna için bir süre tanımaz. Kişi
ebediyyen bu İstisnayı yapabilir.

İbn Abbas'a nisbet edilen bu görüş zayıftır. Çünkü, eğer dediği gibi insan yemin
ettikten, günlerce hatta yıllarca sonra "inşaallah" deyip, yeminin hükmünden
kurtulursa ne yeminin bir faydası kalır ne de yeminini bozan birisi bulunur.
İmam Gazali; İbn Abbas'tan nakledilen bu görüşün ona ait olmaması gerektiğini,
çünkü bunun onun şanına yakışmadığını söyler. Yine Gazalî bu sözün gerçekten ona
ait olması durumunda; "Her halde o, önce istisnaya niyet edip sonra onu açıklamayı
kasdetmiştir..." der.

Nakledildiğine göre; halife Mansur, istisna konusunda dedesi İbn Abbas'a muhalefet



etti diye Ebû Hanîfe'ye sitem etmiş, Ebû Hanîfe de; "Bunun zararı sana döner. Sana
yeminlerle bi'at edip de yanından çıktıktan sonra inşaallah diyen kişiye razı olur
musun?" demiştir.

Alimlerin cumhuruna göre; and karşılığında kullanılan yemindeki istisna ile, hanımını
boşama veya köle azad etmedeki istisna arasında fark yoktur. Buna göre bir kimse
hanımına, "inşaallah sen boşsun", kölesine "inşaallah sen hürsün" dese hanımı boş
olmaz, kölesi de hürriyete kavuşmaz. Ahmed b. Hanbel; köle azadı konusunda
cumhura muhaliftir. Delili: "İnşaallah sen boşsun dediğinde boş olmaz. Kölesine,
inşaallah sen hürsün derse o hürdür." manasına gelen hadistir. Ancak bunun
rivayetinde Humeyd yalnız kalmıştır ve o meçhuldür. Onun için hadis zayıftır.
Hadisten anlıyoruz ki; istisnanın sıhhati için, "inşaallah" sözünün dil ile söylenmesi
gerekir; niyet yeterli değildir. Ulemanın çoğunluğu da bu görüştedir. M âli kıl erden
bir kısmı ise; İmam Mâlik'in, niyetin yeterli olduğu fikrinde olduğunu

£821

zannetmektedirler.
Bazı Hükümler

1. Yemin ettikten sonra "inşallah" diyen kişi, sözünü yerine getiremese bile yeminini
bozmuş sayılmaz.

2. İstisnanın sahih olması için,' bunun dil ile söylenmesi gerekir. Kalben niyet kâfi

[83]

değildir.

3262... İbn Ömer (r.anhüma), Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Yemin edip de istisna eden kimse, isterse döner, isterse hms (yemini bozma) olmadan
[841

terkeder."
Açıklama

Bu hadis, Lü'lüî'nin rivayetinde mevcut değildir. İbn Dâse'nm rivayetinde vardır.
Yeminde istisnadan maksadın yemin ederken "inşaalah" demek olduğu yukarıdaki
hadiste anlatılmıştı.

Hadisten; yemine bitişik olarak edilen istisna ile, yeminin mevzuu yerine getirilmese
bile yeminin bozulmuş sayılmayacağı anlaşılmaktadır.
Bu hadise şerh olarak, Hattâbî şunları söylemektedir:

"İstisna etse" sözünün manası: kalbi ile değil, dili ile istisna etmesidir. Çünkü Ebû
Dâvûd'dan başkalarının rivayetinde "yemin edip, inşaallah diyen kimse..." şeklinde bir
cümle vardır. Bu hükmün içine; talâk, köle azadı ve bunların dışındaki tüm yeminler
girer. Çünkü Hz. Peygamber (s. a) bunu genel bir şekilde ifade etmiş, tahsis
etmemiştir. Alimler, bir şeyi yapma veya yapmamaya yemin edip de istisna eden
(inşallah diyen) kişiden hms (yen.ini bozma) in sakıt olduğunda görüşbirliği
içindedirler. Talâk veya köle azadı için yemin etme ve istisnada bulunma konusunda
ise, Mâlik ve Evzaî; istisnanın fayda etmeyeceğini, boşanma ve köle azadının vaki
olduğu görüşündedirler. Mâlikîlerin bu konudaki illetleri şudur: Keffaretin dahil
olduğu tüm yeminlerde, istisna amel eder. Keffaretin bulunmadıklarında ise istisna



amel etmez.

Mâlik der ki: Beytullah'a kadar yürümeye yemin ettiği ve istisnada bulunduğu zaman,

istisna düşer, yemininde hânis olur.

Hattâbî'nin hadisle ilgili sözleri burada sona ermektedir.

Diğer âlimlerin de hadis üzerinde şerhleri vardır. Ancak bunlar, bizim bir önceki
hadisin şerhinde verdiğimiz bilgilerle paralel bir biçimdedir. Onun için bu şerhlerin

İMİ

buraya tekrar aktarılmasına gerek yoktur.

1861

Hz. Peygamber (S.A)'in Yemini Konusunda Gelen Haberler

3263... İbn Ömer (r.anhüma)'nm şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s. a), en

£821

çok; "Kalbleri değiştirene yemin ederim ki, fıayır..." şeklinde yemin ederdi.
Açıklama

Haberde Hz.Peygamber (ş.a)'in Allah'ın sıfatlarından birisi ile yemin ettiği
anlaşılmaktadır. Bu sıfat; "Mukallibu'I-<ulûb: Kalbleri değiştiren" dir.
Aynî; kalbleri değiştirmekten maksadın; Allah'ın, kullarının kalbini, ima-ıı terkedip
küfrü seçmeye veya küfrü terkedip imanı tercih eder hale getirmesi olduğunu söyler.
Ibn Hacer de; "Mukallibu'l-kulûb, üzerine yemin edilendir. Kalpleri değiştirmekten
maksad, kalbin kendisini değil, araz ve ahvalini değiştirmekir." der.
Şevkânî'nin bu konu ile ilgili sözleri de şu şekildedir: "Mukallibu'l-kulûb, kendisi ile
yemin edilen şeydir. Kalbleri değiştir-nek sözü ile kastedilen kalblerin hallerini
değiştirmektir; zâtını değil. Bu ifalede; kendisine lâyık bir şekilde sabit olan sıfatı ile
Allah'ı isimlendirmenin caiz olduğuna delâlet vardır. Kadı Ebu Bekir b. el-Arabî:
Hadis, kendileri ile vasfedildiği ve ismi anılmadığı zaman Allah'ın fiilleri ile yemin
etmenin caiz olduğunu gösterir, der. Hanefîler; kudretle ilmin arasını ayırmışlar ve
Allah'ın kudreti ile yemin ederse yemin gerçekleşir, ilmi île yemin ederse ger-
çekleşmez, demişlerdir. Delilleri şudur: İlimle, malum da kastedilir. Nitekim Allah

[881

(c.c): "Bize karşı çıkabileceğiniz bilginiz var mı?..." buyurmuştur.

Şevkânî'nin bildirdiğine göre Râğıb; Allah'ın kalbleri ve gözleri değiştirmesini,

"Allah'ın onları bir görüşten diğer görüşe çevirmesidir" şeklinde izah eder.

Hadis; irade gibi kalbî amellerin, Allah'ın yaratması ile olduğuna delâlet eder.

Yine hadis; Allah'ın kendisine lâyık bir şekilde, onun sabit olan sıfatları ile

isimlendirilmesinin caiz olduğunu gösterir.

Hadis-i şerif; Allah'ın sıfatlarından biri ile yemin edip de yeminini bozana keffareti
gerekli görenler için delildir. Bu konunun esasında ihtilâf yoktur. İhtilâf, Allah'ın
hangi sıfatları ile yemin edilip, hangileri ile edilemeyeceği konusundadır. Gerçek şu
ki, sadece Allah'a ait olan, başkalarında bulunmayan sıfatlar ile yemin etmek caizdir.
"Mukallibu'l-Kulûb" bu çeşit sıfatlardandır.

Yukarıya naklettiğimiz bu mütalaa, Hafız İbn Hacer'e aittir. Hanefîle-rin Hidâye
adındaki fıkıh kitabında: "Yemin, Allah adıyla veya Rahman, Rahîm gibi diğer
isimlerinden biri ile, ya da; Allah'ın izzeti, celâli, kibriyâsi gibi, örfen yemin edilen



sıfatlarından biri ile edilir" denilmektedir.

[891

Hidâye'de anılan bu sıfatlar, Allah'ın zâti sıfatlarıdır.



Bazı Hükümler

1. İnsanların kalbi amellerinin yaratıcs, Allah'tır

İM

2. Allah'ın zatı sıfatlarından bin ile yemin etmek caizdir.

3264... Ebû Saîd el-Hudrî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s. a); yeminde
mübalağa ettiği zaman; "Ebu'l-Kasım'm canına sahib olan (Allah)'a yemin ederim ki..."
[9ü

derdi.
Açıklama

Bu hadis, Lü'Iüî'nin rivayetinde mevcut değildir. Onun için Münziri kitabında
zikretmemiştir. Mizzî, el- iraf mda, îbn Mâce'ye de nisbet eder. Ancak İbn Mâce'de
aynı isnad ve aynı metinle bu hadis yoktur. Fakat, Rufâ'a el-Cühenî'den, "Rasûlullah
(s. a) yemin ettiğinde; Muhammed'in canına sahib olan, derdi," şeklinde bir rivayet
[921

vardır.

Bu hadisi Ebu Saîd el-Hudrî'den nakleden Asim b. Şümeyh için; Ebû Hatim,
"Meçhul"; Ebû Bekir el-Bezzâr: "Bilinen biri değil" derler. İbn Hibbân ise bu zâtı, sika
raviler arasında saymaktadır.

Bilindiği gibi; Ebu'l-Kasım, Hz. Peygamber'in künyesidir. Rasûlullah (s.a)'m ilk oğlu
Kasım olduğu için Efendimiz "Kasım'm babası" manasına "Ebu'l-Kasım" diye
künyelenmiştir.

Hadis-i şerif; "hayatıma sahip olan", "nefsim elinde olan" gibi sözlerle yemin etmenin
meşru olduğuna delildir. "Ebu'l-Kasım'm canına sahip olan" diye terceme ettiğimiz
cümlenin tam karşılığı; "Ebu'l-Kasım'm nefsi elinde olan" demektir. Aliyyü'l-Kârî;
"Elinde" kelimesinden maksadın, Allah'ın tasarrufu, kudreti, iradesi olduğunu söyler.
Hz.Peygamber (s.a)'in buna benzer sözlerle yemin ettiğine işaret eden daha başka
haberler de vardır. Yukarıda İbn Mâce'den naklettiğimiz rivayet bunlardan biridir.
Zaten, "Nefsim elimde olan", "Hayatıma sahip olan" gibi sözlerin ifade ettiği mana
Allah'tır. Çünkü bunlara sahip olan Allah'tır. Dolayısıyla bu şekilde edilen yeminler
Allah'a edilen yeminlerdir.

Hadiste, Hz.Peygamber (s.a)'in yeminde mübalağa ettiği zaman bu şekilde yemin
ettiği ifade ediliyor. Fakat böyle bir kayit olmadan Hz.Peygamber (s.a)'in normal
hallerde de adı geçen sözlerle yemin ettiği çok olmuştur. Aliyyü'l-Kârî'nin bildirdiğine
göre Tıybî; bu gibi sözlerde Allah'ın kudretini izhar olduğu için, bu şekildeki

[93]

yeminlerin daha üstün olduğunu söylemiştir.

3265... Ebû Hureyre (r.a)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s. a) yemin



1941

ettiği zaman; "Hayır, estağfırullah" derdi.
Açıklama

Hadisin zahiri; Hz. Peygamber (s.a)'in yemin ettiği zaman "Estağfırullah" dediğine,
yani bu şekilde yemin ettiğine de lâlet etmektedir. "Estağfırullah"; "Allah'tan bağış
dilerim" manasınadır.

Bu kalıp ise, bilinen yemin kalıplarına benzememektedir. Şüphesiz Hz. Peygamber'in

bu şekilde yemin etmesi devamlı değildir. Bazan böyle yemin ederdi.

Alimler, bu haberde ifade edilen manayı izahda farklı şeyler söylemişlerdir. Aliyyü'l-

Kârî'nin el-Mirkât adındaki eserinde verdiği şu bilgi bu konuya oldukça açıklık

getirmektedir:

Kâdî, bu sözün manasının; eğer mesele bunun aksine ise, Allah'tan bağış dilerim,
demek olduğunu söyler. Kadı'nm beyanına göre; gerçi bu söz (ve'stağfırullah) yemin
değildir, ancak sözü tekid edip kuvvetlendirmesi bakımından yemine benzer. Onun
için ravi buna yemin demiştir.
Tıybî ise şöyle der:

"sözündeki "vav" harfi, atıf içindir. Bu da kendisine atıf yapılan mahzuf bir cümlenin
olmasını gerektirir. Buna karine de; sözüdür. Çünkü bu ya; Cenab-ı Allah'ın sözünde
olduğu gibi, geçen sözü reddetmek maksadıyla yemine h azırlık içindir, ya da başlı
başına yemindir. Her iki takdire göre de mana; "Allah'a yemin etmem ve Allah'tan af
dilerim" demektir. el-Muzhir sahibinin şu görüşü bu anlayışımızı teyid eder:
Rasûlullah (s. a); bilmeden (lağv) yemin ettiği zaman hemen peşinden, dilinden kayan
bu sözü telafi için, estağfırullah derdi. Gerçi, Kur'ân'da da belirtildiği üzere,
Hz.Peygamber'in bu davranışı affe-dilmişti ama o bunu ümmetinin böyle şeyden
kaçınması için delil olarak söylerdi."

İbn Melek de Muzhir'a uyarak, Hz.Peygamber'in bu şekildeki sözleri; konuşma
esnasında ağzından çıkan "evet vallahi, hayır vallahi" gibi sözlerinin yemin
olmadığına işaret etmek ve o sözleri telâfi için söylediğini kaydeder.
Aliyyü'l-Kâri, bu nakilleri yaptıktan sonra kendi görüşünü şöyle ortaya koyar:
"Hz.Peygamber(s.a)'in yanlışlıkla (lağv) yemin etmesi mümkün değildir. Çünkü bu,
peygamberlik makamına aykırıdır. Hadiste geçen sözün takdirinin şu şekilde olması
mümkündür: Hz.Peygamber (s. a) yemin ettiği zaman onun yemini "Hayır ve Allah'tan
bağış dilerim" sözüne bitişikti. Yani yemin ettiği ve bunda "lâ" sözü ile mübalağa
ettiği zaman, derdi. Bundan maksadı; benden sadır olanın hilâfına, Allah'ın bildiği
şeyden dolayı Allah'tan af dilerim, demekti. Çünkü her ne kadar bunda bir sorumluluk
olmasa da, iyilerin hasenatı mukarrebûnun seyyiâtıdır. Yahut da takdir; yemin
etmekten dolayı Allah'tan af dilerim, şeklindedir. Çünkü zaruret olmadıkça yemin
etmemek efdaldir. Zira yemin aslında bir hiledir ve insan bundan nehyedilmiştir. Onun
için bazıları; gerçek de olsa yemin etmekten kaçınmışlardır. Hz.Peygamber (s.a)'in
ettiği yeminler hep ihtiyaca binaendir. O, ya bir hükmü te'kid ya da yemin etmenin
caiz olduğunu beyan için yemin etmiştir. Bu yüzden, yemin etmek istediği zaman,
yemin etmez, onun yerine bu sözü söylerdi."

Aliyyü'l-Kârî'nin üzerinde durduğumuz hadisi şerhederken söyledikleri bundan ibaret.
Zaten ihtiyaca da k afi gelmektedir.

Aliyyü'l-Kârî, şerhinde; yeminin haddizatında mekruh olduğunu ancak ihtiyaç halinde



başvurulabileceğini söylüyordu. Acaba bu hüküm genel midir, yoksa duruma göre
yeminin hükmünde değişiklikler olur mu? Bu konuda, Hanbelî âlimlerinden meşhur
İbn Kudâme, el-Muğnî adındaki eserinde (özet olarak) şöyle der:
Yeminler beş çeşittir:

1- Vacib yeminler: Masum birini helakten kurtarmak için edilen yeminler.

2- Mendub yeminler: İki hasmın arasını bulmak, bir müslümanm gönlündeki kini
gidermek gibi bir maslahata dayanan yeminler. Bir tâatı işlemek veya bir günahtan
kaçınmak için edilen yeminler de bazı Hanbelî ve Şâ-fıîlere göre bu cümledendir.

3- Mubah olan yeminler: Mubah bir işi yapmak ya da yapmamak için edilen
yeminlerdir. Gerçeğe uygun olan veya öyle zannedilen yeminler bu türdendir.

4- Mekruh yeminler; Mekruh bir işi yapmak veya mendub bir işi yapmamak için
edilen yeminler.

[95]

5- Yalan yere edilen yeminler. Bu da haramdır.

3266... Asim b. Lakît'den rivayet edildiğine göre, Lakît b. Amir bir hey'etle Rasûlullah
(s.a)'a gelmişti.Lakît şöyle dedi:

Rasûlullah (s.a)'m yanma vardık... Lakît; içerisinde Rasûlullah (s. a); "İlâhının Ömrüne

196]

(bekasına) yemin ederim ki..." buyurdu (sözleri de bulunan) bir hadis söyledi.
Açıklama

Hadiste geçen ve "...ömrü" diye terceme ettiğmiz "amr" kelimesi "ömür, hayat"
manalarmadır. Allah (c.c)'a izafeten söylendiğinde, "Allah'ın bekası, devamı" manaları
anlaşılır.

Gerçi haberin ifadesine göre Hz.Peygamber (s. a); "Allah'ın bekası" değil de "İlâhının
bekası" demiştir. Fakat bu da "Allah'ın bekası" anlammadır. Çünkü muhatabı
müslümandı ve müslümanm ilâhı Allah'tır.

Ebu'l-Kasım ez-Zeccâc, bu terkibi açıklarken; "Amr, hayat demektir. Le amrillahi
diyen kişi; sanki, Allah'ın bekasına yemin ederim... demiştir" demektedir.
Bu tür sözlerin yemin sayılıp sayılmayacağı konusunda İslâm âlimlerinden iki önemli
görüş nakledilir:

1- Mâlikîve Hanefîlere göre; bu sözlerle yemin tahakkuk eder. Çünkü Allah'ın bekası
onun zatî sıfatlarmdandır. İmam Mâlik: "Bu şekilde yemin eden beni şaşırtmaz. İshak
b. Râhûyeh'in Musannefinde Abdurrahman b.Ebî Bekre'den rivayet ettiğine göre,
Osman b. EbiTAs'm yemini; ömrüme yemin olsun ki şeklinde idi." demiştir.

Hanefi fıkıh kitaplarından Bedâî'de de şöyle denilir: "Allah'ın bekasına (ömrüne)
yemin ederim ki şöyle yapmayacağım, diyen kişinin sözü yemindir. Çünkü bu,
Allah'ın bekasına yemin etmektir. Bu da ancak onun sıfatında kullanılır. Ayrıca bu
sözle yemin etmek yaygındır. Allah (c.c): "Senin ömrüne yemin ederim ki onlar

1971

sarhoşluklarında bocalıyorlar." buyurur. Tarafe de, bir şiirinde: "ömrüne yemin
ederim ki, ölüm kimsede hata etmedi..." demektedir."

2- Şafiî ve îshak b. Râhûyeh'e göre; bu sözle ancak niyet edilirse yemin sayılır.
Ahmed b. Hanbei'den her iki görüş de nakledilmiştir. Ancak Şâfiîlerin görüşüne
benzeyeni daha tercih edilenidir.



Bu görüşün sahipleri; yukarıda zikredilen âyetin mevzubahis sözlerle yeminin
tahakkukuna delil olamayacağını, çünkü Allah (c.c)'m her sözle yemin edebileceğini
söylerler. Yaratıklar ise öyle değildir. Çünkü Allah'tan başkasına yemin edilmeyeceği
sabittir, derler.

Bilindiği gibi, yemin için kullanılan harfler üçtür. Bunlar; "Bâ, tâ, vav" harfleridir.
Üzerinde durduğumuz sözde, bu harflerden birinin değil de "lâm" harfinin oluşu da

198]

Şâfıîlerin görüşünün delillerindendir.
10. Kasem Yemin Olur Mu?

3267... İbn Abbas (r.anhuma)'dan rivayet edildiğine göre; Ebû Bekir (r.a), Rasûlullah

£1001

(s.a)'a "Allah aşkına" diye yemin etti, o da: "Yemin ederek ısrar etme" buyurdu.
Açıklama

Kasem, yemin demektir. Arapçada "yemin etti", "yemin ederim" manalarına gelir.
Aslında yemin edilirken eğer kasem sözü kullanılacaksa sonuna "bi'llâhi" sözü de
eklenir ve öyle yemin edilir. Yani, "yemin ederim" demekten çok "Allah'a yemin
ederim" denilir.

İşte bu bab, yemin için konulmuş olan sözlerin değil de, "yemin ederim" sözünün
yemin sayılıp sayılmayacağı konusundadır. Bu rivayet, bundan sonra gelecek olan
hadisin bir bölümüdür. Ancak Zührî'den sonraki ravileri farklıdır ve bunda hâdiseye
İbn Abbas, bizzat şahid olmuş gibi, ötekinde ise Ebû Hureyre'den naklen aktardığı için
musannif hadisi iki ayrı rivayet halinde takdim etmiştir.

£101]

Konu ile ilgili malumat gelecek hadisin şerhinde verilecektir.

3268... îbn Abbas (r.a nhuma) şöyle haber vermiştir:

Ebu Hureyre (r.a)'in bildirdiğine göre; bir adam Rasûlullah (s.a)'a geldi ve:

Ben bul gece bir rüya gördüm, deyip rüyasını anlattı.

Ebû Bekir (r.a) rüyayı tabir etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s. a): "Bazısında isabet
ettin, bazısında hata ettin" buyurdu. Hz. Ebû Bekir;

Babam sana feda olsun ya Rasûlallah! Allah aşkına, sana yemin ediyorum, hata

ettiğim şeyin ne olduğunu bana haber versen, dedi.

Rasûlullah:

Lİ02]

"(Allah adına) yemin ederek ısrar etme." buyurdu.
Açıklama

Hadisin diğer kaynaklardaki rivayetlerinde anılan şahsın gör-düğü rüya ve Hz. Ebû
Bekir'in bu rüyayı tabir şekli de yer almaktadır.

Buharî'nin rivayetinde hadisin tamamı şöyledir: İbn Abbas (r.anhüma) şöyle der: Bir
adam Rasûlullah (s.a)'a gelip dedi ki:



Ya Rasûlallah, bu gece rüyamda (yerle gök arasında) bir bulut gördüm. O bulut (yere)
yağ ve bal yağdırıyordu. İnsanlar da bunlardan, kimi az kimi çok olmak üzere avuç
avuç alıyorlardı. Bu sırada yerden göğe bir ip uzandığım, senin de o ipe yapışıp
yükseldiğini gördüm. Sonra ipi başka birisi tuttu, o da yükseldi. Sonra bir başkası tuttu
o da yükseldi, sonra bir başka şahıs (üçüncü) tuttu ama ip koptu. Sonra ip bağlandı.
Bunu duyan Hz. Ebû Bekir: "Ya Rasûlallah! Anam babam sana feda olsun, vallahi
beni bırakıp müsaade edersen rüyayı ben tabir edeyim" dedi. Hz. Hz. Peygamber (s.a)
de "Haydi, tabir et" buyurdu. Bunun üzerine Ebû Bekir (r.a) şöyle dedi:
Adamın gördüğü bulut, İslâm'dır. Ondan yağan yağ ve bal Kur'an'-dır. İnsanlar onun
tadından az veya çok yararlanacaklardır. Gökten yere uzanan ip, üzerinde bulunduğun
hak ve adalet ipidir. Sen onu tutuyorsun, Allah da seni yüceltiyor. Senden sonra onu
bir adam tutacak, ve o iple o da yükselecek. Sonra bir başkası tutacak o da yükselecek.
Sonra bir kişi daha tutacak fakat ip kopacak, sonra ip onun için bağlanacak o da
yükselecek.

Anam babam sana feda olsun ya Rasûlallah, bu tabirimde isabet mi ettim, yoksa hata
mı bana haber ver.

"Bir kısmında isabet ettin, bir kısmında da hata ettin."

Ya Rasûlallah, hata ettiğim yönü Allah rızası için söylesen. "- Allah adına yemin
ederek ısrar etme."

Evet, Buharî'nin rivayetine göre mevzubahis hâdisenin oluş tarzı bu şekilde.
Aynî ve Nevevî'deki ifadelere göre; Hz. Ebû Bekir'in rüyayı tabirinde-ki hataların
neler olabileceği konusunda hayli farklı görüşler ortaya konmuştur. Kimisi hatanın,
bizzat Hz. Ebû Bekir'in yorumlamasında olduğunu, çünkü rüyayı Hz. Peygamber
(s.a)'in yorumlayacağını söylerler. Fakat bu görüşe katılmayanlar, Hz. Ebû Bekir'in
Rasûlullah (s.a)'dan izin aldıktan sonra bunu yaptığına dikkat çekerek itiraz ederler.
Bu görüşe göre Hz. Ebû Bekir'in hatası, rüya tabirine ait değil, tabire atılmasıdır.
Hatanın tabire ait olduğunu söyleyenler; Hz. Ebû Bekir'in rüyadaki yağ ve balı sadece
Kur'an'la tabir ettiğini, oysa bundan maksadın Kur'an'la sünnet olduğunu bildirirler.
Ayrıca elinde ip kopan şahıs üçüncü halife Osman (r.a) idi. Hz. Osman devrinde
karışıklıklar çıkmış ve adalet ipi onun elinde kopmuştu. Bilâhare ip bağlandığında Hz.
Osman için değil, bir başkası için (Hz. Ali için) bağlanmıştı. Hz. Ebû Bekir rüyayı
tabir ederken ipin Osman'ın elinde bağlandığını söylemiş ve böylece hataya düşmüştü.
Hz. Peygamber (s.a)'in Hz. Ebû Bekir'in tabirindeki hataları söylememesi; ilende
ortaya çıkacak olan fitneleri şimdiden haber verip de insanları telaşlandırmama
hikmetine dayanır. Buhârî sarihlerinden Kirmanı; rüya tabirindeki hataların, Hz.
Peygamber (s.a) tarafından açıklanmadığı halde, kendileri tarafından ortaya
çıkarılmasına sebep olarak; artık herşeyin ortaya çıkıp insanları telaşlandırma
korkusunun ortadan kalkmasını gösterir.

Buraya kadar yazılanlardan anlaşıldığı üzere; Hz. Peygamber (s.a)'den sonra adalet
ipine yapışacak olanlar Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman (r.anhum)'dur. Fakat,
Hz. Osman devrinde ip kopmuş, Hz. Ali için tekrar bağlanmıştır.
Hadisin konumuzla (yemin ile) ilgili yönü de şudur:

Kasem suretiyle yani, "yemin ederim" gibi sözlerle edilen and, yemin sayılır mı,
sayılmaz mı? Bu konuda ulemadan farklı görüşler gelmiştir. Hattâbî şöyle der:
"Bu hadis; Allah'a yemin ederim, demedikçe sadece yemin ederim demenin yemin
sayılmadığını söyleyenlerin görüşlerine delildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a), yemini
yerine getirmeyi emretmiştir. Eğer yemin ederim sözü yemin olsaydı, onun kendisinin



(yerine getirmesi, Ebû Bekir'in isteğine cevap vermesi) gerekirdi. Mâlik ve Şafiî bu
görüştedirler.

Kasemi yemin kabul edenler ise; hadise başka bir açıdan bakarlar ve bunun kendileri
için delil olduğunu söylerler. Çünkü eğer kasem yemin olmasaydı o zaman Hz.
Peygamber (s. a), Hz. Ebû Bekir'e, "Yemin etme" demezdi, derler. Ebû Hanîfe ve
arkadaşları da bu görüşe sahip olmuşlardır."

Hattâbî bu sözleri, üç mezhebin görüşünü esas alarak ortaya koymaktadır. Ancak bu

görüşlerde bazı ayrıntılar vardır, onların da açıklanması gerekir.

İbn Hacer'in İbnü'l-Münzir'den nakline göre; bir kimse, "Allah'a yemin ederim" dese,

bununla niyeti yemin olmasa bile, İbn Ömer, İbn Abbas, Nehaî, Sevrî ve Kûfelilere

göre bu yemindir. Çoğunluk ise bu sözün yemin olmasının niyete bağlı olduğu

görüşündedir.

İmam Mâlik, "Allah'a yemin ederim" sözünün niyetsiz yemin, "yemin ederim"
sözünün ise ancak niyet ile yemin olduğunu söyler.

İmam Şafiî'ye göre ise; "yemin ederim" sözü hiçbir şekilde yemin olmaz. "Allah'a
yemin ederim" sözü ise ancak niyetle yemin olur.

Demek ki; içlerinde Hanefîlerin de bulunduğu bir gruba göre; "yemin ederim",
"Allah'a yemin ederim" sözleri her halükârda niyete bağlı olmaksızın yemindir.
Mâlikîlere göre; birincisi niyetle, ikincisi niyete bağlı olmadan yemin sayılır. Şâfiîlere
göre ise; birincisi hiçbir şekilde yemin olmaz, ikincisi ise ancak niyet edilirse yemin
olur.

Metinde görüldüğü üzere, Hz.Ebû Bekir; Hz. Peygamber'e yemin vermiştir. Hz.
Peygamber (s. a), yeminlerin gereğinin yerine getirilmesini emrettiği halde kendisi
burada yapmamıştır. Çünkü, yeminin bozulmaması, başkalarına zarar vermeyecekse,
yerine getirilir. Burada ise, Hz. Peygamber'in yeminin gereğini yerine getirmesi
halinde Hz. Ebû Bekir'in hatalarını bildirmesi icabederdi. Bu ise müslümanlarm

£103]

zararına olacaktı-. Bu zararın ne olduğu yukarıda belirtilmiştir.

3269... Bize Muhammed b. Yahya (b. Fâris), Muhammed b. Kesîr'den; o, Süleyman b.
Kesîr'den, Süleyman; Zührî'den, o Ubeydul-lah'tan; Ubeydullah da İbn Abbas
vasıtasıyla Rasûlullah'tan bu (önceki) hadisi haber verdi. Kasem (yemin)i zikretmedi.
Ancak hadisinde, "Hz. Peygamber (s. a) Ebû Bekir'e (hatasını ve doğrusunu) haber

LİM

vermedi." sözünü ilâve etti.

11051

11. Bir Yemeği Yemeyeceğine Yemin Eden Kimsenin Durumu

3270... Abdurrahman b. Ebî Bekir (r.anhuma) şöyle demiştir: Bize misafirlerimiz
geldi. Ebû Bekir (babam) geceleyin Rasûlul-lah (s.a)'m yanında konuşuyordu. Bana
"Sen bunların ziyafetini tamamlayıncaya kadar yanma dönmeyeceğim" dedi.
Misafirlerin yemeklerini getirdim. Onlar;

Ebû Bekir gelinceye kadar yemeyiz, dediler. Nihayet Ebû Beky: geldi ve;
Misafirleriniz ne yaptı? Yemeklerim yedirdiniz mi? dedi. Misafirler;
Hayır, dediler. Ben;

Onlara yemeklerini getirdim, yemediler, "Vallahi Ebû Bekir gelinceye kadar yemeyiz"



dediler, dedim.Onlar da:

Doğru söyledi, bize yemeği getirdi ama biz sen gelinceye kadar yemek istemedik. Ebû
Bekir:

Sizi yemekten men eden ne? (Niçin yemediniz?).
Senin mevkiin, (Peygamber'in katındaki derecen).
Vallahi, bu gece ben o yemeği yemeyeceğim.

Vallahi, sen yemedikçe biz de yemeyeceğiz. Bunun üzerine Ebû Bekir:
Vallahi bu geceki kadar kötü bir gece görmedim. Yemeğinizi yaklaştırın, dedi.
Yemekleri yaklaştırıldı, Ebû Bekir "Bismillah" deyip yedi, onlar da yediler. Öğrendim
ki; Ebû Bekir, sabahleyin Hz. Peygamber (s.a)*e gidip, kendisinin ve misafirlerin
yaptıklarını haber vermiş. Efendimiz de; "İyi etmişsin, sen yeminine onlardan daha

UM

itaatli ve daha sadıksın" buyurmuş.
Açıklama

Hadisin Buharî'nin Kitabu'l-Edeb bahsinde, buradakinden hayli farklı iki rivayeti
vardır:

Bunlardan birisi, "Misafirin yanında öfkelenmek ve sabırsızlanmak mekruhtur"
bahsindedir. Buradaki rivayete göre; Hz. Ebû Bekir, misafirlerin yemeği yemediklerini
görünce sinirlenmiş, oğlu Abdurrahman'a bağırmış ve ö yemeği yemeyeceğine yemin
etmiş. Misafirler de, Ebû Bekir yemedikçe yememeye yemin edince, "Bismillah ilki
şeytan içindir" diyerek yemiş, misafirler de yemişlerdir.

Buharî'nin diğer rivayeti ise; "Müsafırin ev sahibine sen yemedikçe vallahi ben de
yemem, demesi" adındaki bâbdir. Bu babdaki rivayet de oldukça farklıdır. Bu
rivayette Hz. Ebû Bekir'in konuşması oğlu ile değil, hanımı ile olmuştur. Yine bu
rivayette; yeminden sonra yemeye başladıklarında lokmaların çoğaldığı belirtilir. Aynı
hadis, Buharî'nin Kitabu'l-Evkât ve Me-nâkıb bahislerinde de geçmiştir.
Ebû Davud'un rivayetinde bahsi geçen misafirler Suffa ashabından üç kişi idiler.
Buharî'nin Mevâkıt'deki rivayetinde beyan edildiğine göre; Suffa ashabı fakir
insanlardı. Hz. Peygamber (s. a), sahâbîleri bunları yemeğe götürmeye teşvik eder,
"Yanında iki kişilik yemek olan üçüncü birini, dört kişilik yemek olan da beşinci ve
altıncı kişiyi götürsün" buyururmuş. Hz. Ebû Bekir ise üç kişiyi götürmüş.
Hadisten anlaşıldığı üzere misafirler, Hz. Ebû Bekir'in Rasûlullah'm katındaki
mevkiinden veya evin reisi olmasından dolayı, o olmadan yemekten kaçınmışlar; Hz.
Ebû Bekir de kendisinin yüzünden müsafırlerinin gece geç vakitlere kadar aç
kalmalarına üzülmüş ve o yemekten yememeye yemin etmiş. Ancak, misafirlerin, o
yemedikçe kendilerinin de yememeye yemin etmeleri üzerine, misafirleri aç
koymamayı yeminine riayete tercih etmiş ve yeminini bozarak yemeği yemiştir.
Tabiatıyla misafirlerin, yemek için koştukları şart gerçekleştiği için onların yeminleri
bozulmamıştır.

Hz. Ebû Bekir, sabah olup da hâdiseyi Hz. Peygamber (s.a)'e aktarınca, Efendimiz
onun yaptığını beğenmiş, yeminini bozma pahasına da olsa misafirine ikramını takdir
etmiştir. Hatta onun yaptığının; misafirlerinin yeminlerine sadakat konusundaki
yaptıklarından daha iyi olduğunu ifade buyurmuştur.

Bu rivayette Hz. Ebû Bekir'in, yeminini bozmaktan dolayı keffaret ödeyip ödemediği
konusunda bir kayıt mevcut değildir. Bundan sonra gelecek olan rivayette de



Muhammed b. el-Müsennâ, Sâlim'in; "Bana keffaret (Ebû Bekir'in keffareti ödediğine
dair bir bilgi) ulaşmadı" dediğini kaydeder.

Bu söz, bir maslahata mebnî olarak bozulan yeminlerde keffaretin gerekmediğine
delâlet etmez. Nevevî; bu durumda keffaretin gerekli olduğu konusunda hiç bir ihtilâf
bulunmadığını söyler. Çünkü Hz. Peygamber (s. a) bir hadisinde: "Bir şey üzerine
yemin edip de başkasını ondan daha hayırlı gören kimse, hayırlı olanı yapsın, yemini
için de keffaret ödesin" buyurmuştur. Hz. Ebu Bekir'in yaptığı da işte bunun aynısıdır.

£1071

Ayrıca yemim munakide ile ilgili olan âyet de buna delâlet eder.
Bazı Hükümler

1. Evde, misafirlerle ilgilenecek kişi varsa, ev sahibinin misafirleri bırakıp bir işine
gitmesi caizdir.

2. Fakir, kimsesiz kişileri eve götürüp ikram etmek, yemek yedirmek
müstehaptır.

3. Bir şeyi yapmak veya yapmamak için yemin eden kışı, sözünün aksini daha hayırlı

£1081

görürse, yemini bozar ve keffaret öder.

3271... İbnü'l-Müsennâ; Salim b. Nuh ve Abdül-A'lâ'dan, onlar Cerîrî'den; Cerirî, Ebî
Osman'dan, o da Abdurrahman b. Ebî Bekir'den bu (önceki) hadisin benzerini rivayet
etmişlerdir. İbnü'l-Müsennâ hadisinde, Salim'den; "Bana keffaret ulaşmadı" dediğini

im

ilâve etmiştir.
Açıklama

İzah önceki hadiste geçmiştir. Sâlim'in, "Bana keffaret ulaşmadı" sözünden maksat;
Hz. Ebû Bekir'in yeminim bozmaktan dolayı keffaret verip vermediği konusunda bir

Lüoı

bilginin ulaşmayışıdır.

12. Akrabayı Ziyareti (Sıla-i Rahim) Kesmek Üzere Edilen Yemin

3272... Saîd b. Müseyyeb'den rivayet edildiğine göre; Ensar'dan iki kardeş arasında
(ortak) bir miras vardı. Birisi, diğerinden (mirası) taksim etmeyi istedi. Bunun üzerine
kardeşi;

Eğer bir daha taksimi istersen bütün malım Kabe'ye (adak) olsun, dedi. O zaman Hz.
Ömer (r.a) şöyle dedi:

Kabe'nin senin malına ihtiyacı yok. Yemininin keffaretini ver ve kardeşinle konuş.
Ben Rasûlullah (s.a)'i: "Rabbine isyanda, sıla-ı rahmi kesmekte ve sahibi olmadığın
şeyde; sana yemin (yeminin gereğine sadakat) de yoktur, nezir de" buyururken

Oii]

duydum.



Açıklama



Münzirî bu nadisle ÜgHi olarak; "Saîd b. Müseyyeb'in bu hadisi, Ömer b. el-
Hattâb'dan işittiği doğru değildir. Onun için hadis, munkatı'dir" demektedir.
Şevkânî de; hadisin salih bir hadis olduğunu söyledikten sonra munkatı' olduğunu
kaydeder. Şevkânî hadisin sıhhatine işaret için Mâlik ve Beyhakî'-nin de Hz. Aişe'den
aynı manaya gelen bir hadis rivayet ettiklerini ve İbn Sikkîn'in mezkur hadisi sahih
kabul ettiğini söyler. İşaret edilen Hz. Aişe (r.anha)'nin hadisi şöyledir:
"Aişe (r.anha)'ya akrabasıyla konuştuğunda, malını Kabe'ye nezreden kişinin durumu
soruldu. O da; yemininin keffaretini verir, dedi."

Hadisin metninde, şeklinde bir terkib mevcuttur. Bu terkibin tam sözlük karşılığı;
"Kabe'nin kapısı" demekdir. Fakat, malını, Kabe'ye adayan kişinin maksadı Kabe'nin
kapısı değil, bizatihi kendisidir. Onun için terceme, murad edilen manaya uygun
olarak yapılmıştır.

Bu hadiste; nezir (adak) için konulmuş olan sözler, yemin yerinde kullanılmıştır.
Çünkü yemin kişinin nefsini bir şeyden men etmeye veya bir şeyi yapmaya teşvik
maksadıyla söylediği, bilinen sözlerdir. Burada da, mirası taksim etmek istemeyen
kardeş, niyetindeki kararlılığını isbat için, "Bir daha taksimi istersen bütün malım
Kabe'ye ait olsun" demiştir. Bunu duyan Hz. Ömer (r.a)'in: "Yemininin keffaretini
öde." demesi de, yukarıdaki sözün yemin makamında kullanıldığına delildir.
Şerhu's-Sünne'de bu konuda şöyle denilir:

"Falanla konuşursam, Allah için bir köle azad edeceğim, falan eve girersem Allah için
oruç tutacağım veya namaz kılacağım gibi, yemin yerine kullanılmış adaklar
konusunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Şu gerçek ki bunlar; yemin yerinde kullanılmış
adak lafızlarıdır. Çünkü bunu söyleyen kişi, nefsini o işten men etmeyi kasdetmiştir.
Bu, kendisini bir şeyi yapmaktan men etmeyi kastederek yemin edene benzer.
Sahâbîlerin ve tabiîlerin çoğuna göre; bu şekilde konuşan kişi, dediğini yaparsa
kendisine yeminini bozduğunda olduğu gibi keffaret icabeder. Şafiî de bu görüştedir.
Bu ve daha başka hadisler de buna delâlet eder. Diğer nezirlere kıyasla, üstlendiği şeyi
yerine getirmesi gerekir diyenler de vardır."

Hattâbî; yemin maksadıyla, nezir için kullanılan sözlerin, yemin sayılıp bozulması
halinde keffaretin yeterli olduğu konusunda, Ahmed b. Hanbel ve İshak'm da Şafiî'nin
görüşünde olduklarını söyler. Yine Hattâbî; Hz. Aişe, Hasenu'l-Basrî ve Tâvûs'un da
bu görüşte olduklarını kaydeder.

Şa'bî, Hakem ve Hammâd; malını sadaka olarak vermeye yemin eden kişiye bir şey
gerekmediği görüşündedirler. İmam Mâlîk'e göre ise, bu durumda olan kişi malının
üçte birini fakirlere dağıtır.

Hanefîlere göre; malının tamamını sadaka olarak dağıtmak üzere yemin eden kişinin
yemini, zekâta tabi olan mallar için geçerli olur.

Yine Hanefîlere göre; "Nezrim olsun ki falan yere gitmeyeyim, falanla
konuşmayayım" gibi sözler birer yemin sayılır. Dolayısıyla denilen yere gider veya
anılan kişi ile konuşursa bu sözlerin sahibine yemin keffareti gerekir.
Hadisin konu ile ilgisi, sıla-i rahmi (akrabayı ziyareti, onlarla konuşmayı) kesmek
üzere yemin eden kişiye yemininde durmasında gerek olmayışıdır. Sıla-i rahmi
kesmek, aslında Allah'a isyanın bir çeşididir. Öyleyse hadiste önce Allah'a isyan
üzerine edilen yeminlere sadakat gösterilmeyeceği söylendikten sonra, sıla-ı rahmin
anılması, zikru'l-hâs ba'de'l-âmm kabilinden bir itnabtır. Has olan, sıla-ı rahmin
önemine işaret için getirilmiştir.



Hadis, kişinin, herhangi bir surette Allah'a isyan etmek yani günah olan bir şeyi
yapmak üzere yemin eden kişinin yeminini bozup keffaret vermesi gerektiğinde
delildir. Bu konu ileride 19. babda, müstakil olarak gelecektir. Burada şu kadarını
hatırlatalım ki, cumhura göre; bir günah işlemek üzere yemin eden kişi, sözünde
durmaz ve keffaret de ödemez. Ahmed b. Hanbel, Süfyân-ı Sevrî, îshak, bazı Şâfiîler
ve Hanefîlere göre ise keffaret öder.

Hadisin ihtiva ettiği bir diğer konu da, sahip olmadığı bir şeyi üzerine adakta bulunana

£1121

da bir şeyin gerekli olmadığıdır. Bu konu da ileride 25. babda gelecektir.
Bazı Hükümler

1. Yemin yerine kullanılan nezre mahsus sözler yemin sayılır. Bozulması halinde
yemin keffareti gerekir.

2. Bir günahı işlemek üzere yemin eden kişi, yemini bozar (günah olmaz) ve keffaret
öder.

3. Sıla-ı rahmi kesmek Allah'a isyandır.

U13]

4. Bir kimsenin, sahibi olmadığı bir şey üzerine adak adaması muteber değildir.

3273... Amr b. Şu'ayb; babası vasıtasıyla dedesinden, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:

"Nezir (adak) ancak kendisi ile Allah'ın rızası istenilen şeyde olur. Sıla-i rahmi

£1141

kesmek konusunda da yemin yoktur, (yemine sadakat gösterilmez)."
Açıklama

Hadisin' Anmed b- Hanbel'in Müsned'indeki bir rivayeti biraz daha uzuncadır. Mezkur
rivayet şu şekildedir:

Rasûlullah (s. a), halka hitabederken, güneşin altında ayakta duran bir adamı görüp:
"Bu halin ne?" diye sordu. Adam:

Sen konuşmanı bitirinceye kadar, güneşte kalmayı adadım ya Rasü-lallah! dedi.
Rasûlullah (s. a):

"Bu adak değildir. Adak, ancak kendisi ile Allah'ın rızası istenilen şeydir." buyurdu.
[115]

Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki bu rivayetle, Ebû Davud'un rivayeti aynı olsa
gerek. Ancak Ebû Davud'un rivayetinde hadisin vüruduna sebep olan hâdiseye temas
edilmemiştir.

Hadis-i şerif, iki önemli hükme delâlet etmektedir:

1- Bunlardan birincisi; ancak, Allah'a ibadet kasdiyla yapılan namaz, oruç, hac,
sadaka, itikâf gibi amellerle nezrin edilebileceğidir. Yani bir kimse bir adakta
bulunmak isterse, ibadet cinsinden olan bir ameli adamahdır. Biz, "Yeminler ve
Nezirler Kitabı"nm başında, yeminler ve nezirler hakkında genel bilgi verirken, nezrin
ancak farz ve vacib olan ibadetlerden birisinin cinsinden olabileceğine işaret etmiştik.
Ancak nezir bir kimsenin bir ibadeti kendisine gerekli kılması olduğu için, zaten farz



olan beş vakit namaz veya zaten vacib olan vitir namazı ve zenginler için fıtır
sadakası, kurban bayramında kesilen kurban adak olamaz. Çünkü müslüman bunları
adama-sa bile yapmak zorundadır.

Şevkânî; masiyet kabilinden olan şeylerle nezrin caiz olmadığını bildiren hadislerin
muhalif mefhumunun, mubah olan (elbise giymek, yemek yemek gibi) amellerde
nezrin caiz olduğuna; üzerinde durduğumuz bu hadisle, Ebû İsrail hadisi diye meşhur
olan hadisin62 ise, mubah işlerde nezrin caiz olmadığına delil olduklarını söyler.
Şevkâm'nin nakline göre; Beyhakî bu farklı istidlallere şöyle bir orta yol gösterir:
Mubah işlerdeki nezir; geceleyin kalkıp namaz kılabilmek maksadıyla gündüz
uyumayı adamak olabilir. Bu durumda adak, mendub bir konuda olmuş olur. Gündüz
oruca dayanabilmek için gece sahuru adamak da bu kabildendir. Hz. Peygamber
(s.a)'in gelmesinden dolayı sevinç göstermek de sevaba vesiledir.
Beyhakî'nin bu izahı, nezrin caiz olduğu mubahtan maksadın, bir sevabın işlenmesine
sebep olan mubah fiiller olduğu anlaşılıyor. Ayrıca, masiyet olan işlerde nezrin
olmadığını bildiren hadislerde, mubah işlerde adağın caiz olduğunu gösteren açık bir
ifade yoktur. Bu sonuca, mefhumu muhalefetten varılıyor. Yani, madem ki günah olan
konularda adak caiz değildir, o halde günah olmayan işlerde caizdir sonucuna
varılıyor. Muhalif mefhumun bu çeşidi Hanefî âlimlerine göre delil kabul edilmez.
İbn Kudâme, İmam Mâlik ve Şafiî'ye göre de haddizatında ibadet olmayan konularda
nezrin sahih olmadığım söyler.

Sahih hadis kitaplarında; yürüyerek hacca gitmeyi adayan kişilere Hz. Peygamber'in,
Allah'ın onların yürümesine ya da nefislerine eziyet etmelerine muhtaç olmadığını
söyleyerek hayvanlarına binmelerini emrettiğine dair birkaç tane hadis vardır. Bu
hadisler ileride gelecektir.

Hanbelîlere göre; elbise giymek, hayvana binmek gibi mubah bir işi adayan kişi,
isterse sözünde durur, isterse dediğini yapmaz, yemin keffareti verir. İleride 3312
numarada gelecek olan şu manadaki hadis, bu görüş için delil kabul edilmektedir:
Bir kadın, Rasûlullah (s.a)'a gelip:

Ya Rasûlallah, ben senin huzurunda def çalmayı adadım, demiş.
Efendimiz de:

"Adağını yerine getir" karşılığını vermiştir.

İbnu'l-Kattân, Ebû Hatim ve Ukaylî; bu hadisin zayıf olduğunu söylerler.
Hadisin sahih olması halinde yukarıya aktardığımız Beyhakî'nin görüşleri ile
hadislerin arası te'vil edilir. İşaret edilen olay, müslümanlarm kâfirlere karşı elde
ettikleri bir zafer sonrası vuku bulmuştur. Müslümanların bu sevinç gösterileri, kâfir
ve münafıkları üzdüğü için Hz. Peygamber (s. a) kadının def çalmasına izin vermiştir.
Sanki bu sevap kabilinden bir şeydir.

2- Üzerinde durduğumuz hadisin ihtiva ettiği ikinci hüküm ise, sıla-i rahmi kesmek
üzere edilen yemine itaat edilmemesi ile ilgilidir. Bu konu bir önceki hadisin şerhinde
£1161

işlenmiştir.

3274... Amr b. Şu'ayb, babası kanalıyla dedesinden Hz.Peygamber (s.a.)'in şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Kişinin mâlik olmadığı şeyde, Allah'a isyan konusunda ve sıla-i rahmi kesmekte;
yemin de nezir de yoktur (bunlara sadakat gösterilmez). Bir kimse, bir şey üzerine
yemin eder de, başkasını ondan daha hayırlı görürse, yeminini (yemin ettiği şeyi)



Ü171

bırakıp o hayırlı olanı yapsın. Şüphesiz onu terketmesi, yeminine keffarettir."
Ebû Dâvûd dedi ki:

Pek azı müstesna, Hz. Peygamber (s.a)'den gelen tüm (sahih) hadislerde, "Yemininden
dolayı keffaret ödesin" şeklindedir.
Yine Ebû Dâvûd der ki:

Ahmed'e, "Yahya b. Saîd, Yahya b. Ubeydullah'tan hadis rivayet etti mi?" dedim.
"Buna ehil olduğu halde, rivayeti terketti. Yahya b. Ubeydullah'm hadisleri münkerdir,

018]

babası da tanınmaz. " dedi.
Açıklama

Münzirî, Ebû Bekir el-Beyhakî'nin; "Amr'm bu hadisi sabit değildir. Ebû Hureyre'nin,
daha hayırlı olanı yapsın, bu kef-farettir, şeklindeki hadisi de sabit değildir" dediğini
söyler.

İbn Hacer el-Askalânî de; "Bu hadisin ravileri fena değil ama Amr'a kadar isnad
edilmesi konusunda ihtilâf edilmiştir" der.

Ebû Davud'un hadisin sonuna aldığı talik da bu hadisin ve bu manayı ifade eden, yani
bir şeye yemin edip de daha hayırlısını gören kişinin yeminini bozup hayırlı olanı
yapmasının yeminine keffaret olduğuna işaret edilen hadislerin zayıf olduğuna delâlet
eder.

Alimlerin bu hadiste dikkatlerini çeken bölüm, yukarıda işaret edilen son bölümdür.

Diğer bölümlerin ifade ettiği manayı takviye eden başka hadisler de vardır.

Bu hadisin ihtiva ettiği hükümleri şu şekilde sıralamak mümkündür:

1- Bir kimse, sahibi olmadığı bir şey üzerine adakta bulunamaz. Meselâ, kendisine ait

olmayan bir malı göstererek; "Şu malı Allah yolunda ta-sadduk edeceğim..." diyen

kişinin bu sözü adak değildir.

Şevkânî; Buharı ve Müslim'de bulunan, "Kişiye sahip olmadığı şeyde nezir yoktur"
manasına gelen hadisi şerhederken, hiçbir ihtilâfa temas etmeden, "Bu hadis, sahibi
olmadığı bir şeyi adayan kişinin adağının geçerli olmadığına delildir" der.
Buharî; kişinin sahibi olmadığı bir şeyi nezretmesi konusunu günah olan bir şeyi
nezretme ile yan yana, "Sahibi olmadığı şeyde ve masiyet konusunda nezir babı"
şeklinde yazmıştır. İbnu'l-Münîr, kişinin sahibi olmadığı bir şeyi adamasının
başkasının mülkünde tasarruf olduğu için masiyet olduğunu, bu yüzden Buharî'nin
anılan babı bu şekilde isimlendirdiğini söyler. İbn Hacer de İbnü'l-Münîr'in bu izahını
beğenmiştir.

Başkasına ait mal ile ilgili bir adakta bulunmak, günah olan bir şeyi adamak içerisinde
mütalaa edilirse; bu adağı yerine getirmeyen kişiye keffaretin gerekli olup olmadığı
hususuna, masiyeti adayana keffaretin gerekli olup ol-madığmdaki ihtilâfı
uygulamamız gerekir. Hatırlatalım ki; cumhura göre Allah'a isyanı konu alan bir nezir
yerine getirilmez ve bundan dolayı keffaret gerekmez. Ahmed b. Hanbel, Süfyân-ı
Sevrî, İshak, bîr kısım Şâfıîler ve Hanelilere göre ise keffaret gerekir.
Ancak, Hanelilere göre; kişinin sahibi olmadığı bir şeyi adaması halinde ona
keffaretin gerekli olduğuna dair bir kayıt mevcut değildir.

Kişinin sahibi olmadığı bir malı adamasından maksat, aynıyla bir başkasına ait bir
maldır. Meselâ, "Falanın koyununu kurban edeceğim" şeklinde bir adaktır. Öyle



olmayıp da; hiç koyunu olmayan bir kişinin "Bir koyun kesmek nezrim olsun"
şeklindeki adağı, bu konuya girmez. Bu şekilde adağı olan kişi, parasıyla bir koyun
alır ve keser.

İnsanın takatinin üstünde bir külfeti gerektiren nezirler de muteber değildir. Meselâ,
yüz bin liraya sahip olan kişinin, iki yüz bin lira adaması halinde adağı sadece elinde
olan yüz bin lira için geçerlidir.

2- Allah'a isyan etmek üzere edilen yemin ve nezirlere İtibar edilmez. Yeminler
bozulur, biraz evvel anlatıldığı şekilde, kimi âlimlere göre keffaret ödenir, kimilerine
göre bir şey gerekmez.

3- Sıla-i rahmi kesmek için edilen yeminlere itaat edilmez. Bu konu daha evvel geçti.

4- Bir şeyi yapmak veya yapmamak için yemin edip de aksini daha hayırlı gören kişi,
yeminini bozar. Yani yemin ettiği şeyi değil, aksini yapar. Meselâ, bir şahıs babasının
rızasına muhalif olarak, mubah bir işi yapmak için yemin etse; babasının rızasını
kazanmak daha hayırlı olduğu için o işi yapmaz, terkeder. Peki bundan dolayı
kendisine yemin keffareti gerekir mi?

Bu hadisin zahirine göre gerekmez. Çünkü hadisin sonunda; kişinin yemin ettiği şeyi
terkedip hayırlı olanı yapmasının yeminine keffaret olduğu belirtiliyor. Ancak, daha
önce de işaret ettiğimiz gibi; Hz. Peygamber'in birçok sahih hadisi, bunun keffareti
gerektirdiğine delâlet ediyor. Bu üzerinde durduğumuz hadis de âlimler tarafından
tenkid ediliyor. Onun için bu hadisin diğer sahih hadislere ters düşen son bölümünün
ihticaca elerişli olmadığını hatırlatıyoruz.

Yemin edip de aksini daha hayırlı gördüğü için yemininin gereğini yapmayan kişiye
keffaret gerekir.

13. Kasden Yalan Yere Yemin Eden Kişinin Durumu
3275... İbn Abbas (r.anhuma)'dan rivayet edildiğine göre;

İki adam Rasûlullah (s.a)'m huzurunda birbirleri ile davalaştılar. Hz.Peygamber (s. a)
davacıdan (iddiasını isbat edecek) delil istedi, ancak onun delili yoktu. Bunun üzerine
davalıya yemin teklif etti. Davalı; "Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin
ederim" diye yemin etti. Bunun üzerine Hz.Peygamber (s. a):

"Evet, (yalan yere) yemin ettin. Fakat "Lâ ilahe illallah" sözünün ihlâsi sebebiyle
bağışlandın" buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadisten, Hz.Peygamber (s.a) keffareti emretmediği murat edilir.
Açıklama

Bu hadiste, "yemin-i gamûs" diye bilinen, yalan yere yemin söz konusu edilmektedir.
Yalan yere yemin etmenin ne derece büyük bir günah olduğu, bu bahsin birinci ve
ikinci babmdaki hadislerde açıkça görüldü. Onun için burada, yalan yere yemin
etmenin ulj/evî mes'u-liyeti üzerinde değil de, bu yeminin dünyalık cezası yani
kefaretinin olup olmayışı konusu üzerinde duracağız.

Ebû Dâvûd, hadisin sonunda; bu hadisde, Hz.Peygamber (s.a)'in yalan yere yemin
eden şahsa keffareti emretmediğine işaret edildiğini söyler.



Müntekâ'da Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inden bu konuda üç hadis nakledilmektedir.
Hem üzerinde durduğumuz hadisi daha açıklaması, hem de konuya daha açık bir
şekilde delalet etmeleri bakımından bu hadislerin manalarım buraya aktarıyoruz. Daha
sonra da, mesele ile ilgili söylenen söz varsa onları vereceğiz:

1- Ebû Hureyre (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet sdilmiştir:

"Beş şeyde keffaret yoktur. Bunlar: Allah'a ortak koşmak, haksız yere adam öldürmek,
bir mü'mine iftira etmek, savaştan kaçmak ve haksız yere A başkasmm) malını almak

um

için edilen sabîra yemini."

2- İbn Ömer (r.anhüma)'den rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a) bir idama:
"Şöyle yaptın mı?" diye sordu. Adam:

Hayır, kendisinden başka ilâh olmayan (Allah)'a yemin ederim ki yapmadım, dedi.
Rasûlullah (s.a):

"Cebrail (a. s): "O şüphesiz yaptı. Ancak, kendisinden başka ilah ol-nayana yemin
ederim ki hayır, demesi sebebiyle Allah (c.c) onu bağışladı" ledi, buyurdu.

3- İbn Abbas (r.anhüma) şöyle demiştir:

İki adam Hz.Peygamber (s.a)'in huzurunda muhakeme edildiler. Biri-ine yemin
verildi. Adam da davacının hakkının kendisinde olmadığına da-r, kendisinden başka
ilâh olmayan Allah adına yemin etti.
Bunun üzerine Cebrail (a.s) Rasûlullah (s.a)'a gelip:

Bu adam yalancıdır, hasmının hakkı bundadır, dedi. Hz.Peygamber s.a) de, adamın
hakkını vermesini emretti ve;"Adamm yemininin keffareti Ulah'tan başka ilâh
olmadığını bilmesi veya şehadetidir" (buyurdu).

Görüldüğü gibi bu hadislerden ilkinde, yalan yere edilen yeminin kefaretinin olmadığı
açıkça belirtilmekte; ikincisinde de yemin eden şahsın günahının kelime-i tevhidin
hatırına affedildiği bildirilerek keffarete hiç temas dilmemektedir.
İbn Abbas'dan rivayet edilen ve Ebû Davud'un rivayetine benzeyen üçün-ü hadis ise
öncekilere ters düşmektedir. Çünkü bunda, kelime-i tevhidi bilenin yemine keffaret
olduğu ifade edilmektedir. Bu, her ne kadar yeminin ilinen keffaretine benzemese de,
burada anılan yalan yere yemin etmenin e bir keffareti olduğuna işaret eder.
Hadisler arasındaki bu tezat şu şekilde halledilmiştir:

Yalan yere edilen yeminin keffaretinin olmadığını ifade eden hüküm âmmdır;
geneldir. İbn Abbas hadisinde geçen ve kelime-ı tevhidin bu yemine keffaret oluşu. ise
Özeldir, sadece o vakaya mahsustur.

Alimlerin cumhuruna göre; yalan yere edilen gamûs yemininden dolayı keffaret
yoktur. Bu, yeminin Önemsizliğinden dolayı değil, keffaretle telâfi edilmeyecek kadar
büyük bir günah oluşundan dolayıdır. Dolayısıyla yalan yere yemin eden kişi, tevbe
istiğfar eder; Allah dilerse afeder, dilerse affetmez. Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve
Ahmed b. Hanbel'in görüşleri cumhurun görüşü istikametindedir.
İmam Şafiî ve bir grup âlime göre ise; yemin-i gamûstan dolayı da keffaret icabeder.
Hadiste Hz'.Peygamber (s.a)'in; yemin eden adamın yalan yere yemin ettiğine işaret
ettiği bildiriliyor. Hz.Peygamber (s.a)'in bu bilgisi, Müntekâ'dan naklettiğimiz İbn
Abbas hadisinden anlıyoruz ki, vahye dayanıyor. Durumu Efendimize Cebrail (a.s)
£122]

bildirmiştir.



Bazı Hükümler



1. Hâkim önündeki davalarda, beyyine getirmek davacının vazifesidir. Davacı beyyine
getiremezse davalıdan, hâdisenin hasmının iddia ettiği gibi olmadığına dair yemin
etmesi istenir.

2. Yalan yere edilen yeminler (yemin-i ğamûs) için keffaret gerekmez. Tevbe istiğfar

11231

edilmesi icabeder.



m

14. Kişi Yeminini Bozmadan Önce Keffaret Ödeyebilir

3276... Ebû Büreyde, babasından (Ebu Musa el-Eş'arî); Rasûlullah (s.a)'m şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Vallahi şüphesiz ben, inşaallah bir şey üzerine yemin edip de, o şeyden başkasını
daha hayırlı zannedersem; mutlaka yeminimden dolayı keffaret öder ve o hayırlı olanı
yaparım."

Yahut da Hz. Peygamber (s.a),t "Mutlaka daha hayırlı olanı yapar, yeminime de

£125]

keffaret öderim" buyurdu.
Açıklama

Hz.Peygamber (s.a)'in sözündeki "inşaallah" sözcüğü yeminin Allah'ın dilemesine
bağlanması değildir, teberrüken söylenmiştir. Bu ve bundan sonra gelecek olan
hadisler iki hükmü ihtiva etmektedirler:

a) Bir şeye yemin eden kişi, yemin ettiği şeyden başkasını daha hayırlı zanneder veya
bilirse yeminini bozar.

b) Yemin edip de yeminini bozan (yemininden dönen) kişi daha yemini bozmadan
önce keffaretini ödeyebilir. Bu konu âlimler arasında ihtilaflıdır. Birinci madde izah
edildikten sonra bu konuya tekrar dönülecektir.

Şimdi tekrar bu şıkları ele alalım:

a) Her hangi bir konuda yemin eden kişinin sözünde durup yemine devam etmesi mi,
yoksa yemini bozup keffaret ödemesi mi daha iyidir? Bu meseli yemine konu olan
şeye göre değişir:

1- Farz veya vacip bir şeyi yapmak ya da bir haramı yapmamak için edilen yemin,
tâattır. Dolayısıyla yemine sadakat gerekir. Yeminin bozulması günahtır. Ramazan
orucunu tutmak veya içki içmemek için edilen yemin bu kabildendir.

2- Yukarıdaki maddenin aksi; yani, farz veya vacib bir ibadeti yapmamak ya da haram
bir şeyi yapmak için edilen yemin. Bu şekildeki bir yemin bozulur, yani sözde
durulmaz, keffaret ödenir. Çünkü yemine sadakatin icabı ya bir borcu terketmek ya da
bir haramı işlemektir.

3- Müstehap olan bir işi yapmak için edilen yemin bir tâattır. Bu yemine devam yani
sözünde durmak müstehap, yemini bozmak ise mekruhtur.

4- Müstehap bir ameli (meselâ bir hastayı ziyareti) yapmamak için edilen yemini
bozup keffaretini ödemek müstehap, yemine sadakat ile mekruhtur. Üzerinde
durduğumuz hadis bu şıkla ilgili olsa gerektir.



5- Mubah bir işi yapmak ya da yapmamak; meselâ, bir elbiseyi giymemek için yemin
edilirse, yemin sahibi yeminine sadakat gösterip göstermemekte muhayyer olmakla
beraber sözde durup yemine sadakat göstermek daha evlâdır.

b) Yemin edip de yeminini bozmayı daha hayırlı gören kişi; keffareti, yemini
bozmadan mı yoksa bozduktan sonra mı öder?
Keffaretin üç hali vardır:

1- Yemin etmeden önce keffaret ödemek. Bu, hiçbir âlim tarafından caiz
görülmemiştir. Yani önce yemin keffareti ödemek, sonra yemin edip daha sonra da
yemini bozmak meşru değildir.

2- Yemin edip bozduktan sonra keffareti ödemek. Bu da bütün âlimlerin ittifakı ile
caizdir. Yani kişi bir şey için yemin eder, yemininin gereğini yerine getirmemeyi
uygun bulur ve yeminini bozar daha sonra da keffaretini öderse, bu keffaret ihtilafsız
geçerlidir.

3- Yemin edip yemini bozmadan önce keffareti ödeyip daha sonra yemini bozmak.
İşte bu konu ihtilaflıdır. Alimler bu konuda üç ayrı görüşe sahiptirler:

a) Yemini bozmadan önce, ne şekilde olursa olsun (köle azadı, fakir doyurma, oruç
tutma) keffaret ödemek caizdir. Bu keffareti bilâhare tahakkuk edecek olan hms
(yemine riayet etmemek) için yeterlidir. İbnü'l-Münzir'in ifadesine göre; Rabîa, Evzaî,
Mâlik, Leys ve Hanefîlerin dışındaki şehirler uleması bu görüştedir. Bunlar, üzerinde
durduğumuz babdaki hadislere dayanırlar. Çünkü Hz.Peygamber bu hadislerin
çoğunda önce keffareti bilâhare hmsı (yemini bozma) anmiştır. Hatta, bazılarında,
"Keffareti öde sonra yemini boz" ifadesini kullanmıştır.

Kadı Iyaz bu görüşün ondört tane sahâbîden nakledildiğini söyler. Hat-tâbî de; İbn
Ömer, İbn Abbas, Aişe (r.anhüm), Hasen el-Basrî, İbn Şîrîn, Mâlik, Evzaî, Şafiî,
Ahmed b. Hanbel ve İshak'm bu görüşte olduklarını; ancak Şafiî'nin, keffaretin oruçla
ödenmesi halini istisna ettiğini kaydeder.

b) Keffaret malî bir yolla, yani köle azad etmek, fakir doyurmak veya fakir giydirmek
şeklinde ödenecekse, yemini bozmadan önce keffaret ödenebilir. Ama, oruç tutmak
suretiyle ödenecek e, yemin bozulmadan keffaret ödenmez.

Bu görüş Şâfıîlere aittir. Hattâbî'nin ifadesine göre Şâfiîler, keffareti mal ve oruçla
ödeme arasındaki bu ayrımı şöyle izah ederler: Keffarette oruca, yemek yedirmenin
mümkün olmaması halinde gidilir. Bu su bulunmadığı takdirde teyemmümün caiz
oluşuna benzer. O halde keffaret olarak orucun kâfi olması için fakir doyurma
imkânının mevcut olmaması gerekir. Bu da ancak yeminin bozulmasından sonra sabit
olur. Keffareti fakir doyurma ile ödemek, vakti gelmeden önce zekât vermeye; oruç ile
ödemek ise Ramazan gelmeden Ramazân orucu tutmaya benzer. Bunlardan birincisi
caiz, ikinicisi değildir.

c) Yemin bozulmadan Önce keffaret ödenemez. Ödenirse bu yeterli değildir. Yemin
bozulduktan sonra tekrarlanması gerekir.

Bu görüş Hanefîlere aittir. İbnü'l-Münzir'in ifadesine göre; İmam Mâlik'den bir rivayet
ile Mâlikîlerden Eşheb ve Dâvûd-u Zâhirî'nin görüşü de bu istikamettedir.
Hanefîlerden Tahavî bu görüşe, "Bu, yemin ettiğiniz zaman yeminlerinizin

um ' ^

keffaretidir" mealindeki âyeti delil gösterir. Ayetteki, "Yemin ettiğiniz zaman"
ifadesinden maksadın, "yemin edip de yemininizi bozduğunuz zaman" olduğunu
söyler. Karşı görüşte olanlar ise âyetteki "yemin ettiğiniz zaman" ifadesinin; "yemin
edip de yemini bozmayı dilediğiniz zaman" takdirinde olduğunu söylerler.



Askalânî; takdirin bundan daha genel olduğunu ve âyetin izahında öne sürülen
görüşlerden birisinin ötekinden daha üstün olmadığını söyler.
Hanefîlerin, görüşlerini destekledikleri diğer delilleri de şunlardır:

1. Keffaret, günah olan bir işin telafisi için meşru kılınmıştır. Yemin konusunda günah
olan bizatihi yemin değil, yemini bozmaktır. Çünkü yemin etmek meşrudur. Bu
konuda hiçbir tereddüd ve ihtilâf yoktur. Zaten Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde birçok
yemin mevcuttur. O halde yemin meşrudur, mübahdır. Öyleyse, yemin bozulmadan
keffaret olmaz,

2. Bozulan yeminin keffareti farzdır. Yemin bozulmadan öncie ödenen keffaret ise
nafiledir. Nafilenin ise farzın yerini tutması mümkün değildir.

3. Hadislerin bazılarında, önce keffaretin sonra hinsin (yemini bozmanın) anılması da
delil olamaz. Çünkü Ebû Davud'un da işaret ettiği gibi bazı rivayetlerde durum tam
tersinedir; yani keffaret, yemini bozmadan sonra zikredilmiştir.

Bedâiu's-Sanâi'de her iki görüşün delilleri ve münakaşası ayrıntılı olarak
incelenmektedir. Bedâi' bir Hanefi fıkıh kitabı olduğu için tabiatıyla Hanefîlerin
görüşü ve delilleri üstün gösterilmektedir.

Kadı Iyaz; keffaretin ancak yeminin bozulması ile vacip olduğunda ve yeminin
bozulmasından sonra keffaret, ödemenin cevazında âlimlerin müttefik olduklarını
söyler. Kadı lyaz'm bildirdiğine göre; İmam Mâlik, Şafiî, Evzaî ve Sevrî'nin
mezheplerinde de keffaretin, yeminin bozulmasından sonra ödenmesi müstehaptır.

[1211

Bazı Hükümler

1. Bir kimse bir konuda yemin eder de başkasını daha hayırlı görürse yeminini bozup
keffaret öder. Mesela, babası ile konuşmamak için yemin eden kişinin babası ile
konuşup yeminine keffaret ödemesi (Aliyyü'l-Kârî'nin ifadesine göre) menduptur.

2. Yeminini bozacak olan kişi, önce keffaret Ödeyip sonra yeminini bozabilir. Bu
konu ihtilaflıdır. Hanefîler aksi görüştedir. İhtilâf, şerhte ayrıntılı olarak ele alınmıştır.

£1281

3. Yemin ederken istisna kasdı olmadan, "inşaallah" demek caizdir.

3277... Abdurrahman b. Semüre'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah(s.a)
bana:

"Ya Abdurrahman b. Semüre! Bir şey üzerine yemin edip de başkasını o şeyden daha
hayırlı gördüğünde o hayırlı olanı yap ve yeminine keffaret öde" buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki: Ahmed'in, yemini bozmadan önce keffaret ödemeye ruhsat
£1291

verdiğini duydum.
Açıklama

Buharî'nin bir rivayeti ve Tirmizî'nin rivayeti burada olduğu gibidir. Yani önce yemin
edilen şeye muhalif olarak daha hayırlı olanı yapmak, sonra da keffaret zikredilmiştir.
Buharî'nin bir rivayeti ile Müslim'in rivayetinde ise keffaret, yemini bozmadan önce
anılmıştır.



Buharî'nin Keffaretu'l-Eymân kitabındaki rivayetinde hadisin baş tarafında emanet
konusu da ele alınmıştır. Anılan rivayet şu şekildedir:

"Liderliği isteme. Eğer o sana istenmeden verilirse, o konuda yardım görürsün. Ama
istediğin için verilirse, kendi başına bırakılırsın (Allah yardım etmez). Bir şeye yemin
edip de başkasını daha hayırlı görürsen, o hayırlı olanı yap ve yemininden dolayı
kefaret öde."

Bu hadis, herhangi bir konuda yemin edip de yemin ettiği şeyin aksini yapmanın daha
efdal olduğuna delildir. Şüphesiz bu durumda kendisine yemin keffareti gerekir.

OM

Konu, bir önceki hadiste ayrıntılı biçimde ele alınmıştır.

3278... Katâde, Hasen'den o da Abdurrahman b. Semüre'den (önceki) hadisin
benzerini rivayet etmişlerdir.

Katâde,-(bu rivayette, öncekinden farklı olarak Rasûluîlah s.a'in); "Yemininden dolayı
keffaret öde, sonra o hayırlı olanı yap" (buyurduğunu) söyledi.Ebü Dâvûd dedi ki:
Ebû Muse'l-Eş'arî, Adiyy b. Hâtem veEbû Hureyre'nin hadisleri bu hadisin
manasmdadır. Bunlardan her birinden (yapılan) bazı rivayet (ler)de; yemini bozmak

[131]

keffaretten önce, bazılarında ise keffaret yemini bozmaktan öncedir.
Açıklama

Bu rivayet, öncekinin farklı bir naklidir. O rivayeti, Hasen'den aktaranlar, Yunus ve
Mansur'dur. Bunu Hasen'den rivayet eden ise Katâde'dir.

Ancak bu rivayetin tekrarına esas sebep senetteki farkhlıkdan ziyade, metindeki
farklılık olsa gerek. Çünkü, önceki hadiste, Hz. Peygamber (s. a) Abdurrahman b.
Semüre'ye; önce daha hayırlı olanı yapmasını (yemini bozmasını) peşinden keffareti
zikretmiştir. Bu rivayette ise, önce yemin keffaretini ve daha sonra hayırlı olanı
yapmasını emretmiştir.

Ebû Dâvûd da hadisin sonundaki ta'Iikinda, bu konuda Ebû Mûse'l-Eş'arî, Adiyy b.
Hâtem ve Ebû Hureyre'den hadis rivayet edildiğini, bu rivayetlerin bir kısmında önce
keffaretin sonra yemini bozmanın bir kısmında da aksinin zikredildiğini söyler.
Ebû Davud'un işaret ettiği bu rivayetlerden, Ebû Musa'ya ait olanı; Buharî, Müslim ve
Ebû Dâvûd'da; Adiyy b. Hâtem ve Ebû Hureyre'ye ait olanları da Sahih-i
£1321

Müslim'dedir.

15. Keffarette Kaç Sa' Verilir?
3279... İbn Harmele dedi ki:

Ümmü Habib bize bir sa' hibe etti ve Safıyye (r.anha)'nin kardeşinin oğlu vasıtasıyla
Safıyye (r.anha)'dan, onun Rasûluîlah (s.a)'m sa'ı olduğunu haber verdi.Enes (r.a) der
ki:

ri331 ri341 ri351

"O sa'ı ölçtüm , Hişâm'm müddü ile iki buçuk müd buldum."



Açıklama



Hadis;yemin keffaretinde fakirlere verilecek olan sadakanın mikdarmı konu alan bir
başlık altında yer almıştır. Ancak, hadisin zahiri bu konu ile hiç de ilgili
görülmemektedir. Çünkü burada; yemin keffaretinden değil, hibe edilen bir sa'ın
Hz.Peygamber'in sa'ı olup, bu sa'ın da Hişâm'm ölçüsü ile iki buçuk müd mikdarmda
olduğu bildirilmektedir.

Sa' ve müd ölçüleri ile ilgili malumat Kitabu't-Tahâre'nin "Abdestte yeterli olan su"
babında (bab:44) ve Kitabu'z-Zekât'ta geçmiştir. Onun için biz burada önce yemini
bozmadan dolayı gerekli olan keffaret, sonra da bu keffaretin edası ile ilgili görüşleri
verelim. Bu bilgiyi verirken eski metinlerdeki ölçü birimlerini (müd, sa') esas alacağız.
Bu birimlerin bugünkü karşılıkları için, işaret edilen yerlere bakılabilir.-
Yemini bozmanın keffaretini eda biçimi Kur'an-ı Kerim âyetiyle tesbit edilmiştir.
Mâide sûresinin 89. âyetinde şöyle buyurulur: "...Yeminin kef-fareti, ailenize
yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek yahut giydirmek ya da bir köle
azad etmektir. Bulamayan üç gün oruç tutmalıdır; yeminlerinizin keffareti budur.
Yemin ettiğinizde yeminlerinizi tutunuz. Şük-redesiniz diye Allah size böylece
âyetlerini açıklıyor." Ayet; yemin keffareti ödeyecek kişiyi önce üç şey arasında; köle
azad etmek, on fakir giydirmek veya doyurmakta muhayyer bırakmış; bunlardan
birisine güç yetirilmemesi halinde üç gün oruç tutmasını öngörmüştür. Alimlerin
çoğunluğu âyeti zahiri üzerine almış ve bu şekilde görüş beyan etmiştir. Ancak bu
sayılan şeylerin ayrıntılarında ihtilâfa düşmüşlerdir.

Keffaret, fakir doyurma şeklinde ödenecekse, her bir fakire verilecek veya yedirilecek
mikdar nedir?

İmam Mâlik, İmam Şafiî ve Medinelilere göre her fakire, Hz. Peygam-ber'in ölçeği ile
bir müd buğday verilir. Ancak Mâlik, bir istisnada bulunmuş ve bunun Medinelilere
ait olduğunu, başka memleketlerde ahalinin kendi nafakalarından orta bir mikdarı
vereceklerini bildirmiştir.

Hanbelîlere göre; her fakire buğday ve undan bir müd, ekmekten iki rıtıl, arpa ve
hurmadan iki müd'tür.

İmam A'zam Ebu Hanîfe'ye göre; her fakire buğdaydan yarım sa', arpa ve hurmadan
£1361

bir sa' verir. Keffaret ödeyen kişi, bunları vermeyip de, on fakiri akşamlı sabahlı
doyursa bu da yeterlidir. Ayrıca bu maddelerin para olarak karşılığını da verebilir.
Alimlerin ihtilâfına sebep; geçen âyetteki "...ailenize yedirdiğinizin ortalamasından..."
ifadesini yorumlama farklılığıdır. Şafiî ve Mâlikîler bu ifadeyi, bir defa yemek;
Hanefîler de, bir gün yemek şeklinde anlamışlardır.

Ebû Davud'un bu bölümünde, keffaretin fakir giydirme ya da oruç ile ödenmesi
konusunda bir bab yer almamıştır. Onun için biz bu konulara da burada kısaca temas
edelim:

Fakirlere giydirilecek elbisenin mikdarı mezhepler arasında ihtilaflıdır:

Mâlikîlerle Hanbelîlere göre; namazda setrü'l-avrete yeterli olan elbisedir. Yani

giyildiğinde, namazın caiz olduğu elbisedir.

İmam Muhammed veİmam Şafiî'ye göre; elbise denilebilen herşey keffareti ödemede
kâfidir. Meselâ gömlek, pantolon hatta başa sarılan sarık birer elbisedirler. İmam
A'zam ve Ebû Yusuf a göre sadece pantolon veya sarık, keffaretin ödenmesinde kâfi
değildir. Hanefî mezhebinde, sonraki görüş uygulanmaktadır. Vücudun tamamını veya
ekserisini örten bir elbisenin verilmesi şart koşulmuştur. İbn Rüşd'ün Bidâyetu'l-



Müctehid adındaki eserinde, Ebû Hanîfe'nin İmam Şafiî ile aynv görüşte olduğu;
İmam Ebû Yusuf un görüşünün ise farklı olduğu söylenir.

Keffaret verilirken on ayrı fakirin olmasının şart olup olmadığı konusu da ihtilaflıdır:
İmam Şafiî veİmam Mâlik'e göre mutlaka on ayrı fakire yedirilmeli veya
giydirilmelidir. Hanefî veHanbelîlere göre; on ayrı fakirin bulunması şart değildir. Bir
tek fakire on ayrı gün sabahlı akşamlı yemek yedirilse, veya her gün bir fitre ya da her
gün birer elbise verilse caizdir. Fakat bir fakire bir günde on fitre verilse veya on
elbise verilse bu, bir fitre yerine geçer. Dokuz fakirin daha doyurulması veya
giydirilmesi, ya da aynı fakire dokuz gün daha fitre verilmesi gerekir.
Yukarıda da işaret edildiği gibi, yemin keffareti ödeyecek kişinin köle azad etme, fakir
doyurma veya fakir giydirme imkânı yoksa üç gün oruç tutar. Bu üç günün peşpeşe
olmasının şart olup olmadığında farklı görüşler vardır. İmam Mâlik ve Şafiî'ye göre
orucun peşpeşe olması (tetâbu) şart değildir; Hanefî ve Hanbelîlere göre şarttır. İbn
Kudâme'nin belirttiğine göre, İbrahim en-Nehaî, Sevrî, İshak, Ebû Ubeyde ve Ebû
Sevr de bu görüştedir. Aynı görüş; Hz. Ali, Atâ, Mücâhid ve İkrime'den de rivayet
edilmiştir.

Bu görüş ayrılığına sebep, İbn Rüşd'ün bildirdiğine göre şudur:

1- Mushafta bulunmayan kıraatle amel caiz midir? Caiz diyenler, orucun peşpeşe
olmasını şart koşarlar. Çünkü İbn Mes'ûd yukarıda geçen âyeti, "Peşpeşe, fasılasız
üç gün oruç" şeklinde okumuştur. Halbuki mushafta peşpeşe, fasılasız" kaydı
mevcut değildir.

İbn Kudâme; "Bu ilâve Kur'ândan ise, onunla amel şarttır. Kur'ân'-dan değilse Hz.
Peygamber'den bir rivayettir. Çünkü İbn Mes'ûd'un bunu Hz.Peygamber'den duyması
muhtemeldir, o Kur'an'dan zannetmiştir. Her iki takdirde de orucun peşpeşe olması
gerekir." der. Merginanî de Hidâye'de îbn Mes'ûd'un bu kıraatinin meşhur haber
hükmünde olduğunu söyler.

2- Mutlak olarak orucun emredilmesi, onun peşpeşe olmasını gerektirir mi,
gerektirmez mi?

Orucun peşpeşe olmasını şart koşanlardan Hanbelîlere göre; hastalık ve kadının hayzı,
tevaliye (peşpeşe olmasına) manî değildir. Hanefîlere göre manidir. Çünkü müddet

£1371

azdır. Bu özürlerin bulunmadığı zamanda oruç tutulabilir.

3280... Muhammed b. Muhammed b. Hallâd Ebû Ömer şöyle der: Bizde Halid'in
mekkûku denilen bir mekkûk vardı. O Harun'un ijlçeği ile iki ölçekti.

[1381

Halid'in sa'ı da, Hişâm'ın yani Hişâm b. Abdilmelik'in sa'ı idi.
Açıklama

Bu rivayet Ebû Davud'un nüshalarının çoğunda mevcut değildir. Avnü'l-Ma'bûd
sahibi; "Bu rivayet, Sünen'in muh asarında ve Sünen nüshalarının umumunda yoktur.
Fakat biz onu bazı sa-ih nüshalarda bulduk. Hafız Mizzî de bu rivayeti, Etraf da
Muhammed b. 'fuhammed el-Bâhilî'den bahsederken anmış fakat hiçbir raviye nisbet
tmemiştir" der.

Mekkûk: Bir ölçek adıdır. Nihâye'de: "Mekkûk, müd'tür. Sa' olduğu la söylenir. Ama
önceki daha uygundur. Çünkü başka bir hadiste bu keli-ıe, müd ile izah edilmiştir"



£1391

denilir.

3281... Müsedded, Ümeyye b. Halid'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Halid el-Kasrî
vali olunca sa'ı büyüttü ve bir sa' on altı ntıl oldu. Ebû Dâvûd dedi ki: Muhammed b.
Muhammed b. Hallâd'ı zenciler (harpte ve hataen değil) kasden öldürdüler.
Ebû Dâvûd elini şöyle uzattı, avuçlarının içini yere doğru tuttu ve şöyle dedi:
Halid'i rüyamda gördüm "Allah sana nasıl muamele etti? diye sordum. "Cennete
koydu"dedi. "Senin (Zencilerin önünde) durman demek sana zarar vermedi" dedim.

[1401



Açıklama

Bu rivayet de birçok nüshada mevcut değildir. Halid el-Kasrî'nin sa'ı büyütmesi ile
ilgili bu haber bir hüccet değildir. Çünkü büyüklüğü 5 rıtıldır. Ebu Yusuf, sa'ı sekiz
ntıl zannediyormuş. Bu konuda İmam Mâlik ile münazara etmiş, İmam Mâlik gidip
evinden bir sa' getirmiş; bu Hz. Peygamber'in sa'ı demiş, ölçmüşler tam 5 ntıl gelmiş.

Ebu Yusuf da görüşünden dönmüş.

16. (Yemin Keffaretinde) Mü'min Köle Azad Etmek

3282... Muâviye b. Hakem es-Sülemî'den, şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Ya Rasûlallah! Benim bir cariyem var, ona bir tokat attım, dedim. Hz. Peygamber (s. a)

bunu bana çok gördü, (yakıştırmadı). Ben de:

Onu azad edeyim mi? (Hürriyetine kavuşturayım mı?) diye sordum.

"O cariyeyi bana bîr getir." buyurdu.

Ben de onu Rasûluilah'a getirdim, Efendimiz (kadına):.

"Allah nerede?" diye sordu.

Gökyüzünde. "Ben kimim?"

Sen Allah'ın elçisisin. RasûluIIah (s. a) (bana):

£142]

"Onu azad et, şüphesiz o mü'mindir" buyurdu.
Açıklama

Hadisin İmam Mâlik'in Muvatta'mdaki rivayetinde; Muâviye 'nm cariyeye tokat
vurmasına, onun bir koyunu kaybetmiş olmasının sebep olduğu belirtilmektedir.
Anılan rivayette bu husus şu şekilde ifade edilmiştir:

"RasûluIIah (s.a)'a gelip; ya Rasûlallah, benim koyunlarımı güden bir cariyem var.
Yanma gittim, bir koyun kaybolmuş. Sordum; kurt yedi, dedi. Bende kızdım; nihayet
ben de insanım ve yüzüne bir tokat vurdum. Benim bir köle azad etme borcum var,
onu azad edeyim mi? dedim..."

Görüldüğü gibi, gerek Ebû Davud'un gerekse Muvatta'm rivayetlerinde mevzubahs
edilen köle azad etmenin yemin keffareti ile ilgili olduğuna dair bir kayıt mevcut
değildir. Muvatta'm rivayetinde ravi sahabenin bir köle azad etme borcu olduğuna



işaret edilmekte, fakat bu borcun neden dolayı olduğu belirtilmemektedir. Ancak,
işaret edilen hadis Muvatta'da "Vacib olan köle azadlarda caiz olanlar" başlığı altında
yer almıştır.

Sahih-i Müslim'de; kölesine tokat atan kişinin keffaret olarak o köleyi azad etmesi
gerektiğine dair bir bölüm ve bu konuda bazı hadisler vardır. Gerçi üzerinde
durduğumuz hadis, Müslim'in o babında yer almamaktadır. Fakat, bu hadiste işaret
edilen azad konusunda onunla alâkalı olması muhtemeldir. Yani, Hz. Peygamber (s. a)
Muâviye'ye, cariyesine tokat attığı için onu azad etmesini emretmiş olabilir. Cariyenin
azadından önce Hz. Peygam-ber'in onun müslüman olup olmadığını araştırması,
keffarette azad edilecek kölenin müslüman olmasının şart' olduğuna işaret kabul
edilmiştir.

Alimler; az bir dövmekte, köle azad etmenin vacib değil mendub olduğunda ittifak
etmişlerdir. Bunun yapılan hataya keffaret olacağı ümit edilir. Fakat, aşın derecede
dövülmesi halinde ne gibi cezalar verileceği.konusunda farklı görüşler Vardır.
Mâlikîlerle İmam Leys'e göre, böyle bir köle, sahibi aleyhine azad olur ve sahibi
idarece cezalandırılır. Diğer âlimlere göre köle azad olmaz.

Hadis metninde ifade edildiği üzere, Muâviye (r.a) cariyeyi Hz. Peygamber'e (s. a)
getirince, Efendimiz, onun mü'min olup olmadığını anlamak maksadıyla, Allah'ın
nerede olduğunu sormuş, o da "gökyüzünde" karşılığını vermiştir. Kadının Hz.
Peygamber'in peygamberliğini de tasdik etmesinden sonra Efendimiz, cariyenin
mü'min olduğuna hükmetmiştir.

Bu ifadelerden; "Allah göktedir" diyen kişinin dinden çıkmayacağı, hatta Allah'ın
semada olduğu anlaşılmaktadır.

Ancak cariyenin, "Allah gökyüzündedir" demesinden maksadı, Allah'ın yüceliğini
işaret olsa gerektir. Çünkü ehl-i sünnet itikadına göre, Allah yer ve zamandan
münezzehtir. Kur'ân-ı Kerîm' deki, Allah'ın arş üzerine istiva ettiğini bildiren âyetleri,
selef uleması hiç te'vil etmez, olduğu gibi kabul eder. Bundan muradın ne olduğunu
ancak Allah Teâlâ'nm bildiğini söyler. İşte ehl-i sünnette muteber ve meşhur olan
görüş budur.

Allah'ın arş üzerine istivası konusu, ilgili âyetlerin tefsirlerinde uzun uzadıya anlatılır.
[143]

Biz bu konuyu merak edenlere, işaret ettiğimiz yere bakmalarını tavsiye edip,
hadisten elde edilen hüküm konusuna dönelim.

Yukarıda işaret edildiği gibi hadisin zahiri, yemin keffaretinden dolayı azad edilecek
kölenin vasfına doğrudan delâlet etmemektedir. Ebû Dâvûd'-un bu hadisi, yemin
keffareti babında vermesi, keffaretlerin tümünde azad edilecek kölenin aynı vasıfta
olması gerektiğine işaret için olmalıdır. Yani madem ki, müslüman bir köleye tokat
atmaktan dolayı azad edilecek kölenin müslüman olması gerekiyor, yemin keffareti
olarak azad edilecek köle de müslüman olmalıdır, demek istiyor. Bu konu mezhepler
arasında ihtilâlidir.

Şafiî, Mâliki ve Hanbelîlere göre, bütün keffaretlerde azad edilecek kölenin mü'min
olması şarttır. Dolayısıyla, kâfir olan kölenin azad edilmesi keffareti ödemede yeterli
değildir. Bu görüş sahipleri azad edilecek olan mü'min kölenin namaz kılıp oruç tutar
olmasını da şart koşarlar. Fakat namaz kılıp oruç tutmadan maksadın, gerçekten bu
ibadetleri işlemek mi yoksa bu ibadetlerle mükellef olmak mı olduğu konusunda farklı
görüşlere sahiptirler. Genelde, müslüman olan bir çocuk köleyi azadın keffaret için
yeterli olduğu kabul edilir. Hanefîlere göre; yemin keffareti için azad edilecek kölenin



müslüman olması şart değildir. Ahmed b. HanbePden de, zimmî kölenin azad
edilmesinin yeterli olduğuna dair bir rivayet mevcuttur.

Mezhepler arasındaki bu görüş ayrılığına sebep, hâtaen adam öldürmenin keffareti ile
ilgili olan âyeti anlama farklılığıdır. Çünkü o âyette kati keffareti olarak, "bir mü'min
kölenin azad edilmesi" öngörülmektedir. Yemin keffareti ile zıhar keffareti hakkındaki
âyetlerde ise, azad edilecek kölenin tnü'min olması gerektiğine dair bir kayıt mevcut
değildir.

Yemin keffaretinde azad edilecek kölenin müslüman olmasını şart kokanlar; yemin
bahsindeki mutlak (kölenin müslüman olması kaydı olmayan) lyeti, katil bahsindeki
mukayyed (kölenin müslüman olması gerektiğini bil-iiren) âyete hamleflerler. Hataen
adam öldürmeden dolayı da yemini bozmaktan dolayı da keffaret olarak köle azad
etmek gerekir. Yani, "Her iki suçun cezası da aynıdır. Birisinde azad edilecek kölenin
müslüman olması ?art olduğuna göre ötekinde de şarttır." derler.
Hanefîler ise, âyetlerden mutlak olanı mukayyed olana hamletmezler. Her bir âyeti
ilgili bulunduğu konuya hâs kılarlar ve katilden dolayı olan ceffarette azad edilecek
kölenin müslüman olmasını şart koşarlarken yemin ceffaretinde bunu şart koşmazlar.
[1441



Bazı Hükümler

1. İslâmiyet; müslümanm emri altında bulunanlara, hizmetçilere iyi muamele etmesini
emreder.

2. Allah'ı tanıyan ve Hz. Peygamberdin peygamberliğini bilen kişi müslümandir. Ona
müslümana yapılan muamele yapılır.

Ancak mesele bu kadar basit değildir. Kişinin imanına zarar veren birçok söz ve
davranışlar vardır. Konu, ilgili yerlerinden araştırılmalıdır.

3. Keffaret için azad edilecek kölenin kadın ya da erkek oiması arasında ark yoktur.
Ancak, müslüman olmasının şart olup olmadığı konusunda farklı görüşler vardır. Bu
görüşlere yukarıda temas edilmiştir.

4. Bir köleyi döven kişi, keffaret olarak onu azad eder. Mesele yukarıla kısaca

Ü45]

anlatılmıştır.

3283... Şerîd (b. Süveyd es-Sakafî)'den rivayet edildiğine göre;

Annesi ona kendisi adına bir mü'min köle azad etmesini vasiyet iti. Şerîd, Rasûlullah

(s.a)'a gelip:

Ya Rasûlallahî Annem bana kendisi adına bir mü'min köle azad etmemi vasiyet etti.
Benimse, Nûbiyeli siyah bir cariyem var (onu azad edebilir miyim?), dedi.
(Bundan sonra) ravi, önceki hadisin benzerini zikretti.
Ebû Dâvûd dedi ki:

£1461

Halid b. Abdiliah, hadisi mürsel olarak rivayet etti, Şerîd'i anmadı.
Açıklama

Nûbiye, Sudan'da geniş bir yerdir. Bilâl-i Habeşî (r.a) de buralı idi.



Yukarıdaki metinden anlaşıldığına göre; Şerîd annesinin vasiyetini yerine getirmek
için mü'min bir köle azad etmek istediğinde, elindeki cariyenin yeterli olup
olmadığında tereddüt etmiş ve meseleyi Hz. Peygamber (s.a)'e intikal ettirmiştir. Hz.
Peygamber (s. a) cariyeye; "Allah nerede? Ben kimim?" gibi sorular sorarak, cariyenin
müslümanhğma hükmetmiştir. Ancak bu bölüm hadiste anılmamış, sadece "yukarıdaki
hadisin benzen..." diye işaretle yetinilmiştir.

Nesâî'deki rivayette, bu kısım da metne alınmıştır. Fakat birazcık farklıdır. Oradaki
rivayete göre Hz. Peygamber (s. a) cariyeye; "Rabbin kim?*' diye sormuş cariye,
"Allah" karşılığını vermiş, daha sonra "Ben kimim?" demiş, bu sefer de "Sen Allah'ın
elçisisin" cevabını almıştır. Bunun üzerine Rasûlullah (s. a): "Onu azad et, o mü-
'mindir" buyurmuştur.

Ebû Dâvûd, bu hadisi Halid b. Abdullah'ın Şerîd'i hiç anmadan mürsel olarak da
rivayet ettiğini söyler, Bezlü'I-Mechûd sahibi; "Halid'in bu hadisini ben yanımda olan
kitaplarda bulamadım" demektedir.

Bu hadis de keffaretlerde azad edilecek kölenin mü'min olması gerektiğini isbat için
bu baba alınmıştır. Fakat hadisin böyle bir delâleti açık ve kesin değildir. Çünkü
Şerîd'in, elindeki cariyenin azad için yeterli olup olmadığını araştırması, mutlak olarak
azad edilecek kölenin müslüman olması gerektiğinden dolayı değil de annesinin
vasiyetine tam uymak için olabilir. Çünkü annesi kendisine, mü'min bir köle azad
etmesini vasiyet etmiş, o da meseleyi Hz. Peygamber'e bildirirken aynı ifadeyi

kullanmıştır.

Bazı Hükümler

1. Vasiyet edenin (mûsî) vasiyeti uygulanmalıdır. Bu konu oldukça tafsilatlıdır, ilgili
bolümde izah edilecektir. Burada şu kadarcığma işaret edelim; vasiyet, kişinin ölüm
hastalığında olmamışsa, vârislerinden başkasına edilmişse ve bıraktığı malın üçte biri-
ni geçmiyorsa mutlaka uygulanır. Aksi halde vârislerin rızasına bağlıdır.

2. Allah'ı Rab, Muhammed (s.a)'i de peygamber olarak tanıyan kişi müslümandır.
[1481

3284... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre, bir adam Rasûlullah (s.a)'a siyah
bir cariye getirip:

Ya Rasûlallah! Benim mü'min bir köle azad etme borcum var (bu olur mu?),
dedi.Rasûlullah (s.a), cariyeye;

"Allah nerede?" dedi. Cariye parmağı ile gökyüzünü gösterdi; Hz. Peygamber bu sefer:
"Ben kimim?" diye sordu. Cariye, Peygamber (s.a)'i ve gökyüzünü işaret etti; yani,
"Sen Allah'ın elçisisin" (demek istedi). Bunun üzerine Rasûlullah (s.a):

£149]

"Onu azad et, o mü'mindir" buyurdu.
Açıklama

Bu hadisi Münzirî, Muhtasar'mda rivayet etmemiştir. Mizzî, el-Etrâf mda hadisi almış
ve üzerine Ebû Dâvûd rumuzunu koymuştur. Onun için matbu nüshaların bir kısmında



bu hadis yer almamıştır.

Şevkânî; "Her ne kadar yemin keffareti ile ilgili âyette, azad edilecek kölenin mü'min
olmasına dair bir kayıt yoksa da, hadiste yemin keffareti için azad edilecek kölenin
müslüman olması gereğine işaret vardır" der.

Bu babın ilk hadisinde bu konudaki görüşler ve delilleri verilmişti.Buraya, Şeyh
Abdulhamid'in ta'likmdan bir iki cümle aktararak konuya son vereceğiz.
"Bu ve bu babda geçen diğer hadislerde anılana (yemin keffaretinde azad edilecek
kölenin müslüman olmasının şart olduğuna) bir delil yoktur. Çünkü ilk hadiste, sahibi
cariyeye tokat attığı için; ikincisinde vasiyeti yerine getirmek için; üçüncüsünde de
sahibinin bir mü'min köleyi azad etme borcu olduğu için sahipleri cariyeleri azad
£1501

etmişlerdir."

ımı

17. Sustuktan Sonra Yeminde İstisna

3285... İkrime (r.a)'den rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s. a): "Vallahi Kureyş'le
savaşacağım, vallahi Kureyş'le savaşacağım, vallahi Kureyş'le savaşacağım" buyurdu.
Sonra "İnşaallah" dedi. Ebû Dâvûd dedi ki: Çokları bu hadisi, Şerik, Simâk ve İkrime
kanalıyla İbn Abbas'a, o da Rasûlullah (s.a)'a isnad etmiştir.

Velid b. Müslim, Serik'ten naklen; "Sonra Rasûiuliah (s. a) onlarla savaşmadı"
£152]

demiştir.
Açıklama

Bu babın hadisleri, yeminde istisna ile ilgilidir. Aşağı yukarı aynı manayı ifade eden
başka bir bab, 9 numarada geçmişti. Oradaki bab ile bu babın farkı şu: Önceki, mutlak
olarak yani yeminden sonra ara verme, susma gibi bir kayıt olmadan "inşaallah"
demenin hükmü ile ilgili idi.

Bu bab ise yeminden sonra biraz sustuktan veya başka bir şeyler konuştuktan sonra
"inşaallah" demek, yani istisnada bulunmakla ilgilidir.

Beyhakî, Sünen'inde; ('Yemin eden kişinin, yemini ile istisnası arasında az bir sekte ile
sesini kesmesi veya nefes alarak susması" şeklinde bir başlık koymuş ve bu hadisi
vermiştir.

Yeminde istisna konusunu, yeminle istisna arasındaki susma ve bu susmanın ölçüsü
ile ilgili görüşleri 9. babda (3261, 3262 hadislerin şerhi) özet olarak vermiştik. Onun
için burada tekrar o konuya dönmeyeceğiz. Sadece Hattâbî'nin bu hadisle ilgili izahını
aktarıp, Ebû Davud'un hadisin sonundaki sözleri ile ilgili bazı notlar koyacağız.
Hattâbî şöyle der:

"Bu hadiste, sözdeki birkaç fasıldan sonra söylenilen istisna lafzının bu fasılların
tamamını içine aldığına delil vardır.
Ebu Hanife ve talebeleri şöyle derler:

Bir kimse, haccetmek ve umre yapmak üzere yemin edip arkasından istisnada
bulunursa bu, hac ve umrenin tamamı için istisna olur. Ama, eğer falanla konuşursam
kölem hürdür, falanla konuşursam öteki kölem hürdür inşallah der ve o adamla
konuşursa kazaen önceki kölesi hür olur. Bu konudaki niyeti, ancak Allah'la kendi



arasında olan şeyde (diyâneten) tasdik olunur. Yine kişi hanımına; sen filânla
konuşursan boşsun, sen filânla konuşursan boşsun inşaallah der, kadın da onunla
konuşursa, ilk boşama vaki olur. Bu kazâendir. Ama diyâneten boş olmaz."
Hattâbî'nin sözleri burada sona erdi. Konu daha önce işlendiği için fazla bir şey
söylemeye gerek yok.

Görüldüğü gibi bu rivayet mürseldir. Yani tâbiûndan olan İkrime, sa-hâbîyi atlayarak
doğrudan doğruya Hz. Peygamber'den rivayet etmiştir. Ebû Dâvûd; her ne kadar bu
rivayette sahâbî anılmamışsa da, birçoklarının (metinde belirtilen senedle) hadisi İbn
Abbas (r.anhüma)'dan rivayet ettiklerini söyler.

Zeylaî,Nasbu'r-Râye' de bu hadis üzerinde durarak birkaç isnadını zikreder. Zeylaî'nin
bildirdiğine göre; İbn Hibbân, Ebû Ya'lâ, İbn Adiyy ve İbnü'l-Kattân hadisi İbn
Abbas'a isnad ederek rivayet etmişlerdir. Bu rivayetlerin ravilerinde ve metinlerinde
bazı küçük farklar vardır. Ancak hepsinin buraya nakli geniş yer alacağı için sadece
rivayetlerin varlığına işaretle yetiniyoruz.

Beyhakî de,hem mürsel hem de mevsul olarak rivayet etmiştir. İbn Ebî Hatim ise,
"Hadisin mürsel olduğu daha uygundur." der.

Yine Ebû Dâvûd; Velid b. Müslim'in, Şerîk'ten naklen Hz.Peygamber (s.a)'in
Kureyşlilerle savaşmadığını söylediğini bildiriyor. Fakat bu isabetli olmasa gerektir.
Çünkü Efendimiz Mekke'nin fethinde Kureyşlilerle savaşmıştır.
Rasûlullah (s.a),"Kureyşle savaşacağım" derken bir zaman kaydı koymamıştır. O
halde Hz. Peygamber yemininde istisna etmişse de vemininin gereğini yerine
£153]

getirmiştir.

3286... İkrime'den merfu olarak rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s. a):
"Vallahi Kureyş'le savaşacağım" buyurmuş, sonra"İnşallah" demiştir. Daha sonra,
"İnşaallah, vallahi Kureyş'le savaşacağım" buyurmuştur. Yine, "Vallahi Kureyş'le
savaşacağını" deyip susmuş, daha sonra da "İnşaallah" demiştir.Ebû Dâvûd dedi ki:
Velid b. Müslim bu hadiste Serik'ten, "Sonra onlarla savaşmadı" dediğini ilâve
[1541

etmiştir.
Açıklama

Bu rivayette nadisin merfu oluşu bildiriliyor. Ayrıca yukarıdakinden farklı olarak, Hz.
Peygamber'in Kureyş'le savaşmak için ettiği üç yeminin birbirinden farklı olduğu
görülüyor. İlk yeminden biraz sonra istisnada bulunmuş, fakat OOarada sustuğuna
işaret edilmemiştir. İkinci yeminden sonraki istisna fasılasız olmuştur. Üçüncü
yeminden sonra ise biraz susmuş ve sonra istisna etmiş, (inşaallah) demiştir. Bu
rivayet, yemin ile istisna arasına giren birazcık susmanın istisnanın sıhhatine mani
olmadığını söyleyenler için delildir.

Yemin ile istisna arasının bitişik olmasını şart koşan Hanefîler, Hz. Peygamber'in bu
rivayette belirtilen susuşunun bir özre mebni olduğunu söylerler; şu âyeti de izahlarına
delil gösterirler: "Herhangi bir şey için, Allah'ın dilemesi dış mda ; 'Ben yarın onu
£1551

yapacağım' deme."



18. Nezirlerden Nehy



3287... Abdullah b. Ömer (r.anhuma)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

£1561

Rasûlullah (s. a) nezirden nehy etmeye başladı. "Nezir hiçbir şeyi değiştirmez,
ancak onun sebebiyle cimriden (mal)çıkartıhr." buyurdu.

£1571

Müsedded, Rasûlullah (s. a); "Nezir hiçbir şeyi değiştirmez" buyurdu, dedi.
Açıklama

Bilindiği gibi "nezr" dilimizdeki "adak" manasınadır. Fakat, fıkhı bir istilan olduğu ve
Türkçede de kullanıldığı için, terceme etmedik. "Kitabu'l-Eymân ve'n-Nüzûr"un
başında da belirtildiği gibi nezir; bir kimsenin Allah'ı tazim için mubah bir fiilin
yapılmasını deruhte etmesi, öyle bir işin yapılmasını kendi nefsine vacip kılmasıdır.
Nezrin; bir zamanla kayıtlı olup olmaması durumuna göre, muayyen ve gayri
muayyen; bir şeyin tahakkukuna bağlı olup olmaması yönünden de mutlak ve muallak
çeşitlerinin olduğu da yine orada kısaca açıklanmıştı.
Bu hadisde nezirle ilgili iki hususa temas edilmektedir:
1- Nezr'in Rasûlullah tarafından nehyedüdiği meselesi:

Alimlerin bir kısmı buradaki nehyi zahirî manasına alarak gerçekten, adakta
bulunmanın yasak olduğu görüşüne varmışlardır.

Bazı âlimler ise bu nehyi te'vil ederek, nezrin yasak olmadığım söylemişlerdir. İbnti'I-
Esîr, Ebu Ubeyd, el-Mâzerî bu istikamette görüş beyan edenlerdendirler.
İbnü'l-Esîr, en-Nihâye fî Garibi'I-Hadis ve'l-Eser adındaki eserinde şöyle der:
"Rasûlullah'm hadislerinde nezrden nehyin zikri tekrar tekrar geçti. Bu nehiyden
maksat, onun önemini te'kid ve adakta bulunduktan sonra, gevşeklik göstermekten
sakmdırrnaktır. Eğer nehyin manası, nezrin yapılmaması için men olsaydı bu onun
hükmünü iptal ve nezre vefanın gereğini düşürmek olurdu. Çünkü nehiy masiyet olur
ve bu bağlayıcı olurdu. Hadis onlara; nezrin hiçbir fayda temin etmeyip hiçbir zararı
savmadığını ve Allah'ın takdirini değiştirmeyeceğini bildirmektedir."
Ebu Ubeyd'in şu sözleri, yukarıdaki manayı ifade yönünden daha da açıktır:
Nezirden nehy ve o konuda katı davranmak; nezir günahtır demek değildir. Eğer öyle
olsaydı, Allah (c.c) nezre vefayı emretmez ve vefa göstereni övrnezdi. Ama bence
hadisin manası; nezrin kadrini yüceltmek ve böylece nezir konusunda gevşeklik
gösterilmemesini temin etmektir."

Hadisteki nehiyden maksadın, nezrin yasaklanması olmadığım savunan görüş, daha
isabetli olsa gerektir. Nitekim günümüzde mensubu bulunan mezheplerden hiçbirisi;
mutlak olarak, kayıtsız şartsız nezrin haram olduğunu söylememiştir. Mezheplerin
nezir konusundaki görüşlerinin özeti şöyledir:

Hanefîlere göre: Şartlarına riayet edilerek, yapılan adak meşrudur. Bu şartlar, üzerinde
durduğumuz bölümün başında geçmiştir.

Şâfıîlere göre: Bir faydayı temin veya zarardan kurtulma düşünülsün ya da
düşünülmesin, adakta bulunmak caizdir ve ibadettir.

Mâlikîlere göre: Elde edilen bir nimet veya savuşturulan bir belâdan dolayı Allah'a
şükür olarak edilen nezirler menduptur ve ifası gerekir. Bir şarta bağlanarak, yani bir
menfaati temin veya musibetten kurtulmaya bağlı olarak edilen nezrin hükmünde iki



görüş vardır: Bunlardan birine göre caiz, diğerine göre mekruhtur. Ama adağın,
faydayı temin veya belâyı def edeceğine inanılarak edilen nezir haramdır.
Hanbelîlere göre; nezir mekruhtur. Fakat yapılmışsa edası gerekir.
Alimlerden bazıları ise hadisteki nehyin bir takım menfaatlarm temini için, (Hastam
iyi olursa şu kadar oruç nezrim olsun demek gibi) edilen nezirlerle ilgili olduğunu
söylerler. Kadı İyaz ve Tıybî; bu görüşü ortaya atıp, benimseyenlerdendirler.
Kurtubî'nin şu mütalaasını da kaydetmek istiyoruz: "Bu nehyin mahalli; kişinin meselâ
şöyle demesidir: Allah hastama şifa verirse, sadaka vermek nezrim olsun. Kerahete
sebep; anılan ibadetin Allah rızâsı için değil de bildirilen maksadın husulüne

Lİ581

bağlanmasıdır. Böylece kişi ibadeti bir menfaat karşılığında yüklenmiş oluyor...
Bu manaya, cahillerin; nezrin umulan maksadın husulünü gerektirdiği veya Allah bu
faydayı adanılan adaktan dolayı sağlar tarzındaki yanlış zanları eklenir. Hadisteki;
nezir hiçbir şeyi değiştirmez sözü işte buna işaret eder. Bunlardan ilk hal küfre
yakındır, ikincisi de apaçık bir hatadır."

2- Adak, Allah'ın takdir ettiği bir şeyi değiştirmez. Dolayısıyla bir kimse meselâ,
"Hastam iyi olursa şu kadar oruç tutayım" diye adakta bulunur ve hastası iyi olursa bu
sırf Allah öyle istediği içindir, adakta bulunanın adağından dolayı değildir.
Hadisin Buharı ve Müslim'deki rivayetleri bu hususa daha açık bir biçimde delâlet
eder. Hadisin Ebû Davud'un rivayetindeki: "O hiçbir şeyi değiştirmez" cümlesi,
Buharı ve Müslim'deki bir rivayette: "O hiçbir hayır temin etmez" şeklindedir.
Müslim'de ayrıca şu manaya gelen bir rivayet daha vardır:

"Adak, hiçbir şeyi öne de atmaz geciktirmez de;sadece onun cimriden-mal çıkarılır."
Yine Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayetle, Hz. Peygamber (s.a)'in, "Nezretmeyin,
çünkü nezir kaderden hiçbir şeye fayda vermez. Onunla sadece cimriden mal çıkarılır"
buyurduğu bildirilmektedir.

Her ne kadar adağın sonuca tesiri yoksa da, adağın bağlandığı şeyin tahakkuku halinde
adanılan şey ifa edilmelidir. Hattâbî, nezrin masiyet için olmaması halinde gereğini
yapmanın vacip olduğunda müslürnanlarm itifak ettiklerini söyler. Hz. Peygamber'in,
"Onunla sadece cimrinin malı çıkarılır" tarzındaki sözü de muallak nezrin gereğini
yapmanın lüzumunu gösterir. Çünkü normal hallerde fakire fukaraya sadaka vermeyen
cimri kişiler, bir menfaat temin edilmek maksadıyla sadaka vermeyi adarlarsa, bu adak

1159]

onlardan mal çıkmasına sebep olur.
Bazı Hükümler

1. Rasûlullah (s. a), adakta bulunmaktan nehyetmiştır. Hadisin zahiri bu manayı ifade
ediyorsa da, aksı hükme delâlet eden deliller sebebiyle bu mana te'vil edilmiştir. Konu
şerh bölümünde de anlatılmıştır.

2. Adağın, bir şeyin olup olmamasına hiçbir etkisi yoktur. Allah neyi takdir etmişse o
olur.

3. Bir işin tahakkukuna bağlı olarak edilen nezre, o işin tahakkuku halinde itaat

£1601

lâzımdır.

3288... Ebu Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s. a) (Allah cc'm



£1611

şöyle buyurduğunu) söylemiştir:

"Adak adamak insanoğluna; benim kendisi için takdir etmediğim bir şeyi getirmez.
Ancak adak insanı, benim kendisine takdir ettiğim şeye iletir. (Onunla) cimriden mal

11621

çıkarılır. Cimri, Önceden vermediğini o adağı üzerine verir."
Açıklama

Bu hadisi Ebû Dâvûd'dan, Ebu'l-Hasen b. el-Abd rivayet etmiştir. Lü'lüî'nin
rivayetinde ise mevcut değildir. Bu yüzden Münzirî'nin Muhtasarında yer
almamıştır.Avnu'l-Ma'bûd sahibi; Hafız Mizzî'nin de bu hadisi el-Etrâf adındaki
kitabında zikretmediğini söyleyerek şaşkınlığım ifade. eder.

Bu hadis, dipnotta da işaret edildiği gibi bir kudsî hadistir. Ancak, sözün Allah (c.c)'a
nisbeti açıkça gösterilmemiştir. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî' de buna işaretle şöyle der:
"Bu hadis, kudsî hadislerdendir. Ancak Allah'a nisbeti açıkça ifade edilmemiştir."
Hadisin Buharı, Ebû Dâvûd ve Nesâî'deki rivayetlerinden, onun bir kudsî hadis olduğu
hemen anlaşılmaktadır. Çünkü metnin bir bölümünde, "Nezir insanoğluna, benim
kendisi için takdir etmediğim hiçbir şeyi getirmez" de-riilmektedir. İnsanlar için
olacak şeyleri takdir eden sadece Allah (c.c) olduğuna göre bu hükmün sahibinin de
Allah olması gerekir. Hükmün hikâye yoluyla değii de doğrudan doğruya hüküm
sahibine nisbet edilmesi, hadisin kudsî hadis olduğuna delildir." Ancak bu durum,
Müslim ve îbn Mâce'nin rivayetlerinde bu derece açık değildir. Çünkü yukarıda işaret
ettiğimiz cüm-[e Müslim'in Sahih'inde: "Allah'ın kendisi için takdir etmediği bir
şeyi..."; Sünen-i İbn Mâce'de, "...Ancak kendisi için takdir edilen şeyi..." şeklinde
ifade edilmiştir. Görüldüğü gibi bu rivayetlerde takdir etme işini ya Hz. Peygamber
Allah'a nisbet etmiş, ya da takdir meçhul olarak kullanılmıştır.

Hadis metnindeki "Cimriden çıkartılır" manasına gelen; cümlesi de; Buharı'de, "Allah,
onunla cimriden (mal) çıkarır"; Müslim'de, "Bu nezirle cimriden daha önce vermek
istemediği şey çıkartılır"; İbn Mâce'de de, "Nezir sebebiyle cimriden (bir şey)
çıkarılır" manalarına gelecek şekilde ifade edilmektedir.

Bundan önceki hadiste olduğu gibi bunda da; arzuladığı bir sonuca ulaşmak için
adakta bulunmanın sonucu değiştirmeyeceği, çünkü olan herşeyin Allah'ın takdirinin
eseri olduğu ifade edilmektedir. Ama adak sayesinde normal hallerde bir şey
vermeyen cimrilerden mal çıkar. Çünkü cimri, bir şeyin Dİması halinde sadaka
vermeyi veya kurban kesmeyi adar ve istediği olursa adadığını vermek zorunda
kalacak ve kendisinden mal çıkacaktır.

Adağın, malın çıkmasına sebep olmasında sadece cimrilerin anılması, ;imri
olmayanların adak sebebiyle mal vermeyecekleri manasına gelmez. Çünkü muallak
nezirde, istenilen şeyin gerçekleşmesi halinde nezrin gereğini yapmak hem cimri hem
de cömert için vacibtir. Cömertler bir şey adamadan ia sadaka verip hayır ve hasenatta

£1631

bulundukları için, hadiste sadece cimri-er anılmıştır.

19. Günah İşlemeyi Adamak (Konusunda Gelen Hadisler)

3289... Aişe (r.anha)'den, Hz. Peygamber (s.a)'in şöyle buyurluğu rivayet edilmiştir.



"Allah'a itaat etmeyi adayan kişi itaat etsin. Allah'a isyan etmeyi adayan ise isyan
£1641

etmesin."
Açıklama

Hadis-i şerifte geçen Allah'a itaat tabiri, hem farz hem de müstehap olan tâatleri içine
alır. Buna göre hadiste; dinen farz, vacip veya müstehap olan bir şeyi yapmayı adayan
kişinin adağını yerine getirmesi emredilmektedir. İçki içmek, ana babaya isyan etmek,
sıla-i rahmi kesmek gibi Allah'ın yasak ettiği bir şeyi yapmayı adayan kişi ise bu
adağını yerine getirmemelidir.

Günah olan bir şeyin adanması halinde adağın yerine getirilmemesi gerektiğinde
âlimler arasında görüş ayrılığına rastlayamadık. Ancak bu durumda olan, yani günah
bir şeyi adayıp da dediğini yapmayan kişiye keffaretin gerekli olup olmadığında
âlimler ihtilâf etmişlerdir.
Bu konuda Hattâbî şöyle der:

"Bu hadis, A_llah'a isyan konusundaki adağın bağlayıcı olmayıp, adak sahibinin
adağına vefa göstermemesi gerektiğini beyan etmektedir. Durum böyle olunca o
adakta keffaret yok demektir. Eğer bunda keffaret olsaydı, hadiste onun da
bahsedilmesi gerekirdi. Bu, Mâlik ve Şafiî'nin görüşlerine uygundur.
Ebû Hanîfe ashabı ve Süfyân-ı Sevrî'ye göre; bir günahı işleme konusunda adakta
bulunmanın keffareti, keffaret-i yemindir. Bu görüşte olanlar Ebû Davud'un bu babda
rivayet etmiş olduğu Zührî hadisini kendilerine delil almışlardır."
Şevkânî de, günah olan bir şeyi yapmak üzere adakta bulunmanın haram oluşunda
âlimlerin hemfikir olduklarını, ancak adağa riayet edilmediğinde keffaretin gerekli
olup olmadığında ihtilâf ettiklerini söyler. Şevkânî'nin bildirdiğine göre; cumhurun
görüşü bu durumda olana keffaretin gerekli olmadığı biçimindedir. Ahmed b. Hanbel,
Sevrî, İshak, bir kısım Şâfıîler ve Hanefîlere göre ise keffaret gerekir. Bu görüş
sahiplerinin delili, yukarıda Hattâbî'nin görüşü nakledilirken işaret edilen Zührî
hadisidir ki bu hadis Hz.Aişe'den rivayet edilmiştir. Şevkânî, bir sayfadan fazla bu
hadisin kritiğini yapmış, hadisin sıhhati ile ilgili nakillerde bulunmuştur. Bundan
sonra gelecek olan mezkur hadisin izahında bu kritiğe temas edilecektir. Burada şu
kadarını ifade edelim ki, bu hadis oldukça tenkid edilmiştir.

Günah bir iş işlemek üzere adakta bulunup da bu adağı yerine getirmeyene keffaretin
gerekli olduğu görüşünde olanların dayandığı diğer bir hadis de Sahih-i Müslim'de,
Ukbe b. Amir' den rivayet edilen; "Nezrin keffareti yemin keffaretidir" manasına gelen
hadistir. Çünkü bu hadiste nezir keffaretinin, yemin keffareti olduğu bildirilirken,
nezirler arasında bir ayırım yapılmamıştır. Nezir sözü genel anlamda kullanılmıştır ki,
bu isyanla ilgili olanlar da dahil olmak üzere tüm nezirleri içine alır. Ancak bu hadisin
Tirmizî ve İbn Mâce'deki rivayetlerinde, "Adanılan şey söylenmezse, nezrin keffareti,
yemin keffaretidir" denilmektedir. Müslim'deki rivayet, bu ilâve ile birlikte gözönüne
alınırsa, bu görüşe kaynak olma özelliğini kaybedecektir.

Şevkânî; Hanefîler ve onlarla aynı görüşte olanların görüşlerine delâlet eden hadislere
işaret edip, onların tenkidini yapmış olmasına rağmen, karşı görüşe açıktan delil
olabilecek bir hadis nakletmemiştir. Sadece, nezrin Allah'ın rızasına uygun konularda
veya mubah şeylerde olacağına işaret eden hadislerin, bunların dışındaki konularda
nezrin olmayacağına işaret ettiğini söylemiştir.



îbn Rüşd de, Bidâyetii'l-Müctehid ve Nihâyetü'l-Muktesid adındaki eserinde
cumhurun görüşüne delil olarak, üzerinde durduğumuz Hz. Aişe hadisini
göstermektedir. Karşı görüşe dayanak olan hadisler burada da tenkid edilmiştir.
Tirmizî; sahâbîlerin de bu konuda iki ayrı görüşe sahip olduklarını söylemektedir.
İbn Kudâme, el-Muğnî adındaki eserinde; İbn Mes'ûd, İbn Abbas, Câ-bir, İmrân b.
Husayn ve Semüre b. Cündüb'den de keffaretin gerekli olduğunun rivayet edildiğini,
Ahmed b. Hanbel'den ise keffarete gerek olmadığına dair bir rivayet bulunduğunu
söyler.

Daha önce belirtildiği gibi, Hanefîlere göre nezrin sıhhati için nezredi-len şeyin ibadet
cinsinden olması gerekir. Dolayısıyla günah olan bir şeyi yapmak için yapılan adaklar
nezir sayılmazlar. Belki yemin olarak mütalaa edilirler,

Aliyyü'l-Kârî, Mirkât'da İbnü'l-Hümâm'dan naklen; nezri, mutlak olarak ve bir şeye
niyet etmeden söyleyen yani; "Allah'a nezrim olsun ki şöyle yapacağım veya
yapmayacağım" diyen kişinin söylediğini yapmaması halinde kendisine yemin
keffareti gerekeceğini bildirir. Yine İbnü'l-Hümâm'dan yaptığı bir başka nakilde,
masiyet olan nezrin; bizzat kendisi haram olan veya kendisinde ibadet manası
bulunmayan konulardaki nezir olduğunu söyler. Buna göre; bir kimse, bayram günü
oruç tutmayı adaşa, oruç bir ibadet olduğu, fakat bayram günü oruç tutmak haram
olduğu için başka bir gün oruç tutarak adağını yerine getirir. Ama haram olmasına
rağmen bayram günü oruç tutarsa adağının sorumluluğundan kurtulur.
Bir kimse, tahakkukunu istemediği bir şey üzerine adakta bulunursa, İmam A'zam ve
İmam Muhammed'e göre yemin keffareti gerekir. Meselâ birisi, "Filânla konuşursam
veya eve girersem, bir sene oruç borcum olsun..." gibi bir adakta bulunsa kendisine
yemin keffareti gerekir. Zaruretten dolayı, âlimlerden bazıları bu görüşü tercih
Iİ651

etmişlerdir.
Bazı Hükümler

1. Bir tâatı işlemek üzere adakta bulunan kimse, nezrim ifa etmelidir.

2. Bir günahı işlemek üzere adakta bulunan o günahı işlemez. Bundan sonra bazı
âlimlere göre kendisine yemin keffareti gerekir, bazılarına göre hiçbir şey gerekmez.
£166]

11671

Günah İşlemeyi Adayana Keffaret Gerekir Diyenler

3290... Âişe (r.anha)'dan, Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah'a isyan konusunda adak olmaz. (Eğer adanmışsa) onun keffareti yemin
Lİ681

keffaretidir."
Açıklama

Tirmizî, Zührî'nin bu hadisi Ebû Seleme'den işitmediğine işaretle, hadisin sahih
olmadığını söyler. Münzirî de; "Tirmizî'den başkaları, Zührî'nin bu hadisi Süleyman b.



Erkâm'dan işittiğini söylemişlerdir. Süleyman b. Erkâm ise metruktür" der.
Şevkânî'nin nakline göre; Ahmed b. Hanbel, "Bu hadisin hiçbir değeri yoktur. Bir kalp
para bile etmez" demiştir. Buharî de; "Alimler bu hadisi terk ettiler. İçlerinde Amr b.
Ali, Ebû Dâvûd, Ebû Zür'a, Nesâî, İbn Hib-bân ve Dârekutnî'nin de bulunduğu bir
grup da tenkid etmişlerdir" demektedir.
Bununla ilgili olarak, Hattâbî de şöyle der:

"Eğer bu hadis sahih olsaydı onunla hükmetmek vacib, onun hükmüne dönmek lâzım
olurdu. Ancak hadisi bilen âlimler onun maklûb bir hadis olduğunu söylemişlerdir."
Hattâbî bu hükmü verdikten sonra hadisin maklûb oluşu yönünü izah eder. Ancak bu
teknik bir konu olduğu için buraya almaya gerek görmedik. İlgi duyanlar aslından
bakabilirler.

Bu hadis Sahih-i Müslim'de, İmrân'dan rivayetle şu manaya gelecek şer kilde yer
almıştır: "Allah'a isyan konusundaki bir adağa vefa yoktur (edilmez)"; Müslim'deki
başka bir rivayet ise, "Allah'a isyan konusunda adak adanmaz" şeklindedir.
İmam Nevevî, hadisin şerhinde şöyle demektedir:

"Bu hadis, içki içmek gibi günah olan bir şeyi adayanın adağının bâtıl olduğuna
delildir. Bu, adak olmaz ve ne yemin keffareti ne de başka bir kef-faret gerekmez.

£1691

Mâlik, Şafiî, Ebû Hanîfe, Dâvûd ve cumhur bu görüştedirler. Ahmed b. Hanbel
ise İmrân b. el-Husayn. ve Hz.Aişe vasıtasıyla Ra-sûlullah'tan rivayet edilen; "Allah'a
isyan konusunda nezir olmaz. Onun kef-faretı, yemin keffaretidir" hadisi ile
hükmederek, bu adak ile yemin keffareti gerektiğini söylemiştir. Cumhur ise
Müslim'deki, İmrân b. Husayn hadisini delil almışlardır. "Onun keffareti yemin
keffaretidir" hadisi ise ha-disçilerin ittifakı ile zayıftır...".

Avnü'l-Ma'bûd sahibi; İbn Hacer'in, Nevevfnin bu sözüne karşılık, "Ta-havî ve Ebû
Ali b. es-Seken bu (Allah'a isyan konusundaki nezrin keffareti, yemin keffaretidir
mealindeki) hadisin sahih olduğunu söylemişlerdir. O halde bunun zayıflığına ittifak
nerede?" dediğini nakletmektedir.

Sindî de şöyle der: "Hadisteki; "Allah'a isyan konusunda nezir yoktur" sözünün
manası, o asla tahakkuk etmez demek değildir. Çünkü bu; "o nezrin keffareti yemin
keffaretidir" sözü ile uyuşmaz. Aksine mana; o nezre vefa gösterilmez, demektir.
Nitekim bu, bazı sahih rivayetlerde açıkça görülmektedir."
Bu sözleriyle Sindî de hadisin sahih olduğuna işaret etmektedir.

Üzerinde durduğumuz bu hadisi Aliyyü'l-Kârî, Mirkât'da, hiç bîr tenkide tabi
tutmadan izah etmiş, hatta bunun sıhhatine delâlet eden şu sözleri söylemiştir: "Bu
hadisi, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî rivayet etmişlerdir. Hadis (Misbâh'm) bazı
nüshalar(in) da mevcut değildir. Ama sahih olanı mevcut olmasıdır. Çünkü bu hadisi
Suyutî, Câmiu's-Sağîr'in de aynı lafızla zikretmiştir."

Yine Aliyyü'l-Kârî; "Masiyetle ilgili olan nezrin keffaretinin yemin keffareti olduğu"
hükmüne Ebû Hanîfe'nin iştirak ettiğini söyleyip, bunun Şâ-fiîler aleyhine delil
olduğunu belirttir^

Buraya kadar yazılanlardan Çıkan sonuca göre; âlimlerin bir kısmı, üzerinde
durduğumuz hadisin zayıf olduğunu söylerken, bir kısmı sahih olduğunu iddia
etmişlerdir. Hadisin sahih olduğu kabul edildiğinde, günah bir şeyi yapmak üzere
adakta bulunana yemin keffaretini gerekli görenler için delildir.

im

Bu konu bir önceki hadisin izahında açıklanmıştır.



3291... İbn Şerh, bize İbn Vehb'den, o; Yunus'dan Yunus da İbn Şihâb'dan önceki
hadisi aynı mana ve aynı isnadla rivayet etti.
Ebû Dâvûd dedi ki:

Ahmed b. Şebbûye'yi şöyle derken duydum: "İbnü'l-Mübârek; -bu hadis hakkmda-
Ebû Seleme haber verdi, dedi. Bu; Zührî'nin, hadisi Ebû Seleme'den duymadığına
delâlet eder."

Ahmed b. Muhammed de; "Eyyûb -yani EbîSüleyman-'un bize haber verdiği şey bu
sözün tasdikidir" demiştir.
Yine Ebû Dâvûd dedi ki:

Ahmed b. Hanbel'i şöyle derken işittim: "Bu hadisi bize ifsad ettiler. " Kendisine:
"Sence onun ifsadı doğru mu ve onu İbn Ebî Üveys'-den başkası rivayet etti mi?"
denildi. "Eyyûb -yani Eyyûb b. Süleyman b. Bilâl- ondan (İbn Ebî Üvey s) daha iyidir.

um

O hadisi Eyyûb da rivayet etmiştir," karşılığını verdi.
Açıklama

£172]

Ebu Dâvûd bu sözleri, geçen hadisin zayıflığına işaret için kitabına almıştır.

3292... Bize Ahmed b. Muhammedel-Mervezî haber verdi. Bize, Eyyûb b. Süleyman,
Ebû Bekir b. Üveys'den, o Süleyman b. Bilâl'-den, Süleyman, İbn Ebî Atık ve Musa b.
Ukbe'den, onlar İbn Şihâb'-dan, îbn Şihâb da Süleyman b. Erkâm'dan haber verdi.
Süleyman'a Yahya b. Ebî Kesîr, Ebû Seleme vasıtasıyla Hz. Aişe (r.anha)'dan Ra-
sûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğunu bildirmiş:

"(Allah'a) isyan konusunda adak olmaz. (Adanmişsa) onun keffareti, yemin
keffarelidir."

Ahmed b. Muhammed el-Mervezî şöyle dedi:

Gerçekte hadis; Ali b. el-Mübârek'in Yahya.b. Ebî Kesîr'den, onun Muhammed b.
Zübeyr'den, onun babasından, onun da İmrân b. Hu-sayn vasıtasıyla Hz. Peygamber
(s.a)'den rivayet ettiği hadistir.

Mervezîfbu sözüyle), Süleyman b. Erkâm'm bu hadiste vehme düştüğünü ve onu
kendisinden Zührî'nin alıp (Süleyman'ı anmadan) mürsel olarak Ebû Seleme'den, onun
da Hz. Aişe'den rivayet ettiğini kasdetmiştir.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisin bir benzerini Bakiyye, EvzaVden; Evzaî, Yahya'dan;

[173]

Yahya, Muhammed' b. Zübeyr'den, Ali b. Mübarek'in isnadı ite rivayet etmiştir.
Açıklama

Bu rivayet, babın ilk hadisinin değişik bir isnadla gelen başka bir rivayetidir.
Rivayetin, Sünen'e alınmasından maksat, isnaddaki bir zaafa işaret olduğu için,
âdetimizin aksine senedi de terceme ettik.

Rivayeti Ebû Davud'a nakleden Ahmed b. Muhammed el-Mervezî, hadisin kendisine
kadar gelen senedini verdikten sonra, hadisi tenkid eder ve gerçek rivayetin Ali b. el-
Mübârek'in senedde işaret edilen rivayeti olduğunu söyler.



Ebû Davud'un izahına göre el-Mervezî'nin bu sözdeki maksadı, babın ilk hadisinin
senedindeki bir tedlise işarettir. Buna göre; Süleman b. Erkâm hadiste vehme düşmüş
ve kendisinden de Zührî rivayet etmiştir. Fakat Züh-rî, Süleyman b. Erkâm'm zayıf
olması sebebiyle, onu atlamış ve doğrudan doğruya Ebû Seleme'den duymuş gibi
nakletmiştir. Bu hareketi ile hadisi kuvvetli göstermek istemiştir.
Sindî, Nesâî haşiyesinde; el-Mervezî'nin bu iddiasına şu şekilde bir itirazda
bulunmaktadır: "Hz. Aişe'nin hadisi; bazı isnadlarda 'Zührî'den, Ebû Seleme'den'
bazılarında ise, "bize Ebû Seleme haber verdi' şeklinde varid olmaktadır. Bu, Zührî'nin
hadisi Ebû Seleme'den işittiğini gösterir. Bazı isnadlarda ise; 'Süleyman b. Erkâm'dan,
Yahya b. Ebî Kesir ona haber verdi ki o Ebû Seleme'den işitti' şeklindedir. Bu
çelişkinin; Zührî'nin bir defa Süleyman'dan, bir defa da Ebû Seleme'den dinlemiş
olabileceğini söyleyerek giderilmesi mümkündür. Bu takdirde hadisin zayıf olduğunu
kesin olarak söyleyemeyiz. Özellikle, Ukbe ve İmrân'm hadisleri bu hadisin sabit
olduğunu gösterir."

Sindî bu sözleri ile, Zührî'yi tedliste bulunma töhmetinden korumakta ve zayıf olduğu
iddia edilen bu hadisin sabit olduğunu belirtmektedir.

Hadisin ifade ettiği fıkhı hüküm ve bu hükümle ilgili görüşler babın ilk hadisinde
£1741

geçmiştir.

3293... Ukbe b. Amir (r.a) haber verdi ki:

O, Hz. Peygamber (s.a)'e, yalınayak yürüyerek başı örtüsüz (başı açık) hacca gitmeyi
adayan kız kardeşinin durumunu sordu.Hz. Peygamber (s. a) şöyle buyurdu:

[1751

"Ona emrediniz, başım örtsün, (bir şeye) binsin ve üç gün oruç tutsun."
Açıklama

Beyhakî, bu hadisin isnadında ihtilâf olduğunu ve Ebû Dâ-vûd'un İbn Abbas'tan gelen
rivayetinde, "(Bir şeye) binsin" sözünden sonra; "Kurban olarak bir deve götürsün"
sözünün bulunduğunu söyler.

Avnu'l-Ma'bûd sahibi; Sübülü's-Selâm'dan naklen, söyleyenlerin ismini belirtmeden,
bu hadisin, Buhârî ve Müslim'in şartlarına uygun olduğunun söylendiğini nakleder.
Yine orada belirıildiğine göre Buharı; "Ukbe b. Amir'in hadisinde, kurban olarak bir
deve götürme emri yoktur. Şayet bu sahihse sanki o, nedb için bir emirdir. Onun
vechinde de gizlilik vardır" demiştir.

Hattâbî; Hz. Peygamber (s.a)'in, başı açık olarak hacca gitmeyi adayan kadına başını
örtmesini emretmesini, günah olan bir şeyi yapmak için bulunulan adağın geçersiz
olduğuna delâlet sayar. Hattâbî'nin anlayışına göre; yalın ayak hacca gitme
konusundaki adak geçerlidir. Böyle bir adakta bulunan gücü yettiği nisbette o şekilde
yürür. Yürüyemez hale gelince, bir şeye biner ve Mekke'de bir kurban keser. Avnu'l-
Ma'bûd' da ise, yalınayak hacca gitmeyi adamanın muteber olmadığı belirtilmektedir.
Yine Hattâbî, 3303 numarada gelecek olan hadisin şerhinde Hz. Peygamber (s.a)'in
oruçla ilgili emrini şöyle açıklar:

"Hz. Peygamber (s.a)'in, "üç gün oruç tutsun" sözü, orucun hedy (kurban edilmek
üzere Mekke'ye götürülen hayvaniden bedel olmasından dola-' yıdır. Kadın oruçla
hedy arasında muhayyer bırakılmıştır. Bu, av öldüren ihramımın; bu avın varsa



benzeri veya kıymetini fakirlere vermek ya da her müd buğdaya mukabil bir gün oruç
tutmak arasında muhayyer olmasına benzer..."

Hattâbî bu sözleri ile, günah olan bir şeyi yapmayı adayan kişinin adağının
geçersizliği ve kendisine yemin keffareti gerekmediğini belirtiyor. Hadisi de bu
anlayış istikametinde izah ediyor.

Sübülü's- Selâm' da ise, üç gün orucun, günah olan başı açık hacca gitmekle ilgili nezre
riayet edilmeyeceği için keffaret olarak emredildiği kaydedilir. Sübülü's-Selâm'ın
ifadesi şu şekildedir: "Her halde üç gün oruç tutmakla ilgili emir, başı örtmemekle
ilgili adak sebebiyledir. Çünkü bu, günah işlemek konusunda bir adaktır. O halde bir
yemin keffareti gerekmiştir. Bu. hadis, Allah'a isyanı adayana yemin keffareti
gerektiğini söyleyenlerin delillerindendir."

Aliyyü'l-Kârî de, buradaki orucun keffaret için olduğuna işaret ediyor ve şöyle diyor:
"Önceden geçtiği gibi günah işleme konusundaki adak gerçekleşir fakat ona vefa
gerekmez. Aksine o adak yerine getirilmez ve bir yemin keffareti ödenir. Bizim
görüşümüz ve hadislerden anlaşılan budur..."

Demek ki, âlimler hadisi kendi görüşlerine göre yorumluyorlar. Masi-yetle ilgili
nezirden dolayı keffareti gerekli görmeyenler, Hattâbî'nin dediği gibi; karşı tarafta
olanlar da Aliyyü'l-Kârî'nin dediği gibi izahda bulunuyorlar. Sübülü's- Selâm sahibi,
her iki görüşü benimseyen mezheplerden birinden olmamakla beraber, Hanefîlerin
görüşü istikametinde fikir beyan etmektedir.

Hadiste mevzubahs edilen diğer bir konu da; Kabe'ye yaya olarak gitmeyi adama
meselesidir. Genel olarak âlimlerin bu konudaki fikirleri şöyledir: Yaya olarak hacca
gitmeyi adamak caizdir. îbn Kudâme; bu konuda ihtilâf bilmiyorum, der. Böyle bir
adakta bulunan kişinin gücünün yettiği . ölçüde yürümesi gerekir. Yürümekten aciz
duruma düşerse kendisine bir kurban gerekir. Şafiî'nin bir görüşüne göre bu kurban
müstehaptır. Ebû Hanî-fe'den gelen bir rivayette, böyle bir adakta bulunan kişi ihrama
girdiği yerden itibaren yürümeye başlar. İmam Şafiî'nin meşhur görüşü de bu istika-
mettedir. Hanbelîlere göre; yürüyemediği için bineğe binen kişiye bir yemin keffareti
lâzımdır.

Kadı İyaz'm şöyle dediği nakledilir: "Hacca yürüyerek gitmek bir tâat-tir. O halde
bunu adayan kişi, diğer tâatleri adadığında olduğu gibi bunda da adağına riayet
etmelidir. Ancak yürüyemez hale gelince bir bineğe biner ve bunun fidyesini verir."
Yürüyerek gitmeye gücü yettiği halde bineğe binerse, Şâfıîlerden meşhur olan görüşe
göre; günahkâr olmakla birlikte hacc veya umresi sahihtir. Kendisine bir kurban
gerekir. Bu konuda kurbandan maksat bir koyun kesmektir.

UM

3296 numarada gelecek olan hadis de bu görüşü te'yid etmektedir.
Bazı Hükümler

1. Günah olan bir şey yapmayı adayan kişi adağını yerine getirmez, uç gün oruç tutar.

2. Yalınayak hacca gitmeyi adayanın adağına riayet etmesine gerek yoktur.

3. Yaya olarak hacca gitmeyi adayan, gücü yeterse adağını yerine getirir. Gücü

um

yetmezse bir bineğe biner ve ceza olarak kurban keser.

3294... Bize Mıhled b. Halid haber verdi, bize Abdürrezzak haber verdi, bize İbn



Cüreyc haber verdi, İbn Cüreyc; "Bana Yahya b. Saîd yazdı" dedi. Bana, Benî
Damra'nm azadlısı Ubeydullah b. Zahr habern verdi, -o herhangi bir adamdı- ki
kendisine Ebû Saîd er-Ruaynî, o hadisi Yahya'nın isnadı ve manasıyla haber verdi.
£178]

Açıklama

Bu rivavet yukarıdaki hadisin değişik isnadla gelen başka bir rivayetine işaret

£1791

etmektedir. Ebû Davud'un bazı nüshalarında mevcut değildir.

3295... İbn Abbas (r.anhüma)'m şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Bir adam Hz. Peygamber (s.a)'e gelip:

Ya Rasûlallah! Kız kardeşim -yürüyerek hacca gitmeyi- adadı. Rasûlullah (s. a) şöyle
buyurdu:

"Şüphesiz Allah (c.c) kız kardeşinin meşakkat çekmesi ile bir şey yapacak değil,
(onun yorulmasına muhtaç değildir). (Bir bineğe) binerek hacca gitsin ve yemininden

LLM

dolayı keffaret ödesin."

3296... İbn Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre;

Ukbe b. Amir'in kız kardeşi Kabe'ye yürüyerek gitmeyi adadı. Bunun üzerine Hz.

£181]

Peygamber (s. a) kendisine, bir bineğe binmesini ve bir hedy götürmesini emretti.

3297... îbn Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre; Ukbe b. Amir'in kız
kardeşinin yaya olarak hacca gitmeyi adadığı haberi Rasûlullah (s.a)'a ulaşınca
Efendimiz:

"Şüphesiz Allah onun adağına muhtaç değildir. Ona emret, bir şeye binsin"
buyurdu.Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadisin benzerini Saîd b. EbîArûbe rivayet etmiştir. Halid de İkrime vasıtasıyla Hz.

£182]

Peygamberden hadisin benzerini rivayet etmiştir.
3298... İkrime'den;

Ukbe b. Amir'in kız kardeşi... (Yukarıdaki Hişâm'm hadisinin manası rivayet edildi.
İkrime bu rivayetinde, hedy (kurban)'i anmadı. Bu rivayette Hz. Peygamber:
"Kız kardeşine emret, bir bineğe binsin" buyurdu (ğu belirtilir). Ebû Dâvûd dedi ki:

£183]

Hadisi, Halid de İkrime'den, Hişâm'm rivayetinin manası ile rivayet etti.

3299... Ukbe b. Amir el-Cühenî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Kız kardeşim, Beytullah'a kadar yürümeyi adayıp, benden kendisi adına Hz.

Peygamber'e danışmamı istedi. Ben de Hz. Peygamber'e danıştım. Rasûlullah (s. a):

£1841

"Hem yürüsün, hem de (bir bineğe) binsin" buyurdu.



Açıklama



3293 numaradaki hadisten itibaren yedi. hadiste bahsedilen olay ve olayın
kahramanları aynıdır. Yalnız isnadiarda ve metinlerdeki bazı farklardan dolayı
musanif hadisi tekrarlamıştır. Rivayetlerin bir kısmının ilk ravisi Ukbe b. Amir, bir
kısmmmki de İbn Abbas'tır.

Metinler arasındaki en önemli farklar da; ilk (3293 numaralı) hadiste Ukbe b.Amir'in
kız kardeşinin yalınayak, başı açık haccetmeyi adadığı bildirilmektedir. Bu hadiste,
kadının başını açmasının da bulunması, adağı, günah olan bir şeyi adama bölümüne
sokmuştur. Onun için Hz. Peygamber kendisine yemin keffareti emretmiştir.
Diğerlerinde ise, anılan kadının sadece yürüyerek haca gitmeyi adadığı söz konusu
ediliyor. Ayrıca, ilk hadiste Hz. Peygamber'in kadına oruç tutmasını emrettiği ifade
edildiği halde, diğerlerinde bu mevcut değildir. Ancak sonraki bazı hadislerde bir hedy
emri yer almaktadır. Bu rivayetlerde, yemin keffareti değil de hedyin emredüme-si,
adağın sadece insanın gücünün yetmediği bir şey olmasından dolayıdır.
Hadislerde geçen, Ukbe b. Amir' in kız kardeşi; Âmir' in kızı Ümmü Hibbân'dır. Hz.
Peygamber'e biat etmiştir.

Bir rivayette; kadının şişman olduğu, bu yüzden yürümekte zorluk çektiği de
bildirilmektedir.

3293 numararl iki hadis izah edilirken, yaya olarak hacca gitmenin adanabileceği,
fakat bu adağın bir özre binaen yerine getirilmemesi halinde kef-faret olarak bir
hayvan kurban edileceği belirtilmişti.

Hac ve umre kasdı olmadan, yaya olarak Kabe'ye gitmeyi adamanın geçerli olup
olmadığında âlimler ihtilâf etmişlerdir. Ebû Hanîfe'den; umre veya hacc niyeti
olmadan yapılan adakların muteber olmadığı rivayet edilmiştir. Şafiî de aynı
görüştedir.

Mâlikîlerden bir rivayete ve İbn Ömer ile İbn Zübeyr'e göre; yaya olarak hacca
gitmeyi adayan kişi, bir müddet yürümekten aciz kalır ve binerse, ertesi sene o binekli
geçtiği mesafeyi yürüyerek yeniden haccetmesi gerekir. Aczi devamlı olduğu takdirde
bir hedy gerekir.

Bu son hadiste Hz. Peygamber'in, Ukbe'nin kız kardeşi için; "Hem yürüsün, hem
binsin." şeklinde emir buyurduklarını görmekteyiz. Bundan; gücü yettiği nisbette
yürüsün, takatsiz kaldığında da binsin manası anlaşılmaktadır, îbn Hacer ve
Nevevî'nin izahları da bu istikamettedir. Bu anlayış; yaya olarak hacca gitmeyi
adayana, aciz değilse adağına uyması gerekir tarzındaki görüşe uygundur. 3301
numarada gelecek olan Eneş hadisinde, yürüme sözkonusu edilmeden, adakta bulunan
zatın bir bineğe binmesinin emredil-diği belirtilmektedir. Çünkü o zat yaşlı idi. Aczi

£1851

belli idi. Onun için Hz. Peygamber (s. a), kendisinden yürümesini istememişti.
Bazı Hükümler

1. Yaya olarak Kabe'ye gitmek üzere yapılan nezirler sahihtir. Ancak Ebu Hanife ye
göre; gidiş maksadının hac veya umre olması gerekir.

2. Böyle bir adakta bulunan kişi, gücünün yettiği ölçüde, adağına riayet eder.
Yürümekten aciz kaldığı takdirde bir bineğe biner ve bir kurban keser. Bu vaciptir.



£1861

İmam Şafiî'nin bir görüşüne göre ise müstehaptır.



3300... İbn Abbas (r.anhüma) şöyle anlatmıştır:

Rasûlullah (s. a) (insanlara) hitab ederken, güneşin altında ayakta duran bir adam
görüp durumunu sordu.

Bu, Ebû İsrail'dir. Ayakta durmayı, oturmamayı, gölgelen-memeyi, konuşmamayı ve
oruç tutmayı adadı, dediler.
Peygamber (s.a):

[1871

"Ona söyleyin; konuşsun, gölgelensin, otursun ve orucunu tamamlasın" buyurdu.
Açıklama

Münzirî, bazı âlimlerin; hadiste anılan Ebû İsrail'in, Kayser el-Âmirî olduğunu çünkü
sahabeler arasında Ebû israil künyesinin sadece bu zâta ait bulunduğunu söylediklerini
nakleder. Münzirî'nin bildirdiğine göre, Ebû İsrail'in adı bu hadisten başka hiçbir
hadiste geçmemiştir. Ebû Kasım el-Beğavî; Ebû İsrail'in adının Kuşeyr olduğunu
söylemiştir.

Bezlü'l-Mechûd'da ise, Ebû Amr'm; "Onun adının Cuseyr olduğu söylenildi" dediği
kaydedilmektedir. Ebû İsrail'in, Ensar'dan mı yoksa Kureyş'ten mi olduğunda da
ihtilâf vardır.

Hz. Peygamber (s.a), cemaate karşı konuşma yaparken güneşte ayakta duran birisini
görünce adamı merak edip sormuş. Kadı Iyaz; "Hz. Peygamber'in sorusu, adamın
adını öğrenmeye yöneliktir. Kendisine cevap olarak isminin söylenmesi de bunu
gösterir" der. Ancak başkaları, sorunun hem adamın adını hem de durumunu
öğrenmeye yönelik olduğunu söylerler.

Hadis-i şerifte iki yönlü bir adak söz konusudur. Bunlardan birisi masiyet (günah)
yönü, diğeri de tâat yönüdür. Adağın güneşin altında hiç oturmadan ayakta durma ve
konuşmama şeklinde olan kısmı masiyet, oruç tutma kısmı da tâattır. Hz. Peygamber
(s.a); adağın masiyet olan kısmını reddetmiş, ibadete ait kısmının ise devamını
istemiştir.

Hadisten anlıyoruz ki, Kur'an'da ve sünnette meşru oldukları belirtilmeyen ve insana
eziyet veren şeyler ibadet değildir. Yalınayak yürümek, güneşin altında kalmak bu
kabildendir.

Avnü'l-Ma'bûd sahibi; Hz. Peygamber'in Ebu İsrail'i ayakta durmaktan ve güneşin
altında kalmaktan men etmesini gözönüne alarak, hadisin, günah işleme konusundaki
adakların geçerli olmayacağına hamledildiğini söyler. Bundan Önceki babın ilk
hadislerim izah ederken bu konuda âlimlerin farklı görüşte oldukları belirtilmiş ve bu
görüşlere işaret edilmişti.

Kurtubî de; Ebû İsrail kıssasının, günah olan veya gücünün yetmeyeceği bir şeyi
yapmayı adayana keffaretin gerekli olmadığını söyleyenler için büyük bir delil
olduğunu söyler. Bu meselenin de münakaşası daha önce geçti. Burada tekrarına gerek
duymuyoruz.

Hattâbî; hadisteki, adağa konu olan şeylerden orucun dışındakilerin bedene eziyet
verdikleri ve birer ibadet olmadıkları için, günaha dönüştüklerini; dolayısıyla bu
adaklara vefanın gerekmediği gibi, keffaretin de lâzım olmadığını savunur.



Bu konuda Aynî'nin söyledikleri de şöyledir: "Oruç bir ibadet olduğu için, Hz.
Peygamber (s.a)Ebû İsrail'e orucunu tamamlamasını emretmişti. Ama diğerleri böyle
değildir. Bu hadis, mubah olan şeyleri konuşmama ve Allah'ı anmayı terketmenin tâat
olmadığına delildir. İçerisinde tâat olmayan, kitap ve sünnetle ibadet oldukları
bildirilmeyen; güneşin altında durmak gibi bedene eziyet olan şeyler de böyledir. Tâat,
Allah ve Rasûlü'nün emrettikleridir."

Avnü'I-Ma'bûd sahibi; hadisi, bazı mutasavvıfların nefis tezkiyesi adı altında nefse
zulüm ederek kendilerine eza ve cefa etmelerinin caiz olmadığına da delil olduğunu
£1881

kaydeder.
Bazı Hükümler

1. İbadet cinsinden bir şeyi yapmayı adayan kişi adağına riayet etmelidir.

2. Günah olan bir şeyi yapmayı adayan kimse, adağının gereğini yerine getirmez. Bazı
âlimlere göre bunun yerine bir yemin keffareti öder. Bazılarına göre bir şey gerekmez.

3. Aynı anda içerisinde hem tâat hem de günah bulunan şeyi veya şeyleri adayan kişi,
tâat cinsinden olanları yapar, günah olanları yapmaz.

4. Kitap ve sünnette emredilmeyen ve bedene eziyet kabilinden olan şeyler tâat değil

UM

aksine isyandır.

3301... Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayet edildiğine göre;

Rasûlullah (s. a), iki oğlunun arasında götürülen bir adam görüp durumunu sordu.
Yürümeyi adadı, dediler.
Bunun üzerine Hz. Peygamber:

"Şüphesiz Allah bunun nefsine azab etmesine muhtaç değildir/' rmyurdu ve (bir şeye)
binmesini emretti.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisin benzerini Amr b. Ebî Amr, A'rac'dan, o da Ebû

£1901

Hureyre vasıtasıyla Hz. Peygamber' den rivayet etmiştir.
Açıklama

Buhar'î hadisi hem Kitabü's-Sayd'de hem de Kitabü'l-Eymân'da rivayet etmiştir.
Kitabü'l-Eymân'daki rivayet ek ;iktir. Tamamı Kitabü's-Sayd'dadır. Orada Hz.
Peygamber'in, oğulları aramda yürümeye çalışan ihtiyarı görünce durumunu sorması,
( İJU jıu )"Bu-ıun hali ne?! "şeklinde ifade edilmiştir.

Müslim'in Ebû Hureyre'den yaptığı bir rivayette de, Hz. Peygamber'in htiyara: "Ey
ihtiyar! Bin, şüphesiz Allah sana da, senin adağına da muhtaç leğildir." buyurduğu
belirtilmektedir.

Bazı kaynaklarda, oğulları arasında güçlükle yürüyebilen bu ihtiyarın ıbû İsrail olduğu
kaydedilir.

Bu hadis, yaya olarak hacca gitmeyi adayıp da yürümekten aciz olan .işinin bir bineğe
binebileceğine delâlet etmektedir. Gerçi burada bu durumda olan kişiye herhangi bir
keffaret söz konusu edilmemiştir; ancak, bu babın daha önce geçen hadislerinden bu
durumda olanların bir kurban keseceği anlaşılmaktadır. Konunun detaylı incelemesi,



imi

önceki hadislerde geçmiştir.



3302... İbn Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre;

Rasûlullah (s. a) Kabe'yi tavaf ederken, kendisini, burnundaki halka ile bir başkasının
çektiği bir adama rastladı. Hz. Peygamber (s.a) halkayı eli ile kopardı ve adama, onu

£192]

eli ile yedmesini emretti.
Açıklama

Hadis, BuhaıTde üç defa tekrarlanmıştır. Bunlardan ikisi Kitabü'l-Hacc'da, birisi de
Kitabü'l-Eymân-dadır, Bu üç rivayetten, hacc bahsindekilerden birisi diğer ikisinden
farklıdır. Bu rivayet şu şekildedir: "Hz. Peygamber (s.a) Kabe'yi tavaf ederken bir
adama rastladı. Adamın eli, başka birine bir kayışla yahud bir iple ya da başka bir
şeyle bağlanmıştı. Hz. Peygamber eli ile bu bağı kopardı. Sonra da yanındaki
adama; "Bunu elinle yed" buyurdu."

Buharı'deki birbirinin aynı olan diğer iki rivayet de şu manadadır: "Hz. Peygamber
(s.a) Kabe'yi bir bağ (yular) ile veya başka bir şeyle tavaf eden bir adam gördü ve o
bağı kopardı."

Hadisin Nesâî'deki rivayetinde; anılan adamın bu şekilde tavaf etmeyi adadığı
kaydedilmektedir. Zaten hadisin, üzerinde durulan konu ile alâkası, bu rivayet
sayesinde daha iyi anlaşılmaktadır. Buharı ve Ebû Davud'un hadisi nezir konusunda
vermeleri de adamın bu şekilde tavafı adadığına delildir.

Aynî; cahiliye devri Araplarmm böyle davranışlarla Allah'a yaklaşacaklarını
zannettiklerini söyler. Demek oluyor ki adam, cahiliye devrinden kalma yanlış
bilgisinden dolayı burnuna bağladığı bir iple çekilerek tavaf etmeyi adamış, Hz.
Peygamber de bunu görerek mani olmuştur.

Tercemeye, "Burnundaki bir halka" diye geçtiğimiz kelimesi; devenin boynuna veya
burnuna bağlanan kıl veya yünden yapılmış halka şeklinde bir iptir. Demir halka
£193]

değildir.

Bazı Hükümler

1. Tavaf esnasında hayırlı şeyler konuşmak caizdir.

2. Tavaf halinde olan kışı, gayrı meşru bir şeyin yapıldığını görürse bunu eli ile
değiştirmelidir.

3. Bir kimse, Allah'a tâat olmayan bir şeyi adarsa bu adağına riayet gerekmez.

4. insanlar, insan şerefine yakışmayacak tutum ve davranışlardan kaçınmalıdırlar.

£194]

3303... Ibn Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre: Ukbe b. Amir'in kız kardeşi
yürüyerek hacca gitmeyi adadı. Ama buna gücü yetmiyordu. Hz. Peygamber (s.a),
(Ukbe'ye):

"Şüphesiz Allah (c.c), kız kardeşinin yürümesine muhtaç değildir.(Bir şeye)binsin ve



£195]

bir deve veya sığır kurban etsin" buyurdu.

3304... İkrime, Ukbe b. Âmir'den rivayet etmiştir: Ukbe (r.a) Hz. Peygamber (s.a)'e;
Kız kardeşim Kabe'ye kadar yürümeyi adadı, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a):

"Allah (c.c), kız kardeşinin Kabe'ye kadar yürümesi ile bir şey yapacak değildir."
£1961

buyurdu.
Açıklama

Bu iki hadis Lü'lüî'nin rivayetinde mevcud değildir. Onun için bazı matbu nüshalarda
yer almamıştır.

Mizzî; bu rivayetlerin Ebu'l-Hasen b. el-Abd'm rivayeti olduklarını, Ebu'I-Kasım'ın
bunları zikretmediğini söyler.

Bu rivayetler aşağı yukarı aynı lafızlarla daha evvel geçmiştir. Ancak burada dikkati
çeken önemli bir konu göze çarpmaktadır: Yukarıdaki hadiste Hz. Peygamber'in,
kadına binmesini emrettikten sonra bir "bedene" kurban etmesini de emrettiği
görülmektedir. Bedene; Hanefîlere göre, bir deve veya sığır; İmam Şafiî'ye göre, bir
devedir. Halbuki 3296 numaradaki hadiste Hz. Peygamber'in hayvan türü anmadan bir
hedy götürmesini emrettiği beyan edilmekteydi. Alimlerin, hedyin bir koyunla
karşılanacağı görüşünde oldukları kaynaklarda ifade edilmektedir. Buna göre ortaya
bir güçlük çıkmaktadır. Bu rivayette açıkça Hz. Peygamber, "bedene" kesilmesini
emrettiği halde âlimler bir koyun kurban edilmesini nasıl yeterli bulmuşlardır?
Bu rivayetin, Ebû Davud'un bazı nüshalarında bulunmaması, buna sebep olabilir mi?
£197]

Bilemiyoruz.

20. Beyt-i Makdis'de Namaz Kılmayı Adayan Kimsenin Durumu

3305... Câbir b. Abdillah (r.a)'dan rivayet edildiğine göre: Mekke fethi günü bir adam
ayağa kalkıp;

Ya Rasûlallah! Ben, Allah sana Mekke fethini nasib ederse Beytü'l-Makdis'de Allah
için iki rek'at namaz kılmayı adadım, dedi.Hz. Peygamber (s.a):
"Burada kıl" buyurdu.

Adam sözünü tekrarladı, Hz. Peygamber yine, "Burada kıl" buyurdu. Sonra adam
sözünü bir daha tekrarladı. Bu sefer Rasûlullah:

"Öyleyse sen bilirsin (burada kılmak istemiyorsan Beytü'l-Makdis'de kıl)"buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisin bir benzeri Abdurrahman b. Avf tarafından Rasûlullah

[İM

(s.a)'dan rivayet edilmiştir.
Açıklama

Beytü'l-Makdis, Kudüs şehrindeki Mescid-i Aksâ'dır.

Hadis-i Şerif; belirli bir yerde namaz kılmayı adayan kişinin başka bir yerde namaz



kılmasıyla adağının yerine gelmiş olacağını göstermektedir. Avnu'l-Ma'bûd sahibi; bu
cevazı, adayanın bulunduğu yerin namaz kılmayı adadığı yerden daha efdal olması
kaydı ile kayıtlamıştır. Ancak bu, âlimlerin üzerinde ittifak ettiği bir nokta değildir.
Hanefî mezhebinde, Züfer'in dışındaki âlimlere göre; bir yer tayin edilerek yapılan
nezirlerde, anılan yere itibar şart değildir. Kişi istediği yerde adağını yerine getirebilir.
Bedâiu's-Sanâi'de şöyle denilmektedir: "Eğer şart, falan yerde namaz kılmak veya
falan şehirdeki fakirlere şu kadar sadaka vermek borcum olsun şeklinde bir yer ile
kayıtlı ise, üç imamımıza göre bu adağın başka bir yerde eda edilmesi caizdir. Züfer'e
göre ise bu adak, sadece şart koşulan yerde eda edilebilir."

Merâkı'l-Felâh'm şu ifadeleri ise, daha müşahhas ve konumuzu izahda daha açıktır:
"Biz, zaman, yer, para ve fakir tayinini hükümsüz saydık. Meselâ, Şaban ayı için
adanan orucun yerine Receb orucu kâfidir. Mekke'de veya Mescid-i Nebevi' de, ya da
Mescid-i Aksa' da kılınmak üzere adanan bir namaz Mısır'da kılmsa yeterlidir. Çünkü
edanın sıhhati, yer itibariyle değil, ibadet itibariyledir."

Şâfıîlere göre; Mescid-i Haram'da namaz kılmayı adayan kimse bu adağını ancak
orada eda edebilir. Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa konusunda ihtilâf vardır. İmam
Nevevî,Minhâc adındaki eserinde; "Zahir olan Mescid-i Haram gibi, onların da adakta
tayin edilmesidir" der.

Şerbinî'nin Muğni'l-Muhtâc' daki ifadesine göre; bir kimse Mescid-i Ne-bevî veya
Mescid-i Aksa'da namaz kılmayı adaşa ve Mescid-i Haram'da bu namazı kılsa
yeterlidir. Adağı edada Mescid-i Nebevi Mescid-i Aksa'nm yerine kaimdir. Ama
Mescid-i Aksa, Mescid-i Nebevî'nin yerini tutmaz. Yani Mescid-i Aksa'da namaz
kılmayı adayan bu namazını Mescid-i Nebevî'de kılabilir; fakat Mescid-i Nebevî'de
namaz kılmayı adayan Mescid-i Aksa'da kılamaz.

Sahih-i Müslim ve Ahmed b. Hanbel'in MüsnecTindeki şu hadis yukarıdaki ifadeleri
takviye etmektedir:

İbn Abbas'dan rivayet edildiğine göre; bir kadın hastalanmış ve, "Allah bana şifa
verirse gidip Mescid-i Aksa'da namaz kılacağım." diye adakta bulunmuş. Neticede iyi
olmuş. Sonra, Kudüs'e gitmek üzere hazırlanıp Mey-mûne (r.anha)'ye gelmiş. Selâm
verip durumunu anlatmış. Bunun üzerine Meymûne (r.anha): "Otur ve Rasûlullah'm
mescidinde namazını kıl. Çünkü ben Hz. Peygamber' in; "Buradaki bir namaz Mescid-i
Haram'm dışındaki mescidlerde kılman bin namazdan daha üstündür" buyurduğunu
duy-dum" demiştir.

3309 numarada gelecek olan hadiste, "büvâne" denilen yerde kurban kesmeyi adayan
kişiye, Hz. Peygamber'in; "Adağını yerine getir" buyurduğu beyan edilmektedir. Bu,
üzerinde durduğumuz hadisle, işaret edilen bu hadis arasında bir çelişki olduğunu
göstermez. Çünkü Hz. Peygamber'in kendisine soru soran şahsa verdiği cevap şart
koşulan yerde de adağın ifa edilmesinin caiz olduğunu gösterir. Yani nezrin şart
koşulan yerde edası vacip değil, caizdir. Zaten üzerinde durduğumuz hadisin sonunda

£199]

da Hz. Peygamber: "Öyleyse sen bilirsin" buyurarak bu cevaza işaret etmiştir.

3306... Abdurrahman b. Avf bu (yukarıdaki) haberi Hz.Peygam-ber'in ashabından bazı
şahıslardan rivayet etmiştir. Ravi, Hz. Peygam-ber'in şöyle buyurduğunu eklemiştir:
"Muhammed'i hak ile gönderen (Allah)'a yemin ederim ki, eğer sen şurada namazını
kılsaydm Beyt-i Makdis'te namaz kılmanın yerine kâfi gelirdi." Ebû Dâvûd dedi ki:
Bu hadisi; el-Ensarî, İbn Cüreyc'den rivayet edip, Cafer b. Ömer demiştir. Cafer b.



Ömer de (Hafs b. Amr'm yerine) Amr b. Hayye der. Amr b. Hayye de bunu kendisine,
Abdurrahman b. Avf ve Hz. Peygamber'in ashabından bazı adamların haber
r2001

verdiklerini söyler.
Açıklama

Bu rivayet, yukarıdaki hadisin biraz farklı bir şeklidir. Şevkânî, bu rivayetin çeşitli
yollardan geldiğini ve bu yollardan bir kısmının sika olduğunu, sahabenin meçhul
olmasının hadise zarar vermediğini söyler.

I20O

Ebû Dâvûd, hadisin sonunda, öncekinden farklı bir isnada işaret etmektedir.
21. Kişinin Sahip Olmadığı Bir Şeyi Nezretmesi

3307... tmrân b. Husayn (r.a)'dan rivayet edildi. Dedi ki: Adbâ, Benî Akıl kabilesinden
bir adamındı ve hacıları (n develerini) geçenlerdendi. Adam (devesiyle birlikte) esir
edilip bağlı olarak Hz. Peygamber'e getirildi. Hz. Peygamber (s. a); üstünde kadife olan
bir eşeğin sırtında idi. Adam:

Ya Muhammedi Beni ve hacıları geçen (bu devey)i niçin tutuyorsun? dedi.
Hz. Peygamber:

"Seni, müttefiklerin olan Sakif in suçundan dolayı tutuyorum" buyurdu.
Sakîfliler, Hz. Peygamberdin ashabından iki kişiyi esir etmişlerdi.
Akıl kabilesinden olan adam, söylediği sözler içerisinde "Ben de müslümanım -veya

r2021

ben de müslüman oldum" dedi.

Hz. Peygamber (s. a) geçip gidince -Ebû Dâvûd, "Bu sözü Mu-hammed b. İsa'dan
öğrendim" dedi-; Adam:

Ya Muhammedi Ya Muhammedi diye bağırdı. Rasûlullâh (s. a), merhametli (nazik)
idi. Adama dönüp;
"Ne istiyorsun?" dedi.
Ben müslümanım.

"Eğer sen bunu kendi işine malikken (esir edilmeden önce) söyleseydin tam manasıyla
kurtulurdun."

Ebû Dâvûd; "Sonra Süleyman'ın hadisine döndüm." dedi-: Adam:
Ya Muhammedi Ben açım, beni doyur. Ben susuzum, beni sula. Rasûlullâh:

[2031

"Senin ihtiyacın bu -veya bu onun ihtiyacıdır- (isteğini yapın)" buyurdu.

Sonra adam (Sakîflilerdeki) iki kişiye mukabil fidye olarak verildi. Adbâ'yı ise, Hz.

Peygamber binmek için alıkoydu.

Müşrikler, Medinelilerin otlaktaki hayvanlarına baskın yaptılar ve Adbâ'yı da
götürdüler. Onu götürdüklerinde müslümanlardan bir kadını da esir etmişlerdi. Onlar
geceleyin develerini avlularında çök-türürlerdi. Bir gece hepsi uyudular, kattın kalktı.
Elini hangi deveye dokundursa, deve böğürüyordu. Nihayet Adbâ'mn yanma geldi. O
itaatkâr, binilmeye alışık bir devenin yanma gelmişti. Hemen ona bindi, sonra; eğer
Allah kendisini kurtarırsa onu mutlaka boğazlamayı adadı.

Kadın Medine'ye gelince, devenin Hz. Peygamber'in devesi olduğu anlaşıldı ve



Rasûlullâh bundan haberdar edildi. Bunun üzerine Rasûlullâh haber saldı, kadın

getirildi. Kendisine kadının adağı bildirildi.

Efendimiz:

"Ona ne de kötü ceza vermişsin -veya ona ne de kötü ceza vermiş-; eğer Allah onu
bunun üzerinde kurtarırsa onu mutlaka boğazlayacakmış! Allah'a isyan konusundaki
ve insanoğlunun sahibi olmadığı şeydeki nezre vefa olmaz" buyurdu.

f2041

Ebû Dâvûd: "Esir edilen bu kadın, Ebû Zerr'in karışıdır" dedi.
Açıklama

Adbâ; Hz. Peygamber'in devesinin adıdır. Son derece cins, süratli bir deve idi. Hadis
metnindeki; "hacıları (n develerini) geçen" sözünden maksat da budur.
Metinden anlaşıldığı gibi, bu deve önceleri Benî Akıl kabilesinden birisine aitti. Sonra
Hz. Peygamber ona ganimet olarak sahip oldu.

Oldukça uzun olan bu hadisin içerisinde, zihne takılan, açı klan il m ası gereken bazı
konular var. Önce bunları gözden geçirip bilâhere ihtiva ettiği ahkâma geçelim.

1- Hz. Peygamber (s. a) Benî Akıl kabilesine mensup olan adamı yakalayınca, adam
yakalanış sebebini sormuş; Efendimiz de, "Senin müttefiklerin olan Sakîfin suçu
sebebiyle" karşılığını vermiştir. Çünkü hadiste de belirtildiği gibi Sakîfliler,
müslümanlardan iki kişiyi esir etmişlerdi. Şerhlerde bu müslümanlarm isimlerine ait
bir kayda rastlanılmamaktadir.

Burada insanın aklına, birisinin suçu yüzünden Hz. Peygamber başka birisini niçin
yakalamıştır? şeklinde bir soru gelebilir. Bu mukadder soruya üç türlü cevap
verilmiştir:

a) Sakîfliler; Benî Akîl kabilesi ile, müslümanlara ve müttefiklerinden birine
saldırmayacaklarına dair anlaşma yapmışlardı. Fakat Benî AkîFin müttefiki olan
Sakîf, müslümanları esir etti ve Benî Akîl buna ses çıkarmadı. Sakîflilerin suçları
yüzünden muaheze edildiler.

b) Yakalanan adam kâfirdi ve kendisine emân da verilmiş değildi. Bu durumda olan
birisinin yakalanması, esir edilmesi, hatta öldürülmesi caizdir. Böyle birinin kendi
suçundan dolayı muahezesi caiz olunca, kendisi gibi olan başka birinin suçundan
dolayı muaheze edilmesi de caizdir.

Hattâbî, bu izahın îmam Şafii'den nakledildiğini söyler.

c) Hz. Peygamber'in sözünde gizli bir mana vardır. Rasûlullâh (s.a); "Seni müttefikiniz
olan Sakîflilerin esir ettikleri müslümanlara mukabil fidye olarak vermek üzere
yakaladık." demek istemiştir.

2- Esir edilen adamın, müslüman olduğunu söylemesinden sonra Hz. Peygamber;
"Eğer bunu yetki elinde iken söyleseydin şimdi tam manasıyla kurtulurdun" karşılığını
vermiştir.

Fethu'l-Vedûd'da söz, "Eğer o şahıs esir edilmeden önce müslümanlığmı haber
verseydi hür bir müslüman olurdu. Ama yakalandıktan sonra müslüman olduğunu
söyleyince köle bir müslüman oldu" şeklinde açıklanmıştır. Nevevî de bu konuyu
şöyle izah eder:

"Eğer sen müslüman olduğunu, esir edilmeden önce söyleseydin, tam olarak
kurtulurdun. Çünkü o zaman senin esir edilmen caiz olmazdı. Sen de İslâm ile
esaretten selâmetle ve malından faydalanmak suretiyle feyz bulurdun. Ama esir



edildikten sonra müslüman olunca öldürülmen konusundaki muhayyerlik düşer fakat
köleleştirilmen, fidye olarak verilmen ve karşılıksız salıverilmen konusundaki
muhayyerlik devam eder."

Hattâbî ise, adamın müslüman olduğunu söylemesine rağmen serbest bırakmayıp,
fidye olarak kâfirlerin arasına geri gönderilmesini şu şekilde açıklar:
"Mümkündür ki adam müslüman olduğunu samimiyetten uzak bir hile olarak
söylemiş, Cenab-ı Allah da Rasûlullah'ı adamın bu yalanma muttali kılmıştır. Adamın;
ben açım, doyur, susuzum sula, sözlerine karşılık Rasûlullah'm; "Senin ihtiyacın işte
bu" buyurması da bunu gösterir. Ancak Ra-sûlullah'm vefatından sonra, ben
müslüman oldum diyen hiç kimseye böyle muamele edilemez. Müslümanlığı kabul
edilir. İşi Allah'a havale edilir. Çünkü vahiy kesilmiştir."

Nevevî; adamın müslümanlığmm samimi olması ihtimali gözönüne alındığında Hz.
Peygamber'in onu kâfirlerin yanma göndermesini şöyle izah etmektedir:
"Bir defa hadiste, adam müslüman olduktan ve fidye ile salıverildikten sonra dâr-i
küfre döndüğüne dair bir açıklık yok. Döndüğü farzedilse o zaman, adamm gerek
kendi gücü gerek akrabaları sayesinde dinini açığa vura çak kudrette olduğunu

[2051

söyleriz. Bu durumda olanın küfür diyarına dönmesi de caizdir."
Bazı Hükümler

1. İslâmda fidye caizdir. Müslümanların esir aldığı bir kimse sonradan müslüman
olursa, bu, ganimet sahip lerinin ondaki hakkını düşürmez. Ama, esir alınmadan önce
müslüman olmuşsa malı ganimet olmaz.

2. Kâfirler müslümanlara hücum ederler ve mallarını alırlarsa, bu mala sahip
olamazlar. Dolayısıyla, müslümanlar sonra kâfirlere galip gelip o malları geri alsalar,
bu mallar ilk sahiplerine ait olur.

Bu görüş İmam Şafiî'ye aittir. Nevevî; hadisin, İmam Şafiî ve onun gibi düşünenler
için delil olduğunu söyler.

Hanefîlere göre ise; kâfirler müslümanlarm mallarım ganimet olarak alır ve
memleketlerine götürürlerse ona sahip olurlar. Dolayısıyla tekrar müslümanlarm eline
geçse eski sahipleri hak iddia edemezler. Almak isterlerse bedelini vererek alabilirler.
Hanefîler; Ebû Zerr'in hanımının Advâ'yı Medine'ye getirdikten sonra Rasûlullah
devenin kendisine ait olduğunu ihsas ettirerek, "Kişinin sahibi olmadığı şeydeki
nezrine vefa yoktur." buyurmasını şöyle izah ederler:

"Kâfirler müslümanlara hücum edip mallarını almış fakat henüz kendi memleketlerine
götürmemişlerse, onlara sahip olamazlar. Dolayısıyla müslümanlar kâfirlere galebe
çalıp malları geri alırlarsa bu mallar ilk sahipleri-nindir.

Bu hadiste de Medine'nin hayvanlarını yağma edip götürenlerin bu malları kendi
memleketlerine soktuklarına dair bir kayıt yoktur. Hatta onların develeri,
müslümanlardan korktukları için çadırlarının hemen önüne çökertmeleri, daha yolda
olduklarını gösterir."

3. Bir kadının, mahremi olmadan yolculuğa çıkmasının yasak oluşu, zorunlu olmayan
yolculuklar içindir. Dinî bir vecibeden dolayı olan yolculuklar için değildir.

Bu izah Hattâbî'ye aittir. Hanefîler bu görüşte değildirler.

4. Bir kimse, günah olan bir şeyi yapmak için adakta bulunursa adağının gereğini
yerine getirmez.



5. Sahibi olmadığı bir şeyi sadaka olarak vermeyi veya böyle bir hayvanı kurban

f2061

etmeyi adayan kişi bu adağını yerine getirmez.
22.Vefa Gösterilmesi Emredilen Adak

3308... Amr b. Şu'ayb'm, babası vasıtasıyla dedesinden rivayet ettiğine göre:

Bir kadın Hz. Peygamber (s.a)'e gelip;"Ya Rasûlallah, ben senin huzurunda def

çalmayı adadım" dedi. Hz. Peygamber(s.a): "- Nezrini yerine getir" buyurdu. Kadın:

Ben, -cahiliye ehlinin kurban kestikleri yeri işaret ederek- şöyle şöyle bir yerde kurban

kesmeyi adadım, dedi.

Rasûlullah:

"Resim şeklindeki bir put için mi?"
Hayır.

"Heykelden bir put için mi?"
Hayır.

r2071

"Nezrini yerine getir"
Açıklama

"Resim şeklindeki bir put" diye terceme ettiğimiz "Sanem", İbnü'l-Esîr'in en-Nihâye
adındaki eserinde belirtiği ne göre; cüssesi olmayan resimden puttur. "Heykelden bir
put" diye terceme ettiğimiz "Vesen" de; herhangi bir maden, taş veya tahtadan
yapılmış, cüssesi olan insan heykeli veya benzeri putlardır. Vesen ve sanem kelimeleri
arasında bir fark olmayıp, birinin diğeri yerinde kullanıldığını söyleyenler de vardır.
Adağın tâat cinsinden olması icabettiği ve bu tip adaklara riayetin gerekli olduğu, daha
önce geçen bahislerde belirtilmişti. Yine oralarda, günah olan bir şeyi yapmak üzere
edilen nezirlere itaat edilmeyeceği ve bazı mezheplere göre bunun yerine bir yemin
keffaretinin ödenmesi gerektiği söylenmişti.

Üzerinde durduğumuz hadiste anılan kadının iki ayrı adağının olduğu görülmektedir.
Şimdi bunları teker teker ele alıp inceleyelim:

1- Hz. Peygamber (s.a)'in huzurunda def çalma tarzında olan adak:

Tirmizî'nin Menâkıb'da rivayet ettiği bir hadisten anladığımıza göre,

bu adak Hz. Peygamber'in bir savaştan dönmesi ile alâkalıdır. Orada belirtildiğine

göre, Peygamber (s. a) bir savaştan döndüğünde siyah bir cariye karşısına çıkıp; "Ya

Rasûlallah, Allah seni sağ salim getirirse senin huzurunda def çalmayı adadım"

demiştir.

İbn Hibbân'm Sahih' indeki bir rivayetinde de Hz. Peygamber'in kadına, "Eğer
adadmsa yap, ama adamadmsa yapma*' buyurduğu; kadının da "adadım" dediği ilâve
edilmektedir. Yine bu rivayette belirtildiğine göre, Hz. Peygamber oturmuş, cariye de
kalkıp def çalmıştır.

Yukarıda da ifade edildiği üzere, bu def çalmayı adama konusu Hz. Peygamber'in bir
savaştan dönmesi ile alâkalıdır. Yani Rasûlullah'm dönmesine, buna karşılık kâfirlerin
rezil olmasına sevinmenin bir nişanesidir. Bu hal def çalmayı adamaya bir tâat havası
vermektedir. Hattâbî, buna işaretle şöyle der:

"Def çalmak, adakların bağlanabileceği tâatlerden değildir. En iyi hali olsa olsa mubah



olur. Ancak Hz. Peygamber'in bir savaşından Medine'ye dönmesi, kâfirlerin
perişanlığı ve münafıkların burnunun sürtülmesi bu sevinci doğurduğu için bir çeşit
nafile ibadet olmuştur. İşte bundan olayı def çalmak mubah olmuştur."
2- Kâfirlerin kurban kestikleri bir yerde kurban kesmek ile ilgili adak:

Hz. Peygamber, bu adağın bir put için olup olmadığını sormuş; "hayır" cevabını
alınca, nezrin yerine getirilmesini emretmiştir. Bu gösteriyor ki, eğer adak meşru ise
adandığı yerin gayri meşru olması adağa mani olmaz. Ancak, bizim Bezlü'l-
Mechûd'un izahına bakarak, "Bir put için mi adadın" diye terceme ettiğimiz cümle,
Avnü'l-Ma'bûd'da; "Cahiliye insanları orada bir put için mi kurban keserlerdi?"
şeklinde izah edilmiştir. Buna göre Hz. Peygamber (s.a)„ kadının kurban kesmek
üzere adakta bulunduğu yerin kâfirlerin putları için kurban kestikleri bir yer olup
olmadığını sormuş, "hayır" mcevabmı alınca, nezrine vefa göstermesini emretmiştir.
Avnü'I-Ma'bûd'un bu izahı kâfirlerin tapındıkları, bayram yaptıkları ve putları için
kurban kestikleri yerlerle kayıtlı olan adaklara itibar edilmemesi gerektiğini gösterir.
Daha önce belirtildiği üzere, herhangi bir yerde ifa edilmek üzere yapılan nezirlerin,
denilen yerlerde yapılması âlimlerin çoğuna göre lâzım değildir. Bir kimse kâfirlerle
hiçbir alâkası olmasa bile, falan yerde kurban kesmeyi adaşa, başka bir yerde adağını
ifa edebilir. Buna göre, hadiste bahsi geçen kadının adağı haddizatında bir tâattir. Yani
nezre konu olması caizdir. Bu adağını orada yerine getirmesi için de hadiste herhangi

r2081

bir kayıt mevcut değildir.
Bazı Hükümler

1. Bir ibadete vesile olan hareketler, birer nafile ibadet hükmündedir.

2. Allah'a isyan olmayan konulardaki adaklar yerine getirilmelidir.

3. Bir adağın, kâfirlere mahsus bir yerle kayıtlanması, o adağı meşru olmaktan
çıkarmaz. Ancak bu yer kâfirlerin putları için tapındıkları bir yerse durum farklıdır.
f2091

3309... Sabit b. Dahhâk (r.a)'den rivayet edilmiştir. Der ki: Rasûlullah (s. a) zamanında
bir adam, Büvâne'de bir deve kesmeyi adadı. Hz. Peygamber'e gelip:
Ben Büvâne'de bir deve kurban etmeyi adadım, dedi.Hz. Peygamber:
"Orada cahiliye putlarından tapınılan bir put var mı?" dedi.
Sahâbîler: Hayır, dediler. Hz. Peygamber:

"Orada onların bayramlarından bir bayram var mı?" Sahâbîler: Hayır, dediler. Hz.
Peygamber, adama:

"Adağını yerine getir. Şüphesiz Allah'a isyan konusundaki ve insanoğlunun malik

mm

olmadığı şeydeki adağa vefa yoktur, "buyurdu.
Açıklama

Hz. Peygamber'e soru soran zâtın, Kerûm b. Süfyân b. Ebân veya Kerûm b. Kays b.

mn

Ebî Sâib olduğu şeklinde görüşler vardır.



Büvâne, İbnü'l-Esir'in ifadesine göre; Arap denizi taraflarında bu güne kadar Nahle
diye meşhur olmuş olan Yenbu kasabasının arka tarafında bir tepedir
Telhîs'de, Ebû Ubeyde'ye atfen; Büvâne'nin, Şam ile Diyarbakır arasında bir yer adı
olduğu söylenir. Beğavî ise , Mekke'nin aşağısında Yelem-lem yakınlarında bir yer
olduğunu söyler.

Büvâne yerine Bevâne denildiği de vakidir.

Hz. Peygamber (s. a) bu hadiste Allah'a isyanı konu edinen ve insanın sahib olmadığı
şeylerden olan adakların meşru olmadığına işaret etmiştir. Bazı âlimler bu ifadelerden,
ibadet cinsinden olmamakla beraber yapılması yasak olmayan mubah şeyleri
adamanın caiz olduğu sonucuna varmaktadırlar. Ancak bu mefhumu muhalefetle
hüküm çıkarmadır. Mefhumu muhalefet de bazı âlinilerce delil sayılmaz.
Daha önce geçen ve; "Adak ancak, kendisi ile A Han'ın rızası istenilen şeyde olur"
manasına gelen hadis, nezre konu olan şeyin ibadet cinsinden olmasını gerekli kılar.
O zaman hadisler arasında bir çelişki sözkonusu olmaktadır. Zahirde görülen bu
çelişki iki yolla giderilebilir:

1- Üzerinde durduğumuz hadiste Hz. Peygamber'in yapılması mubah olan şeylerde
nezrin caiz olduğunu bildiren sarih bir ifadesi yoktur. Aksine, Allah'a isyan konusunda
ve kişinin sahip olmadığı şeyde nezrin olmayacağını söylemiştir. Öbür hadis ise,
ibadet cinsinden olmayan şeylerde nezrin olmadığında açıktır.

2- Bu hadisin mubah şeylerde nezrin cevazına işaret olduğu kabul edilirse, bu mubaha
mutlak manada bakılmaz. Bazı mubahlar niyetle ibadet haline gelir. Meselâ gece
ibadete kalkabilmek maksadıyla gündüz uyumak, sonucu tâat olan bir mubahtır. Yine
gündüz oruca dayanabilmek için sahur yemeği yemek, niyette tâat olan
mubahlardandır. O halde burada kastedilen mubah; ibadet kastı olan veya ibadete

12121

yardımcı olması maksadı güdülen mubahtır.

3310... Meymûne binti Kerdem'in şöyle dediği rivayet edil mistir: Hz. Peygamber'in
(veda) haccmda babamla birlikte çıktım. Ra-sûlullah (s.a)'ı gördüm. İnsanların
"Rasûlullah" dediklerini duydum. Gözümle onu takibe başladım. Babam kendisine
yaklaştı. Rasûlullah devesinin üzerinde idi. Elinde öğretmenlerin sopası gibi (ince) bir

um

sopa vardı. Bedevilerin ve insanların "Tab, tab" dediklerini duydum.

12141

Babam ona (iyice) yaklaştı, ayağını tuttu. Hz. Peygamber buna ses çıkarmadı,
durup babamı dinledi. Babam:

Ya Rasûlallah, ben bir erkek çocuğum dünyaya gelirse, Büvâne (dağı)'nin tepesinde
dik yokuşlu yollarda birkaç koyun kurban etmeyi adadım, dedi. -Abdullah b. Zeyd:
"Tam bilmiyorum ama, galiba elli koyun demişti" dedi.- Rasûlullah:
"Orada putlardan bir şey var mı?" diye sordu. Babam:
Hayır, dedi. Rasûlullah (s.a):

"Allah için adadığın şeyi yerine getir" buyurdu.Meymûne devamla şöyle dedi:
Babam koyunları toplayıp kesmeye başladı. Koyunlardan biri kurtulup kaçtı. Babam;

12151

"Ey Allah'ım, benim adağımı ödet" diyerek onu aradı. Buldu ve kesti.



Açıklama



Bu hadis, Kitabü'n-Nikah'da 2103 numarada geçmiştir. Ancakj Kerdem'in Hz.
Peygamber'in ayağını tuttuktan sonra Rasûlullah'la konuşması, buradakinden tamamen
farklı olarak takdim edilmiştir.

Bu hadisle, bir önceki hadisteki vakıanın aynı olup, rivayetlerinde bazı farklılıkların
bulunması mümkün olduğu gibi, ayrı ayrı hâdiselerle ilgili olmaları da mümkündür.
Adakta bulunan şahsın; dağ tepelerinde, sarp yokuşlarda kurban kesmeyi adaması,
adağına kuvvet kazandırmak içindir. Gerçi adaklar bir şeyin olup olmamasına tesir
etmez, Allah'ın takdirini değiştirmez. Fakat, anlaşılıyor ki adak sahibi Hz. Peygamber'i
ilk defa görmüş, onun sohbetinden istifade edememiştir. Onun için, adağın ve adağı
zorlaştırmanın takdire tesiri olmayacağını bilmiyordu. Eskiden kalma bilgisine
dayanarak, eğer yapılması zor bir şey adarsa arzusuna nail olacağını zannediyordu.
Hadis, bir yerle kayıtlı olan adakların eğer o yerlerde tevhide aykırı bir şey yoksa
oralarda eda edileceğine delil gösterilir. Hattâbî şöyle der:

"Hadis; Mekke'de veya başka bir yerde, yemek yedirmeyi ya da kurban kesmeyi
adayan kişinin, bu adağını başka yerlerin fakirlerine ifa etmesinin caiz olmadığına
delildir. Bu görüş Şafiî mezhebine göredir. Şafiî'den başkaları bu adağın başka
yerlerde de eda edilebileceğini söylerler."

Hadisin, Hattâbî'nin anladığı manaya delâlet etmesi mümkündür. Ama bu kesin
değildir. Çünkü Hz. Peygamber, bir defa kurbanların orada kesilmesinin şart olduğunu
söylememiştir. Ayrıca "Orada putlardan bir şey var mı?" diye sorarken, kurbanın
kesilip kesilemeyeceğini değil de adağın sahih olup olmadığını aramış olabilir. Çünkü
eğer orada put varsa adağın eski alışkanlıklara binaen, Allah rızasından başka bir şey
için olması tehlikesi mevzubahistir. Nitekim Ahmed b. Hanbel ve Beğavî'nin
rivayetlerinde İbni Kerdem'in; "Ben cahiliye devrinde iken Büvâne'nin tepesinde

[2161

birkaç koyun kesmeyi adadım..." dediği belirtilmektedir.

3311... Artır b. Şu'ayb, Meymûne binti Kerdem b. Süfyân kanalıyla babası
Kerdem'den, önceki hadisin benzerini rivayet etmiştir. Bu rivayet Öbüründen biraz
muhtasardır.

(Bu rivayete göre) Hz. Peygamber (s. a):

"Orada put veya cahiliye bayramlarından bir bayram var mı?" dedi.
Kerdem:

Hayır, dedi. (Kerdem der ki):

Benim şu annemin yürüme adağı borcu var, onu ödeyeyim mi? İbn Beşşâr bazan, "onu
ödeyelim mi?" derdi- dedim; (Rasûlullah:)

mu

"Evet" buyurdu.
Açıklama

12181

Hadis yukarıdaki hadisin tarkiı bir rivayetidir.
(İzahı)
gerektirecek bir şey yoktur.



23. (Tüm) Malını Sadaka Olarak Vermeyi Adayan Kimse Hakkındaki Hadisler



3312... Kâ'b b. Mâlik'den rivayet edilmiştir,, şöyle demiştir: Rasûlullah'a:
Yâ Rasûlallah! Şüphesiz Allah ve Rasûlü için sadaka olarak malımdan soyulmam
(malımın tümünü sadaka olarak vermem) benim tev-bem (in kemalin) dendir, dedim.
Rasûluliah (s. a):

"Malının bir kısmını kendine alakoy, bu senin için daha hayırlıdır." buyurdu.
Kâ'b demiştir ki:

[219]

Ben de; Hayber'deki sehmimi kendime alıkoyuyorum, dedim.
Açıklama

Hadisin zahirî manasının babın mevzuu ile pek bir münasebeti yok gibidir. Çünkü bab,
malının tamamını dağıtmayı adamakla ilgilidir. Hadiste ise, Kâ'b (r.a)'m malını
tasadduk etmeyi adadığına dair bir kayıt mevcut değildir. Hatta Hz. Kâ'b'm tevbenin
kemali için malını dağıtmak istediği ve bunu Rasûlullah'a danıştığı açıkça ifade
edilmektedir.

Sarihler, hadisin başlık ile münasebetini bir takdir yaparak izah ederler. Buna göre
babın manası; "Bir günahtan dolayı tevbe eden kişi malının hepsini sadaka olarak
verse veya malının tümünü tasadduk etmeyi adaşa bu adağı geçerli midir?" şeklinde
olmalıdır.

Kâ'b b. Mâlik, Tebük seferine iştirak etmeyip bundan dolayı Allah'a tevbe eden ve
tevbesi kabul edilen üç kişiden birisidir. Bu hadiste konu edilen tevbe işte bu tevbedir.
Yani Kâ'b; sefere iştirak etmemesinden dolayı ettiği tevbeye, malını fukaraya
dağıtmayı da eklemek istemiştir.

Hadiste Hz. Peygamber (s.a)'in, kendisine soru soran Kâ'b'a; malının bir kısmını
kendisi için alıkoymasını emrettiğini görüyoruz. Bu durumda olan bir kimsenin
alıkoyacağı malın oranı ve böyle bir adağın hükmü gibi konularda, âlimlerin farklı
görüşleri vardır. Bu babdaki hadislerin hepsi aşağı yukarı aynı manayı ifade ettikleri
ve bazılarında konuya açıklık getirecek kayıtlar bulunduğu için biz bu görüşleri babın
sonuna almayı uygun bulduk.

Bilindiği gibi, Hz. Peygamber (s. a); Hz. Ebü Bekir'in malının tamamını Allah yolunda
sarfetme yolundaki arzusuna karşı çıkmamıştır, Bezlü'l-Mechûd sahibi, Ebû Bekir ile
Kâ'b'a yapılan muamelelerin farklılığını, onların mertebelerindeki farklılığa
\220~]

hamletmiştir.

3313... Kâ'b b,. Mâlik'in oğlu Abdullah'ın babasından rivayetine göre;
Kâ'b, tevbesi kabul edilince, Rasûluliah (s.a)'a:
Ben malımdan soyulacağım... (malımın hepsini dağıtacağım), dedi.
Ravi Ahmed b. Salih (bundan sonra), "O senin için daha hayırlıdır" sözüne kadar,

[2211

önceki hadisin benzerini söyledi.

3314... Kâ'b b. Mâlik'den rivayet edildiğine göre;

O veya Ebû Lübâbe ya da Allah'ın dilediği birisi, Hz. Peygamber (s.a)'e:

İçerisinde günaha girdiğim, kavmimin bu yurdunu terketmek ve malımın tümünden

sadaka olarak soyulmak benim tevbemdendir, dedi.Hz. Peygamber (s. a):



T2221

"Üçte birini vermen yeter" buyurdu.



Açıklama

Bu rivayette Hz. Peygamber (s.a)'e gelip, malının tümünü tev-besinin kemali için
sadaka olarak dağıtmayı istediğini söyleyen zâtın kim olduğunda şüpheye
düşülmüştür. Anılan şahsın Kâ'b b. Mâlik olabileceği gibi Ebû Lübâbe veya bir
başkasının da olabileceğine de işaret edilmektedir.

Ebû Lübâbe de, Kâ'b b. Mâlik gibi, Tebük seferine iştirak etmeyip tevbe eden ve
tevbesi kabul edilenlerdendir. İbn Abdilberr'in el-İstîâb fi Ma'rifeti'I-Ashâb adındaki
eserinde naklettiğine göre; Ebû Lübâbe, Tebük seferine gitmemiş, sonra kendisini bir
direğe bağlayıp, Allah tevbesini kabul edinceye kadar çözmemeye, hiçbir şey yiyip
içmemeye yemin etmişti. Bir hafta bir şey yiyip içmeden kalıp bayılmış, sonunda
kendisine tevbesinin kabul edildiği haber verilmiş fakat o, "Bu sefer de Rasûlullah
gelip çözünceye kadar kendisini çözmemeye yemin etmiş", nihayet Hz. Peygamber
gelerek onu eli ile çözmüştür. Bunun üzerine Ebû Lübâbe: "Ya Rasûlallah! İçerisinde
günaha girdiğim kavmimin evini terketmek ve bütün malımdan, Allah ve Ra-sûlü için
soyulmak da benim tevbemdendir" demiş, cevap olarak Hz. Peygamber (s. a): "Üçte
biri yeter, ya Ebâ Lübâbe" karşılığını vermiştir.

Görüldüğü gibi, İbn Abdilberr, bahsetmekte olduğumuz hadisteki sa-ıâbînin Ebû
Lübâbe olduğunu belirtmektedir. İmam Mâlikin Muvatta'm-ia da Ebû Lübâbe'nin adı
geçmektedir.

Muvatta'm rivayeti şu şekildedir:

İbn Şihâb'a haber verildi ki Ebû Lübâbe b. Abdilmünzir, tevbesi kabul edildiğinde:
Ya Rasûlallah, içerisinde günaha girdiğim kavmimin yurdunu terke-lip sana komşu
olayım mı? Allah ve Rasûlü için sadaka olarak malımdan ;oyulayım mı? dedi.Hz.
Peygamber (s.a):

"Bunun yerine, üçte biri yeter" buyurdu.

İmam Mâlik, yukarıdaki hadisi naklettiği babın sonunda Ebû Lübâbe'-ıin hadisine
istinad ederek; malının tümünü Allah yolunda harcamayı ada-'inm, malının üçte birini

[2231

dağıtmasının yeterli olduğunu söyler.

3315... Ma'mer, Zührî'den; Kâ'b b. Mâlik'in oğlunun şöyle deliğini nakleder:
Ebû Lübâbe...

Ravi önceki rivayeti mana olarak zikretti. Hâdise Ebû Lübâbe'-e aittir.
Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadisi, Yunus, İbn Şihâb'dan, o da Sâib b. EbîLübâbe oğul-ırmın birinden rivayet
etti.

Zebîdî de, Zührî vasıtasıyla Hüseyn b. Sâib b. Ebî Lübâbe'den ir benzerini rivayet
T2241

etmiştir.
Açıklama

Önceki rivayetlerde, malının tümünü sadaka olarak vermek hâdisesi, Kâ'b b. Mâlik'e



isnad edilmekte idi. Burada ise hadisenin kahramanı olarak Ebû Lübâbe anılmaktadır.

[225]

Musannif, işte buna işaret etmek için bu rivayeti nakletmiştir.
3316... Kâ'b b. Mâlik'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Ya Rasûlallah! Şüphesiz malımın tümünü Allah ve Rasûlü'ne sadaka olarak çıkarmam,

benim Allah'a tevbemdendir, dedim.. Hz. Peygamber:

"Hayır" buyurdu.

Yarısını, dedim. "Hayır" buyurdu.

Üçte birini, dedim.

"Evet" karşılığını verdi. Ben de;

r2261

Hayber'deki sehmimi alıkoyacağım, dedim.
Açıklama

Görüldüğü gibi, bu rivayet, öncekilerden biraz daha farklıdır. Bunda fazla olarak; Kâ'b
b. Mâlik'in, önce malının tümünü sadaka olarak vermek istediğini, Rasûlullah kabul
etmeyince yarısını; yine kabul etmeyince, üçte birini vermeyi istediğini ve
Efendimiz'in de bunu uygun bulduğunu görmekteyiz. Zaten hadisin değişik
rivayetlerinin tekrar tekrar verilmesi, rivayetler arasındaki bu farklara işaret içindir.
Bu babdaki rivayetlerin tümünden, malının tamamını Allah yolunda sadaka olarak
vermeyi adamanın caiz olduğu anlaşılmaktadır. İbn Rüşd, bu konuda âlimlerin ittifak
halinde olduklarım söyler ve bu hükmün; nezirlerin bir şarta hağholmadan mutlak
olması haline ait olduğunu kaydeder. Nezrin, "Şu işi yaparsam, şu adağım olsun" gibi
bir şarta bağlı olması halinde;

Şafiî'ye göre bu nezre riayetin gerekli olmadığını, ancak sahibine yemin kef-fareti
gerektiğini de belirtir.

Malının tümünü Allah yolunda sarfetmeyi adayan kişinin, bu adağım nasıl eda edeceği
konusunda âlimler oldukça farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Fethu'l-Bârî ve Neylü'l-
Evtâr'da bu konuda on ayrı görüş olduğu kaydedilir. Avnu'l-Ma'bûd, el-Muğnî ve
Bidâyetu'l-Müctehid'de de işaret edilen bu görüşlerden, günümüzde mensubu bulunan
mezhep imamlarına ait olanları şöyledir:

İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre; böyle bir adakta bulunan kişi malının üçte
birini sadaka olarak verir.

İmam Şafiî'ye göre; malının tamamını verir. İbrahim en-Nehaî de İmam Şafiî ile aynı
görüştedir. Bu hüküm, nezrin teberrur yemini olması ile ilgilidir. Lücâc ve öfke
halinde edilen nezirde, isterse yemin keffareti de verebilir.

Teberrur nezri; mutlak veya bir menfaatin temini ya da bir zararın defi şartına
bağlanan nezirdir. Lücâc ise, husumet ve öfke halinde yapılan nezirdir. İnat nezri
demektir. Meselâ, birisiyle konuşmak istemeyenin, "Falanla konuşursam bir hacc
nezrim olsun" demesi gibi.

İmam A'zam Ebû Hanîfe'ye göre; zekâta tabi olan mallarının tümünü verir. Nezreden;
nezrini, olmasını arzu etmediği bir şarta bağlarsa İmam A'-zam'dan bi: görüşe göre, bu
şartın tahakkuku dışında yemin keffareti gerekir. İmam Muhammed de aynı
görüştedir.

Neylü'l-Evtâr'da, sahibine işaret edilmeden şöyle bir söz nakledilir:



"Denildi ki, malın tümünü sadaka olarak vermek, duruma göre değişir: Güçlü olan,
buna sabredeceği bilinen kişiye mani olunmaz. Malını dağıtmasına izin verilir. Hz.

r2271

Ebû Bekir'in yaptığı bu şekilde mütalaa edilir..."
Bazı Hükümler

1. Bir kimsenin, malının tümünü sadaka vermek üzere adakta bulunması caizdir.

2. Bu durumda olan kişi kendisi için bir miktar mal bırakır.

r2281

3. Günahından tevbe eden kişinin, tevbesini sadaka ile güçlendirmesi meşrudur.
24. Ölünün Adağını Onun Namına İfa Etmek

3317... İbn Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildi ki: Sa'd b. Ubâde (r.a), Rasûlullah
(s.a)'tan fetva sorup;

Şüphesiz annem ödemediği bir nezir borcu olduğu halde öldü (ne yapayım?) dedi. Hz.
Peygamber (s.a):

r2291

Onun yerine sen öde" buyurdu.
Açıklama

Bezlü'l-Mechûd'un ta'likmda, Evcez ve Feth'den naklen, İbn Abbas'm mezkûr kıssaya
şahit olmadığı, dolayısıyla bu hadisin sahâbî mürsellerinden olduğu ifade
edilmektedir.

Hadisin tahricinde görülebileceği gibi, bu hadis Kütüb-i Sitte'nin tamamında

mevcuttur. Ebû Davud'un rivayeti, ifade olarak diğerlerinden biraz farklıdır.

Buharî'nin Kitabü'l-Eymân'daki rivayetinin sonunda ravilerden birisi; "Bundan sonra

da (ölenin nezrini ödeme) sünnet halini aldı" demektedir.

Kadılyaz; "Görünen, onun nezri ya maldı, ya da mutlaktı" demektedir.

Askalânî, bu ilâveyi; Şu'ayb'm Zührî'den yaptığı rivayetin dışında hiçbir rivayette

görmediğini söyler.

Hadiste anılan, Sa'd'ın annesinin adı, Amra'dır. Kadının babasının adının ise Mes'ud
mu yoksa Sa'd mı olduğunda iki farklı görüş vardır.

Sa'd b. Ubâde'nin annesinin adağının ne olduğu konusunda kesin bir görüş mevcud
değildir. Bu meseleye ışık tutan haberler birbirleri ile çelişki arzetmektedir. Bu
eserlerde kadının adağının; oruç, köle azad etmek ve sadaka olduğuna dair kayıtlar yer
almaktadır.

Askalânî, Fethu' 1 -Bârî'de konu ile ilgili farklı haberleri verdikten ve Kadı Iyaz'in
yukarıdaki sözüne işaret ettikten sonra; "Bence, o adak Sa'd'e göre muayyendi"
r2301

demektedir.

Hadis-İ şerif, ölünün borçlarının ödenmesinin gerekli olduğuna delildir. Ancak borcun
çeşidi ve cinsine göre âlimler arasında farklı görüşler vardır:

Eğer borç, kullara ait malî bir borçsa, ölünün terekesinden bu borç ödenir. Bu konuda
her hangi bir ihtilâf bilinmemektedir.



Borç adaktan dolayı ise,bu adak ya malîdir ya da bedenîdir. Adak da, ya öldüğü
zamanki hastalığı esnasında olmuştur, ya da önce olmuştur.

1- a) Eğer adak mâlî ise ve ölümü anındaki hastalığından önce olmuş ise;

Şâfıîlere göre; ölen vasiyyet etmemiş olsa bile bıraktığı terekeden ödenir. Miktarının

az veya çok olmasına bakılmaz.

Askalânî, bu görüşün cumhura ait olduğunu söyler.

Hanefî ve Mâlikîlere göre; ölen nezir borcunun ödenmesini vasiyet etmişse, o takdirde
vârisler bunu ödemek zorundadırlar. Aksi halde böyle bir mecburiyetleri yoktur.
Bunda vasiyet şart olduğuna göre terekenin üçte birini geçerse vârisler fazlasını
ödemek mecburiyetinde değildirler. Bu görüş sahipleri Hz. Peygamber'in Sa'd'e;
"Onun yerine sen öde" buyurmasmdaki emri, nedbe hamletmişlerdir.
b) Adak, ölenin ölüm hastalığında olmuş ise; Şâfiîlere göre de bu adak malın üçte
birinden olmalıdır. Ölen, malî olan adağının ödenebileceği kadar mal bırakmamışsa
vârislerin bunu ödeme mecburiyetleri yoktur. Ancak ödemeleri müstehaptır. Bu
konuda dört mezhep müttefiktir.

2- Adak bedenî ibadetlerle ilgili ise; genelde prensip olarak bu adak başkası tarafından
eda edilemez. Çünkü bedenî ibadetlerde niyabet caiz değildir. Hz. Peygamber (s. a),
Nesâî'nin rivayet ettiği bir hadiste; "Kimse kimsenin yerine namaz kılamaz ve kimse
kimsenin yerine oruç tutamaz." buyurmuştur.

İmam Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve İmam Şafiî'nin bir görüşü bu istikamettedir.
Ahmed b. Hanbel'e ve İmam Şafiî'nin diğer bir görüşüne göre ise, oruçta niyabet
caizdir. Yani bir kimse oruç tutmayı adaşa ve ödemeden ölse, onun yerine bir başkası
tutabilir. Hanefî ve Mâlikîlerle, Şafiî'nin bir görüşüne göre; oruçta niyabet olmaz.
Ancak orucun yerine fakir doyurulur.

1231]

Haccda ise ittifakla niyabet caizdir. Bir kimse başkasının yerine hacc edebilir.
Bazı Hükümler

Vârisler, murislerinin adayıp da ödemeden öldükleri mal ile ilgili nezir borçlarım;
terekesi varsa mecburen öderler. Ancak bunun için vasiyetin gerekli olup olmadığında
âlimlerin ihtilâfı vardır.

Ölen kimse, miras olarak bir şey bırakmamışsa; ister vasiyet etsin ister etmesin,
vârisler bunu kendi mallarından ödemek zorunda değildirler. Ödemeleri ise
f2321

müstehaptır.

3318... İbn Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre;

Bir kadın gemiye bindi ve Allah kendisini kurtarırsa (sahile çıkarırsa) bir ay oruç
tutmayı adadı. Allah onu kurtardı, fakat kadın orucu tutmadan Öldü. Kızı -veya kız
f2331

kardeşi- Rasûlullah'a geldi, (meseleyi sordu). Hz. Peygamber de kendisine; onun

12341

(ölenin) yerine oruç tutmasını emretti.



Açıklama



Tercemeye "Gemiye bindi" diye geçtiğimiz cümlesinde mecazî bir ifade
kullanılmıştır. Bu, mahallin zikredilip hallin murad edilmesi kabilindendir. Çünkü,
"deniz" demektir; ama burada "deniz" değil, denizdeki gemi kastedilmiştir. Bu kabil
kullanışlara Arap edebiyatında çok rastlanır.

Hadiste sözkonusu edilen kadın ve kızının kimler olduklarına ait bir kayda
rastlayamadık.

Hadisin zahiri, bir başkasının yerine oruç tutmanın, dolayısıyla ölenin adadığı orucun
başkası tarafından tutulmasının caiz olduğuna delâlet etmektedir. Oysa yukarıdaki
hadisin izahında belirtildiği gibi; âlimlerin çoğuna göre bu caiz değildir. Çünkü oruç
bedenî bir ibadettir ve bedenî ibadetlerde niyabet cari değildir. Üstelik Hz.
Peygamber'in bunu sarahaten nehyettiğini bildiren hadis vardır.
Avnü'l-Ma'bûd sahibi; bu görüşte olanların, üzerinde durduğumuz hadiste emredilen
orucu fidye vermek şeklinde te'vil ettiklerini söyler. Yani Hz. Peygamber (s. a),
kendisine gelen kadına; "Onun yerine sen tut" buyurduğunda, o orucun fidyesini
vermesini kasdetmiştir.

Şevkânî, hadisin; ölenin borcu olan herhangi bir orucu onun velisinin tutabileceğine
delâlet ettiğini söyler. Şevkânî'nin bildirdiğine göre hadis âlimleri bu görüştedir.
Ahmed b. Hanbel'in ve Şafiî'nin bir görüşüne göre başkasının yerine oruç tutabileceği
yukarıda geçmiştir.

Birisinin borcu olan orucu, velisi ya da başka birinin tutup tutamayacağına dair daha
geniş malumat Kitabü's-Savm'm 41. babında 2400 ve 2401 numaralı hadislerde

12351

geçmiştir.

3319... Abdullah b. Büreyde'nin, babası Büreyde'den rivayet ettiğine göre;
Bir kadın, Rasûlullah (s.a)'a gelip:

Ben anneme bir genç cariye vermiştim. Annem öldü ve bu cariyeyi miras olarak

bıraktı, dedi.

Hz. Peygamber (s.a):

"Sen sevabını aldın ve o miras olarak sana geri döndü" buyurdu. Kadın:

Ama annem bir ay oruç borcu olduğu halde öldü, dedi. Ravi (Ahmed b. Yunus),

(bundan önceki) Amr b. Avn hadisinin

benzerini zikretti. (Hz. Peygamber'in, kadına annesinin orucunu ödemesini emrettiğini
12361

söyledi.)
Açıklama

Bu hadis, Kitabü'z-Zekât'da 1656 numarada ve Kitabü'l-Vesaya da 2877 numarada
T2371

geçmiştir.

Oruç Borcu Olduğu Halde Ölen Birinin Orûcunu Velisinin Tutacağına Dair
[2381

Gelen Hadisler



3320... îbn Abbas (r.anhuma)'dan rivayet edildi ki: Bir kadın Hz. Peygamber (s.a)'e



gelip, (ölü olan) annesinin bir ay oruç borcu olduğunu söyledi ve;
Onun yerine ben ödeyeyim mi? dedi. Hz. Peygamber (s. a):
"Annenin birisine borcu olsa öder miydin?" dedi.
Evet.

T2391

"Allah'ın borcu ödenmeye daha müstehaktır" buyurdu."

3321... Aişe (r.anha)'dan, Hz. Peygamber (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Oruç borcu olduğu halde ölen kimsenin orurcunu onun yerine velisi (en yakın
r2401

akrabası) tutar."
Açıklama

Bu hadislerin zahiri, oruç borcu olduğu halde ölen kimsenin bu borcunun yakın
akrabası tararımdan ödeneceğine delâlet etmektedir. Ayrıca hadis; bir kimsenin başka
birisinin yerine oruç tutabileceğine de delildir. Ancak konu âlimler arasında
ihtilaflıdır. Bundan önce geçen babda âlimlerin farklı görüşleri aktarılmıştır.
Hz. Aişe'den rivayet edilen ikinci hadis Kitabü's-Savm'da 2400 numarada da

1241]

geçmiştir. Orada da kojıu ile ilgili malumat verilmiştir.
25. Gücünün Yetmeyeceği Bir Adağı Adamak

3322... İbn Abbas (r.anhüma)'dan; Rasûlullah'm şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Bir kimse adım anmadan bir adakta bulunsa onun keffareti yemin keffaretidir. Günah
olan bir şeyi nezredenin nezrinin keffareti yemin keffaretidir. Gücünün yetmeyeceği
bir adağı adayanın keffareti de yemin keffaretidir. [Gücünün yettiği bir adağı adayan

f2421

kişi adağını yerine getirsin.]
Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadisi, VekV ve başkaları Abdullah b. Satd'fb. Ebi'l-Hind]den, İbn Abbas'a

[243]

mevkuf olarak rivayet etmişlerdir.
Açıklama

İbn Mâce'nin rivayetinde, hadisin, günah işlemeyi adamakla ilgili bölümü yoktur.

Bu hadis, Avnu'l-Ma'bûd ve Bezlü'l-Mechûd'da, Kitabu'l-Eymân ve'n-Nüzûr'un en

sonunda yer almıştır.

Hadis-i şerifte, izahı gerektirecek kapalı bir durum yok. Hüküm olarak dört ayrı
konuya temas edilmektedir:

1- Adını anmadan bir adak adayana, yemin kekffareti gerekir. Yani, ibadetin cinsini
tayin etmeden sadece, "benim nezrim olsun veya adağım olsun" diyen kişiye yemin
keffareti gerekir. Bu mesele bir sonraki hadiste gelecektir.

2- Günah bir şeyi yapmak için yapılan adağın keffareti yemin keffaretidir. Bu konu
19. ve devamındaki bablardaki hadisler (3289-3304) izah edilirken enine boyuna



tartışılmıştır.

3- Yapabileceği bir şeyi adayan kişi adağını yerine getirmelidir. Tabii bu, adağın
günahı gerektiren bir şey olmaması şartı ile kayıtlıdır.

4- "Şu dağı yerinden kaldıracağım", "Dünyayı ters çevirmek nezrim olsun" gibi, İnsan
gücünün dışında olan bir şeyi adayan kişi, hemen bir yemin keffareti verecektir.
Çünkü bu adağını yerine getirmesi mümkün değildir.

Bidâyetü'l-Müctehid'in beyanına göre bu hüküm, âlimlerin cumhurunun mezhebidir.
Böyle bir adakta bulunana bir zıhar keffareti gerekir diyen âlimler olduğu gibi;
ibâdetin asgarisi olan bir gün oruç tutmak veya iki rek'-at namazla kayıtlayanlar da
vardır.

Ebû Davud'un ifadesine göre, bu hadisi, Vekî' ve diğer bazı raviler Hz. Peygamber'in

f2441

değil de, tbn Abbas'm sözü olarak nakletmişlerdir.

12451

Adını Tayin Etmeden Adak Adamak

3323... Ukbe b. Amir (r.a), Rasûlullah (s.a)'m.şöyle buyurduğu-iu söylemiştir:
"Nezrin keffareti yemin keffaretidir."
Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadisi, Amr b. e-Hâris, Kö'b b. Alkame'den, Kâ'b daîbn Şemmâse vasıtasıyla

[2461

Ukbe'den rivayet etmiştir.
Açıklama

Bu hadisi; Müslim, Nezir Keffareti bahsinde, İbn Mâce ise aynen Ebû Davud'un
isimlendirdiği babda vermişlerdir.

İbn Mâce'nin rivayetinin başında Müslim ve Ebû Dâvûd'unkilerden fazla alarak
"Adlandırmadan (tayin etmeden),bir adak adayan kimse..." ibaresi /er almıştır. Hadisin
babın ismi ile alâkası, bu ibare ile daha açık olarak gömülmektedir. Tirmizî'nin
rivayeti de İbn Mâce'nin rivayetine yakındır. Bu -ivayet şöyledir: "Tayin etmediği
zaman nezir keffareti yemin keffaretidir."

Adadığı şeyin cinsini belirtmeden adamak, yukarıdaki hadiste de belir-ildiği gibi,
sadece "nezrim olsun" deyip bırakmaktır. Yani adağı oruç, sa-iaka, kurban veya hacc
gibi bir ibadet çeşidi ile kayıtlamamaktır. Hadis-i şerif, bu şekilde bir adakta bulunan
kişiye bir yemin keffaretinin gerekli olduğuna delâlet etmektedir.
Bu hadisin izahı âlimler tarafından değişik şekillerde yapılmıştır.
Bezlü'l-Mechûd sahibi; Şâfıîlerin, bu hadisi lücâc nezrine, Mâlikîlerîn;. nutlak nezre,
Hanbelîlerle bazı Şâfıîlerin ise, günah olan bir şeyi yapmayı ıdamaya hamlettiklerini
söyler.

Bezlü'l-Mechûd'un bu beyanı, Nevevî'nin şu sözlerinin bir özeti olsa >erek:
"Alimler, bu hadiste neyin murad edildiğini tayinde ihtilâf etmişlerdir. Bizim
arkadaşlarımızın cumhuru (Şâfıîlerin çoğunluğu), lücac nezrine hamletmişlerdir. Kişi
bu adağa riayetle, yemin keffareti arasında muhayyerdir. İmam Mâlik ile birçok
âlimler, "nezrim olsun" gibi mutlak nezirlere hamle-derler. Hadis fukahasmdan bir
grup ise, tüm nezirlerle ilgili olduğunu söylerler ve kişinin bütün adaklarda adağına



vefa ile yemin keffareti arasında muhayyer olduğunu kabul ederler."

Şevkânî de Nevevî'nin yukarıdaki sözlerini naklettikten sonra kendi görüşlerini şu

şekilde belirtir:

"Zahir olan; hadisin tayin edilmeyen adaklara mahsus oluşudur. Çünkü mutlakın
mukayyede hamli gerekir. Ama belirli bir ibadet anılarak edi-le"n nezirler, eğer insan
takatinin dışında ise, adayana bir yemin keffareti gerekir. Gücün yettiği cinsten ise,
ister bedene ister mala bağlı olsun eda edilir. Eğer adak, günah olan bir şeyi yapmak

r2471

için ise, bu gerçekleşmez ve keffaret de gerekmez. Eğer adağın konusu mubah ve
yapılması güç dahilinde olursa zahir olanı, adağın tahakkuku ve keffaretin
lüzumudur..."

Görüldüğü gibi Şevkânî bu hadisi Nevevî'nin aksine, doğrudan doğruya, konusu
anılmadan edilen nezirlerle alâkalı görmektedir. Zaten Şevkânî, yukarıdaki sözlerine
başlamadan önce; "Hadis, konusu anılmayan nezirlerde yemin keffareti olduğuna
delildir" diyerek görüşünü açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Hanefî fıkıh kitaplarında konu ile ilgili olarak şu bilgiye rastlıyoruz: Bir kimse, sadece
"nezrim olsun" veya bunun yerine kaim bir söz söyler ve içinden bir şeye niyet ederse
niyeti muteberdir. Ancak niyetindeki tâatm mikdarmı tayin etmemişse, yemin
keffaretindeki ölçülere itibar edilir. Yani oruca niyet etmişse üç gün, sadakaya niyet
etmişse on fakir doyurmaya hükmedilir. Ama bir ibadete niyet edilmezse bu bir yemin
r2481

sayılır.

3324... Bize Muhammed b. Avf haber verdi. Onlara Saîd p.- el-Hakem söylemiş. (Saîd
der ki:) Bize Yahya b. Eyyûb, Kâ'b b. Alkame'den nakletti. Kâ'b, İbn Şemmâse'den
duymuş. .0, Ebu'l-Hayr kanahyla Ukbe b. Amir'den, o da Hz. Peygamber' den önceki

f2491

hadisin benzerini nakletti.
Açıklama

1250]

Bu rivayet, önceki hadisin başka bir isnadla gelen rivayetidir.

12511

Cahiliye Çağında Nezredip De Daha Sonra Müslüman Olan Kişi Ne Yapar?

3325... Hz. Ömer (r.a)'den rivayet edildi ki, o; Ya Rasûiallah, ben cahiliye çağında
Mescid-i Haram'da bir gece i'tikâfta kalmayı adadım, dedi. Hz. Peygamber (s. a)

[2521

kendisine: "- Adağını yerine getir" buyurdu.
Açıklama

Bu hadis, İ'tikâf bahsinde 2474 numarada geçmiştir.

Hadis-i şerif, müslüman olmayan bir kimse, bir adakta bulunur, sonrada müslüman
olursa, adağının gereğini yapmakta mükellef olduğuna delildir. Şâfıîlerin bazıları ile



Ebû Sevr, Buharî ve İbn Cerîr bu görüştedir.

Bazı Şâfiîler, İmam Mâlik ve Hanefîlere göre ise; bu tür nezirler hükümsüzdür. Bu
gruptaki âlimler, üzerinde durduğumuz hadisi istihbaba ham-letmişlerdir. Bu anlayışa
göre, Hz. Peygamber Hz. Ömer'e, "Müslüman olmadan önce ettiğin nezri şimdi
yapman müstehaptir" demek istemiştir.
Hattâbî, hadisin şerhinde şöyle der:

"Hz. Peygamber'in Hz. Ömer'e; cahiliye devrindeki adağını edayı emretmesi, nezrin
onun zimmetinde mevcut olduğunu gösterir. Bu, kişinin; başlangıcı küfür halinde olan
amelleri ile sorumlu olacağını gösterir. Bir kimse, kâfirken yemin etse ve müslüman
olduktan sonra yeminini bozsa, kendisine keffaret gerekir. Bu hüküm Şafiî'nin aslına
ve mezhebine göredir, Ebû Ha A nîfe'ye göre ise keffaret gerekmez.
Yine bu hadis, kâfirlerin farzlara muhatap ve tatları işlemekle me'mur olduklarına
delildir. Ayrıca bu, oruç olmadan da i'tikâfm caiz olduğunu gösterir. Çünkü i'tikâf
gece olacaktır, gece de oruç zamanı değildir."

1253]

Hadisle ilgili daha geniş malumat, i'tikâf bahsinin işaret edilen yerinde geçmiştir.



m

Buharı, eymân 16, el-mürteddîn I.

m

Mâide, (5) 89.

m

Mâide, (5) 89.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/167-169.
Iİ1

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/169-171.

[5]

Ahmed b. Hanbel, IV, 436, 441.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/171.

m

Asim Efendi, Kamus Tercemesi, II, 929.

LU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/171-172.

im

Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

121 _

Âl-i tmran, (3) 77. Buharî, eymân 18, ahkâm 30; Müslim, îman 220, 221; Tirmizî, büyü 42; îbn Mâce, ahkâm 7; Ahmed b. Hanbel, I, 379, 442, V,
211,212.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/172-173.

rıoı

Aynî, Umdetü'l-Karî, XIII, 196.

LLU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/173-175.

ri2i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/175-176.

1131

Dârimî, fadâilu'l-Kur'an 3; Ahmed b. Hanbel, V, 212, 213, 284, 285.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/176.
ri41

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/177.

1151

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/178.

ri6i

Müslim, îmân 223;'Tirmizî, ahkâm 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/178-179.

rnı

İbn Mâce, ahkâm 9.

H81

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/179-180.

ri9i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/180-181.



Ravi; Hz. Peygamber'in bunlardan hangisini söylediğini kesin olarak hatırlayamadığı için, son cümlede şüphesini belirtmiştir.
İbn Mâce, ahkâm 9; Ahmed b. Hanbel, II, 329, 518, III, 375.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/181.
[21]

el-Mevsılî, el-thtiyâr li-Ta'Iîli'l-Muhtâr, II, 1 14.

im

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/181-183.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/183.

[211

Bu başlık bazı nüshalarda; "Allah'tan başkası adına yemin etmek" şeklindedir.

1251

Buharı, tefsiru sureti'n-Necm 2, edeb 74, eymân 5; Müslim, eymân 4, 5; Tirmizî, nü-zûr 18; İbn Mâce, keffârât 2; Nesâî, eymân II; Ahmed
b.Hanbel, II, 309.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/183.
[261

Aynî, XXIII, 178.

[221

Mirkâtu'l-Mefâtih Şerhu Mişkâtri-Mesâbih, III, 554.

[281

Nevevî, Sahih-i Müslim Şerhi,XI, 107.

[291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/183-185.

[301

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/185.

[3JJ

Bazı nüshalarda bu bab bir sonraki hadisin başında yer almıştır. Bazı nüshalarda İse hiç mevcut değildir.

[321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/186.

[331

Nevevî, Müslim Şerhi, XI, 105.

[341

Ebû Dâvûd, salât 1 .

[351

Şevkânî, Neylül-Evtâr, VIII, 358.

[36J

Mirkât, III, 554.

[371

ibn Dakîki'l-İyd, Umdetu'l-Ahkâm, IV, 144-145.

[381

Neylü'l-Evtâr, VIII,358; Avnu'l-Ma'bud, III, 312.

[391

Aliyyü'l-Kârî, Mirkat, III, 554.

[401

İbn-i Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, (Mısır 1966), III; 705.

[411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/186-189.

[421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/189.

[431

Buharı, eymân 4, tevhid 13, edeb 74; Müslim, eymân 1, 2, 3; Nesâî, eymân 4, 5, 6, 10; İbn Mâce, keffarât 2 (benzeri); Tirmizî, nüzûr 8, 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/189.
[441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/189-190.

[451

Buharî, eymân 4, tevhid 13; Müslim, eymân 1, 2, 3; Nesâî, eymân 4, 5, 6, 10; ibn Mâ-ce, keffarât 2; Tirmizî, nüzûr 8,9; Ahmed b. Hanbel, II, 7, 8,
II, 17,20, 48, 76..

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/190.
[461

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/190-191.

[£71

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/191.

[481

Tirmizî, nüzûr 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/191.
[491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/191-192.

[501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/192-193.

[511

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/193.



[521

Ahmed b. Hanbel, V, 352.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/193.
[53J

Ahzâb, (33) 72.

[541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/194-195.

[551

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/195.

[561

Buharî, eymân 15; Muvatta, nüzûr 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/195-196.
[571

Bakara, (2) 225; Mâide, (5) 89.

[581

Mecmau'z-Zevâîd, IV, 185.

[591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/196-197.

[601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/197.

[61]

Bu bab, bazı nüshalarda şeklindedir. "Yeminlerde ta'riz" demektir.

[621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/198.

[631

Müslim, eymân 20; İbn Mâce, keffârât 4 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/198.

[641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/199-200.

[651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/200.

[661

Münzirî, Süveyd b. Hanzala'ya bundan başka hiçbir hadis isnad edilmediğini ve başka bir hadisinin bilinmediğini söyler, tsâbe'de de; Ezdî'nin,
"Ondan kızından başka kimse rivayette bulunmadı" dediği bildirilir.
[671

İbn Mâce, keffarât 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/200-201.
[681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/201.

[69J

Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

[701

Buharî, eymân 7, cenâiz 84, edeb 44, 73; Müslim, eymân 175, 177; Tirmizî, nüzür 16; Nesâî, eymân 7, 31; tbn Mâce, keffarât 3; Ahmed b.
Hanbel, IV, 33, 34.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/201-202.



Fetih, (48) 18.

[721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/202-205.

[IH

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/205.

[741

Nesâî, îman 8; îbn Mâce, keffârât 3; Ahmed b. Hanbel, V, 355, 356.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/205.
[751

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/206.

[76J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/206.

[771

Buharı ve başkaları, bu zâtın sahâbî olduğunu söylemişlerdir. Bazı âlimler; onun sahâ-bî olmayıp, rivayetinin bulunduğunu söylerler. Bir grup da;
bu zâtın Hz. Peygamber (s. a) zamanında doğduğunu fakat Rasûlullah'ı görmediğini savunurlar.
|78|

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/207.

[791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/207-208.

[M

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/208.

[81]

Tirmizî, nüzûr 7; Nesâî, eymân 18, 39, 43; İbn Mâce, keffârât 6; Dârimî, nüzûr 7; Ahmed b. Hanbel, II, 6, 10, 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/208.
[821

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/209-210.

[83]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/211.



im

Nesâî, eymân 18; Ahmed b. Hanbel, II, 6, 49.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/211.
[851

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/21 1-212.

[861

Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

[871

Buharı, eymân 3, kader 14, tevhid II; Tirmizî, nüzûr 13; Nesâi eymân 1, 2; İbn Mâce, keffârât 1; Dârimî, nüzûr 12; Muvatta, nüzûr 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/212.
[881

En'âm, (6) 148.

[891

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/212-213.

[901

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/213.

[9J1

Ahmed b. Hanbel, III, 33, 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/213-214.
[921

İbn Mâce, keffârât 1 .

[931

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/214.

[941

İbn Mâce, keffârât 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/214-215.
[211

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/215-216.

[961

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/216-217.

[921

Hicr,(15)72.

[981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/217-218.

[991

Bu bab bazı nüshalarda, "Eğer hayırlı işse yemini bozma" babından sonra yer almıştır.

nooı

Ahmed b. Hanbel, 1,219.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/218.

rıon

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/218.

[1021

Buharı, rü'yâ ta'bir 47, eymân 9; Müslim, rü'yâ 17; Tirmizî, rü'yâ 10; İbn Mâce, ta'biru'r-rü'yâ' 10; Dârimî, rü'yâ 13; Ahmed b. Hanbel, I, 236.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/219.
[1031

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/219-221.

[104]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/222.

[1051

Bu bab, Avnu'l-Ma'bûd nüshasında 1 7 bab sonra gelmektedir.

rıo6i

Buharı, mevakît 41, menâkıb 25, edeb 87; Müslim, eşribe 177.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/222-223.
[107]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/224-225.

[108]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/225.

no9i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/225.

rı ıoı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/225.

rı ı n

Nesâî, eymân 17; Mâce, keffârât 8; Ahmed b. Hanbel, II, 185, 202.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/225-226.
[1121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/226-228.

rı i3i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/228.

[114]

Ahmed b. Hanbel, II, 185; Beyhakî, Taberânî.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/228.

n ısı

Fethu'r-Rabbânî, XIV, 191.



n 161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/228-230.

mu

Nesâî, eymân 41.

[118]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/230-23 1.

rı 191

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/231-232.

[120]

Ahmed b. Hanbel, I, 253, 288, II, 68, 70, 118.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/233.
ri211

Sabîra veya masbûra yemini ile ilgili malumat 3242 no'lu hadisin şerhinde geçmiştir.

£122]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/233-235.

[1231

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/235.

ri241

Bu bab bazı nüshalarda, "Eğer daha hayırlıysa yemini bozmak" şeklindedir.

[1251

Buradaki şüphe ravilerden birisine aittir. Keffaretin, yemini bozmadan önce de sonra da caiz olduğuna işaret İçin, Hz. Peygamber tarafından iki
şekilde söylenmiş olması da mümkündür.

Buhan, eymân 1, 4, 9; Müslim, eymân 7, 9; 10, 13, 15, 17, 19; Nesâî, eymân 15, 16; İbn Mâce, keffârât 7, 8; Dârimî, nüzûr 9.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/235-236.

[1261

Mâide, (5) 89.

[127]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/236-238.

11281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/238-239.

Ü291

Buharı, keffaretu'I-eymân 10; Müslim, eymâri 7, 9, 10, 13, 15, 17, 19; Nesâî, nüzûr 15, 16, 43; Tirmizî, nüzûr 5,6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/239.
[130]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/239-240.

[1311

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/240.

[1321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/240-241.

[133]

Bir nüshada; "ölçtüm" yerine, "tahmin ettim" denilmektedir.

[134]

Hişâm; Hişâm b. Abdilmelik b. Mervân'dır.

[135]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/241.

f!361

Bu ölçüler günümüzde ilan edilen fitre mikdarlarıdır.

U371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/241-243.

[138]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/244.

um

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/244.

fl401

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/244-245.

ri411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/245.

[142]

Müslim, mesâcid 33, 35; Nesâî, sehv 20; Muvatta, ıtk 8; Dârimî, nüzûr 10; Ahmed b. Hanbel, V, 447, 448, 449.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/245-246.
[1431

Bu konuda geniş malumat için bk. Ehnalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, III, 27 1 vd.

ri441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/246-248.

[1451

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/248.

[1461

Nesâî, vesâya 8; Ahmed b. Hanbel, IV, 222, 388, 399.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/248-249.
[147]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/249.

f!481

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/249-250.



[149]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/250.

[150]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/250-251.

rışıı

Bu babın İsmi bazı nüshalarda "Yemin eden kişinin konuştuktan sonra istisna etmesi" şeklindedir.

[152]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/251.

[153]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/251-252.

[154]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/253.

[155]

Kehf, (15) 23.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/253.
[156]

Bu hadisin Ebû Davud'a gelişi iki üstaddan olmuştur. Bunlar Osman b. Ebî Şeybe ve Müsedded'tir. Bazı matbu nüshalarda; "Rasûlullah (s. a)
nezirden nehyetmeye başladı" cümlesi bu üstadlardan birine nisbet edilmiş, daha sonraki cümleyi ise her iki üstadın da ittifakla haber verdiklerine işaret
edilmiştir.
[1571

Bu bölüm de bazı nüshalarda mevcut değildir. Buharî, emân 26, kader 6; Müslim, nezr 3,7; Nesâî, eymân 24, 26; Tirmizî, nüzûr 11; İbn Mâce,
keffârât 15; Dârimî, nüzûr 5; Alımed b. Hanbel, II, 61, 235, 242, 301, 314, 373, 412, 463.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/254.
[158]

Kurtubî'nin sözünün bir bölümünü tafsilat görerek almadık.

£1591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/254-256.

£160]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/256-257.

£1611

Bu hadis haddizatında, hadis-i kudsîdir. Yani Hz. Peygamber bunu Allah (c.c.)'dan haber vermiştir. Ancak metinde bu açıkça görülmemekte,
sanki Hz. Peygamber in sözü imiş gibi ifade edilmektedir.
£162]

Buharı, eymân 26, kader 6; Müslim, nezr 7; Nesâî, eyman 26; ibn Mace, keffarat n, Tirmizî, nüzûf 1 1; Ahmedb. Hanbel, II, 61, 301, 412.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/257.
11631

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/257-258.

£164]

Buharı, eymân 2, 8, 3 1; Tirmizî, nüzûr 2; Nesâî, eymân 27, 28; İbn Mâce, keffârât 16; Mâlik, nüzûr 8; Ahmed b. Hanbel, VI, 36, 41, 224.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/258-259.
£165]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/259-260.

£166]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/261.

£167]

Bu bab bazı nüshalarda mevcut değildir.

£168]

Tirmizî, nüzûr 2; İbn Mâce, keffârât 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/261.
£169]

Muğnî, Mirkât, Bidâyetu'l-Müctehid, Neylü'l-Evtâr ve Bezlü'l-Mechûd'da, Ebû Hanîfe'nin görüşü buna tam zıt olarak verilmektedir. Nitekim
önceki hadiste bu görülmüştür.
£170]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/261-263.

rnıı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/263.

£1721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/264.

£173]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/264-265.

£174]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/265.

£1751

Müslim, nüzûr 11; Tirmizî, nezûr 17; Nesâî, eymân 33; İbn Mâce, keffârât 20; Ahmedb. Hanbel, IV, 145, 147, 149, 151.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/265-266.
£1761

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/266-267.

£1771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/268.

£178]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/268.

£1791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/268.



[180]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/268-269.

[181]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/269.

[182]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/269.

[183]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/270.

[184]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/270.

[185]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/270-271.

11861

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/271-272.

[187]

Buharı, eymân 31; îbn Mâce, keffârât 21; Muvatta 6; Ahmed b. Hanbel, IV, 168.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/272.
11881

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/272-273.

11891

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/273.

[190]

Buharı, eymân 31, sayd 27; Müslim, nüzûr 9, 10; Tirmizî, nüzûr 10; Nesâî, eymân 42.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/274.
11911

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/274-275.

[192]

Buharı, hacc 65, eymân 3 1 ; Nesâî, hacc 135, eymân 30; Ahmed b. Hanbel, I, 364.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/275.
11931

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/275.

[194]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/276.

[195]

Tirmizî, nüzûr 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/276.
[196]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/276-277.

[197]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/277.

11981

Dârimî, Hâkim, Beyhakî, Ahmed b. Hanbel, III, 363.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/277-278.
[199]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/278-279.

12001

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/279-280.

12011

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/280.

12021

Buradaki şüphe raviye aittir.

[203]

Ebû Dâvûd; esir edilen adamın müslüman olduğunu bildiren sözlerini ve Rasûlullah'ın cevabım, Muhammed b. İsa'nın rivayetinden; geri kalanını
da Süleyman b. Harb'in rivayetinden nakletmiş ve buna işaret etmiştir.
[2041

Müslim, nüzûr 8; İbn Mâce, keffârât 16 (bir bölümü); Ahmed b. Hanbel, IV, 430.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/280-283.
[2051

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/283-285.

[206]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/285.

12071

Tirmizî, menâkıb 17; Ahmed/b. Hanbel, V, 353, 356.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/286.
12081

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/286-288.

12091

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/288.

mm

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/288-289.

ram

Bundan sonra gelecek hadiste bu zatın adı Kerdem olarak geçmektedir. Ancak Bezl'in ifadesine göre bu isim Telhîs'de Kerûm diye tashih
edilmiştir.
[212]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/289-290.



[213]

Bu sözün iki manaya ihtimali vardır: 1) Hz. Peygamber'in elindeki değnekten kinâye-dİr. Çünkü insan onu bir yere vurursa "Tab, tab" diye ses
çıkarır. O zaman mana, "Sopadan sakının, sopadan sakının, sopadan sakının" olmuş olur. 2) Ayakların yere değdiğinde çıkardığı sestir.
[2141

Bu cümlenin manasının, "Babam onun Peygamberliğini tasdik etti" şeklinde de olması mümkündür. Avnü'l-Ma'bûd bu manayı; Menhel'in
tekmilesi, önceki manayı tercih etmiştir.
[215]

İbn Mâce, keffârât 1 8 (bir bölümü).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/290-291.
12161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/291-292.

[21H

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/292.

[218]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/292.

[2191

Buharı, eymân 24, vesâya 16, tefsiru sûre (9) 18; Müslim, tevbe 53; Nesâî, eymân 36, 37; Dârimî, zekât 25; Muvatta, nüzûr 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/293.
r2201

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/293-294.

[2211

Önceki rivayetin son ravisi Süleyman b. Dâvûd ve İbn Şerh, bununki ise Ahmed b. Salih'tir. Rivayetlerin diğer rayileri aynı şahıslardır.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/294.
f2221

Muvatta, nüzûr 9. Bu rivayetin isnadı, İbn Şihâb ez-Zührî'den sonra, diğer rivayetlerle farklılık arzetmektedir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/295.
[2231



[224]
[225]
[226]
[227]
[228]
12291



Sünen-i


Ebu Davud


Terceme


ve


Şerhi,


Şamil Yayınevi:


12/295-296.


Sünen-i


Ebu Davud


Terceme


ve


Şerhi,


Şamil Yayınevi:


12/296.


Sünen-i


Ebu Davud


Terceme


ve


Şerhi,


Şamil Yayınevi:


12/297.


Sünen-i


Ebu Davud


Terceme


ve


Şerhi,


Şamil Yayınevi:


12/297.


Sünen-i


Ebu Davud


Terceme


ve


Şerhi,


Şamil Yayınevi:


12/297-298.


Sünen-i


Ebu Davud


Terceme


ve


Şerhi,


Şamil Yayınevi:


12/298.



[231]
[232]
[233]
T2341



Buharı, vesâya 19, eymân 30; Müslim, nüzûr 1; Tilmizi, nüzûr 19; Nesâî, vesâya 8, 9, eymân 35; İbn Mâce, keffârât 19; Muvatta, nüzûr I, 2;
Ahmed b. Hanbel, I, 219, 329, 370.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/298-299.
[230]

Bk. Fethu'l-Bârî, XIV, 396.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/299-300.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/300-301.

Bu şek ravilerden birisine ait olsa gerektir.

Nesâî, eymân 34; Ahmed b. Hanbel, I, 216, 238.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/301.
12351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/301-302.

[236]

Müslim, savm 157; Tirmizî, zekât, 31; Ahmed b. Hanbel, V, 459, 351, 354, 361.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/302.
[2371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/302.

[238]

Bu bab ve buradaki hadisler bazı nüshalarda mevcud değildir.

[239]

Buharî, savm 42; Müslim, savm 154; Ahmed b. Hanbel, I, 224, 258, 326.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/302-303.
[240]

Buharı, savm 42; Müslim, savm 153; ibn Mâce, keffârât 19; Ahmed b. Hanbel, VI, 69.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/303.
[2411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/304.

[242]

Bu ilâve bazı nüshalarda mevcut değildir.
£2431 _

İbn Mâce, keffârât 17.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/304-305.
[244]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/305.

[245]

Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

[2461

Müslim, nüzûr 13; İbn Mâce, keffârât 17; Tirmizî, nüzûr 4; Nesâî, eymân 41; Ahmed b. Hanbel, IV, 144, 146, 147.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/305-306.
[2471

Hanelilere göre keffaret gerekir. Konu daha önce geniş bir şekilde geçmiştir.

[2481

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/306-307.

[2491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/307-308.

[2501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/308.

[2511

Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

12521

Buharî, i'tikâf 5, 15, 16, eymân 29; Müslim, eymân 27, 28; Tirmizî, nüzûr 12; Nesâî, eymân 36; Ahmed b. Hanbel, I, 37, II, 20, 53.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/308.
[2531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/308-309.



10. YİTİK MAL BÖLÜMÜ

1. Muhammed B. Kesîr'in Rivayeti

2. Müsedded'in Rivayeti

3. Mûsâ B. İsmail'in Rivayeti

4. Kuteybe B. Saîd'in Rivayeti

5. İbnu's-Serh'in Rivayeti

6. Muhammed B. Râfi'in Rivayeti

7. Ahmed B. Hafs'ın Rivayeti

8. Musa B. İsmail'in Rivayeti

9. Müsedded'in Rivayeti

10. Kuteybe B. Said'in Rivayeti

11. Muhammed B. El-Alâ'nın Rivayeti

12. Müsedded'in Rivayeti

13. Mûsâ B. İsmail'in Rivayeti

14. Muhammed B. El-Alâ'nın Rivayeti

15. Heysem B. Hâlid El-Cühenî'nin Rivayeti

17. Süleyman B. Abdirrahman Ed-Dimeşki'nin Rivayeti

18. Mahled B. Halidin Rivayeti

19. Yezid B. Halid B. Mevhib'in Rivayeti

20. Amr B. Avn'ın Rivayeti



10. YİTİK MAL BÖLÜMÜ



Lukata: (Lâm'm ötresi, kâfin üstünü veya sükûnuyla) yerden alınıp kaldırılan mala

[II

verilen isimdir.

Bu kelime şer'iat dilinde, kendi gücüyle kendini koruyamayan ve muhafaza altında
bulunamayan, başkasının hakkı olarak bulunan ve sahibi belli olmayan yitik maldır.
Bu malı almada emânet, velayet ve iktisab manaları vardır. Çünkü bu malı emânet
olarak almıştır. Şeriat veliyi çocuğunun malını korumaya görevlendirdiği gibi, bu malı
bulup alan kimseyi de onu korumakla görevlendirmiştir. Ayrıca belli bir süre onu ilan

m

ettikten sonra bu, malı alan kimseye ona sahip olma hakkını da vermiştir. Söz
konusu kelime şeriat lisanında para ve eşya gibi şeyler hakkında kullanılır. Sokakta
bulunan çocuğa, lakît, hayvana ise dâlle denir.

Bir malın Iûkata sayılması için mutlaka sahibinin bilinmemesi ve mubah olması lâzım
değildir. Bilinen bir kimsenin kaybettiği bir mal da lukata sayılır. Ancak bunun için
tarif ve ilâna lüzum yoktur. Bu bir emanettir. Bunu mümkünse hemen sahibine vermek
lâzım gelir. Kırlarda tarlalarda bahçelerde bırakılmış sâhibleri tarafından aranılmayan
meyvelere, çekirdeklere şeriat ve lügat cihetinden lukata denirse de bunlar mubah

IH

olduğu için ilân edilmeleri ve sahiplerine verilmeleri vâcib değildir.

Lukata Kitab ve Sünnet ile sabittir. Kitaptan delili, "iyilik etmek ve fenalıktan

141

sakınmak hususunda yardımlasın" âyetidir. Sünnetten delili ise, "kul din kardeşinin



yardımında oldukça Allah da kulun yardımm-dadır. " mealindeki hadistir.

M

Lukata'nm (bir süre) ilan edilmesi gereklidir.

121

1. Muhammed B. Kesîr'in Rivayeti

1701. ...Süveyd b. Gafele'den; demiştirki: Zeyd b. Sûhan ve Selmân İbn Rabia ile
birlikte savaşa çıkmıştım. (Yolda) bir kamçı buldum. Bana, "onu (aldığın yere) at
(çünkü başkasına aittir)" dediler. Ben de "Hayır (onu atmayacağım) fakat eğer sahibim
bulursam (ona teslim edeceğim) yoksa ondan kendim yararlanacağım" dedim. Sonra
hacc farizasını edâ edip Medine'ye uğradım. (Bulmuş olduğum yitik kamçının
hükmünü) Übeyy b. Kab'a sordum. Şöyle cevap verdi:

Ben de (bir gün) içinde yüz dinar bulunan bir kese bulmuş Peygamber (s.a.)'e
getirmiştim de (bana):

"Onu bir sene ilân et" demişti. Bunun üzerine ben onu bir sene ilân ettim. Sonra
(sahibi çıkmadığı için yine) Peygamber (s.a.)'e vardım. (Bana tekrar) -"Onu bir sene
ilân et" dedi. Ben onu bir sene daha ilan ettim. Sahibi çıkmayınca durumu haber
vermek üzere (tekrar) Peygamber (s.a.)'in huzuruna vardım. (Bana aynı şekilde); "Onu
bir sene (daha) ilân et" buyurdu. Bunun üzerine onu bir sene daha ilân ettim, sonra



(tekrar) yanma vardım ve; "Onu tanıyan bir kimse bulamadım" dedim. Bunun üzerine:
"Bu paranın sayısını, kesesini ve ağız bağını muhafaza et! Eğer sahibi gelirse
(kendisine teslim edersin); gelmezse, ondan kendin yararlanırsın" buyurdu. (Râvi
Seleme'b. Küheyl) dedi ki: (Süveyd İbn Gafele) "Onu (bir sene) ilân et." sözünü üç

[Sİ

(defa) mı yoksa bir (defa) mı naklettiğini (iyice) bilemiyorum.
Açıklama

Hadis sarihlerinin açıklamasına göre buluntu bir malı tarif etmek, "bulan kimsenin ya
da görevlendirdiği bir kimsenin, sokaklarda, halkın toplantı yerlerinde, cemaat
çıkarken mescid kapılarında veya benzeri yerlerde "kimin bir şeyi kaybolduysa gelsin,
benden sorsun, istesin" diye yüksek sesle bağırması" demektir. Bir başka ifâdeyle
tarif, bulunan yitik malın halkın toplu olduğu yerlerde herkese ifşa ve ilân edilmesidir.
Bu sebeple biz C$fo kelimesini "onu ilân et" diye tercüme ettik.
Hadisin râvilerinden Seleme b. Küheyl'in, "Süveyd İbn Gafele, "onu (bir sene) ilan et"
sözünü üç defa mı, yoksa bir defa mı tekrar etti iyice bilemiyorum." demesi, hadis
metinlerinin naklinde sahâbî ve tabiîlerin ne büyük ve şâyân-ı takdir bir himmet ve
gayret içinde olduklarının en açık delillerinden biridir.

İmam Buhârînin senedine göre bu hadisi şu'be, Seleme'den, o Süveyd b. Gafele'den,
Süveyd de Ubeyy b. Ka'b'den rivayet etmiştir. Bu rivayete göre, sözü geçen buluntu
kese ile ilgili olayı Süveyd, Übeyy b. Ka'b'dan işitiyor ve Seleme'ye bildiriyor, Seleme
de Şu'be'ye bu paranın, bulan kimse tarafından üç sene ilân edilmesinin emr
olunduğunu, görüldüğü şekilde rivayet ediyor. Aradan on sene bir zaman geçiyor
Seleme ile Şu'be Mekke'de birleşiyorlar. Bu karşılaşmalarında Seleme, Şu'be'ye,
"vaktiyle sana hikâye ettiğim bu kıssanın zamanla ilgili kısmını Süveyd'den üç sene
mi yoksa bir sene olarak mı, işittiğimi pek iyi bilemiyorum" diyerek tereddüdünü izhar

12]

etmeyi dinî bir vazife sayıyor.

Rivayetin bu şekli İslâmî hükümlerin İslâm uleması tarafından ne ince bir sorumluluk
idrâk ve şuuru içerisinde nakledildiğinin bariz bir Örneğidir.

Şu'be'nin Seleme ile Mekke'deki bu ikinci karşılaşması birinci karşılaşmalarından on

£101

sene sonra olmuştur. Nitekim Müslim'in bir rivayeti bunu açıkça ifade etmektedir.
Seleme'nin zamana ait bu şübhesi, bu konuyla ilgili fıkhı hüküm üzerinde müessir
olmuş, yitik bir malı bulan kimsenin ancak bir sene ilan etmesi gerektiği esasını
getirmiştir.

Nitekim Hidâye'de: "Eğer buluntu on dirhemden az olursa, onu birkaç gün ilan etmek
kâfidir. Eğer on dirhem veya on dirhemden fazla olursa bir yıl ilan etmek gerekir. Ben
derim ki, bu ayırım imam Ebû Hanife'-den gelen bir rivayettir ve birkaç gün deyimi de
kişinin uygun gördüğü süre manasmdadır. İmam Muhammed ise, az ile çok arasında
ayırım yapmadan "bir yıl ilan etmek gerekir" demiştir ki İmam Malik ile İmam Şafiî



de bu görüştedirler. denilmektedir. Delilleri ise, "Kim bir yitik malı bulup alırsa

£121

bir yıl ilan etsin" mealindeki hadis-i şeriftir. Hanefî mezhebinde zâhirür rivâyeye
göre bulunan mal, ister kıymetli olsun ister kıymetsiz olsun bir sene bekletilmesi



[131

gerekir.

İmam Malik ile Küfe fakîhleri ve imam Şâfîi de bu görüştedirler. İbnu'l-Cevzî'ye göre
bu bir sene, yitiğin bulunduğu günden itibaren değil ilan gününden itibaren başlar.
Hidâye sahibi bu konuda Hanefi mezhebine ait üçüncü bir görüş daha zikretmektedir.
"Buluntu malın ilânı ile ilgili olarak zikredilen sürelerin hiç biri de gerekli değildir.
Yitik malı bulan kimse ilan için ne kadar bir zamanı gerekli görürse o kadar ilân eder
ve ne zaman artık sahibinin gelmeyeceğine kesin kanaat getirirse, o zaman ilanı kesip

İMİ

onu sadaka olarak fakirlere verir." Serahsî de Mebsût'unda bu görüşü tercih

051

etmiştir. Çünkü hadis-i şerifte: "Buluntu mal helâl değildir. Kim bir mal bulacak
olursa, onu bir sene ilan etsin, sahibi çıkarsa, ona teslim etsin, aksi takdirde onu

£161

(sahibi adına) sadaka olarak versin" buyuruimuştur.
Nitekim Hanefî ulemasından İbn Abidîn de şöyle demiştir:

"Musannif İmam Serahsî'ye tâbi olarak tarif ve ilân için muayyen bir müddet tâyin
etmemiş ve mal sahibinin artık aramayacağına kanaat gelinceye kadar tarif ve üan
olunur demişti. Hidâye ve Muzmarat'ta bu kavil sahih görülmüştür. Cevhere de:
"Fetva bu kavil üzeredir" diye zikr edilmiştir. Bu görüş, Zahir-i rivayete
£111

muhaliftir."

Münzirî, "Mevzumuzu teşkil eden bu hadisin zahirine bakarak fetva imamlarının

hiçbirisi buluntu malın üç sene ilan keyfıyyetini kabul etmemiştir" diyor.

Bu müddet Hz. Ömer'den de rivayet edilmiş olmakla beraber aynı zamanda üç ay ilân

edilmesi gerektiğine dâir de bir rivayet vardır. Sevrî de; "dirhem dört gün ilân edilir"

demiştir.

Ulemadan bazıları bu hadisten bir sene geçtikten sonra malı bulan kimsenin ona sahip

£181

olacağı hükmünü çıkarmışlardır ki, şârih Aynî bunu çok garib karşılamıştır.
Bazı Hükümler

1. Bulunan bir paranın sahibini bulmak için yapuması gereken ilan müddetinin uç yıl
olup olmadığı şüpheli görüldüğünden bu süre umumiyetle fıkıh âlimleri tarafından bir
sene olarak kabul edilmiştir. Buhârî Sarihi İbn Battal: "Fetva imamlarından hiç birisi
hadisin zahirine bakarak buluntu malın üç sene ilan edileceğine dâir bir fetva
vermemişlerdir," demiştir.

2. Buluntu malın kendisine ait olduğunu iddia eden bir kimsenin ortaya çıkması
halinde, o kimsenin doğru söyleyip söylemediğini anlamaya yarayacak olan çıkının
(bohça, kese, cüzdan) ağız bağının ve buluntu malın adedinin belirlenip korunması
gerekir. Bulunan para kesesinin içindeki paralar alınarak kabının atılması her zaman
için yürürlükte bulunan bir âdet olduğundan, hadisimizde para kesesinin ve ağız
bağının korunması özellikle tavsiye edilmiştir.

3. Parayı bulan kimsenin, kendi malına karıştırmayarak kesesiyle ayrıca muhafaza
etmesi gerekir. Çünkü günün birinde sahibiyim diye birisinin çıkıp gelmesi ve doğru
zannedilerek verilmesi ihtimali bulunduğundan böyle bir yanlışlığa meydan vermemek



için bu, tavsiye edilmiştir. Bu tavsiye, bulunan bir paranın sahibini tayin ederken
doğacak zorlukları önlemek içindir. Bu nedenle İmam Ebu Hanife ile imam Şafiî "bu
para benimdir" demek bir iddiadır. İddiada bulunan kimsenin iddiasını bir bey-yine ile

£191

ispatlaması ise, hadîs gereğidir, diyerek beyyinesiz verilmesini caiz görmemişler
ve beyyine gösterilmesi halinde teslim edilmesini vâcib görmüşlerdir. Hattâ buluntu
malın üç vasfı takrir edilerek verildikten sonra birisi çıkar da kendisine ait olduğunu
isbat ederse, Hanelilerin ileri gelen imamlarına göre bu malın teslim edildiği kişiden
alınıp beyyine sahibine verilmesi gerekir, malın verildiği kimse şayet malı telef
ettiyse, malı bulunan kimse mal sahibinin isteğine göre malı ya aynen, ya da bedelen
ödemeğe mecbur edilir. Bunun için Hanefî ulemasına göre para verilirken kefaletle
verilmelidir. Parayı vasıflara dayanarak teslim eden kimse paranın teslim edildiği
kimsenin hakiki sahibi olmadığının anlaşılması üzerine geri isteme hakkı varsa da
beyyine karşılığında verdiği parayı hiç bir surette geri isteme hakkı yoktur. Eşyanın ya
da paranın, sahiplerini tesbit etmede işe yarayan üç vasfından, önem bakımından ilk
sırayı alanlar çıkın ile ağız bağıdır. Paranın mikdarı ikinci derecede gelir.

4. Yitik bir para bulan kimsenin onu alırken, sahibini bulduğu zaman vermek üzere
almış olması icab eder. Ona sahip olmak üzere alması ise, gasb hükmündedir.
Binaenaleyh bu şekilde almış olduğu yitik bir parayı telef veya kaybettiği takdirde,
herhangi bir kusuru olmasa bile ödemesi icab eder.

Yitik parayı bulan kimsenin, bu paraya karşı durumu bir emanetçilikten ibarettir. Bu
sebeple sahibi bulununcaya kadar onu muhafaza ve usûlüne göre ilan etmekle
mükelleftir. Şayet usûlüne göre ilan ettikten sonra harcamışsa yine de sahibine teslim
etmesi gerekir, cumhurun görüşü budur. Delilleri ise, mevzumuzu teşkil eden hadiste
geçen "Eğer sahibi gelirse ona teslim edersin" cümlesidir.

Gâsıb durumuna düşmemesi için onu sahibine vermek üzere aldığına dâir âdil bir
kimseyi şahit tutması gerekir. Nitekim 1709 numaralı hadisin şerhinde bu konu
gelecektir.

5. Bulunan bir mal, usûlüne göre bir sene ilân edildikten sonra sahibi çıkmazsa o
parayı kendisi için harcayabilir. Ancak bu parayı bulan kimsenin sözü geçen esaslar
dâiresinde ondan yararlanabilmesi için fakir olması şartının aranıp aranmaması hususu
fıkıh ulemâsı arasında ihtilaflıdır.

İmam Şafiî, "bulan kimse, o paraya sahip ve mâlik olarak istifâde eder" demiştir.
Hanefî imamlarına göre ise, fakir olursa, o mala sahip olarak ondan yararlanabilir.
Zengin olursa, esas sahibi adına onu sadaka olarak dağıtır. Ancak hükümetin izni ve
hâkimin hükmü ile bu mala zengin de sahip olabilir. Bu konuda imam Şafiî'nin delili,

[201

"Eğer sahibi gelirse öna ver, gelmezse ondan yararlan" mealindeki Ubeyy b. Ka'b
hadisidir. İmam Şafiî hazretlerine göre Hz. Übeyy zengin bir sahabî olduğu halde Hz.
Peygamber ona, bulduğu parayı bir sene ilan ettikten sonra sahibi çıkmadığı takdirde
bu parayı kendi hesabına harcayabileceğini ifâde buyurmuştur.

Bu meselede birisi, bulan kimsenin özel veliliği (velâyet-i hâssa), diğeri de devletin
umumî veliliği (Velâyet-i âmme) olmak üzere buluntu mal üzerinde iki velayet vardır.
Hanefîler zenginin tasarrufunu devletin iznine tâbi kılarak yitik bir mal bulan
kimsenin bir sene ilân sonunda sahibi çıkmaması halinde o mallardan yararlanmasının
devletin iznine bağlı olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bulunan para aslında bulanın
değildir.



İmam Şafiî'nin bu konudaki delili Hz. Ali'den rivayet edilen şu hadis-i şeriftir: "Bir
gün bir dinar bulmuştum. Bu para ile Resûl-i Ekrem'e gelip arz ettiğimde, "bunu ilân
et", buyurdu. Bir süre sonra gelip:

Ya Resûlullah! İlan ettim fakat bir bilene ve sahibine tesadüf edemedim, dedim.
Resûl-i Ekrem:

"Artık ondan yararlanabilirsin," buyurdu. Bu, bir dinarı üç dirheme rehin verip buğday
ve yağ aldım. Bu sırada paranın sahibi çıkageldi. Paranın evsafını tarif etti. Ben de
peygamber (s.a.)'e gelip haber verdim. Resûlullah (s.a.):



"Bu adam paranın sahibidir. Artık bunu ona ver," buyurdu. Ben de verdim.

Şafiî ulemasına göre Hz. Peygamber bu parayı Hz.Ali'ye bir sadaka olarak değil, mülk

olarak helâl kılmıştır. Çünkü Ehl-i Beyte sadaka almak haram olduğundan, Hz.

Peygamberin bu parayı Hz. Ali'ye sadaka olarak verdiği düşünülemez.

Her ne kadar adı geçen âlimler bu mevzuda bu hadise dayanmışlarsa da aslında bu

hadisin senedinde bulunan Şüreyk, Atâ b. Yesâr'dan hadis rivayet etmemiştir.

Dolayısıyla bu hadis munkati'dir ve delil olma niteliğinden mahrumdur. Adı geçen

alimlerin bu mevzuda dayandıkları ikinci delilleri de şu haberdir:

"Süfyan b. Abdullah bir gün bir heybe bulmuştu. Bunu Hz. Ömer'e getirip hükmünü

sordu. Hz. Ömer, bir sene ilân etmesini emretti. Ve sonra sana gelip evsafım tarif eden

olursa, ona verirsen; olmazsa, bu heybe senindir, demişti. Aradan bir sene geçtiği

halde sahip çıkmamıştı. Bu vaziyeti Hz. Ömer'e arz edince, Hz. Ömer:

Şimdi bu senindir. Çünkü Resûlullah (s.a.) bize bu suretle emretti, demiştir. Süfyân'm,

"benim buna ihtiyacım yoktur" demesi üzerine de Hz. Ömer, o heybeyi Beytü'l-mal

hesabına almıştır." Fakat bu hadis de Şâfıîler için delil olamaz. Çünkü Hz. Ömer "-Bu

heybe senindir" sözünü "artık bu senin malın olmuştur" anlamında söylememiştir.

Bu konuda Hanefîlerin delili de Hz. Ali'den rivayet edilen şu hadistir: "Hz. Ali'ye bir

gün birisi geldi, ben bir çıkın dirhem buldum. Evsafını tarif eden bir kimse zuhur

etmedi, ne buyurulur? diye sordu. Hz. Ali:

Tasadduk et, ileride sahibi zuhur eder de senin tasaddukuna razı olursa, ecri ona aittir.

[22]

Olmazsa, onu ödersin de, ecri senin olur, demiştir.

Yine Hanefi ulemasına göre açıklamakta olduğumuz hadiste Hz. Peygamber Hz.
Ubeyy'e hitaben, "Eğer sahibi gelmezse, o maldan kendin yararlanırsın"
buyurduğundan bahsedilmesi, yitik malı bulan kimse onu usûlüne göre yeterince ilân
ettikten sonra zengin de olsa onu kendi hesabına harcayıp ondan yararlanabileceğine
delâlet etmez. Çünkü Hz. Peygamber bu maldan yararlanabileceğini söylediği zaman
Hz. Übeyy, fakir idi. Nitekim şu hadis-i şerif de Hanefîlerin bu görüşünü
doğrulamaktadır:

"Siz sevdiğiniz mallardan infak etmedikçe asla cennete giremezsiniz" âyeti nâzîl
olunca, Ebû Talha "galiba Rabbimiz bizden mallarımızdan bir kısmını istiyor. Öyleyse
ey Allah'ın Resulü! Sen şâhid ol, ben Bârihâ denilen bahçemi Allah'a verdim", dedi
bunu nüzerine Resûlullah (s.a.):

"Sen onu akrabana ver" buyurdular. Ebu Talha' da onu Hassan b. Sabit ile Ubeyy b.
[231

Ka'b'a verdi.

Bu durum Hz. Peygamber'in, Hz. Übeyy'e bu yitik malı yeterince ilan ettikten sonra
sahibi çıkmazsa, ondan kendin yararlanabilirsin dediği zaman onun fakîr olduğunu



[24]

gösterir. Anlatılan olaylara bakılırsa Übeyy'in sonradan zenginleştiği anlaşılır.

6. Yitik malı bulan kimse o malı ilan etme velayetine sahiptir. Eğer ücretsiz olarak bu
malı ilân etme velayetini üzerine alacak birini bulabilir-se, bu velayet ona devredilir.
Eğer bu velayet hakkını bir ücret karşılığında başka birine devrederse, bu ücreti kendi
kesesinden öder. İmam Ah-med ile İmam Şafiî bu görüştedirler.

Ebu'l-Hattâb'a göre ise, eğer yitik malı bylan kimse, sırf onu sahibine ulaştırmcaya
kadar saklamak niyyetiyle almışsa ve usûlü dâiresinde ve yeterince ilân ettikten sonra
bile yine ona sahip olmak niyyeti yoksa, o malın sahibi çıkınca ücret karşılığında

£251

devrettiği bu ilân etme velayeti için ödediği ücreti mal sahibinden alabilir.

7. Yitik malı bulan kimsenin imkânı olduğu halde onu bulduğu sene içinde ilân
etmeyip bir sene geciktirmesi günahtır. Çünkü metinde geçen "...onu ilân et!.." emri
vucub ifâde ettiğinden, bu emrin gereğini yerine getirmek farzdır. Ayrıca 1709
numaralı hadis-i şerif de buna delâlet etmektedir. Çünkü malını kaybeden bir kimse
bir sene içerisinde malını bulamadığı takdirde artık ondan ümidini keser ve onu
aramaktan vazgeçer.

İmam Ahmed'e göre yitik mal bir sene ilân edildikten sonra artık onu ilân etme
sorumluluğu kalkar. Çünkü ilân etmenin hikmeti bir sene ilân etmekle gerçekleşmiştir.
Eğer yitik mal bulunduğu ilk sene içinde ilan edilmekle beraber, ilân edilmesi gereken
bazı günlerde ilânı ihmal edilmişse, ihmâle uğrayan bu ilân süresi ikinci yılda telâfi
edilir. Bu sayede kusurlu da olsa ilan etme yükümlülüğünden kurtulmuş olunur.
Çünkü "...ben size bir şey emrettim mi, ondan gücünüz yettiği kadarını yapınız. Bir

£261

şeyden sizi men'ettim mi onu derhâl bırakınız" buyrulmuştur.
Buraya kadar, bulunup alman bir yitik malın alındıktan sonraki hükümlerini kısaca
anlatmaya çalıştık. Yerden alınmadan önceki hükmü konusunda ise, İmam Kasânî
Bedâyi'ü's-sanâyî' isimli eserinde şu görüşlere yer vermektedir:

"Bulunan yitik bir malı bulunduğu yerden alıp kaldırmak bazı hallerde mendub, bazı
hallerde mubah, bazı hallerde de haramdır.

a. Eğer alınmadığı takdirde kaybolup gitmesinden korkuluyorsa, o takdirde onu
oradan alıp kurtarmak menduptur. Fakat böyle bir durumda yerinde bırakıldığı
takdirde sahibinin gelip alması ihtimali varsa, onu sahibine vermek üzere almak,
bırakmadan daha faziletlidir.

b. Eğer alınmadığı takdirde telef ya da kayb olması tehlikesi yoksa ve sahibinin gelip
onu orada bulması ihtimali varsa, Hanefîlere göre, onu almak mubahtır. Eğer
alınmadığı takdirde telef olmasından korkuîuyorsa almak vâcibtir.

1271

c. Kişinin bulduğu bir malı kendisi için alması ise, haramdır."
2. Müsedded'in Rivayeti

1702. ...Şu'be'den önceki hadisin mânâsı rivayet edilmiştir. (Şube'nin bu rivayetine
göre hocası Seleme b. Küheyl önceki hadisi, Resûlullah uç defa, "onu bir yıl
(boyunca) ilan et." buyurdu şeklinde rivayet etmiş, (sonra da) şöyle demiştir.
"Resûlullah (s.a.), Ubey b. Ka'b'a bu üç defa tekrarlama işini bir sene içerisinde mi,



1281

yoksa uç sene içinde mi, yerine getirmesini emretmiş, iyice bilemiyorum."



3. Mûsâ B. İsmail'in Rivayeti

1703. ...Mûsâ b. İsmail, Hammâd kanalıyla Seleme b. Küheyl'-den aynı sened ve
manada bir Önceki 1701 no'lu hadisi rivayet etmiştir. (Râvi Seleme buluntu malın)
ilânı hakkında (yaptığı bu rivayette) şöyle dedi:

(Süveyd b. Gaf ele bana buluntu bir malın) "İki yahutta üç yıl" (bekletilmesi
gerektiğini) söyledi. (Ve Hz. peygamber Hz. Ubeyy b. Kab'a; "Bulduğun kesenin
(içinde bulunan paraların) sayışım ve (kesenin) ağız bağım tesbit et" buyurdu" (Bu
hadisin râvilerinden Hammâd kendi rivayetinde hadise şunları da) ilâve etti: "Eğer
sahibi gelir de (buluntu kesenin içindeki paraların) miktarını ve (kesenin) ağız bağını
bilecek olursa, keseyi ona ver".

Ebû Dâvûd dedi ki: bu "miktarını bilecek olursa" sözünü bu hadîste Hammâd'dan

1291

başka rivayet eden olmadı.
Açıklama

Musannif Ebû Dâvûd, hadisin bu rivayetini de ayrıca zikretmekle Şu'be'nin, Seleme b.
Küheyl'den rivayet ettiği 1701 numaralı hadisle Hammâd İbn Seleme'nin rivayeti
arasındaki farka işaret etmek istemiştir.

Bilindiği gibi Şu'be, sözü geçen hadiste Hz. Peygamber'in, Übeyy b. Ka'b'a buluntu bir
parayı üç sene içerisinde üç defa ilan etmesini emrettiğini rivayet etmiştir.
Hammâd b. Seleme'nin rivayetine göre ise, Hz. Peygamber Hz. Ubeyy'e buluntu
parayı iki yahut da üç yıl ilân etmesini emretmiştir. Ayrıca Ham-mad'm rivayetinde
Hz. Peygamber'in Hz. Übeyy'e "Eğer kesenin gerçek sahibi gelirde onun ağız bağını
ve içindeki paraların miktarını bilecek olursa o zaman keseyi ona teslim et" dediğine
dair bir ilâve bulunmaktadır.

Gerçekten bu hadiste buluntu paranın ilan süresi ile ilgili "üç sene" kaydı, pekçok
râviler tarafından rivayet edilmiş olmakla beraber 'İki sene" kaydı Hammâd İbn
Seleme'nin dışında hiç bir raviden rivayet edilmemiştir.

Hammâd b. Seleme'nin rivayetinde geçen "Sahibi gelir de kesenin ağız bağını ve
içindeki paraların miktarını bilirse keseyi ona teslim et"

mealindeki ilâveye gelince, her ne kadar Musannif Ebû Dâvûd, "bu cümleyi
Hammâd'dan başka rivayet eden yoktur", demişse de, aslında bu söz doğru değildir.
Nitekim Müslim'in bu hadîsi rivayet ettikten sonra, "Süfyan, Zeyd İbn Ebî Uneys ve
Hammâd b. Seleme hadisinde, "şayet sana biri gelir, onun sayısını, çıkınım ve ağız

1301

bağını haber verirse onu kendine veriver" ifâdesi vardır" demesi de bu gerçeği
ortaya koymaktadır.

Hafız İbn Hacer el-Askalanî de musannif Ebû Davud'un bu tesbiti-nin isabetsiz

1311

olduğunu söylemiştir.

Hammâd b. Seleme'nin rivayetinde bulunan bu ziyâde cümleye dayanarak, İmam
Malik, İmam Ahmed, Dâvûd, Leys b. Sa'd ve Buhârî, para kesesi bulan kimsenin bu



paranın kendisine ait olduğunu iddia eden bir kimsenin gelip de paranın miktarını,
kesesini ve kesenin ağız bağım bilmesi halinde, başka bir delil istemeden bu paranın o
kimseye teslim edilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Hatta Buhârî, Sahih'inde "yitik
malın sahibi olduğunu iddia eden bir kimse ortaya çıkıp da malın alâmetlerini söyleye-

132]

bildiği zaman mal kendisine teslim edilir," başlıklı bir bab açarak bu manaya
geîen hadisleri orada toplamıştır.

Hanefîlerle Şâfıîlere göre ise, bu paranın kendisine ait olduğunu iddia edip de sözü
geçen üç vasfı bilen bir kimseye sırf bu vasıflan bilmesinden dolayı paranın teslimi
gerekmez. Fakat parayı bulan kimse paranın kendisine ait olduğunu iddia eden
kimsenin doğru söylediğine herhangi bir şekilde kanaat getirmesi hâlinde kendisine
paranın bu vasıflarını sormadan da teslim edebilir. Ancak teslim etmek zorunda
değildir. Paranın kendisine ait olduğunu isbatlayan bir delil ortaya koyması halinde ise
parayı ona teslim etmeye mecburdur. Birinci görüştekiler paranın teslim edilmesini
gerektirmesi hâlinde delil getirmeyi vasıfları bilmekten daha kuvvetli görmekle
beraber, parayı kaybedenin onu zaten gaflet anında düşürdüğü için paranın kendisine
ait olduğunu isbatlamasmm imkânsız derecede zor olduğundan burada vasıflarını
bilmenin delil yerine geçtiğini söylemişlerdir. Yine bu görüşü savunan ulemâya göre
yitik bir paranın kendisine ait olduğunu, vasıflarını saymakla isbat eden iki kişinin

£331

çıkması hâlinde de aynı yola başvurulur.

[341

Bu konuda Hanefîlerle Şâfiîlerin delili "delil iddia edene gerekir" hadisidir.

1351

Nitekim bir önceki hadisin şerhinde açıklandı.
4. Kuteybe B. Saîd'in Rivayeti

1704. ...Zeyd b. Hâlid el-Cühenî'den (rivayet edildiğine göre) bir adam Resûlullah
(s.a.)'a, buluntu malın hükmünü sormuş O (s.a.)'da;

"Onu bir sene ilan et! Sonra ağız bağıyla çıkınını iyice tespit et ve harca. Eğer sahibi
gelirse, ona verirsin" buyurmuş. Bunun üzerine (adam):

Ey Allah'ın Resulü, ya yitik davar (nasıl bir muameleye tabi tutulacak?) demiş, (Hz.
Peygamber de:)

"Onu da al, çünkü o ya senindir ya da (bir din) kardeşinindir. Yahut da kurdundur"

buyurmuştur.

(Bunun üzerine adam:)

Ey Allah'ın Resulü ya yitik develer (nasıl bir mualeye tabî tutulurlar) demiş.
Resûlullah (s.a.) de yanakları ya da yüzü kızaracak kadar öfkelenip:
"Sahibi gelinceye kadar onun ayakkabısı da su kırbası da beraberindedir. Onlardan

1361

sana ne?" buyurmuştur.
Açıklama

Hıza ayakkabı anlamına gelir. Burada mecazen deve ayağı anlamında kullanılmıştır.
Sika ise lügatte su tulumu anlamına gelir. Burada ise, deve karnı anlamında



kullanılmıştır. Deve bir defada bir kaç günlük su ihtiyacını içebildiğinden karnı su
tulumuna benzetilmiştir.

Bilindiği gibi kaybolan bir malın yitik bir mal hükmüne girebilmesi için onun kendi
kendini müdafaadan âciz olması ve telef olma tehlikesine mâruz kalmış olması
gerekir. İşte bu durumda olan bir mal bulunduğu zaman onu telef etmekten kurtararak
sahibine eriştirmek amacıyla yerden alıp saklamak meşru kılınmıştır. Deve için
herhangi bir şekilde telef olma söz konusu değilse de koyun ve keçi türünden olan
hayvanlar için bu tehlikeler söz konusu olduğundan bunlar yitik olarak bulunduğu
zaman sahiplerine teslim etmek amacıyla alınıp saklanmaları meşru kılınmıştır.
Resûl-i Zişân efendimiz yitik koyun ve develer hakkındaki sorulara farklı cevaplar
verirken bu incelikleri ifâde etmek istemiştir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte geçen "Onu bir sene ilân et" cümlesini
açıklarken ilim adamları şu görüşlere yer vermişlerdir:

Bu emrin zahiri ilan etme işinin tekrar tekrar yapılması icabettiğini ifâde etmektedir.
Meselenin özü şudur: "Eğer ilan et" emrinin zarfı, sene ise, o zaman ilan işini senede
bir defa yapmak yeterli olur. Fakat bu emri alışılmış olan ilan etme şeklinde anlamak
icab eder ki, bu takdirde bu emrin yerine getirilmesi, ancak malın sahibinin kulağına
gitmesi ihtimalinin bulunduğu her yer ve zamanda usûlüne uygun olarak ilan etmekle
gerçekleşebilir.

Bu konuda Hanefî ulemasından îbn Melek de şöyle diyor: "Bu ilan emri ancak ilk
hafta, birisi her gün gündüzün başında diğeri sonunda olmak üzere günde iki defa
yapmakla, ikinci hafta her gün bir defa yapmakla, bundan sonra da haftada bir defa
yapmakla gerçekleşir. İmam Mâlik ile İmam Şafiî ve İmam Ahmed bu görüştedirler."
Bu mevzuda Hidâye'de şöyle denmektedir:

"On dirhemden daha az bir değere sahip olan bir mal günlerce ilan edilir. On dirhem
veya daha fazlası için ise, bir yıl ilan edilir. Üçüncü bir görüşe göre ilan müddetinin

£371

takdiri yitik malı bulan kimseye aittir."
Bazı Hükümler

1. Yitik deveyi sahibi bulununcaya kadar onu serbest bırakmak gerekir. Malık, Evzaı
ve Şanının kavli böyledir. Hanefîlere göre yitik deveyi almak mekruhtur. Yani sahi-
Ibini bulmaya çalışmak ve ilan etmek üzere bunu barındırmak mekruhtur.
el-Leys b. Sa'd ise, yitik deveyi köylerde ve meskûn sahalarda bulan iyi niyetli kimse
alır, fakat sahrada bulursa alamaz, demiştir. Mâlik ve Şafiî'den birer rivayet de
böyledir. Hanefi'lerden de bu kavi rivayet olunmuştur.

Şafiî âlimleri: Yitik deve köy ve şehirden uzak yerlerde görülürse muhafaza edilmek
üzere hakim veya başkası onu alabilir. Fakat mülkiyetine geçirmek niyetiyle alıp
götürmek haramdır. Şayet yitik deve köyde bulunur ise, usûlü dâiresinde ilân etmek ve
buna rağmen sahibi çıkmadığı takdirde mülkiyetine geçirmek niyetiyle bunu almak
caizdir. En sahih kavil budur, demişlerdir.
Yitik Sığırın Hükmü:

Tâvûs, Evzâî, Hanefîler ve İmam Mâlik'in bazı arkadaşları "yitik sığır, yitik deve
gibidir" demişlerdir. İmam Mâlik ve Şafiî ise, "yitik sığır tehlikeli bir yerde ise, yitik
koyun hükmündedir. Aksi halde yitik deve hükmündedir" demişlerdir. Başka görüşler
de vardır.



2. Yitik koyun ve keçiyi gereği yapılmak üzere almak caizdir. Cumhur ve Hanefiler bu
hadisi delil göstererek böyle hükmetmişlerdir.
Tekmile yazarı bu konu hakkında özetle şöyle der:

"el-Leys b. Sa'd'in kavline ve bir rivayetinde Ahmed'in kavline göre yitik koyun ve
keçiyi ancak devlet yetkilisi alabilir, kişiler alamaz." Bu hadis bu görüşü reddeder.
Bazı âlimler: Yitik koyun ve keçiyi meskûn sahada almak caiz değildir. Fakat çölde,
dağda ve benzeri yerde almak caizdir, demişler ise de bu hadis bu görüşü de reddeder.
Çünkü Resûl-i Ekrem (aleyhisselatü vesselam) böyle bir ayırım yapmaksızın
alınmasını emretmiştir. Eğer meskûn saha ile çöl ve dağ arasında bir fark bulmuş
olsaydı, Resul-i Ekrem (s. a.) bu durumu soru sahibine soracaktı veya olan farklılığı
belirtecekti. Kurt meskûn sahalarda bulunmaz ancak çölde, dağda ve benzeri yerlerde
bulunur denemez. Çünkü koyun ve keçinin bu gibi yerlerde kurta yem olması köy ve
şehirlerde kurttan başkasına yem olmamasını gerektirmez. Yani bu yerlerde çalınma
gibi tehlikeler de mevcuttur. Diğer taraftan sahibi meçhul yitik mal çölde olsun köy ve
şehirlerde olsun lukata hükmüne tâbidir.

Resûl-i Ekrem (s.a.)'in, "Çünkü o ya senindir ya senin kardeşinindir, ya da
kurdundur." buyruğunun zahirine göre, yitik koyun ve keçiyi bulan kimse ondan
yararlanabilir. îbn Kudâme bu konu hakkında özetle şöyle der:

Yitik koyun ve keçiyi bulup alan kimsenin, dilerse, (evsafını ve alametlerini tesbit
ettikten sonra) hemen yemesinin cevazı üzerinde âlimler icma etmişlerdir. Bu hükmün
dayanağı ise, Resûl-i Ekrem (s.a.)'in; "O ya senindir, ya kardeşinindir veya kurdundur"
mealindeki buyruğudur. Çünkü bu buyrukta hayvancağız bulana ait kılınmış ve bulan
kimse ile kurt eşit kılınmıştır. Sonra hayvan sahibi için en kârlı iş budur. Çünkü
hayvancağız hefrıen boğazlanıp yenmezse bakım ve beslenmesi sorunu doğar.
Hayvanın uzun süre elde tutulup bakım ve yem masrafı bazen değeri kadar bir meblağ
tutar. İleride sahibi çıktığı zaman, icabında hayvmm değeri kadar masraf ödeme
durumunda kalabilir. Fakat bunun alâmet ve evsâfı tesbit edilip kıymeti de takdir
edildikten sonra hemen yenilmesi ve pahasının teslim edilmek üzere muhafaza
edilmesi en kârlı yoldur, demiştir.

Yitik koyun ve keçiyi (evsafı belirlenip değeri takdir edildikten sonra) hemen yemenin
câizliği hususunda bu hayvancağızı çölde, dağda ve benzeri yerlerde bulmak ile
şehirde bulmak arasında bir fark yoktur. Fakat Ebû Ubeyd, Şâfuler ve İbnu'l-Münzir,
bunu şehirde bulan kimse satabileceği için yiyemez. Satıp da değerini muhafaza
etmesi gerekir. Fakat çölde bulan kimse satma imkânına sahip olmadığı için yiyebilir
demişlerdir. Cumhurun görüşü ilk görüştür. Cumhurun delili hadiste bir kayıtlanmanın
olmayışıdır. Ayrıca sahrada yenilmesi helâl olan bir şeyi şehirde yemek de helâldir.
İbn Kudâme sözlerine devamla şöyle der: "Yitik koyun ve keçiyi bulan kimse yukarda
anlatıldığı şekilde dilerse bunu kesip yiyebildiği gibi dilerse bunu kendi malından
besler, karşılıksız olarak bakar ve mülkiyetine geçirmez. Sahibi çıkınca ona teslim
eder. Bulan kişi şayet ilerde hayvan sahibinden tahsil etmek üzere hayvanın bakım ve
yem masrafını tesbit edip bu durumu şâhidlerle tevsik eder ve sonra hayvan sahibi
bulunursa, anılan masraflar hayvan sahibinden tahsil edilebilir mi? Bu hususta iki
rivayet vardır: Bir rivayete göre anılan masraf tahsil edilebilir. Diğer rivayete göre
tahsil edilemez. İkinci görüş Şâ'bî ve Şafiî'nin kavlidir. Bunun gerekçesi de şudur:
Hayvanın bakım ve yemi hergün tekrarlanır. Bazan hayvanın değeri kadar masraf
olabilir. Bu itibarla yitik hayvancağızı bulan kişinin bunu derhal satıp bedelini
muhafaza etmesi veya bedelini takdir ve tesbit ettikten sonra boğazlayıp yemesi ve



bedelini saklaması hayvan sahibi için daha kârlıdır.

Yitik koyun veya keçiyi bulan kimsenin üçüncü bir yolu, bunu satıp bedelini
muhafaza etmesidir. Satış işini bizzat yapabilir. Şafiî'nin bazı arkadaşlarına göre satış
işini ancak devlet yetkilisinin izni ile yapabilir. Cumhurun görüşüne göre devlet
yetkilisinden izin almaya gerek yoktur."

3. Lukata'yı (yani yerde bulunan sahibi meçhul para ve diğer eşyayı) iyi niyetle almak
caizdir. Alman mal az olsun çok olsun, bir yıl ilân edilir. Sahibi çıkmazsa, bulana helâl
olur. Bulan kişi bulduğu malın alâmetlerini ve evsafını iyice belirlemek zorundadır.
[38]

5. İbnu's-Serh'in Rivayeti

1705. ...Önceki hadisin mânâsı aynı senetle (bir de) Mâlik (b. Enes)'den rivayet
edilmiştir (ve bu rivayette onların) "su tulumu beraberindedir (bu sayede onlar) suya
gelirler, ağaçlan otlarlar" (sözünü) ekledi, (fakat önceki hadiste) yitik koyunlar
hakkında (geçen) "onu al (çünkü ya senindir, ya din kardeşinindir, yahut da
kurdundur" sözünü) rivayet etmedi.
Yitik mal hakkında da (şunları) rivayet etti:

"Onu bir sene ilan et, eğer sahibi gelirse (teslim edersin), gelmezse onu nasıl istersen
yap" (Fakat önceki hadiste geçen "onu kendin için sarfet" sözünü rivayet etmedi.)
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi es-Sevrî ile Süleyman b. Bilâl ve Hammâd b. Seleme de
Rabia 'dan aynen Mâlikin rivayeti gibi rivayet ettiler; "onu al (Çünkü o ya senindir...

£391

ya din kardeşinindir, ya da kurdundur)9* sözünü rivayet etmediler.
Açıklama

Bir önceki hadis-i şerifin tetkikinden de anlaşılacağı gibi bir önceki hadise nisbetle
Mâlik b. Enes'in bu rivayetinde bulunan ilâve "suya gelirler, ağaçlan otlarlar"
cümlesidir. Bu cümlenin başında bulunan "Sikauha: su tulumu" kelimesi, bu fazlalığa
dahil değildir. Bu hadiste bir önceki hadise nisbetle bazı eksiklikler de bulunmaktadır.
Bunlardan birisi bir önceki hadiste bulunan yitik koyunlar hakkındaki "onu al, çünkü
ya senindir ya din kardeşinindir, ya da kurdundur." cümlesidir.

Ayrıca Mâlik bu rivayetinde önceki hadisten farklı olarak yitik mal konusunda "onu
bir sene ilan et, eğer sahibi gelirse (verirsin) gelmezse nasıl istersen öyle yap,"
sözlerini rivayet etmiş, buna karşılık bir öncçki hadiste yer alan "onu kendin için
sarfet," anlamına gelen "istenfik" sözünü rivayet etmemiştir.

Gerçekten de Musannif Ebû Davud'un dediği gibi imam Mâlik'in rivayet ettiği bu

[401

hadisi muttasıl olarak Buhârî ile Müslim ve Beyhakî de rivayet etmişlerdir.
Süleyman b. Bilârin rivâyetindeki hadisi de yine Buhârî ile Müslim ve Beyhakî rivayet

m

etmişlerdir. Fakat Süleyman b. Bilârin rivayet ettiği bu hadisin Buhârî'deki

1421

metinlerinin birinde, "Onu al, Çünkü o ya senindir..." cümlesi de bulunmaktadır.
Musannifin ta'likde rivayet ettiği İmam Mâlik'in bu rivayetini destekleyenlerden biri



de Hammâd b. Seleme'nin rivayet etiği ve musannifin da Sünen'ine aldığı ileride
gelecek olan 1708 numaralı hadistir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif yitik malı bulan bir kimsenin yeterince ve
usûlüne göre ilan ettikten sonra ona sahip olabileceğine delâlet etmektedir. Biz fıkıh
âlimlerinin bu konudaki görüşlerini 1701 numaralı hadisin şerhinde açıklamış
£431

bulunmaktayız.

6. Muhammed B. Râfî'in Rivayeti

1706. ...Zeyd b. Hâlid el-Cühenî'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.)'e buluntu
mal(m nasıl bir muameleye tabi tutulacağı) sorulmuş, o (s.a.)'da şöyle cevap vermiş:
"Onu bir sene ilân et. Eğer arayıcısı gelirse, ona ver. Eğer gelmezse, onun kabını ve
ağız bağını tesbit et, onu malına kat. Eğer (onu harcadıktan sonra bir gün onun)

1441

arayıcısı çıkıp gelecek olursa, onu(n değerini) kendisine veriver."
Açıklama

Hadis-i şerif, yitik mal bulan kimseye bir süre sonra bir kimsenin gelip de malın
vasıflarını sayarak onun kendisine ait olduğunu iddia etmesi hâlinde bu malı teslim
etmek gerektiğine delâlet etmektedir.

İmam Mâlik ile İmam Ahmed'e göre, malı arayan kimsenin malm vasıflarım sayıp
dökmesi hâlinde, gerçekten ona ait olduğuna dair malı bulanın kalbinde bir kanaat
hâsıl olursa, malı ona teslim etmesi farzdır.

Hanefî ulemâsı, îmam Şafiî ve cumhuru ulemâya göre ise, hadiste geçen "kendisine
ver" emri "nedb," ifade ettiğinden malı bulan kimsenin, malm kendisine ait olduğunu
söyleyerek vasıflarım sayıp döken kimseye teslim etmesi farz değil, mendubtur.
Ancak malm kendine ait olduğunu iddia eden kimse bu iddiasını delille isbatlayacak
olursa, o zaman, bu malı ona teslim etmek farz olur.

Bu durum malm harcanmasmdan sonra bile sâhabinin çıkması hâlinde, en azından
malm bedelinin ona ödenmesi gerektiğini yitik malm, onu bulanın elinde bir emânet
olduğuna/ ve sahibinin belirlenmesi halinde ona teslim edilmesi icabettiğini gösterir.
Bu mevzuda Hattâbî şöyle demiştir:

"Sonra ondan yararlan" ifadesi, yitik bir mal bulan kimsenin usûlüne göre ve yeterince
onu ilan ettikten sonra, sahibinin çıkmaması halinde, sahibi çıkınca kendisine bedelini
ödemek şartıyla, onu harcayabileceğine, bunda hiçbir kerahet olmadığına delâlet
etmektedir. Her ne kadar İmam Mâlik; "O, ya senindir, ya da kurdundur" mealindeki
1704 numaralı hadis-i şerife dayanarak "çölde bir koyun bulup da yiyen kimse
sonradan sahibinin çıkması halinde o koyunun bedelini ödemekle mükellef değildir"
demişse de bu hadiste geçen '*eğer arayıcısı çıkıp gelirse onu(n değerini) kendisine
veriver" cümlesi aleyhine bir delildir.

Bu cümleye dayanarak İmam Şafiî de "ister şehirde ister şehir dışında bulmuş olsun,
bulduğu bir koyunu yiyen kimse sahibinin çıkması halinde onu ödemekle
yükümlüdür," demiştir ki Hafız İbn Hacer'in dediği gibi, Hz. Peygamber'in ona yeme
izni vermeden önce sahibinin gelmesi halinde ona teslim etmeyi emretmesi İmam



[451

Şafiî'nin bu görüşünü kuvvetlendirmektedir.

7. Ahmed B. Hafs'ın Rivayeti

1707. ...Zeyd b. Hâlid el-Cühenî'den rivayet edilmiştir. Dedi ki:
Resûlullah (s.a.)'a lukata(mn nasıl bir muameleye tabi tutulacağı) soruldu da...
Bundan sonra (1704 no'lu) Rabia hadisinin bir benzerini rivayet etti.

(Abdullah b. Yezîd bu hadisi) şöyle rivayet etti: (Hz. Peygambere) buluntu mal(m
nasıl bir işleme tabi tutulacağı) soruldu da o (s. a.), şöyle cevap verdi:
"Onu bir sene Han edersin, eğer sahibi gelirse onu kendisine teslim edersin. Gelmezse,
ağız bağım ve çıkınını belirlersin sonra onu kendi malına katarsın. Eğer bir süre sonra

[461

sahibi gelecek olursa bunu ona veriverirsin."
Açıklama

Hadis-i şerif yitik malı bulan kimsenin bir sene ilan ettikten sonra sahibi çıkmasa bile
yine ona kayıtsız şartsız sahib olamayacağına, bir başka ifadeyle, sahibi ne zaman
ortaya çıkarsa çıksın, onu isteme hakkına sahip olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim
bir önceki hadisin şerhinde açıkladık.

Yine bu hadisin zahiri, yitik malı bulan bir kimsenin, o malın kendisine ait olduğunu
iddia eden kimseye hiç bir delil istemeden teslim etmesi gerektiğini ifâde etmektedir.
Ancak 1 703 ve 1 706 numaralı hadisler, bu hadis-i şerifi kayıtladığından bu hadisi sözü
geçen hadislerle birlikte ele almak icabeder. Bu bakımdan bulunan bir malın sahibine
hangi şartlarla teslim edilebileceği hususu için anılan hadislerin şerhlerine müracaat

1421

edilmelidir.

8. Musa B. İsmail'in Rivayeti

1708. ...(Bir önceki hadisin) manası (bir de 1704 numaralı) Kuteybe (b. Abdurrahman)
hadisinin senediyle yani Rabia b. Ebî Abdurrahman yoluyla (rivayet edilmiştir. Şu
farkla ki Hammâd b. Seleme) bu rivayete şu cümleyi de eklemiştir:

"Eğer arayıcısı gelir de (malın) çıkınını ve miktarını bilirse, onu ona verîver". (Bu
hadisin) bir benzerini de yine Hammâd, Ubeydullah b. Ömer, Amr b. Şuayb, onun

148]

babası ve dedesi yoluyla Peygamber (s.a.)'den rivayet etmiştir.
Açıklama

Ebû Davud'un hadise ait üç taliki aşağıda ayrı ayrı ele alınarak değerlendirilecektir.
Bilindiği gibi bu hadisin benzeri daha önce 1704 numarada geçmiştir.
Ancak burada 1704 numaralı hadisten fazla olarak bir de Hammâd b. Seleme'nin ilâve
ettiği "eğer arayıcısı gelir de malın çıkınım ve miktadıfmı bilirse, malı ona veriver"
anlamına gelen bir cümle bulunmaktadır.

Bu hadisin zahirine bakarak İmam Mâlik (r.a.) buluntu bir malın vasıflarını sayarak



onun kendisine ait olduğunu iddia eden bir kimseye bu malın başka bir delil
aranmadan teslim edilmesi farz olduğunu söylemiştir.

Şâfıîlerle Hanefîler ise yine bu hadisten, malın sahibi olduğunu iddia eden kimsenin
malın vasıflarını sayıp dökmesi neticesinde malı bulan kimsenin kalbinde malın o
kimseye ait olduğuna dair bir kanaat uyanırsa malı o kimseye teslim etmesi caiz
olmakla beraber, farz değildir. Çünkü "buradaki emir farziyyet ifâde etmez,
mendupluk ifâde eder" demişlerdir.

Hammâd b. SeJeme'nin metinde geçen ilâvesini Müslim, Hammâd b. Seleme Yahya b.
Said, Rabiatü'r-Rey, İbn Ebi Abdirrahman, Yezid, Zeyd b. Halid el-Cüheni zinciriyle
ve şu mânâya gelen lâfızlarla rivayet etmiştir:

Bir adam Peygamber (s.a.)'e kaybolan develerin hükmünü sormuş..." Rabia şunu ilâve
etmiş: "Bunun üzerine kızdı. Hatta yanakları da kızardı" ve hadisi yukandakilerin
hadisi gibi rivayet etmiş şunu da ilave etmiş: "Şayet sahibi gelir de muhafazasını,

1421

sayısını ve bağını bilirse, onu kendisine veriver! Aksi takdirde o senindir."

(a) Ebû Dâvûd dedi ki: Hammâd b. Seleme'nin, Seleme b. Kü-heyl, Yahya b. Said,
ubteydullah b. Ömer ve Rabia'nm "Eğer sahibi gelir (yitik malın) çıkınını ve (çıkının)
ağız bağım bilecek olursa, o malı ona teslim ediver" (şeklindeki) hadisine yaptığı şu
"çıkını ve (çıkının) ağız bağını bilirse" (sözlerinden oluşan) ilâve (bu hadisin diğer

JM

yollardan gelen rivayetlerine) tercih edilebilecek nitelikte değildir.
Açıklama

Her ne kadar musannif, Hammâd b. Seleme'nin bu ilâvesinin diğer rivayetlerden daha
sağlam olmadığını söylemişse de aslında bu ilâveyi Müslim de Sahih'inde rivayet

£511

etmiş ve İbn Hacer de Musannif Ebû Davud'un bu tespitinin isabetsiz olduğunu
1521

söylemiştir. Nitekim 1703 numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık. Ayrıca İbn

[531

Hazm da Musannifin bu kanaatinin doğru olmadığını ifade etmiştir.

(b) (Ebû Dâvûd dedi ki:) Ukbe b. Süveyd'in babası vasıtasıyla Peygamber (s.a.)'den
(rivayet ettiği) hadiste de (Zeyd b. Hâlid el-CühenVnin rivayet ettiği 1706 no'lu
hadiste) olduğu gibi (Hz. Peygamber'in kendisine yitik malın nasıl bir işleme tabi
tutulacağını soran bir kimseye):

[541

"Onu bir sene ilan et!" buyurdu(ğu ifade edilmektedir.)
Açıklama

Her ne kadar musannif, Hammâd ibn Seleme'nin bu ta'lîki buluntu bir malın bir sene
ilan edilmesi gerektiğini ifâde eden 1706 numaralı hadîsi takviye için getirmişse de
aslında Ebû Davud'un bu talikini Taberâni ile Beğavi, Elhumeydî ve ibn Seken şu
senedle zinciriyle Hz. Peygambere ulaştırmışlardır. "Muhammed ibn Ma'n-elğıfârî,
Rabia, Ukbe ibn Süveyd ve babası Süveyd. Söz konusu ta'lîk şu manaya gelen
lafızlardan ibarettir. "Resûlullah (s.a.)'e lükatayı sordum da:



1551

"Onu bir sene ilan et, sonra onun kabım muhafaza et", buyurdu.

(c) (Ebû Dâvûd dedi ki) Ömer b. ei-Hattâb'm Peygamber (s.a.)'den rivayet ettiği

hadiste de (Zeyd b. Halid el-CühenVnin rivayet ettiği 1706. hadiste) olduğu gibi (Hz.

Peygamber'in, kendisine yitik malın nasıl bir işleme tâbi tutulacağını soran bir

kimseye):

[561

"Onu bir sene ilân et." buyurdu(ğu ifâde edilmektedir.)
Açıklama

Bu ta'lîki de Tahâvi ile Beyhakî, Amr ibn Şuayb'dan O'da Süfyân ibn Abdillâh'm
oğullan Amr ile Asım'dan, O'nlar da babaları Süfyân ibn Abdillah'dan O'da Hz.

[571

Ömer'den O'da Hz. Peygamberden rivayet etmiştir.
9. Müsedded'in Rivayeti

1709. ...İyaz b. Hımâr'dan; demiştir ki: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur:

"Kim bir yitik mal bulursa bir veya iki adaletli kimseyi (bu malı emânetine aldığına
dâir) şâhid tutsun, gizlemesin ve kaybetmesin. Eğer sahibi çıkarsa ona versin, eğer

[58]

çıkmazsa, o zaman o aziz ve celîl olan Allah'ındır, onu istediğine verir.
Açıklama

Tutulacak âdil şâhid sayısının bir veya iki olduğuna dair tereddüt râviye aittir. Ahmed
ve Tahâvî'nin rivayetlerinde bu tereddüd durumu yoktur. Oralardaki rivayette iki âdil
şâhid'in tutulması emredilmiştir. Lukataya ait tutulacak şâhidlerin hangi hususlar için
tutulacağı hakkında birkaç görüş vardır:

a. Kişi sadece bir lukata bulduğuna dair şâhidler tutacak fakat bulduğu malın evsafını
açıklamayacaktır ki, herhangi bir yalancı kimse haksız yere bu mala sahip çıkmasın.

b. Kişi bulduğu malın evsafım tesbit etmek için şâhidler tutacak ve bütün vasıfları
şâhidlere anlatacak ki günün birinde ölürse vârisleri o malda tasarruf etmesinden
dolayı kendisinin malı olduğunu sanmasınlar. Şafılerin bir kısmına göre kişi bulduğu
malın bazı vasıflanıl şahidlendirecek ve bazı evsafım gizli tutacaktır. Nevevî "en

' Iİ91
sıhhatli görüş budur" der.

Bazı Hükümler

1. Lukata yani yitik mal bulan kimse bunu alınca durumu şahıdlerle tespit etmelidir.
Şahit tutmaya ait hadisteki emrin hükmü hakkında âlimler ihtilâf etmişlerdir. Şöyle ki:
a. Hanefîlere göre kişinin bulduğu malın onun yanında emânet sayılıp kusur ve ihmali
olmadıkça zayiinden ve helak olmasından sorumlu tutulmaması için şahid tutmuş
olması şarttır. Eğer şâhid tutmamış ise, mal onun yanında helak veya zayi olursa,



kusur ve ihmali olsun veya olmasın, mal sahibi ortaya çıktığında ödettirir. Kişi yitik
malı sahibine teslim etmek

üzere iyi niyetle aldığını, fakat şâhid tutmadığını söyler ve mal sahibi de onu
doğrularsa, bu takdirde kişi o maim helak veya zayiinden sorumlu değildir. Şu halde
bir adam yitik bir mal bulup yerden alıp da durumu şâhidlendirmez ve sonra henüz
sahibi bulunmamış iken adamın kusuru olmaksızın mal helak veya zayi olur, sonra
sahibi çıkar ve adam durumu anlatır mal sahibi de adamın iyi niyetle malı
götürdüğünü doğrularsa, adama malın değerini ödettiremez. Şayet mal sahibi adamı
yalanlarsa, Ebû Hanî-fe'ye göre malı tazmin ettirir. Ebû Yûsuf ile Muhammed'e göre
adam bulduğu malı sahibine iade etmek niyetiyle aldığına yemin ederse ödetme
durumu kalmaz.

b. Şafiî'ye göre kişinin yitik mal bulduğunu şahidlendirmesi vâcibtir. Şafiî, hadisin
zahirini esas almıştır. Bir de şu durum vardır: Adam şahid tutmayınca, görünüşte adam
malı kendi nefsi için almış gibi olur.

c. Mâlik, Ahmed ve meşhur kavlinde Şafiî, "ŞahuJ tutmak müstehabdır. Hadisteki
emir müstehablık içindir. Çünkü sahih hadislerde yitik mala şahid tutma emri yoktur.
Bu hadislere bakılınca burdaki emrin, müstehablık için olduğu kanaati hâsıl olur"
demişlerdir.

Hattâbi, bu hadisin şâhid tutma emri, eğitim ve irşâd anlamı taşır. Şahid tutma
hakkında ikilhikmetlvardır: Birisi şudur: Şahid tutulmadığı takdirde nefis ve şeytan,
yitik malı götüren adamın kalbine vesvese sokabilir. Adam malı götürürken iyi niyetle
götürmüş olmasına rağmen,sonra nefis ve şeytan yitik malı götüren adamı iğfal
edebilir ve hiyânete sürükleyebilir. Adam şahid tutmuş ise, böyle bir tehlike endişesi
kalmaz. İkinci hikmet de şudur: Adam aniden ölebilir. Mirasçıları da bunu onun öz
malından sayarak bölüşebilirler. Şâhid tutulmuş ise, böyle bir tehlikeye yer kalmamış
olur.

2. (Zeydîlerin bir kolu olan) Hâdeviler hadisin "mal sahibi gelmezse artık o, Allah'ın
malıdır" cümlesini delil göstererek bir yıl süre ile usûlüne uygun olarak ilân
edilmesine rağmen sahibi çıkmayan yitik mal bunu bulan kimsenin fakir olması kaydı
ile mülkiyetine geçer. Bulan kimse fakir değilse yitik mal onun mülkiyetine geçmez.

1601

Çünkü Allah'ın malım ancak sadakaya muhtaç kimseler alabilir, demişlerdir.

[611

Nitekim 1701 numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık.
10. Kuteybe B. Said'in Rivayeti

1710. ...Abdullah b. Amr b. el-As'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.)'a
ağaçta bulunan meyveden (alıp yemenin hükmü) sorulmuş da:

"Her kim onu ihtiyacından dolayı ağzıyla alıp yer de eteğini doldurmazsa, (bundan
dolayı) ona bir ceza lâzım gelmez. Ondan bir şey koparır (da başka yere taşır)sa, onun
değerinin iki mislini ödemek onun üzerine borç olmakla beraber (tazir) cezasına da
çarptırılır.

Kim de meyveyi meyve kurutulan yere konduktan sonra çalar da (çalman bu
meyvenin) değeri, bir kalkan değeri olursa, ona (el) kesme (cezası) lâzım gelir,"
buyurmuş ve (Abdullah b. Amr, rivayetine devam ederek) başkalarının rivayet ettiği
şekilde yitik deve ve koyun hakkında rivayette bulunmuş (bu rivayetinde) şöyle demiş.



(Hz. Peygambere) yitik maldan soruldu da şöyle cevap verdi:

"İşlek bir yolda ya da ma'mür olan bir köyde bulduğun bir malı bir sene ilan et. Eğer
(bu süre içerisinde) sahibi gelirse ona ver, eğer gelmezse senindir. Harab olan bir

[621

yerde bulunan bir malda ve rikâzda beşte bir (Vergi) vardır. (Gerisi bulana kalır)
Açıklama

Hadis-i şerif, fakr-u zaruret içerisinde bulunan bir kimsenin başkasına ait bir ağacın
meyvelerini ağacın başında eteğine doldurmaksızın alıp yiyecek olursa, sahibinin
rızası olmadığı takdirde ona sadece yediği meyvelerin kıymetini ödemek düşer.
İslâm'ın ilk yıllarında bu kimse yediği meyvelerin bedelini ödemekten de muaftı. Fa-
kat sonradan bu uygulama yürürlükten kaldırıldı. Meyvelerin bedelini ödemek
mecburiyeti getirildi. Eğer bir kimse ağacın meyvelerini koparıp da başka bir yere
götürecek olursa, zaruret icabı götürmüş bile olsa, ona tazir cezasıyla birlikte
götürdüğü o meyvelerin değerinin iki mislini ödeme cezası verilir. Fakat meyveler hırz
(muhafaza) altında olmadığı için hırsızlık cezası verilmez.

Eğer bu meyveler sahihleri tarafından ağaç üzerinden sergiliğe indirildikten sonra
alınmışsa ve alman bu meyvelerin değeri hırsızlık cezası için aranan dörtte bir dinar
veya on dirheme ulaşmışsa, o zaman alan kimse hırsızlık cezasına çarptırılır. Çünkü
sergilik âdeten mal için emniyetli bir yer sayılır. Bilindiği gibi böyle emniyetli bir
yerden alman mal çalınmış sayılır ve bu işi yapan kimse hırsızlık cezasına çarptırılır.
İşlek bir yol üzerinde ya da mamur ve meskûn bir yerleşim bölgesinde bulunan yitik
malların hükmü, diğer yitik malların hükmüne tabî olmakla beraber harabe bir
yerleşim bölgesinde bulunan yitik mallar ve rikâz, vergiye tabidirler. Beşte biri vergi
olarak devlete verilir, kalanı ise bulan kimsenin mülkü olur. Bilindiği gibi rikâz,
define (gömü) demektir.

Fıkıh kitaplarında açıklandığı üzere rikâz (kenz, define) üç türlüdür:

1. Kenz-i İslâmî: Üzerinde îslâmî işaretler bulunan para, kıymetli eşya vs.
gömüleridir. Bunlar Lukata hümündedir. Bunları bulanlar fakir iseler kendilerine,
değil iseler fakirlere sarf veya İslâm idaresine teslim ederler.

2. Kenz-i Câhili: Üzerinde kâfirlerin işaretleri bulunan para vs.'dir. Bunların beşte biri
İslâm idaresine zekât olarak verilir. Geri kalanı toprak sahibine aittir.

3. Kenz-i Müştebih: Kime ait olduğu anlaşılamayan para eşya vs. definedir. Bunlar
bir görüşe göre kenz-i câhili bir görüşe göre de lukata hükmündedirler.

İmam A'zam ve îmam Muhammed'e göre deniz mahsûllerinden zekât alınmaz. İmam

[63]

Ebû Yusuf a göre ise, denizden çıkarılan inci vs. 'den beşte bir zekât alınır.
Bazı Hükümler

1. Zaruret durumunda olan bir kimse yanma alıp başka bir yere goturmemek
şartıyla başkasının meyvesini ağacının başında ihtiyacını giderecek kadar yiyebilir.
Ancak bu cevaz meyve sahibinin o meyvenin yenmesine izin vermiş olduğuna dair bir

£641

karinenin bulunmasına bağlıdır. Aksi takdirde kendisine yediği meyvelerin bedeli
ödetilir.



2. Zaruret durumunda olmadığı halde bir başkasının meyvesini ağacının başında
yiyen kimseye o meyvenin bedelinin iki misli ödetilir ve bir de tâzir cezasına
çarptırılır. Ömer b. el-Hattâb (r.a.) ile İmam Ahmed mevzumuzu teşkil eden hadisin
zahirine sarılarak bu hükme varmışlardır. İmam Şafiî'nin eski görüşü de budur.
Cumhhûru ulemâya göre bu kimseden malî ceza olarak sadece meyvenin değeri alınır,
iki katı alınmaz. Hadiste geçen "iki kat" kelimesi halkı ihtiyaçsız olarak halkın
meyvelerini yemekten şiddetle sakındırmak için kullanılmıştır.

Hanefî ulemasından İbn Melek ise, metinde geçen tâzir cezasının sırf halkı
vazgeçirmek için kullanılmış olabileceğini ya da İslâm'ın ilk yıllarında olup sonradan
yürürlükten kaldırılan bir uygulama ile ilgili olabileceğini ve 3569 numaralı hadisin de
buna delâlet ettiğini binaenaleyh başkasının meyvesini yiyen bir kimseye yediği
meyvenin bedelini ödemekten başka bir ceza verilemeyeceğini söylemiştir. Hattâbî de

[651

bu görüştedir. Esasen İmâm Sindî'nin de ifâde ettiği gibi metinde geçen "değerinin
iki misli" sözü Ebû Davud'un bazı nüshalarında bir misli olarak geçmektedir ki bu
daha iyi ve îslâmm ruhuna daha uygundur.

3. Muhafaza (hırz) altına alınmış olan ve miktarı hırsızlık cezası için şart olan dörtte
bir dinara ya da on dirheme ulaşan bir malı çalıp giden bir kimse hırsızlık cezasına
çarptırılır (eli kesilir.)

4. Mamur ve meskûn yerleşim birimlerinde bulunan yitik mallar, diğer yitik mallar
gibi usûlüne göre bir sene ilân edilir. Meskûn olmadığı için harab olan yerleşim
birimlerinde bulunan yitik mallar ise, vergiye tâbidir. Beşte biri İslâm devletine verilir,
gerisi bulana kalır.

5. Ele geçen yitik koyunlar buluntu mal hükmündedir. Deve ise buluntu mal
hükmünde olmadığından sahipsiz bir deveyi bulan kimse onu almaya kalkmamalıdır.

1661

Nitekim 1704 numaralı hadisin şerhinde açıkladık.
11. Muhammed B. El-Alâ'nın Rivayeti

1711. ...Şu (önceki) hadisi (yine) Amr b. Şuayb (önceki) senediyle rivayet etti. (Bu
rivayete göre Abdullah b. (Amr ya da Velid b. Kesir) yitik koyun hakkında şöyle
demiştir: (Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem kendisine yitik koyun hakkında soru
soran kimseye):

1671

"Onu al (yanında) iyi muhafaza et" buyurmuştur.
Açıklama

Musannifin bu hadis-i şerifi burada nakletmekten maksadı, Velid b. Kesir'in rivayeti
olan bu hadisle, îbn Ac-lân'm rivayet ettiği önceki hadis arasındaki farka işarettir. Bu
iki hadis karşılaştırıldığı zaman görülür ki, bu hadis-i şerifte, Hz. Peygamber'in yitik
bir koyun bulan kimsenin sahibine vermek üzere onu yanma emaneten alıp muhafaza
etmesini emrettiği açıkça ifade edildiği halde, önceki hadis-i şerifte Hz. Peygamber'in
bu hususta ne buyurduğuna dâir açık bir ifâde yoktur. Hz. Peygamber'in bu hususta ne
buyurduğu başka rivayetlere havale edilmektedir.

Bu hadisle ilgili açıklama 1 704 numaralı hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara



[68]

lüzum görmüyoruz.



12. Müsedded'in Rivayeti

1712. ...Şu (1710 numaralı) hadisi Artır b. Şuayb aynı senedle (üçüncü defa olmak
üzere bir defa daha) rivayet etti. (Bu rivayete göre Resülullah sallallahu aleyhi
vesellem) yitik koyun hakkında sadece:

"O ya senindir, ya (din) kardeşinindir, ya da kurdundur. Öyleyse onu al."
buyurmuştur.

Aynı şekilde Eyyûb (es-Sahtiyânî) ile Yakub b. Ata, Amr b. Şuayb kanalıyla
Peygamber (s.a.)'den (sözü geçen hadisi rivayet etmişler ve) bu rivayetlerinde (Hz.
Peygamberin sadece); "Onu (sahibine vermek üzere yanma) al." buyurduğunu
1691

nakletmişlerdir.
Açıklama

Bu hadisin sonuna musannifin ilâve ettiği Eyyûb es-Sahtiyânî ile Yakub b. Ata b. Ebû
Rebâh'a ait taliklerin senedini Hz. Peygamber'e kadar ulaştıran bir kimse bilinmiyor.
Esasen Eyyûb es-Sahtiyanı ile Yakub râvi olarak sağlam değil, zayıftırlar,

1711 no'lu hadisle 1712 no'lu hadisten çıkan netice şudur: Hz. Peygamberin yitik
koyun hakkında yaptığı açıklama "Onu (yanma) al" sözünden ibarettir. Fazla değildir.
Fakat 1704 numaralı muttasıl ve merfu hadis, Hz. Peygamber'in yitik koyun
hakkındaki açıklamasının sadece bu sözden ibaret olmadığını göstermektedir. Hz.
Peygamber'in bu konudaki açıklamaları için sözü geçen hadisin tercüme ve şerhine

£201

müracaat edilebilir.

13. Mûsâ B. İsmail'in Rivayeti

1713. ...Şu (1710 numaralı) hadisi Amr b. Şuayb, babası Şuayb ve dedesi Abdullah b.
Amr b. el-As yoluyla Peygamber (s.a.)'den bir de (Muhammed) îbn İshak rivayet
etmiştir: (Bu rivayete göre Hz. Peygamber) yitik koyun hakkında şöyle buyurmuştur:



"Onu al, arayıcısı gelinceye kadar (yanında muhafaza et)"
Açıklama

Musannif, Ebû Davud'un bu rivayeti kayd etmekten maksadı bununla 1710, 1711,

1712 numaralı rivayetler ara-
sındaki farkı göstermektir.

Sözü geçen rivayetlerin gözden geçirilmesiyle de anlaşılacağı gibi o rivayetlerde Hz.
Peygamberdin yitik koyun hakkında sadece "onu al" buyurduğu ifâde edilirken, bu
rivayette "Onu al arayıcısı gelinceye kadar (muhafaza et)" buyurduğu ifade
edilmektedir. Bu hadisle ilgili fıkhî hükümler 1710 numaralı hadisin şerhinde



[72]

geçmiştir.



14. Muhammed B. El-Alâ'nın Rivayeti

1714. ...Ebû Saîd (el-Hudrî)'den (rivayet edildiğine göre) Ali b. Ebî Tâlib bir dinar
bulup Hz. Fatıma'ya getirmiş, (Hz. Fatıma da) Onu (harcamanın haram olup
olmayacağını) Resûlullah (s.a.)'a sormuş (Peygamber (s.a.):

"Allah'ın rızkıdır" buyurmuş. Sonra ondan Resûlullah (s.a.) de yemiş, Hz. Ali ile
Fatıma da yemiş. Sonra Hz. Ali'ye, onu arayan bir kadın çıkmış gelmiş. Bunun üzerine
Peygamber (s.a.):

[73]

"Ey AH, dinarı (ona geri) ver" buyurmuş, (Hz. Ali de geri vermiştir).
Açıklama

Hafız Zeylâî'nin açıklamasına göre Hafız Münzirî mevzumıızu teşkil eden bu hadisi
açıklarken şöyle demiştir: "Bu hadis-i şerifte izahı müşkil olan taraf Hz. Ali'nin
bulmuş olduğu bir dinarı hiç ilan etmeden harcamış olmasıdır. Halbuki sıhhat
bakımından daha üstün ve sayı bakımından daha çok olan birçok hadis-i şerif, bulunan
bir yitik malı usûlüne göre ve yeterince açıklamadan harcamanın caiz olmadığını ifâde
etmektedir. Kanaatimce bu meselenin izah tarzı şudur:

Aslında bulunan yitik bir malın ilanı için kalıplaşmış belli bir ifâde yoktur. Bu nedenle
Hz. Ali'nin, bulmuş olduğu bu malı Hz. Peygamber'-in etrafında kalabalık bir cemaat
bulunduğu bir sırada Hz. Peygamber'e haber vermiş olması bir ilan sayılmış, orada
malın sahibi çıkmayınca artık o malı yemek ona helâl olmuştur. Bu durum buluntu
malın bir defa ilan edilmesinin yeterli olduğuna dair olan görüşleri
kuvvetlendirmektedir" .

Hafız Zeylâî sözlerine şöyle devam etmiştir: "Her ne kadar Hafız Münzirî böyle
demişse de bana göre mesele hiç te böyle değildir. Binaenaleyh Hafız Münzirî'nin
zannettiği gibi buluntu malı bir defa ilân etmek yeterli değildir. Nitekim
Abdurrezzak'm Musannef inde Hz. Ali'nin söz konusu dinarı üç gün ilan ettiği rivayet
[74]

edilmektedir.
Bazı Hükümler

Hadis-i şerif yitik bir malı bulan kimsenin onu yeterince ilân ettikten sonra
yiyebileceğine ve bu hususta malı bulan kimsenin zengin olmasıyla, fakir olması
arasında bir fark bulunmadığına delâlet etmektedir. Nitekim 1701 numaralı hadis-i şe-
rifin şerhinde de açıkladığımız gibi bu konuda İmam Şafiî ile İmam Ah-med ve daha
başkalarının görüşleri de böyledir.

Sözü geçen fıkıh imamlarına göre Hz. Peygamber'in Hz. Ali'ye söz konusu buluntu
malı sadaka olarak bağışladığı da düşünülemez. Çünkü Hz. Ali ile Hz. Fatıma Hâşim
oğullarından olduklarından onların sadaka almaları caiz değildir.
Hanefî ulemâsına göre ise, devletin izni olmadan zengin bir kimse bulduğu yitik malı



175]

harcayamaz. Onu yeteri kadar ilan ettikten sonra sadaka olarak fakirlere dağıtır.
Hanefî ulemâsı mevzumuzu teşkil eden hadisin zahiriyle amel etmeyi terk etmelerinin
sebebini şöyle açıklamışlardır:

1. Bu hadis'in bütün senedleri tenkid edilmiştir.

2. Hz. Peygamber bu dinarı Hz. Ali ve Fâtıma'ya zaruret içerisinde oldukları için

1761

vermiş olabilir. Nitekim Beyhakî buna delâlet eden bir de olay rivayet etmiştir.
Hennâd'm Hz. Atâ'dan bu konuda rivayet ettiği bir hadis de şu mealdedir:
"Ali dedi ki: Bir kaç gün ne bizde ne de Peygamber Efendimizin evinde bir yiyecek
yoktu. O sırada bir gün evden çıkarken yerde bir altın buldum. Alaymı mı almayayım
mı, diye biraz tereddüt ettikten sonra içinde bulunduğumuz halsizlik ve sıkıntıyı
düşünerek aldım. Sonra dükkancılara gidip onunla bir miktar un aldıktan sonra
Fâtıma'ya yoğurup bize ekmek yapmasını söyledim. Fâtıma unu yoğurmaya başladı
fakat o kadar halsizdi ki perçemi hamur teknesinin kenarlarına değiyordu. Sonra duru-
mu gidip Peygamber efendimize anlattım Peygamber efendimiz bana:

[771

"O cenab-ı Allah'ın size göndermiş olduğu bir nzıkür"

İmam Ahmed de Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den Hz. Ali'nin şöyle dediğini rivayet
ediyor:

"Peygamber Efendimizle birlikte o kadar açtık ki karnımın üstüne taş bağladığımı

£281

hatırlıyorum. Bugün ise malımın zekâtı kırkbin dinarı bulmaktadır."
15. Heysem B. Hâlid El-Cühenî'nin Rivayeti

1715. ...Ali (r.a.)'dan (rivayet edildiğine göre) kendisi (bir gün) bir dinar bulup onunla
bir miktar un satın almış (fakat) hemen o anda un sahibi onu tanıyıp (kendisine ikram
için) dinarı geri vermiş. Bunun üzerine Ali (r.a.) dinarı alıp ondan iki kıratını ayırmış

im

ve onunla et satın almıştır.
Açıklama

"Dinar" 4,8 gr. ağırlığında bir altındır. Ağırlığı 3/7 dirheme ve 22 6/7 kırata eşittir.
Bu hadis-i şerif bir numara sonra gelecek olan hadisin bir bölümüdür. Orada
açıklandığı üzere Hz. Ali'nin kendisinden un satın aldığı kimse bir yahudidir. Yahudi
Hz. Ali'nin Hz. Peygamber'in damadı olduğunu bildiği için kendisini tanıyınca aldığı
dinarı geri verip unu ona karşılıksız olarak vermiştir. Hz. Ali de o paranın iki kıratıyla
bir miktar et alıp onları Fâtıma'ya getirmiş, Hz. Fatıma da unu pişirip ekmek yapmış
eti de ayrıca pişirip çocuklarının önüne getirmiştir. Bu hadisle ilgili açıklama bir

mm

önceki hadisin şerhinde geçmiştir.

1716. ...Sehl b. Sa'd'dan rivayet edildiğine göre Ali b. Ebî Tâlib (bir gün)
Fâtıma' (r.anha)nm yanma girmiş. Hz. Hasan ile Hüseyin ağlıyorlarmış. "Bunları
ağlatan nedir?" diye sormuş. O da:



Açlıktır, demiş. Bunun üzerine Ali (r.a.) (dışarı) çıkmış çarşıda bir dinar bulmuş.
Hemen gidip onu Fâtıma'ya haber vermiş. Fâtıma da:

Falanca yahudiye git (ondan) bize bir miktar un al, demiş. Bunun üzerine Hz. Ali
gidip o dinarla bir miktar un satın almış. O anda Yahudi (onu tanıyarak):
Sen kendisinin Allanın elçisi olduğunu iddia eden kimsenin damadı değil misin demiş
(Ali); "Evet" cevabım vermiş. (Bunun üzerine Yahudi);

Sen dinarını al, un da senin olsun, demiş. Ali hemen (unu alıp dükkandan dışarı)
çıkmış ve unu Fâtıma'ya getirmiş olayı da kendisine haber vermiş.
Hz. Fâtıma da (O'na);

Falan kasaba git (bu paradan ayıracağın) bir dirhemle bize et satın al, gel demiş. Ali et
için harcayacağı dirhem karşılığında (elindeki) dinarı rehin vermiş ve (bu dirhemle
satın aldığı) eti Fâtıma'ya getirmiş, (Fâtıma da unu) yoğurmuş ve (içinde eti pişirmek
üzere ateş üzerine bir tencere) koymuş. (Hamuru da) ekmek yapmış ve (yanlarına
gelmesi için) babasına (haber) göndermiştir. Biraz sonra da (babası) yanlarına gelmiş.
Bunun üzerine (babasına hitaben):

Ey Allah'ın Resulü, (durumu) sana anlatacağım. Eğer onu (bizim için) helâl görürsen
onu yiyeceğiz ve bizimle beraber sen de yiyeceksin. Onun durumu şöyle şöyledir,
demiş. (Bunları dinleyen) Peygamber (s. a.):

"Allah'ın adıyla (onu) yeyiniz." buyurmuş ve (ve Peygamberle birlikte orada bulunan
Hz. Ali Fâtıma ve çocukları o ekmeği) yemişler. Onlar yerlerinde (oturup dururlar)
iken bir de ne görsünler, biri "Allah aşkına ve İslâm aşkına" diyerek dinarı arıyormuş.
Resûlullah (s. a.) derhal (orada bulunan birisine) o gencin çağırılıp getirilmesini
emretmiş. Bunun üzerine genç, Peygamber (s.a.)'in huzuruna çağırılmış. (Peygamber
huzuruna gelen)bu gence (aradığı dinarın vasıflanın ve miktarım) sormuş. (Genç de
dinarın vasıflarını ve miktarını söyledikten sonra): "Çarşıda benden düştü," demiş.
Peygamber (s.a.) de:

"Ey Ali, kasaba git, ona, Resûlullah sana "dinarı bana gönder, dirhemin de bendedir"
diyor de." buyurmuş. Bunun üzerine (kasab) dinarı göndermiş Resûlullah (s.a.)'de



dinarı o gence (geri) vermiş.
Açıklama

Her ne kadar bu hadis-i şerifte Hz. Ali'nin söz konusu dinarı bulduktan sonra onu
usûlüne göre ve yeterince ilân etmeden yediği anlaşılıyorsa da aslında bu konuda
gelen sahih rivayetlerden de anlaşıldığı üzere H. Ali bu dinarı usûlüne göre ve
yeterince ilan ettikten sonra harcamıştır. Nitekim 1714 numaralı hadisin şerhinde
[821

açıklamıştık.
Bazı Hükümler

1. Devlet başkanı tebaasının hâlini sürekli olarak gözetmeli onların dertleriyle
ilgilenmeli, şer ı ölçüler içerisinde onlara yaklaşarak müşkillerini çözmeye
çalışmalıdır.

2. Elden geldiğince ehl-i bey t' ten olan kimselere hürmet ve ikramda kusur etmemek
gerekir.



3. Gayr-ı müslimlerden hediye almak caizdir.

4. Bir şeyin helâl olup olmadığında şüphe eden kimse onun hükmünü kendinden daha
iyi bilen bir kimseye sormalıdır.

5. Bulunan bir yitik malın kendine ait olduğunu iddia eden bir kimsenin ortaya
çıkması halinde o malın gerçekten ona ait olup olmadığını anlamak için mutlaka o
kimseye bu malı nerede kaybettiğini sormak icâb eder.

6. borçlu bir kimsenin borcunu başka bir kimsenin üzerine alması caizdir.

7. Bir kimse yitik bir malı bulduktan sonra malın gerçek sahibinin çıkması hâlinde her
halükârda o malı sahibine teslim etmesi gerekir.

8. Dünya, insan için lüzumlu olmakla beraber bizatihi önemli değildir. Eğer dünya
bizatihi kıymetli ve aziz olsa idi, Allah Peygamberinin ehl-i beytini zaman-zaman
ondan mahrum etmediği gibi onu kendi düşmanlarına da nasib etmezdi. Dünya, onu
Allah yolunda ve meşru yollarda harcamakla ve mahrumiyetine gösterilen sabırla
değer kazanır. Nitekim Allah'ın daha nice ilim ve irfan sahibi hass kullan ve evliyası
da açlık ve mahrumiyete mübtelâ olmuşlardır. Yüce Allah bu sıkıntılarla o kullarını
günahlardan arındırmış, âhirette huzuruna tertemiz çıkmalarını sağlamıştır.

Bu mevzuda Hz. Ebu Ümâme'den rivayet edilen bir hadis-i şerif şu mealdedir:
"Rabbim bana Mekke vadisini benim için altına çevireceğini söyledi. Ben de:
Hayır ya Rabb! Ben bir gün doyup bir gün aç durmayı tercih ederim. Aç kaldığım
zaman, sana yalvarır seni zikr ederim. Doyduğum zaman da sana şükür ve hamd
[83]

ederim, dedim."

Bu mevzuda gelen bir hadis de şu mealdedir:

"Bir gün Allah İsrafil'i, bütün yeryüzünün hazinelerini vermek, Tihâme dağlarını
zümrüte, yakuta, altın ve gümüşe çevirmek üzere Hz. Peygamber'e göndermiş ve
"İstersen seni (dünyanın bütün imkânlarına sahip) hükümdar bir Peygamber ya da kul
bir Peygamber yapayım" demesini-emretmiş. Hz. Peygamber de kul bir Peygamber

İMİ

olarak kalmayı tercih etmiştir."

Bazı eserlerde açıklandığı üzere insanın başına gelen musibetler ve dünyevî sıkıntılar
üç çeşittir:

1. Sırf işlenen bir günâhın cezası olarak gelen musibet karşılığında herhangi bir sevap
yoktur.

2. Karşılığında bir sevab olmamakla beraber herhangi bir günahın cezası olarak da
gelmeyen fakat sadece kişiyi işlediği günahdan arındırmak için gelen musibet.

3. Sırf sevab ve dereceyi yükseltmek için gelen musibet.Bunlardan birincisinin
alameti, musibete uğrayan kişinin ona sabretmeyip halka şikâyet etmesidir.
İkincinin alâmeti bu belâya sabredip halka şikâyette bulunmamak ve kendini tâata
vermektir.

Üçüncüsünün alâmeti ise, gelen belâya sabredildiği gibi aynı zamanda onu rıza ve

[851

şükürle karşılamaktır.

17. Süleyman B. Abdirrahman Ed-Dimeşki'nin Rivayeti
1717. ...Câbir, b. Abdillah'dan; demiştir ki:

Resûlullah (s. a.) bize (fakir olan) kişinin bulduğu baston, ip, kamçı ve benzeri



£861

(kıymetsiz) şeylerden yararlanmasına izin verdi.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi bir de en-Numan b. Abdisselâm, el-Mugîre Ebi
Seleme'den, senedi (olan ez-Zübeyr el-Mekkî yolu) ile rivayet etti.
(Ayrıca) Şebâbe de Muğîre b. Müslim, Ebû'z Zübeyr yoluyla Câbir'den "Ashâb böyle
idiler" dedi ve bu hadisi Şebâbe'ye rivayet eden Şeyhlerin hiçbirisi rivayetlerinde)

[871

Peygamber (s.a.)'i anmadılar. (Yani hadisi mevkuf olarak rivayet ettiler.)
Açıklama

Mevzumuzu teşkil eden bu hadisin zahiri ip, kamçı ve baston gibi kıymetsiz bir malı
bulan kimsenin, fakir olmasa bile ondan yararlanabileceğine delâlet etmektedir.
Gerçekten de bu gibi değersiz şeyleri sahipleri genellikle aramaz.
Fakat Ya'lâ b. Mürre'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamber (s.a.)'in şöyle
buyurduğu ifade edilmektedir: "Her kim ip, dirhem, gibi kıymetsiz bir yitik mal
bulacak olursa onu üç gün ilan etsin. Eğer bulduğu yitik mal bunlardan daha kıymetli

1881

ise, onu altı gün ilân etsin."

İbn Reslân'a göre "bu konuda amel edilmesi gereken hadis budur. Çünkü bu hadisin
senedi sağlamdır ve aslında kıymetsiz eşya bulan kimsenin onu üç yada altı gün ilân
etmesi gerektiğini ifade eden bu hadisle onu bir sene ilân etmesi gerektiğini ifâde eden
sahih hadisler arasında herhangi bir çelişki yoktur. Çünkü üç yada altı gün ilân
edilmesini emreden hadisler ruhsata, bir sene ilan edilmesini emreden hadisler de
azimete delâlet etmektedir. Usul kitaplarında ayrıntılı biçimde açıklandığı üzere ruhsat
ile azimet arasında çelişki söz konusu olmaz.

Binaenaleyh insan kıymetsiz eşyayı üçgün ilan etmekle sorumluluktan kurtulur.
Çünkü kıymetsiz bir malı bir sene boyunca ilan etmek gerçekten insana ağır gelir. Bu
durumda böyle kıymetsiz yitik eşyayı bulan kimselerin onları almamalarına ve
dolayısıyla birçok eşyanın telef olup gitmesine yol açar."

Hanefi ulemâsından es-Serahsı'ye göre bulunan yitik mallar aslında iki kısımdır:

1. Nar kabuğu ve çekirdek gibi sahibinin aramayacağı belli olan mallar.

2. Sahibinin arayacağı belli olan mallar.

Birinci kısımdan olan yitik mallan bulan bir kimsenin onu alıp ondan yararlanması
caiz olmakla beraber sahibi ortaya çıkınca malı ona teslim etmek icab eder. Çünkü bu
malın sahibi tarafından yere atılmış olması, ondan başka birinin yararlanmasının
mubah olduğuna delâlet etmekle beraber, başkasının ona sahiplenmesine izin
verildiğine delâlet etmez. Çünkü meçhul bir kişinin malının mülkiyetini bağışladığına
hükmetmek mümkün değildir. Fakat meçhul bir kişinin mülkiyeti kendinde kalmak
üzere malından yararlanmak caizdir. Bu maldan başkası yararlanırken sahibinin ortaya
çıkması hâlinde mal kendisine teslim edilir. Çünkü malın mülkiyeti kendi üzerindedir.
Nitekim, "kim kendi malım bulacak olursa onu almaya (herkesten) daha çok
[891

müstehaktır." mealindeki hadis-i şerif bunu açıkça ortaya koymaktadır.

Bu açıklamaya göre baston, ip ve kamçı, eğer sahibinin aramayacağı cinsten kıymetsiz

eşyadan ise, bulan kimsenin sahibi çıkıncaya kadar ondan yararlanmasında bir sakınca

yoktur.



Eğer ikinci cinsten olan kıymetli eşyadan sayılıyorlarsa, bulan kimsenin onlardan
yararlanması caiz değildir ve bulan kimse onları kıymetleri nisbetinde belli bir süre
ilân etmekle mükelleftir.

Bulunan eşya gerçekten değersiz ve yenilmeyen cinsten ise, bulan kimse onu üç gün
ilân etmekle mükelleftir. Fakat meyve gibi kıymetsiz ve yenen cinsten ise, onu ilân
etmekle mükellef olmaz.

Nitekim: Peygamber (s. a.) yolda bir hurma buldu da "Eğer sadaka hurmalardan
olduğundan korkma saydım onu yerdim" buyurdu, mealindeki 1652 no'lu hadis-i şerif

1901

de buna delâlet etmektedir.

18. Mahled B. Halidin Rivayeti

1718. ...Ebû Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s. a.) şöyle
buyurmuştur:

"(Bulunduğu halde ilân edilmeyip) saklanan yitik deve(nin saklanmasının) mâli cezası
kıymetinin ödenmesidir, ve onunla birlikte (kıymetinin) bir mislinin daha

(verilmesidir.)

Açıklama

Bu hadis-i şerifin zahirine göre bir deveyi bulduktan sonra ilân etmeyerek, vaktinde
sahibinin eline geçmesini geciktirip de telef olmasına sebep olmanın mâlî cezası o
devenin değerinin iki mislini sahibine ödemektir. Bu mevzuda imam Ahmed'in görüşü
de budur, İmam Şafiî'nin eski görüşü böyle olduğu gibi Ömer b. el-Hattâb (r.a.)'ın
görüşü de böyledir.

Hz. Ömer'in, halifeliği yıllarındaki uygulaması böyle idi. Ancak Hz. Ömer bu
uygulamanın halka getirdiği zorluk sebebiyle halkın bulduğu develeri almaktan
kaçınıp da telef olan yitik develerin adedinin arttığını görünceye kadar bu uygulamaya
devam etti. Neticede bir çok yitik devenin bu uygulamanın getirdiği külfet sebebiyle
telef olduğu görüldü. Bu nedenle söz konusu uygulama Hz. Osman devrinde
yürürlükten kaldırıldı.

Nitekim İmam Mâlik'in rivayet ettiği şu hadis-i şerif de bu gerçeği ifade etmektedir:
"Ömer b. Hattâb devrinde yitik develer yavrularlardı da yine onlara kimse
dokunmazdı, Osman b. Affân zamanında Hz. Osman (bu durumu ortadan kaldırmak
için) bu develerin (alınıp) ilân edilmelerini sonra (sahibi gelmediği takdirde)

192]

satılmalarını (bir gün) sahibi gelecek olursa, parasının ona verilmesini emretti."
"Fıkıh ulemâsının büyük çoğunluğuna göre ise, bir kimsenin bulduğu yitik deveyi ilân
etmeden elinde telef oluncaya kadar bekletmesinin malî cezası devenin sadece
kıymetini ödemektir. Kıymetinin iki mislini ödemek söz konusu değildir. Bu görüşte
olan ulemâya göre mevzumuzu teşkil eden hadiste ilan edilmeden telef oluncaya kadar
elde tutulan deveden dolayı ödenmesi gerek paranın devenin değerinin iki misli olarak
belirlenmesinden maksat, halkı bu hususta titiz davranmaya teşvik ve onların bu konu-
da gösterecekleri İhmâli önlemektir. Gerçekten onun değerinin iki mislini ödemelerini
istemek değildir. Yahutta bu, İslâm'ın ilk yıllarında geçerli olup da sonradan terk



edilen bir uygulamadır.

Bilindiği gibi bu hadis-i şerif 1710 numaralı hadisin bir parçasıdır. Biz fıkıh

193]

ulemasının bu konudaki görüşlerini sözü geçen hadisin şerhinde açıkladık.
19. Yezid B. Halid B. Mevhib'in Rivayeti

1719. ...Abdurrahman b. Osman et-Teymî'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.)

194]

hacının kaybettiği malı (almayı) yasaklamıştır.

Ebû Davud'a bu hadisi rivayet eden iki şeyhden biri olan Ah~ med (b. Salih) dedi ki:
İbn Vehb hacının kaybettiği mal hakkında (şöyle) dedi: "(Hacının malını bulan kimse
ona dokunmaz onu (olduğu yerde) bırakır. Nihayet sahibi (gelip) onu (orada) bulur.)"
Ebû Davud'un şeyhi Ahmed b. Salih bu hadisi, "bana Amir haber verdi" diyerek ihbar
bildiren kelimelerle rivayet ettiği halde, diğer şeyhi) İbn Mevhib (bana); "Amr'dan

[951

(rivayet edildi diyerek an'ane yoluyla) rivayet etti."
Açıklama

Hadis-i şerîf Haremde kaybedilmiş olan yitik bir malı bulunduğu yerden almanın caiz
olmadığını ifâde etmek için söylenmiş olabileceği gibi, ister Harem dahilinde olsun,
ister Harem sınırlan dışında kaybedilmiş olsun, hacı adaylarının yitik mallarını
almanın caiz olmadığını ifâde etmek için söylenmiş de olabilir.

Bazı ilim adamları bu hadis-i şerife dayanarak hacılara ait olduğu anlaşılan yitik
mallarla, her kime ait olursa olsun, Harem sınırları içerisinde bulunan yitik malları
almanın caiz olmadığım söylemişlerdir.

Bu görüşte olan ulemâya göre sözü geçen yitik mallara el sürülemez, bu mallar olduğu
yerde sahipleri gelip buluncaya kadar beklemeye terk edilirler.

Ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise sözü geçen yitik mallar, usûlüne göre ve
yeterince ilân ettikten sonra sahibi çıkmadığı takdirde sahiplenmek gayesiyle
bulundukları yerden alınamazlar, sadece sahibine duyurmak üzere ilan etmek
gayesiyle alınabilirler. Bir başka ifadeyle sahibi çıkıncaya kadar ilâna devam etmek
gayesiyle alınabilirler. Nitekim İbn Ab-bâs (r.a.)'m rivayet ettiği şu hadis-i şerif de bu
görüşü desteklemektedir:

"Mekke'de bulunan yitik malı (sahibi çıkıncaya kadar) Han edecek kimseden başkası
[961

alamaz." Hz. Ebû Hüreyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerif de şu mealdedir:

1971

"Mekke'nin buluntu malını, ilan edecek olan kimseden başkası alamaz."

Görülüyor ki bu hadis-i şeriflerde Mekke'de bulunan bir yitik malı bulan bir kimse onu

ancak ilan ederek sahibinin eline ulaştırmak maksadıyla alabilir. Başka bir maksatla

alamaz. Dolayısıyla orada bulunan bir mal, yeterince ilân edildikten sonra sahibi

çıkmayınca bulan kimsenin mülkü olamaz. Çünkü Mekke'de bulunan bir malın sahibi

eğer Mekkeli ise, ilan edildiği takdirde sahibinin eline ulaşması ihtimali çok

kuvvetlidir.

Eğer malın sahibi Mekkeli değilse ilan sayesinde bu malın sahibinin eline geçmesi



ihtimali yine de büyüktür. Çünkü onun memleketinden her yıl binlerce kimsenin
Mekke'ye akın edeceğinde şüphe yoktur. Söz konusu malın ilânına devam edildiği
takdirde bu hacılar aracılığıyla esas sahibinin eline geçmesi mümkündür.
Hanefî ulemasıyla Malikî'lere ve Şâfıîlerin bir kısmına göre ise Mekke'de bulunan bir
yitik malla başka ülkede bulunan yitik mal arasında bir fark yoktur. Binaenaleyh
Mekke'de bulunan bir yitik mal aynen başka ülkelerde bulunan yitik malların
hükmüne tabidir. Her hangi bir ayrıcalığa sahip değildir.

Ancak Mekke'de bir mal kaybeden kimse memleketine döndükten sonra bir daha
Mekke'ye gelemeyebilir. Bu bakımdan Mekke'de bulunan yitik malı diğer ülkeler de
bulunan mallara nisbetle biraz daha fazla bir şekilde ilan etmek gerekir. Diğer yitik
mallardan tek farkı budur.

Hanefi ulemâsının bu mevzudaki delili "Onun çıkınının, ağız bağım tesbit et, sonra bir
sene ilan et," mealindeki 1701 numaralı hadis-i şeriftir.

Çünkü bu hadiste ayırım yapılmamıştır. Haremin yitik malı da yitik malden başka bir
şey olmadığına göre ilân süresi geçtikten sonra sahibi çıkmadığı takdirde fakirlere
vermek gerekir. Çünkü onu fakirlere vermek bir bakıma onu sahibine vermek
demektir.

Cumhûr-u ulemâya göre ise, mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif "Mekke'de bulunan
bir yitik malı, (sahibi çıkıncaya kadar) ilân edecek olan kimseden başka birinin alması
£981

helâl değildir," mealindeki hadisle kayıtlıdır. Binaenaleyh mevzumuzu teşkil eden
hadis-İ şerif mealini sunduğumuz hadisle birlikte mütalaa edilince Mekke'de bulunan
yitik malın diğer yitik mallardan farklı olarak sahibi çıkıncaya kadar devamıl surette
ilân edilmesi gerektiği ve sahibi çıkmayınca, bulan kimsenin ona sahip olamayacağı
rahatlıkla anlaşılır. Bu konuda Hanefî ulemâsından Kâsânî şöyle diyor:
"Biz Hanefi'lere göre, Harem-i Şerif dışında bulunan yitik malların tesbiti ve ilânı
nasıl yapılıyorsa Harem-i Şerif sınırları içerisinde bulunan malların tesbit ve ilânı da
aynı şekilde yapılır. İmam Şafiî (r.a.)'ye göre ise, Harem dahilinde bulunan bir mal,
sahibi çıkıncaya kadar ilân edilir. Sahibi çıkmadı diye sahiplenilemez ve kendisinden
yararlanılamaz. Çünkü Peygamber (s. a.) Mekke hakkında; "Onun yitik malını

1991

(sahibine duyurmak üzere) ilân edecek olan kimseden başkası alamaz." buyur-
muştur.

Bu mevzuda Hanefîlerin delili ise, Harem sınırları içerisinde bulunan yitik mallarla
Harem sınırları dışında bulunan yitik mallar arasında fark olmadığını ifâde eden
Hadis-i şeriflerdir. Aslında aksini iddia eden İmam Şafiî'nin delil olarak ileri sürdüğü
hadis-i şerifte kendisini destekleyen bir taraf yoktur.

Çünkü sözü geçen hadis-i şerif, Harem-i Şerif de bulunan yitik bir malın ancak
sahibine duyurmak için ilan etmek gayesiyle alınabileceğini ifade etmektir. Aslında
her yitik mal bu gayeyle alınır. Fakat durum böyleyken Hz. Peygamber'in, "Yitik mal
ancak sahibinin eline geçmesi için Han etmek gayesiyle alınabilir" demekten maksadı,
bu hususun sadece Mekke'de bulunan mallara ait olduğunu söylemek değil, "Mekke'de
kaybedilen bir mal artık sahibinin eline geçemez, çünkü Mekke'ye girip çıkan insan
sayısı haddinden fazladır. Öyleyse ilân etmeye gerek yoktur," gibi bir yanlış zannm

£100]

doğmasını önlemektir.



20. Amr B. Avn'ın Rivayeti



1720. ...el-Münzir b. Cerîr'den; demiştir ki: Ben (bir gün babam) Cerîr'le birlikte idim.
(Babamın sığırlarını güden) çoban sığır sürüsünü (yanımıza) getirdi. İçlerinde sürüden
olmayan bir sığır vardı, (babam) Cerîr çobana:
Bu da nedir? diye sordu. (Çoban:)

Sürüye karışmış kimin olduğunu bilmiyorum, dedi. Bunun üzerine Cerîr:
Onu (sürüden) çıkar. (Çünkü ben) Resûlullah (s.a.)'i "Sapık(olanlar)dan başkası yitik

[101]

bir hayvanı (kendi sürüsüne) katmaz" buyururken işittim, dedi.
Açıklama

Hadis-i şerif, sahiblenmek gayesiyle yitik bir malı kendi malına karıştıran kimsenin
bu konuda doğru yolu bırakıp sapık bir yol izlediğini ifade etmektedir.
Fakat böyle bir malı muhafaza edip sahibine vermek üzere kendi malının içerisine
karıştırmakta herhangi bir sakınca yoktur.

"Her kim yitik bir hayvanı (kendi malı içerisine) katarsa, o malı ilan etmediği sürece

11021

sapıktır" buyurmuştur.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, Cerîr b. Ab-dillah (r.a.) deve
ve sığır gibi büyük baş hayvanlardan olan yitik malların kendilerini yırtıcı hayvanlara
karşı koruyabilecekleri için yitik mallar içerisinde mütalea edilmemeleri lâzım geldiği
ve bunları bulan kimselerin onlara el sürmemesi gerektiği inancında olduğu için, kendi
sürüsünün içerisine karışan bir sığırın derhal sürüden çıkarılmasını emretmiştir.
Biz fıkıh ulemâsının bu konudaki görüşlerini 1704 numaralı hadisin şerhinde

[İM

açıklamış bulunmaktayız.



m

Davudoğlu, Ahmed, İbn Abidin Terceme ve şerhi, IX-120-121.

m

Şarkavî, Fethül-mübdt bi şerhi Muhtasarri'z-Zebîdî, II, 623.

LU

Davudoğlu, İbn Abidin Terceme ve Şerhi, IX, 121.

L41

Mâide: 2.

[5]

Müslim, zikr 38.

LQ

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/337.

lh

Concordance bu bölümdeki her hadise bir bâb numarası vermiştir.Biz de bab numaralarım atlamamak için merhum M. Fuâd Abdulbakî'nin
Teysiru'l-Menfaah'da yaptığı şekilde bab başlıklarını vermeyi uygun bulduk.

LSI

Buhârî, ilim 28; lukata 1-4, 9-11; edeb 75; rausakât 12; Müslim, lukata 1-2, 5, 7-9; Tirmizî, ahkâm 35, İbn Mâce, lukata 1-2; Muvatta, akdiye 46;
Ahmed b. Hanbel, II, 180, 203, 207, IV, 115-1 17; V, 126-127, 143, 193.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/338-339.

[21

Buharı, Lûkata 1,10.

noı

Müslim, lûkata 9.

Hil

bk. Aynî, Binâye, VI, 21-22.



[12]

Zeylâî, Nasbu'r-râye, III, 466.

[13]

Bezlûl-mechûd, VIII, 258.

[14]

Aynî, Binâye, VI, 23.

[15]

Mebsût, XI-3.

[16]

Zeylâlî, Nasbur-râye, III, 466.

[17]

Davudoğİu, İbn Abidin Terceme ve Şerhi, IX, 126.

ÜŞ]

Miras Tecrîd Tercemesi, VII, 464-467, {birinci baskı)
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/339-341.
[191

Suyûtî, el-Câmi'üs-sağir 1-107; Mecelle 76. madde.

[201

Buharı, lûkata, 10.

[21]

Miras, Tecrid-i Sarih tercemesi VII, 467-470, (I. Baskı); Ayrıca ileride gelecek olan 1714-1716 no'Iu hadislere de bakınız.

[22]

Miras, a.g.e.

[23]

Ebû Dâvûd 1689 no'lu hadis.

[24]

Zeylaî, Nasbu'r-râye, III, 469.

[25]

Ibn Kudâme, el-Muğnî, V, 696-697.

[26]

Müslim, hac 412, fedâil 131, Nesaî, menâsik 1, Ibn Mâce, mukaddime 1; Alımed b. Hanbel, II- 247, 257, 313, 428, 447, 457, 467, 482, 495, 508,
517. Ibn Kudâme el-Mugnî, V, 699.
[27]

Kâsânî, Bedâyius-sanayP, Vı- 200.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/341-346.
[28]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/346.

[291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/346-347.

[30]

Müslim, lukata 10.

[31]

İbn Hacer el-Askalânî, Fethul-Bâri, VI, 4.

[321

Bk. Buharı, lukata I.

[331

ibn Kudâme, el-Muğni, V, 709-910.

[34]

Suyütî, el-CâmU'ü's-sağîr, I, 107.

[351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/347-349.

[36]

Buhârî, lukata 2-4, 9, 11, Müslim, lukata 1, 2, 5; Tirmizî, ahkâm 35; Ibn Mâce, lukata 1; Muvatta, akdiye 46; Ahmed b. Hanbel, 1 1-180, 186, 203;
IV, 115-117.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/349-350.
[371

Aynî, Binâye, VI, 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/350-351.
[38]

Hatiboğlu, Sünen-i İbn Mâce Tercüme şerhi, VII, 68-71 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/351-353.
[391

Buhârî, ilim 28, şirb 12, lukata 28; Müslim,.lukata 1; Muvatta, akdıye, 46; Ibn Mâ-ce, lukata 1; Ahmed b. Hanbel, II, 180, 203; IV, 118.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/353-354.
[401

Buharı, lukata 2, Müslim, lukata 1; Beyhakî, Beyhakî, es-SünenüT-Kübra, VI, 185.

[411

Buhârî, ilim 28, Müslim, lukata 4, Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VI, 185-186;

[42]

Buhârî, lukata 3.

[431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/354-355.



[441

Müslim, lukata, 7; Ibn Mace, lukata 2, Ahmed b. Hanbel, II, 180, 203; V, 193.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/355.
[45J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/355-356.

[46J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/356-357.

[47J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/357.

[481

Buharı, lukata 2-4, 9, 11, Müslim, lukata 1-2, 5, Tirmizî, ahkâm 35; İbn Mâce, lukata I; Muvatta, akdiye 46; Ahmed b. Hanbel II, 180, 186, 203;
IV, 115-117.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/357-358.
[491

Müslim, lukata 6.

[501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/358-359.

fiil

Müslim, lukata 10.

[521

İbn Hacer, Fethul-Bâri, VI.4

[531

ibn Hazm, el-Muhallâ, lukata, VIII, 265.

[541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/359-360.

[551

İbn Hazm, el-Muhallâ, (lukata), VIII, 265.

[561

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/360.

[571

Tahavî, Şerhu Meâni'l-âsâr, lukata, IV, 138; Beyhakî, es-sünenü'l-Kübrâ, VI, 187.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/360.
[581

Ibn Mace, lukata 2; Ahmed b. Hanbel, IV, 126, 266.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/360-361.
[591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/361.

[601

E Mahmud Hattab, Tekmiletu'l-Menhel, III, 143; H.Hatipoğlu, Sünen-i tbn Mâce Terceme ve Şerhi, VII, 72-73.

[611

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/361-362.

[621

Ebû Dâvûd, hudûd 13; Nesâî, sârik 1 1-12; İbn Mâce, hudûd 28.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/363-364.
[63J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/364-365.

[641

Alûsî, Ruhu'l-Meânî XVIII, 20.

[651

Sünen-ün'-Nesâî, ve Haşiyetü İmami's-Sîndî, VIII, 86.

[661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/365-366.

[671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/366.

[681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/366.

[69J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/367.

[701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/367.

LZÜ

Ahmed b. Hanbel, II, 180.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/368.
[721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/368.

[IH

Kütüb-i sitte İçinde sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/368-369.

LZÜ

Zeylâî, Nasbür-râye III, 469.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/369-370.
[751

Aynî, Binâye,VI, 24-25



[761

es-Sünenül-Kiibrâ VI, 194.

el-Muttekî, Kenzü'l-ummâl, XV, 196, (hadis no: 40560).

[M

Heysemî, Mecme 'u-zevâid, IX- 123.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/370-371.
[791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/371.

[M

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/371.

[811

Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, VI, 194.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/372-374.
[821

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/374.

[831

Tirmizî, zühd 35; Ahmed b. Hanbel, V, 254.

[841

Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, X, 315.

[851

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/374-375.

[M

Beyhaki, es-Siinncnü'J-kübrâ, VI, 195.

[871

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/375-376.

[881

Ahmedb Han bel, IV, 173; Heysemi, Mecmeu'z-zevâid IV, 1 69; Beyhakî es-SüneniH -Kübrâ, VI, 195.

[891

Ahmedb. Hanbel, V, 13; Serahsî, Mebsut, XI, 2.

[M

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/376-378.

[911

Beyhakî, es-Sunenu'l-kubrâ, VI, 191.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/378.
[921

Muvatta, akdiyye 5 1 .

[93J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/378-379.

[941

Müslim, lukata 11; Dârimî, buyu' 60; Ahmed b. Hanbel, III, 499; Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, VI, 199.

[951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/379-380.

[961

Buhârî, lukata 7.

[971

Buhârî, lukata 7.

[981

Ebû Dâvûd, menasik 103; Buharî, lukata 7; Ahmed, b. Hanbel, I, 3 18, 348; II, 238.

[991

Ebû Dâvûd, menâsik 103.

nooı

Kasam, BedâyiüVsanayi, VI, 202; Fethu'l-Kadîr IV, 430; Tebyînu'l-Hakaik, III, 301.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/380-382.
[101]

Ahmed b. Hanbel, IV- 360, 362.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/382-383.
[102]

Müslim, lukata 1; Muvatta, akdiye 50; Ahmed b. Hanbel, IV, 117.

[1031

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/383.



26. YİYECEKLER BOLÜMÜ

1. Davete İcabet Konusundaki Hadisler

2. Evlenirken Yemek Ziyafeti Vermek İyidir

3. Düğün Yemeğinin Kaç Gün Verilmesi İyidir?

4. Bir Yolculuktan Gelince Yemek Vermenin Hükmü

5. Misafirlik Konusunda Gelen Hadisler

6. Misafirin (İzinsiz Olarak) Başka Birinin Malını Yemesi Neshedilmiştir

7. Üstünlüklerini Ortaya Koyabilmek İçin Birbiriyle Yarışan Kimselerin Yemeğini
Yemenin Hükmü

8. Beraberinde Dinen Çirkin Sayılan Fiillerin Bulunduğu Bir Davete İcabet
Etmenin Hükmü

9. Bir Kimseyi İki Kişi Birden Davet Edince Hangisi İcabete Daha Müstahaktır?

10. Namaz (Vakti) Gelip Sofra Hazır Olunca Nasıl Hareket Edilir?

11. Yemekten Önce Elleri Yıkamanın Hükmü
Yemekten Önce El Yıkamanın Hükmü

12. Beklenmedik Bir Anda Üzerine Varılıveren Bir Yemeği Yemenin Hükmü

13. Yemeği Kötülemenin Çirkinliği

14. Yemeği Toplu Halde Yemek

15. Yemeğe Başlarken Besmele Çekmek

16. (Bir Yere) Dayanarak Yemek Yeme Konusundaki Hadisler

17. Yemeği Tabağın Ortasından Yemekle İlgili Hadisler

18. Üzerinde Yenmesi Haram Olan Bir Takım Yiyecek Veya İçecek Bulunan Bir
Sofraya Oturmak

19. Yemeği Sağ Elle Yemek

20. Et Yeme Hakkındaki (Hadisler)

21. Kabak Yemek

22. Tirit Yemek

23. Bazı Yiyeceklerin Temiz Olup Olmadığı) Hususunda Şüpheye Düşmenin Doğru
Olmadığı

24. Pislik Yiyen Hayvanların Etlerini Yemek Ve Sütlerini İçmek Yasaklanmıştır

25. At Eti Yemenin Hükmü

26. Tavşan Eti Yemek

27. Keler (Etini) Yemek

28. Toy Kuşunun Etini Yemek

29. Yerde Yaşayan Küçük Hayvanları Yemek

30. (Kitap Ve Sünnette) Haram Olduğuna Dair Bir Açıklama Bulunmayan Şeylerin
Hükmü

31. Sırtlan Eti Yemek

32. Yırtıcı Hayvanlar(ın Etlerini Yemek) Yasaklanmıştır

33. Ehli Eşeklerin Etini Yemek

34. Çekirge Yemenin Hükmü

35. (Suda Kendi Kendine Zahiren Sebepsiz Olarak Ölüp) Suyun Yüzüne Çıkan
Balıkları Yemenin Hükmü

36. Leş Yemek Zorunda Kalan Kimse

37. Bir Sofraya İki Çeşit Yemeği Birden Koymanın Hükmü)

38. Peynir Yemek

39. Sirke Hakkında Gelen Hadisler

40. Sarmısak Yemek

41. Hurma Yemek

42. (İçerisinde) Kurtlu Hurma (Bulunan Hurmaları) Yerken (İçlerinde Kurt



Bulunup Bulunmadığını İyice) Araştırmak (Gerekir)

43. (Toplu Halde) Yemek Yerken İki Hurmayı Birden Yemek

44. Bir Sofrada İki Sebze Ve Meyveyi Birlikte Bulundurmak

45. Ehli Kitabın Kaplarında Yemek Yemek

46. Deniz Hayvanlarının Etlerini) Yemek

47. İçine Fare Düşen Yağı Yemenin Hükmü

48. İçine Kara Sinek Düşen Bir Yemeği Yemek

49. Yere Düşen Lokma(Yı Yemek)

50. Hizmetçinin Efendi(si) İle Birlikte Yemek Yemesi

51. (Yemekten Sonra Eli) Mendil(le Silmek)

52. Kişi Yemeğini Yiyince Nasıl Dua Eder?

53. Yemekten (Sonra) El Yıkama

54. Yemekten Sonra Yemek Sahibine Dua Etmek



26. YİYECEKLER BOLÜMÜ
1. Davete İcabet Konusundaki Hadisler

3736... Abdullah b. Ömer (r.a)'den rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a):



"Biriniz bir davete çağrıldığı zaman, hemen ona gitsin" buyurmuştur.
3737... İbn Ömer (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Rasûlullah (s.a), (bir önceki hadisin) manasını (ifade eden bir cümle) söyledi. (Hz.
Peygamber bu cümleye):

"Eğer oruçlu değilse (orada ikram edilen) yemeği yesin. Oruçlu ise (yemek veren

121

kimsenin ev halkı için) dua etsin." (sözlerini de) ilâve etti.

3738... İbn Ömer (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Biriniz (din) kardeşini (bir ziyafete) çağırdığı zaman (çağrılan kişi bu davete) hemen
icabet etsin. (Çağırılan şey ister) düğün (yemeği) olsun, ya da benzeri bir şey olsun
[3]

(farketmez)."

3739... İbn Ömer'den (yine Eyyub) vasıtasıyla (bir önceki hadisin) bir de manası

141

(rivayet olunmuştur).

3740... Câbir (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:

"(Bir ziyafete) çağrılan kimse hemen icabet eylesin. Artık dilerse yer, dilerse

£51

yemez."

3741... Nâfı'den rivayet olunduğuna göre; Abdullah b. Ömer, Rasûlullah (s.a)'m şöyle
buyurduğunu söylemiştir:

"Bir (ziyafete) çağrılıp da icabet etmeyen kimse Allah'a ve Rasûlüne isyan etmiştir.
Çağrılmaksızm (bir ziyafet yerine) giren kimse de hırsız olarak girmiş ve çapulcu
olarak çıkmıştır."

[61

Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu hadisin raviierinden) Ebân b. Tank'(in kimliği) belirsizdir.

3742... el-A'rac'dan rivayet olunduğuna göre; Ebû Hureyre (r.a) şöyle dermiş:
Yemeğin en kötüsü (kendisine) zenginlerin çağrılıp da, fakirlerin çağrılmadığı davet
yemeğidir. Davete gelmeyen kimse muhakkak ki Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmiştir.

m



Açıklama

Velîme: Nikâh, sünnet gibi mutlu bir olaydan dolayı verilen ziyafettir.Fakat bu kelime



daha ziyade duğım yemeği anlamında kullanılmakta meşhur olmuştur.

Ayrıca davet kelimesi de "ziyafet vermek" anlamında kullanılır.

Mevzumuzu teşkil eden bu babdaki hadislerde ifade buyurulan meseleleri şu şekilde

sıralayabiliriz:

1- Bir müslüman bir ziyafete çağırıldığı zaman hemen davete icabet ederek o ziyafete
gitmeli, oruçlu değilse verilen yemekten yemeli, oruçlu ise yemekten yemeyip yemek
veren kişinin hane halkına dua etmekle yetinmelidir.

2- Çağrılan ziyafete icabet etme hususunda verilen yemeğin düğün yemeği olmasıyla
akîka yemeği, ya da benzeri bir yemek olması arasında bir

fark yoktur.

3- Davete uymayan kimse Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmiş olur.

4- Davetsiz olarak bir ziyafete giden kimse çağrılanların arasına gizlenerek gelmesi
cihetiyle hırsızlara benzediği gibi, karnını doyurduktan sonra gizlenme ihtiyacı
duymaksızın çıkıp gitmesi cihetiyle de başkalarının malını gözler önünde zorbalıkla
gasb ve talan eden çapulculara benzetilmiştir.

5- Ziyafetlerde verilen yemeklerin en kötüsü sadece zenginlerin çağırılıp da fakirlerin
çağrılmadığı yemektir. Davete icabet esas itibariyle bütün davetlere şümûlu olan dinî

[8]

bir vecibe ve içtimaî bir vazifedir.

Davet edilen ziyafetlere gitmenin hükmü konusunda merhum Ahmed Davudoğlu
şöyle demektedir:

"Davete icabet Sâri'"hazretlerinin emridir. Ancak bu emrin vücub mu yoksa nedb mi
ifade ettiği ulema arasında ihtilaflıdır. Nevevî'nin beyanına göre Şâfiîler'den bu
hususta üç kavi rivayet olunmuştur. Bunların esah olanına göre, davete icabet etmek
farzdır. Yalnız bazı özürler dolayısıyla bu farz sakıt olur. İkinci kavle göre davete
icabet etmek farz-ı kifâye, üçüncü kavle göre ise menduptur. Bu hüküm düğün
davetine mahsustur. Sair davetler hususunda dahi Şâfiîler'den iki kavil rivayet
olunmuştur. Birinci kavle göre, bütün davetler düğün daveti hükmündedir. Yani
hepsine icabet va-cibtir. İkinci kavle göre sair davetlere icabet menduptur.
Kadı Iyaz, düğün davetine icabetin bütün ulemaya göre vacib olduğunu söylemiş, sair
davetler hakkında ihtilâf edildiğini; İmam Mâlik ile cumhuru ulemaya göre onlara
icabetin vacib olmadığını bildirmiştir.
Zahirîler her nevi davete icabetin vacib olduğuna kaildirler.

Hanefî imamları, "Bir kimsenin velîme davetine icabet etmesi gerekir. Gitmezse
günahkâr olur. Şayet oruçlu bulunursa davete gider ve dua eder, oruçsuz olursa yemek
de yer" demişlerdir. Mamafih onlara göre düğün davetine icabet vacib değil, sünnettir.
Nevevî'nin beyanına göre, davete icabeti ıskat eden Özürler; yemeğin şüpheli olması,
yalnız zenginlere tahsis edilmesi, davet yerinde huzurundan eziyet duyulacak bir
kimsenin bulunması, şerrinden korkulduğu veya makamına tamaan davet edilmesi,
içki, çalgı vesaire gibi münkerâtm bulunması gibi şeylerdir. Bu takdirde davet

[91

sahibinden özür dilemek caizdir."

Hanefî ulemasından Bedrüddin el- Aynî, bu hususta şöyle diyor:
"Hanefî mezhebine göre, davete İcabet sünnettir. Bu hususta verilen yemeğin düğün
yemeği olmasıyla bir başka yemek olması arasında fark yoktur. Bu görüş İmam
Ahmed (r.a) ile İmam Mâlik'den de rivayet olunmuştur. İmam Şafiî (r.a)'ye göre ise,
düğün yemeği davetine icabet etmek farz, onun dışındaki yemek davetlerine icabet



ım

etmekse müstehabtır.

Binaenaleyh, düğüne davet edilen bir kimsenin bu davete uyması gerekir. Eğer düğüne
gitmezse günahkâr olur. Düğün sahibinin izni olmadan düğün yemeklerinden bir şey
alınıp götürülemez ve isteyene de verilemez.

Bir düğüne davet edilen, orada oyun, eğlence olduğunu biliyorsa gitmez. Haberi
olmadan gidip orada bir oyun ile karşılaşmışsa gücü yettiğinde bu oyunlara mani olur.
Gücü yetmiyorsa ve oyun da sofraya karşı yapılıyorsa sofraya oturmaz. Davet edilen
bu kimse; kendisine uyulan, ilerde gelen bir kimse ise, oyun sofra yanında olmasa bile
o sofraya oturmaz. Böyle birisi değilse bu durumda oturmasında bir mahzur yoktur.

ım

Yemeğe davet edilen kimsenin oruçlu olması halinde, eğer tutmakta olduğu oruç farz
ve vacib oruçlardan biri ise orucunu bozmaz. 3737 numaralı hadis-i şerifte açıklandığı
gibi ev halkına dua etmekle yetinir.

Fakat tuttuğu oruç nafile oruçlardansa, onu bozarak yemekten yiyebilir. Bu hususta Ö.
Nasuhi Bilmen efendi şöyle diyor:

"Ziyafet vermek veya ziyafete davet olunmak nafile oruçları açmak hususunda bir
özür sayılabilir. Binaenaleyh bilâhare kaza edeceğinden emin olan kimse vereceği
veya çağırıldığı bir ziyafetten dolayı nafile olarak tutmuş olduğu orucunu bozabilir.
Çünkü orucuna devam ettiği takdirde bir müslüman kardeşini gücendirmesi
melhuzdur.

Bir kavle göre, nafile oruç ziyafet için zevalden evvel açılabilirse de zevalden sonra
açılamaz. Meğer ki bu orucun açılmaması ananın veya babanın hukukuna riayetsizliği

[İH

müstelzim olsun. O zaman açılabilir."

2. Evlenirken Yemek Ziyafeti Vermek İyidir

3743... Sâbit'den rivayet olunduğuna göre; Enes b. Mâlikin yanında Zeyneb binti

Cahş'ın (Hz. Peyamber'le) evlenmesinden söz edilince, şöyle demiştir:

Rasûlullah (s.a)'m onun için verdiği düğün yemeği kadar hanımlarından birine düğün

1131

yemeği verdiğini görmedim. (Onun düğününde) bir dişi koyun ziyafeti verdi.

3744... Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a) Safıyye için

041 ^ ^

bir kavut ve kuru hurma ziyafeti verdi.
Açıklama

Ulema, evlenme münasebetiyle verilen yemeğin vaktinde ihtilâf etmişlerdir. Bazıları
bu yemeğin nikâhtan önce verileceğini söylerken bazıları da nikâhtan sonra
verilebileceğini söylemişlerdir. Zifaftan önce ve zifaftan sonra verilebileceğine dair
Lİ5]

görüşler de vardır.

Nikâh öncesinden itibaren zifaf sonrasına kadar olan geniş süre içerisinde herhangi bir



zamanda verilebileceğini söyleyenler de olmuştur. Günümüzde genellikle bu
genişlikten yararlanılarak bu yemek, nikâh ile zifaf arasında verilmektedir,
Mişkât'ta rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Fahr-i Kâinat Efendimiz'in Hz. Safiyye'nin
nikâhı münasebetiyle hays denilen bir yemek ziyafeti verdiği ifade edilmektedir.
Mişkât'ta rivayet edilen diğer bir hadis-i şerifte de Hz. Peygamberdin bu ziyafette kuru
hurma, yağ ve yoğurt kurusundan yapılan bir yemek verdiği rivayet edilmektedir.
Aliyyü'l-Kârî'ye göre, bu iki rivayette anlatılmak istenen yemeklerin ikisi de aynı
yemektir. Aralarında bir fark yoktur. Çünkü "hays" yemeği içinde de kuru hurma,
kuru peynir ve yağ bulunur.
Tıybî de netice itibariyle aynı şeyleri söylemiştir.

Hz. Peygamber, Hz. Zeyneb validemizin nikâhı münasebetiyle ise bir koyun ziyafeti
vermiştir. Bu durum Hz. Peygamber'in bazı ailelerinin düğünlerinde etli bazı
ailelerinin düğünlerinde ise etsiz ziyafet verdiğini ortaya koymaktadır. Hadis-i
şeriflerde ekmekten hiç bahsedilmediğine göre etsiz ve ekmeksiz düğün ziyafeti

vermek caizdir.

3. Düğün Yemeğinin Kaç Gün Verilmesi İyidir?

3745... Sakîf (kabilesin)den (devamlı) iyilikle anılan, yani hayırlı işlerinden dolayı
devamlı övülen tek gözlü bir adamdan rivayet olunduğuna göre; (ki, ravi Hasan Basrî
bu adam hakkında şöyle diyor): "Eğer onun ismi Züheyr b. Osman değilse, isminin ne
olduğunu bilmiyorum." Peygamber (s. a):

"Birinci gün düğün yemeği (vermek) bir görevdir. İkinci gün ise bir iyiliktir. Üçüncü
gün (vermek ise) bir siim'a ve riyadır" buyurmuştur.

Katâde dedi ki: Bir adam bana, Saîd b. el-Müseyyeb'in birinci günü (verilen bir düğün
yemeğine) çağırüıp gittiğini, ikinci gün yine çağrılıp gittiğini, üçüncü gün de
çağrıldığını (fakat) gitmediğini ve: (Bu yemeği üçüncü günde verenler) süm 'a ve riya

£171

sahibi kimselerdir, dediğini haber verdi.

3746... Şu (bir önceki hadisin sonunda anlatılan) olayda (yine) Katâde yoluyla Sâid b.
el-Müseyyeb'den (şu şekilde de rivayet olunmuştur: Katâde) dedi ki: (Saîd) üçüncü

Lİ81

gün de çağrıldı (fakat gitmedi) ve (gelen) davetçiyi taşladı.
Açıklama

Bu hadis-i Şerifler düğün yemeği vermenin vacib derecesinde olduğunu söyleyen Şafiî
ulemasının delilidir. Cumhur ulemaya göre ise düğün yemeği vermek sünnet-i

£191 ^ £201

müekkededir. Hanefi ulemasına göre de sünnet-i müekkededir.
Yine bu hadis-i şerifler, bir iyilik ve hayırseverlik olması cihetiyle ikinci gün düğün
yemeği vermenin müstehablığma, fakat üçüncü günü vermenin kerahetine delâlet
etmektedir.

Bu hususta İmam Nevevî şöyle diyor: "Üçüncü günü yemeğe çağırılan kimsenin
icabet etmesi mekruhtur. İkinci günün davetine icabet etmek güzelse de birinci günün



davetine icabet etmek kadar güzel değildir."

Ancak, 3743-3744 numaralı hadislerin şerhinde açıklandığı gibi, bu ziyafetin nikâhtan
önce mi yoksa sonra mı verileceği konusu ihtilaflıdır.

Bezlü'l-Meclıûd yazarının açıklamasına göre; üçüncü defa verilen düğün yemeğinin
mekruh oluşunun sebebi riya ve süm'a olduğundan, bu yemeğin riyasız ve süm'asız
olarak verilmesi halinde bir ay bile devam etmesinde bir sakınca olmaması gerekir.
Riyâ ve süm'a tehlikesinden korunmak için şehirlerde ve büyük köylerde her
mahallede ayrı ayrı birer gün verilmesi uygun bir yoldur. Bu şekilde verildiği takdirde
insan riyâ ve süm'a duygularından uzak kaldığı sürece istediği kadar düğün yemeği
verebilir. Nitekim Buharî'nin nikâh bölümünün 7 1 numaralı, Yedi gün veya daha fazla
düğün yemeği veren kimse anlamına gelen bab başlığı altında toplamış olduğu



hadisler de buna delâlet etmektedir.

4. Bir Yolculuktan Gelince Yemek Vermenin Hükmü

3747... Câbir (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Peygamber (s. a) Medine'ye gelince

1221

bir deve yahut da bir sığır kesti.
Açıklama

Ravi Muhârib b. Disâr, Hz. Câbir'in kesilen hayvan hakkındaki sözünü pek iyi
hatırlayamadığından bu hadisi "bir deve yahut da bir sığır kesti" şeklinde mütereddid
bir ifade ile rivayet etmiştir.

Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, Hz. Peygamber'in Medine'de böyle bir
hayvanı kesip müslümanlara ziyafet çekmesi Tebük seferinden dönüşünde olmuştur.
Hafız İbn Hacer, selef-i sâlihînin, seferden dönünce bir hayvan keserek müslümanlara
yedirmenin müstehab olduğuna inandıklarını söylüyor, eş-Şâmî, bu yemeğe "en-
Nakîa" denildiğini söylemekte ise de, Hafız İbn Hacer, bazılarının bu yemeğin isminin

[23]

"et-Tuhfe" olduğunu söylediklerini ifade etmiştir.

5. Misafirlik Konusunda Gelen Hadisler

3748... Ebû Şurayh el-Kâ'bî'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a.) şöyle
buyurmuştur:

"Kim Allah'a inanıyorsa misafirine ikram etsin. (Misafirin, bu ziyaretine karşılık
dünyada hakettiği) hediyesi, (ev sahibinin hediyeleri ile geçen) günü ve gecesidir.
Misafirlik üç gündür. Bundan fazlası ise (misafire) bir sadakadır. Misafirin ev
sahibinin yanında onu bıktı-rmcaya kadar oturması caiz değildir."
Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu hadis) Haris b. Miskin 'e okundu, ben de (orada) hazır
bulundum. (Hadis ona okunan şekliyle şöyle idi): Eş-heb dedi ki: (îmam) Mâlik'e,
Peygamber (s. a)'in "Onun hediyesi bir gün ve gecedir" sözünün manası soruldu da
şöyle cevap verdi:

(Yani) ona bir gün bir gece ikram eder, iyilikte bulunur ve onu barındırır: (Onun) üç



1241

gün misafir olma (hakkı) vardır.



Açıklama

Caize: Hediye, bahşiş, mükâfat manalarına gelir. Burada mi-safıre yapılan özel ikram
anlamında kullanılmıştır. Avnü'l-Mâbûd yazarına göre metinde geçen "câizetühü"
kelimesini müb-tedâ olarak merfû okumak caiz olduğu gibi "felyükrim" kelimesinden
"bedel-i istimal" olarak mansub okumak da caizdir. Bu ikinci tevcihe göre bu cümle,
"O kimse misafire özel olarak hazırlanan hediye (caize) mahiyetindeki yemeği ikram
etsin" anlamına gelir.

Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, misafirin ağırlanma müd-detiyle ilgili bu
hadis üç şekilde tefsir edilmiştir:

1- Ona bir gün bir gece özel olarak hazırladığınız yemekler sunmakla ikram ediniz.
İşte caizeden maksat budur. Eğer bu caizeyi sunamazsamz misafirinize ikram etmiş
olmazsınız.

Fakat ona her günkü yediğiniz mutad yemekler yedirecekseniz, o zaman onu evinizde
üç gün misafir ediniz. Onu bu şekilde üç gün misafir etmekle misafire ikram etme
görevini yerine getirmiş olursunuz.

2- Onu üç gün üç gece misafir ettikten sonra ona yolculuğunda bir gün bir gece
yetecek şekilde özel bir yemek hazırlayıp azığına koyunuz. İşte onun caizesi budur.
Bunu yapmadığınız takdirde misafirinize ikram etmiş olmazsınız.

3- Ev sahibi olarak bir gün bir gece onunla çok yakından ilgileniniz. Ona özel
hazırlanmış yemekler sunmakla ve "sohbetinde bulunmakla onu ağırlamaya çalışınız.
İşte onun hediyesi budur.Bundan sonraki iki gün içinde ise onun için mükellef sofralar
sunmanıza lüzum yoktur. Mutad yemekler sunmakla yetinebilirsiniz. Misafire ikram

1251

görevinizi bu şekilde yerine getirmiş olursunuz. İmam Mâlik bu görüştedir.

3749... Ebû Hureyre (r,a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):

"Misafirlik üç gündür. Üç günden fazla olan misafirlik ise (ev sahibi için misafire) bir

1261

sadakadır" buyurmuştur.

3750... Ebû Kerime (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Misafirin (birinci) gecesinde (onu ağırlamak) her müslüman (ev sahibi) üzerine
(düşen) bir görevdir. Her kim (misafir olarak bir kimsenin) evinin önünde
sabahlayacak olursa, bu kimse (ye ikram etmek) o ev sahibi üzerine bir borçtur. İsterse
(borcunu) öder, (borcundan kurtulur), isterse (borcunu ödemeyi) terkeder (borçlu
1271

olarak kalır)."
Açıklama

Bu hadis-i şeriflerde bir kimsenin evine gelen bir misafire ikram etmekle mükellef
olduğu ifade edilmektedir. Ulemanın bu hadisler üzerinde yaptıkları açıklamalardan
anlaşıldığına göre, misafirler hakkındaki bu hüküm zengin, fakir, müslüman, kâfir,
salih, fâsık her misafir için geçerlidir. Bu hükmün, "Yemeğini müttakî kimselerden



128]

başkası yemesin" mealindeki hadise aykırı olduğu söylenemez. Çünkü bu hüküm
misafirler içindir. Sözü geçen hadis-i şerîfse misafirlerin dışındaki kimselere yedirilen
yemeklerle ilgilidir.

3749 numaralı hadis-i şerifteki, "Üç günden sonraki misafirlik ise (ev sahibi için
misafire) bir sadakadır" cümlesine bakarak Ahmed b. Hanbel; "Bir misafiri üç gün
ağırlamanın farz, üç günden sonra ağırlamanın da nafile olarak verilen bir sadaka
hükmünde olduğunu, binaenaleyh bir kimsenin misafirini üç gün ağırlamasının
üzerine farz olduğunu, bu görevi yerine getirmekten kaçınamayacağım; üç günden
sonra ise eğer ağırlarsa sevabını alacağını, ağırlamadığı takdirde ise sorumlu
olmayacağını" söylemiştir.

Nitekim bir sahâbînin, akşamleyin evine gelen misafire evinde bulunan yemeği ikram
edip, çocukların sofraya oturmamaları için yemekten önce onları uyutması bu görüşü
te'yid etmekte ise de, ulemanın çoğunluğu, üç gün üst üste misafir ağırlamanın farz
oluşunun îslâmm ilk yıllarındaki uygulamaya mahsus olduğunu, bu hükmün

1291

neshedildiğini söylemişlerdir.

Misafirperverliğin farz olmayıp sünnet-i müekkede olduğunu söyleyen cumhur
ulemaya göre ise, metinde geçen "üç günden fazla olan misafirlik bir sadakadır"
cümlesi, misafirperverliğin farziyyetini ifade etmek için değil, halkı bir evde üç
günden fazla misafir olmaktan nefret ettirmek için söylenmiştir.
Misafir ağırlamanın hükmünü şu şekilde hulasa edebiliriz:

"Misafirperverlik Peygamberin sünnetlerindendir. Yalnız sıfatında ihtilâf olunmuştur.
İmam Azam ile Mâlik, Şafiî ve cumhur ulemaya göre misafir kabul etmek farz değil
sünnettir. İmam Ahmed ile Ley s; bir gün bir gece misafir kabul etmeyen kimseden
misafirin hakkı zorla alınır, bu hususta köylü ile kasabalının farkı yoktur, demişlerdir.
İmam Ahmed, misafir kabul etmenin hassaten bedevilere vacib olduğunu belirtmiştir.
Ona göre şehirde yaşayanlara bu İş farz değildir. Mücâhid'den bir rivayete göre, bîr

[301

geceliğine misafir kabul etmek farzdır."

3751... el-Mikdâm Ebû Kerîme (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a)
şöyle buyurmuştur:

"Herhangi bir kimse bir kavme misafir olur da (orada ikramdan ve ağırlanmaktan)
mahrum olarak sabahlarsa, (bu misafirin en azından) bir gecelik yiyecek hakkını
alacak kadar ona tahılından ve (diğer) mal(lar)mdan yardım etmek (orada bulunan) her



müslüman üzerine (düşen) bir görevdir."

3752... mUkbe b. Amir (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: (Biz Hz. Peygambere):
Ey Allah'ın Rasûlü, sen bizi (bazen bir yere) gönderiyorsun, biz de bir kavme misafir
oluyoruz. (Fakat) onlar bizi ağırlamıyorlar. (Bu hususta) ne buyurursun? diye sorduk.
Rasûlullah (s. a) bize şöyle buyurdu:

"Eğer bir kavme misafir olur da sizin için (yapılması gereken ikram ve ağırlama ile
ilgili) işleri(n yapılmasını hizmetçilerine) emrederlerse bunu kabul edin. (Bunu)
yapmazlarsa kendilerine yaraşan misafir hakkını onlardan alın."

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu (hadis, bîr kimsenin hakkı olan bir şeyi alabileceğine dair



[321

kuvvetli bir delildir.



Açıklama

Hafız Hattâbî (r.a)'nin açıklamasına göre; bir misafirin, misafir olduğu evde
ağırlanmaktan mahrum kalarak geceyi aç susuz olarak geçirmesi halinde o beldede
bulunan her müslümanm onun bir günlük misafirlik hakkını ödemekle mükellef
olduğunu ifade eden 3751 numaralı hadis, açlıktan telef olma durumuna gelen
misafirler hakkındadır. Bu duruma düşert bir misafire yedirip içirmek, o beldede
bulunan her müslüman üzerine düşen bir görev olduğundan o misafir, orada bulunan
herhangi bir müslümanm malından hayatını kurtaracak kadar yiyebilir. Böyle bir
misafirin hayatını kurtardıktan sonra yediği yemeğin değerini ödeyip ödemeyeceği
meselesi de ihtilaflıdır. İmam Şafiî'ye göre, yediği yemeğin bedelini ödemesi gerekir.
Diğer ulemaya göre ise, yediği yemeğin parasını ödemesi gerekmez. Hadis
ulemasından bazıları da bu görüşü savunmuşlar ve Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Peygamber
ile Mekke'den Medine'ye giderken yolda karşılaştıkları bir sürünün içinden sahibi
orada bulunmayan bir koyunun sütünü sağıp Hz. Peygamber'e içirmesi hadisesinin
buna açıkça delâlet ettiğini söylemişlerdir.

Ayrıca, Abdullah b. Ömer'den rivayet edilen; "Kim bir bahçeye girerse oradan yesin

[33]

fakat yanında bir şey götürmesin." mealindeki hadis-i şerifi de delil getirmişlerdir.
Nitekim Hasan-ı Basrî'nin de; "Bir adam susamış halde iken sahipsiz bir deveye
rastlarsa devenin sahibine üç defa seslensin, devenin sahibi çıkıp gelirse ne âlâ,
gelmezse onu sağıp sütünü içsin" dediği rivayet edilmiştir.
Zeyd b. Eşlem de bu mevzuda şöyle demiştir:

Hz. Peygamber'e bir leşi ya da bir müslümanm malını yemek zorunda kalan bir
adamın durumu sorulduğunda: 'Müslümanm malını yiyebilir' buyurdu."
Abdullah b. Dînâr da, zaruret halinde kalan bir kimsenin bir müslümanm malını
yiyebileceğini söylemiştir. Ancak Hz. Saîd; "Bu durumda kalan bir kimse bir leşi
yiyebilirse de bir müslümanm malını yiyemez" demiştir. Hattâbî'nin sözleri burada
sona erdi.

Kendisine misafirlik görevi yerine getirilmeyen bir kimsenin hane sahibinden hak
alması meselesine gelince; bu mevzuda İmam Nevevî şöyle diyor:
"Ahmed b. Hanbel ile el-Leys, bu hadisi zahirine hamletmişlerse de cumhuru uleme
onu çeşitli şekillerde te'vil etmişlerdir. Bu te'villeri şu şekilde özetleyebiliriz:

1- Bu hadis, zaruret halinde bulunan misafirler hakkındadır. Çünkü onları ağırlamak
farzdır.

2- Misafirin hakkını almasından maksat ev sahibinin malını yemesi değil, onun yaptığı
bu mürüvvetsizliği başkalarına anlatma hakkını elde etmesidir. Fakat bu görüş çok
hatalıdır.

3- Bu hadis sonradan neshedilmiştir. Bu görüş de zayıftır. Çünkü bunu ortaya atan
kimsenin kimliği meçhuldür.

4- Bu hadisin hükmü müslüman misafirleri ağırlamaktan kaçman zimmîler için
geçerlidir. Çünkü onlar müslümanlarm zimmetinde barınabilmek için müslüman
misafirleri ağırlamayı taahhüd etmişlerdir. Bu görüş de zayıftır. Zira zimmîlerle
yapılan bu anlaşma Hz. Peygamber devrinde yoktur. Bu anlaşma Hz. Ömer devrinde



olmuştur.

Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, ağırlanmayan bir misafirin hakkını
almasından maksat, kendisini ağırlamayan kavimden yiyecek ve içeceğin bedelini

[341

ödeyerek almasıdır." Nevevî'nin sözleri burada sona erdi.

Daha önceki açıklamalarımızdan da anlaşılacağı gibi, cumhur ulemanın bu hadisi bu
şekilde te'vil etmekten maksadı misafire ikram etmenin farz olduğu iddiasını çürütmek
ve sünnet-i müekkede olduğunu İsbata zemin hazırlamaktır.

Hanefî ulemasından Tahavî ise bu hadisin neshedildiğini söylemiş ve bu iddiasına Hz.
Mikdâd'm şu hadisini delil göstermiştir:

"Ben ve arkadaşım (bir yerden) geldik. Açlıktan nerede ise gözlerimiz, kulaklarımız
gidiyordu. Hemen halka maruzatta bulunmağa başladık. Fakat bizi kimse kabul
etmedi. Nihayet Peygamber (s.a)'e geldik. Bizi evine götürdü. Bir de baktık üç tane
keçi!.. Peygamber (s.a):

£351

Bu sütü aranızda paylaştırın, buyurdu."

6. Misafirin (İzinsiz Olarak) Başka Birinin Malını Yemesi Neshedilmiştir
3753... İbn Abbas (r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:

Şu "Ey iman edenler, mallarınızı aranızda bâtılla (doğru olmayan yollarla haksız yere)

1361

yemeyin. Kendi rızanızla yaptığınız ticaret olursa başka..." âyet-i kerimesi
indikten sonra halka, bir kimsenin evinde yemek yemek zor gelmeye başlamıştı.
Derken bu âyeti Nûr süresindeki (61 numaralı) âyet neshetti. (Bu âyette yüce Allah
kullarına şöyle) buyurdu: "...Size de kendi evlerinizden başka evlerde yemenizde bir
1371

güçlük yoktur.." (Yüce Allah'ın bu meseleyle ilgili buyruğu); "toplu olarak ve)
ayrı ayrı... (yemenizde de üzerinize bir günah yoktur)" sözüne kadar (sürmektedir).
(Bu âyet inmeden önce) zengin bir adam yakınlarından birini yemeğe çağırıldığında
(çağırılan kimse), "Ben ondan yemeyi günah görüyorum" derdi; -et-Tecennuh, bir
şeyin günah olduğuna inanmak anlamına gelir- ve "fakir bu davete benden daha
müstehaktır" diye konuşurdu. Bu âyet(in inmesi) ile (müslümanlarm, bu âyette
zikredilen kimselerin birine ait olan ve) üzerine Besmele çekilen yemekleri yemeleri

[381

ve bir de kitap ehlinin yemekleri helâl kılınmış oldu.
Açıklama

İbn Abbas (r.a)'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Ey iman edenler, mallarınızı
aranızda batıl sebeblerlc yemeyin." âyet-i kerimesi nazil olunca müslümanlar
başkalarının ikram ettiği yemekleri yemekte tereddüde düştüler. Bu endişeyle
başkalarının evinde yemek yemekten kaçınmaya başladılar. Bunun üzerine Nûr
sûresinin 61. âyeti nazil oldu.

Bezlü'l-Mechûd yazarının dediği gibi, misafire ikram etme konusu şu safhalardan
geçmiştir: İsiamiri ilk yıllarında misafire yemek yedirmek ev sahibi üzerine farz idi.
Sonra misafirin ev sahibinin malından yemesi Nisa sûresinin 29. âyetiyle yasaklandı.



Daha sonra Nûr suresinin 61. âyetiyle bu yasak da kaldırıldı. Nitekim bir önceki
babdaki hadisler, İslâmm ilk yıllarında misafire yemek yedirmenin farz olduğuna,
Nisa sûresinin 29. âyeti daha sonra bir kimsenin başka birinin yemeğini parasını
ödemeden yemesinin yasaklandığına, mevzumuzu. teşkil eden bab hadisleri ise
zamanla bu yasağın da kaldırıldığına delâlet etmektedir. Nûr sûresinin 61. âyetinin
tamamının meali şöyledir:

"Âmâya göre bir harac(dariık ve günah) yok, topala göre bir haraç yok, hastaya göre
bir haraç yok. Size göre de (gerek) kendi evlerinizden, gerek babalarınızın evlerinden,
gerek annelerinizin evlerinden, gerek biraderlerinizin evlerinden, gerek kız
kardeşlerinizin evlerinden, gerek amcalarınızın evlerinden, gerek halalarınızın
evlerinden, gerek dayılarınızın evlerinden, gerek teyzelerinizin evlerinden, gerek
(başkasına ait olup da) anahtarlarına malik (ve hazinedarı) bulunduğunuz (evler)den,
yahutta sadık dostlarınızın (evlerinden) yemenizde de (bir haraç yoktur). Hep bir arada
toplu olarak da, dağınık dağınık da yemenizde dahi haraç yok. (Şu kadar ki) evlere
girdiniz vakit Allah tarafından mübarek ve pek güzel bir sağlık (dilemiş) olmak üzere
kendinize selam verin. İşte Allah âyetleri size böylece beyan eder. Ta ki anlayasmız."
Ayetin tefsirindeki inceliklerden bazıları şunlardır:

1- İnsanın evladının evi ve malı kendi evi ve malı gibi olduğundan bu âyet-i kerimede
evladın malının ve evinin zikredilmesine lüzum .görülmemiştir.

2- Ayette insanın bir dostunun malından izinsiz olarak yiyebileceğinden
bahsedilmiştir. Çünkü insana sadık dostu akrabasından bile daha yakındır.

İbn Abbas (r.a) bu hususta şöyle diyor: "Cehennem ehli ateşe atıldıkları zaman, "Artık

[391

bizim için ne şefaatçilerden bir kimse, ne de candan bir dost yok..." diyerek
dostlarının yokluğundan yakınacakları halde anne, baba ve diğer dostlarının
yokluğundan yakmmayacaklardır."

3- Âyet-i kerimede geçen "kendi evleriniz" tabirinden maksat, Ebû Bekir el-Cessâs'a
göre, kişinin ailesi, çocukları ve hizmetçileri gibi evinde duran kimselerin evleridir.
Bu hadis-i şerif, bir insanın üzerine Besmele çekilmiş olmak şartıyla başkasının
malından yemesinin caiz olduğunu ifade etmesi ve dolayısıyla bir insanın birisine
misafir olmasının caizliğine delâlet etmesi cihetiyle bir önceki babın tamamlayıcısı
durumundadır.

Aynı zamanda bu hadis, misafirperverliğin farz olmayıp sünnet-i meükkede olduğunu
söyleyen cumhurun görüşünü de te'ykl etmektedir. Çünkü hadiste geçen âyet-i kerime
de bir kimsenin başka birisinin yemeğini yemesinde bir günah olmadığını ifade
etmektedir. Oysa günah olmamak başka, farz olmak yine başkadır. Bir şeyin günah
olması vacib olmasını gerektirmez. Binaenaleyh eğer bir kimsenin misafir olduğu
kimsenin yemeğini yemesi onun kazanılmış bir hakkı, bu yemeği sunmak da ev sahibi
üzerine farz olsaydı o zaman "günah yoktur" kelimesi yerine bu farziyyeti ifade eden
daha açık ve kesin bir ifade kullanılırdı.

Bu durum misafire ikram etmenin farziyyetinin neshedildiğine de delâlet etmektedir.

1401

Bu bakımdan da bir önceki hadisin bir tamamlayıcısı durumundadır.
Bazı Hükümler

1. Bir kimse sahibinin izniyle başkasının yemeğini yiyebilir.



2. Bir kimse misafir olduğu ev sahibinin sunduğu yemeği yiyebilir.

3. Kitap ehlinin sunduğu yemeği yemek helâldir. Nitekim, "Kitap verilenlerin

lâll

yemekleri size helâldir." âyet-i kerimesi de bunu ifade etmektedir.
Ancak kitap ehlinin kestiklerinin yenebilmesi için hayvanı kesen kitap ehlinin Benî
Tağlıb kabilesinden olmaması, dininden dönmemiş olması, kestiği hayvanı kendileri
için kesmiş olması, keserken Allah'ın adını anarak kestiğinin bilinmesi, kestiği
hayvanın kendi dinlerince helâl olması gerekir. Bu hususlar bulununca onların kestiği

[421

hayvanın yenilebileceğinde ittifak vardır.

4. Bir kimsenin sunduğu yemeği yemenin caiz olabilmesi için onun Allah'dan başka
bir varlığın ismi çekilerek hazırlanmamış olması gerekir. Eğer Allah'dan başka bir
varlığın ismi çekilerek hazırlandığı bilinirse onu yemek haramdır. Bilinmediği
takdirde cumhura göre yenilmesi helâldir. Nitekim, "Üzerine Allah'ın ismi anılmayan

143]

şeyden yemeyin..." , "Eğer onun âyetlerine iman etmişseniz üzerine Allah'ın ismi

1441

anılan şeyden yiyiniz." âyetleri ile, "Kanı akıtılan ve üzerine Besmele çekileni

£451 1461
yeyiniz." mealindeki hadis-i şerif de bunu ifade etmektedir.

7. Üstünlüklerini Ortaya Koyabümek İçin Birbiriyle Yarışan Kimselerin
Yemeğini Yemenin Hükmü

3754... İbn Abbas (r.a)'m şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Peygamber (s. a), üstünlüklerini ortaya koyabilmek için yarışan kimselerin
yemeklerinin yenmesini yasaklamıştır.

Ebû Dâvud dedi ki; Bu hadisi, Cerîr (b. Hazm) 'den rivayet edenlerin ekserisi
rivayetlerinin senedinde îbn Abbas (r.a)'m ismini zikretmediler. (Ancak îkrime'nin
rivayet ettiği) bu hadiste olduğu gibi Harun en-Nahvî de (bu hadisi rivayet ederken)

1421

îbn Abbasfm ismini zikretti. Hammâd b. Zeyd ise İbn Abbas'in ismini zikretmedi.
Açıklama

İnsanların, başkalarına olan üstünlüğünü ortaya koyabilmek ve bu şekilde nefsine bir
pay çıkarmak gayesiyle bir takım yarışlara girişmesi riyadan başka bir şey olmadığı
için İslâmiyette bu gayeyle yapılan işler çirkin sayıldığı gibi, bu gibi kimselerin
yemeğini yemek de yasaklanmıştır. Çünkü onların yemekleri, "Mallarınızı aranızda

1481 ' [491
haksız sebeplerle yemeyin!" âyetinin şümulüne girmektedir.

8. Beraberinde Dinen Çirkin Sayılan Fiillerin Bulunduğu Bir Davete İcabet
Etmenin Hükmü

3755... Sefine Ebû Abdurrahman'dan rivayet olunduğuna göre;

Bir adam Ali b. Ebî Tâlib'i misafir etmiş ve ona bir yemek hazırlamış. (Orada hazır



bulunan) Fatıma (r. anha) da: "Keşke, Rasûlul-lah (s.a)'ı çağırsaydık. (Gelir) bizimle
beraber (bu yemekten) o da yerdi" demiş. Bunun üzerine Hz. Peygamberi de (o
ziyafete) çağırmışlar. Hz. Peygamber de (oraya) gelmiş. Elini kapının (iki tarafındaki)
söveleri-ne koyunca, evin bir köşesine yerleştirilmiş olan yünden yapılmış renkli
nakışlarla süslü ve üzerinde rakamlar bulunan ince bir kumaş görüp hemen geri
dönerek gitmiş. Hz. Fâtıma da Hz. Ali'ye:

Git, ona yetiş bak (bakalım) onun geri dönmesine sebep neymiş? demiş, Hz. Ali de
onun peşinden gitmiş. (Hz. Ali Hz. Peygarn-ber'e kavuşunca aralarında geçen
konuşmayı şöyle anlatmış. Ben Hz. Peygamber'e):

Ey Allah'ın Rasûlü, seni geri çeviren sebep nedir? diye sordum. "Benim için yahut da

[501

herhangi bir peygamber için nakışlarla süslü bir eve girmek yoktur" buyurdu.
Açıklama

Hadisin baş kısmında bulunan cümlesinin zahirine göre, bir adam Hz. Ali'yi evine
davet ederek ona yemek ikram etmiş. Fakat Sünen-i Ebû Davud'un bazı nüshalarında
bu cümle, şeklinde rivayet edilmiştir. Bu rivayete göre Hz. Ali o adamın evine misafir
olmamış, o adam bir yemek hazırlayıp Hz. Ali'nin evine göndermiş. Tıybî bu rivayetin
daha doğru olduğunu görüşündedir. Nitekim o yemekte Hz. Fâtıma'nm da bulunması
bu görüşü te'ykl etmektedir.

el-Mirkât'ta belirtildiği gibi, bu hadis, bir münkerin yani gayrı meşru durumun
bulunduğu davete icabet edilmeyeceğine delâlet eder.

Hafız da Feth'de, "Bir evde bir münkerin yani gayrı meşru durumun bulunmasının o
eve girilmesine dinen bir engel teşkil ettiği bu hadisten anlaşılır" demiştir.
İbn Battal da bu konuda şöyle der: "Allah ve Rasûlünün yasakladığı bir davete icabet
etmek caiz değildir. Hadis bunu ifade eder. Çünkü böyle bir davete icabet etmek böyle
bir duruma rıza göstermek anlamım taşır." İbn Battal daha sonra mesele ile ilgili
mütekaddim, yani ilk âlimlerin mezheplerini açıklar ki, bunun özeti şudur: Davet
edilen kişi davet edildiği yerdeki haram durumu giderirse oraya gitmesinde bir sakınca
yoktur. Şayet gidermeye gücü yetmezse geri döner.
Hanefî mezhebine mensup, el-Hidâye sahibi de şöyle demektedir:
"Bir kimse davet edildiği yere gittikten sonra orada münker, yani Allah ve Rasûlünün
yasakladığı bir durum meydana gelirse davet edilen zat, örnek edinilecek bir önder ise
ve duruma müdahale edip gidermeye gücü yetmezse orayı derhal terketmelidir. Çünkü
öyle bir mecliste dine leke sürülmüş olur ve bir günah kapısı açılmış olur. Şayet davet
edilen kişi örnek ve önder durumda değilse, oturmuş iken artık yemeği yiyip öyle
çıkmalıdır. Fakat davet edilen bir kimse henüz davet edildiği yere girmemiş iken orada
münker bir durumun olduğunu sezerse, örnek olsun veya olmasın geri dönme-
[51]

lidir."



9. Bir Kimseyi İki Kişi Birden Davet Edince Hangisi İcabete Daha Müstahaktır?
3756... Peygamber (s.a)'in sahâbîlerinin birinden rivayet olunduğuna göre;



Peygamber (s. a) şöyle buyurmuştur:

"İki kişi birden (seni) davet edecek olursa sen kapısı en yakın olan(m daveti)ne icabet
et. Çünkü kapısı en yakın olan en yakın komşu olandır. Eğer (davet eden bu iki
kişiden birisi diğerinden) daha önce davet etmişse, önce davet edenin davetine icabet
[521

et."

Açıklama

Hadis-i şerifte, aynı zamanda iki kişiden davet alan bir kimsenin bunlardan kapısı
kendisine daha yakın olanın davetim tercih edip onun davetine icabet etmesi gerektiği,
çünkü kapısı daha yakın olan kimsenin daha yakın komşu olması cihetiyle bu gibi
içtimai muamelelerde öncelik hakkı bulunduğu ifade edilmektedir.
Alkamî'nin açıklamasına göre, aynı anda davet eden kişilerin komşuluk bakımından
her ikisinin de eşit olmaları halinde; ilimce, dindarlıkça ve ahlâkça daha üstün olanın
daveti tercih edilir. Bu hususlarda eşit olmaları halinde ise, davet alan kimse aralarında

[531

kura çeker, kura hangisine isabet ederse onun davetine icabet eder.

10. Namaz (Vakti) Gelip Sofra Hazır Olunca Nasıl Hareket Edilir?

3757... Ibn Ömer (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Birinizin akşam yemeği (sofraya) konduğu sırada namaza da başlanmış olursa (o
kimse yemek yeme işini) bitirinceye kadar namaza kalkmaz."

(Bu hadisin ravilerinden Müsedded, rivayetine şunları da) ilâve etti: "Abdullah (b.
Ömer), akşam yemeği (sofraya) konunca -yahut ta akşam yemeği (sofraya) gelince-
ikameti de işitse, imamın okuyuşunu da işitse (yine de yemeğini) bitirinceye kadar

£541

(namaza) kalkmazdı.

3758... C âbir b. Abdillah (r.a)'dan Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet
olunmuştur:

1551

"Yemekten veya başka bir şeyden dolayı o namaz geciktiril(e)mez."

3759... Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr'den rivayet olunmuştur; dedi ki:
İbn Zübeyr zamanında babamla birlikte Abdullah b. Ömer'in yanında (bulunuyor)
idim. Abbâd b. Abdillah b. Zübeyr; "Biz, (kılınması için ezan okunup kamet getirilen
akşam) namaz(m)dan önce (ortaya konulmuş olan) akşam yemeğine başlanabileceğini
işittik" dedi. Abdullah b. Ömer de "Vah sana! Sen (Hz. Peygamber'in sahâbîleri olan)
o kimselerin akşam yemeklerinin nasıl olduğunu (biliyor musun)? (Onların akşam
yemeklerinin) babanın akşam yemeği gibi (zengin) olduğunu mu zannediyorsun?"
[56]

diye karşılık verdi.



Açıklama



3757 numaralı hadis-i şerifte, akşam yemeği hazırlanıp ortaya konmuşken akşam
namazı için ezanın okunması halinde cemaate gitmeyerek yemeği yemek ve namazı
yemekten sonra kılmak tavsiye edilirken; 3758 numaralı hadis-i şerifte namazın
yemekten dolayı geciktirilmesine asla izin olmadığı ifade edilmektedir.
Hattâbî, bu iki hadis-i şerifin arasını şöyle telif ediyor:

"Namazdan önce yemek yemeye izin veren hadis-i şerif, gönlü, ortaya konan yemeği
çok arzu eden ve o yemeği yemeye çok ihtiyaç hisseden kimseler içindir. Bu durumda
olan bir kimse ezanın okunması ve yemeğin de ortaya gelmesi halinde eğer namaz
vaktinin çıkma tehlikesi yoksa, yemeğe karşı olan bu iştahını teskin etmek için
yemekten biraz yer, namazını yemekten sonra kılar. Bu suretle namazı yemeğe gönlü
takılı bir şekilde kılmaktan kurtulup hakkıyla ifa etme imkânını bulmuş olur.
Ancak bu şekilde hareket etmek durumunda kalan bir kişi sofranın başına oturmaz ve
iyice karnını doyurmaz. Sadece ortaya gelen yemeklerden birer parça alıp açlığını ve
yemeklere olan arzusunu teskin edip namazını te'hir etmeden kılar. 3758 numaralı
hadis-i şerif ise, yemeğe karşı aşın şekilde arzu ve ihtiyaç duymayan ve namaz kılmak
için fazla vakti kalmayan kimseler içindir. Bu durumda olan bir kimsenin namazı
yemeğe takdim etmesi farzdır. Binaenaleyh bu iki hadis arasında bir çelişki yoktur."
Nitekim, 3759 numaralı hadis-i şerif de Hattâbî'nin bu görüşünü doğrulamaktadır.
Bazı hallerde akşam yemeğinin akşam namazına takdim edilebileceğini ifade eden bu
hadis-i şerifin hükmünü sadece akşam namazıyla akşam yemeğine tahsis etmek doğru
değildir.

Burada sadece akşam namazıyla akşam yemeğinden bahsedilmesinin sebebi, insanın
bu durumla genellikle akşam yemeği vaktinde karşılaşması olsa gerektir. Çünkü sabah
namazı vaktinde insanın böyle bir durumda kalması pek enderdir. Öğle vaktine
gelince, öğleyin yemek yeme âdeti Hz. Peygamber devrinde yoktu. Bu âdet sonradan
çıkmıştır.

Akşam yemeğinin ortaya gelmesiyle akşam ezanı vaktinin aynı zamana rastlaması
halinde yemeğin öne alınmasıyla ilgili bu emrin hükmü üzerinde ulema ihtilâf
halindeler.

Cumhuru ulemaya göre; bu emrin hükmü menduptur. Binaenaleyh bu emre göre
hareket etmek menduptur. Şâfıîlere göre bu emir yemek yemeye çok ihtiyacı olan
kimseler içindir. Bu durumda olmayan kimseler için geçerli değildir.
İmam Gazali, yemeğin bozulmasından korkan kimselerin de bu emrin şümulüne
girdiklerini söylemiştir. Süfyân-ı Sevrî ile İmam Ahmed ve İshak hazretleri de bu
görüştedirler. Zahiriye mezhebi imamlarından İbn Hazm'e göre ise, bu emre uymadan
namaza duran kimsenin namazı bâtıldır.

Bazılarına göre ise, hafif olarak yemek namaza takdim edilebilirse de hafif olmayan
bir yemek takdim edilemez.

Hafız Münzirî, İmam Mâlik'in bu görüşte olduğunu söylemiştir. Mâli-kî mezhebinden

olan diğer ulemaya göre kesinlikle namaz yemeğe takdim edilir. Fakat namaza

durunca bir an önce yemeğe başlama arzusunun namazda aceleciliğe sebep

olacağından korkulursa yemek öne alınır. Yemeğe bir an önce başlamak için alelacele

kılman bir namazı iade etmek de müstehabtır.

Bu mevzuda merhum Ö.N. Bilmen şöyle diyor:

"Mubah bir yemek hazır olduğu halde namaza başlamak mekruhtur.

Meğer ki vaktin çıkmasından korkulsun. Bu yemeğe iştahı olsun veya olmasın,



1571

müsavidir."



11. Yemekten Önce Elleri Yıkamanın Hükmü
3760... Abdullah b. Abbâs'dan şöyle rivayet olunmuştur:

Bir gün Rasûlullah (s. a) heladan çıkmış. (Orada bulunan sahâbîler) kendisine yemek
getirmişler ve:

Ey Allah'ın Rasûlü, (yemekten önce abdest alman için) sana abdest suyu da getirelim
mi? demişler. (Hz. Peygamber de):

£581

"Ben ancak namaza kalktığım zaman abdest almakla emrolundum" buyurmuştur.
Açıklama

Fahri Kâinat Efendimiz; "Ben ancak namaza kalktığım zaman abdest aımakja
emrolundum" sözüyle, "Ey inananlar, namaza dur(mak iste)diğîniz zaman yüzlerinizi,

[591

dirseklere kadar ellerinizi yıkayın..." âyet-i kerimesine işaret etmiş ve namaza
kalkmanın dışında hiçbir iş için abdest almakla emrolunmadığmı ifade buyurmuştur.
Hz. Peygamber'in, namaz için abdest almakla emrolunduğunu söylemekle beraber
Kur'an-ı Kerim okumak, Kabe'yi tavaf etmek gibi abâest almayı gerektiren fiillerden
bahsetmemesi; o günlerde bu fiiller için abdest alınmasıyla, igili emirlerin henüz
gelmemiş olmasıyla açıklanabileceği gibi, Hz. Peygamber'in maksadı yemekten önce
abdest almak gerekmediğini açıklamak olduğu için bu fiillerin hepsini zikre lüzum
görmemiş olmasıyla da açıklanabilir.

Şurasını unutmamak gerekir ki abdest almak ayrı bir şeydir, el yıkamak ayrı bir şeydir.
Hz. Peygamber burada yemekten önce abdest almakla emrolunmadığmı açıklamıştır.
El yıkamakla emrolunmadığmı söylemek istememiştir. 3761 numaralı hadis-i şerifte
de açıklanacağı üzere, aslında yemekten önce el yıkamak onun sünnet-i
seniyyesîndendir. Orada hazır bulu-nanlar.Hz. Peygamber'in devamlı olarak abdestli
gezdiğini bildiklerinden onur abdestsiz yemek yemeyeceğini zannedip kendisine
abdest alması için abdest suyu getirmek istemişlerdir. Hz. Peygamber de onlara
yemekten önce ab dest almak icab etmediğini açıklamıştır.

Belki de onların Hz. Peygamber'e, "abdest suyu getirelim mi?" diye sormalarından
maksatları, yemekten önce elini yıkamasını kendilerine hatırlatmaktı. Fakat Hz.
Peygamber abdestten söz açılmışken, yemekten önet abdest almanın hükmünü

[601

açıklamayı uygun bulmuş ve bu açıklamayı yapmıştır.

1611

Yemekten Önce El Yıkamanın Hükmü

3761... Selman (r.a)'den şöyle rivayet olunmuştur; dedi ki:

Ben Tevrat'ta, "Yemeğin bereketi, yemekten önce elleri ve ağ; yıkamaktır" (sözünü)
okumuştum. Bunu Peygamber (s.a)'e anlattırr Bunun üzerine (Hz. Peyamber);
"Yemeğin bereketi yemekten önce elleri, yemekten sonra da elleri ve ağzı yıkamaktır"



buyurdu. Süfyân (es-Sevrî), yemekten öne elleri yıkamayı mekruh görürdü.

[621

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadis zayıftır.
Açıklama

Bu hadis-i şerif yemekten Önce ve sonra elleri yıkamanın sünnet olduğunu söyleyen
Hanelilerin delilidir. İmam Mâlik ile Süfyân-i Sevrî bir önceki hadis-i şerifin zahirine
sarılarak yemekten önce elleri yıkamanın mekruh olduğuna, İmam Şafiî de yemekten
önce elleri yıkamayı terketmenin müstehab olduğuna hükmetmiştir.
Aslında bir önceki hadis-i şerifte Hz. Peygamber'in yemekten önce gereksiz gördüğü
şey abdest almaktır, elleri yıkamak değildir. Bununla birlikte yemekten önce abdest

' MI

almakta da bir sakınca yoktur.

Avnü'l-Ma'bûd yazarının açıklamasına göre, Ahmed b. Hanbel de yemekten önce el
yıkamanın müstehab olmadığı görüşünde idi.

Oysa Aliyyü'l-Kârî'nin açıkladığı gibi Hz. Peygamber, "Yemekten önce elleri yıkamak
fakirliği, yemekten sonra yıkamak da cinneti önler" buyurmuştur. Bu bütün
peygamberlerin sünnetidir. Bununla birlikte Süfyân-ı Sevrî'nin bunu mekruh görmesi
şaşılacak bir şeydir. Her halde Süfyan-ı Sevr'i bu sözü, elini daha önce iyice yıkadığı
için temiz olduğunu kesinlikle bilen kimseler için söylemiştir. Maksadı da su israfını
[641

önlemektir.

Bu bakımdan Hanefî uleması yemekten önce ve sonra elleri yıkamanın sünnet
olduğunu söylemişlerdir.

Bu mevzuda Dürrü'l-Muhtâr isimli eserde, "Yemeğin sünneti yemekten önce Besmele
çekmek, yemekten sonra Elhamdüllillah demektir" diye kaydedilmiştir. Mülteka isimli
eserde de bunlara, yemekten önce ve sonra ellerin yıkanması da ilâve edilmektedir.
Avnü'l-Ma'bûd yazarının dediği gibi, her zaman kirlenmeye ve mikrop kapmaya
müsait olduğundan, yemekten önce ellerin yıkanması yemeğin vücuda yaraması
yönünden çok lüzumludur.

Yemek esnasında yağlanmaları ve yemeğin bulaşması kaçınılmaz olduğu için de
yemekten sonra ellerle birlikte ağzı yıkamakta da çok büyük faydalar vardır.
Binaenaleyh bu sünnete uyularak yenen yemekte bereket olur. Bu şekilde yenen
yemek nefsin sükunet bulmasına yardımcı olduğu gibi ibadete koşmasına da sebep ve
yardımcı olur. Ayrıca bu şekilde yenen bir yemeğin, yiyenlerin doymasına yetecek

[65]

kadar maddeten artması da söz konusudur.

12. Beklenmedik Bir Anda Üzerine Varılıveren Bir Yemeği Yemenin Hükmü

3762... Câbir b. Abdillah (r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a) (bir
gün) abdest bozmuş olarak bir dağ geçidinden (bize doğru) eldi. Bizim önümüzde
(bulunan) "tirs" yahut da "hacefe" (denilen bir kalkan) üzerinde hurma vardı.
Kendisini davet ettik. (Gelip) bizimle birlikte (hurmadan) yedi ve elini suyla
[661

yıkamadı.



Açıklama



Hattâbî' bu hadis-i şerif hakkında yaptığı açıklamada şöyle diyor: "Bu hadis-i şerif,
yemeğinin yenmesinden memnun olacağı yenmediği takdirde de üzüleceği bilinen bir
kimsenin, beklenmedik bir anda takdim ettiği yemeği yemekte sakınca olmadığına
delâlet etmektedir. Fakat yemek sahibinin davetinde samimi olmadığının anlaşılması

1671

halinde durum bunun aksinedir. Böylesi bir yemeği yemek mekruh olur."

13. Yemeği Kötülemenin Çirkinliği

3763... Ebû Hureyre (r.a)'den şöyle dediği rivayet olunmuştur:

Rasûlullah (s. a) hiçbir zaman bir yemeği kötülememiştir. (Önüne gelen bir) yemekten

£681

hoşlanırsa onu yerdi, hoşlanmazsa yemezdi.
Açıklama

Bu hadis-i şerifte Rasûl-i Zîşan Efendimiz'in, önüne gelen bir yemeği kötülemediği
ifade edilmektedir.

Hadis-i şerif sarihlerinin açıklamasına göre, Hz. Peygamber'in bu tutumu mubah
yemekler içindi. Fakat haram yemekler karşısındaki tutumu böyle değildi. Onları
yemenin kötülüğünü anlatır ve ümmetini onları yemekten menederdi. Bu bakımdan

[691

âlimler mubah bir yemeği kötülemenin mekruh olduğunu söylemişlerdir.
Alimlerden bazıları, Allah'ın yarattığı bir nimet olarak herhangi bir yemeği
kötülemenin caiz olmadığını; fakat bir yemeğin, insanların pişirmesi ya da
hazırlamasından doğan kusurunu söylemekte bir sakınca olmadığını söylemişlerdir.
Ancak Hafız İbn Hacer'in açıkladığı gibi, yemeğin pişirilmesi veya hazırlanması ile
ilgili olarak yemeğe yöneltilen bir tenkid eğer onu hazırlayanın kalbini kıracaksa o
zaman bu neviden olan tenkidler de caiz olmaz.

Bu mevzuda İmam Nevevî şöyle diyor: "İnsanın önüne gelen bir yemeği; bu tuzludur,
ekşidir, tuzu kıttır, iyi pişmemiştir gibi sözlerle tenkit etmekten kaçınması yemek
âdabmdandır." İbn Battal da: "Dinen yenmesi meşru kılman hiçbir yemekte ayıp ve
kusur yoktur. Binaenaleyh helâl bir yemeği tenkidden kaçınmak İslâm âdabmdandır"
demektedir.

Ancak insanın tabiatı bazı helâl yemekleri yemekten hoşlanmayabilir. Böyle bir
durumda o yemeği yememesi gayet tabiidir. Kişi hoşlanmadığı bir yemekle
karşılaşınca Hz. Peygamber'in yaptığı gibi hareket eder, yani tenkit yöneltmeden

£7Q1

yemeği yemekten kaçınabilir.

14. Yemeği Toplu Halde Yemek

3764... Vahşî b. Harb (b. Vahşî b. Harb)'in dedesinden rivayet olunmuştur: Peygamber
(s.a)'in sahâbîleri (Hz. Peygambere):



Ey Allah'ın Rasûlü, biz (yemek) yiyoruz, fakat doymuyoruz, demişler.
(Hz. Peygamber de onlara):

"Her halde siz (yemeği) ayrı ayrı (kaplarda) yiyorsunuzdur (değil mi)?" demiş. (Onlar
da):

Evet, cevabını vermişler. (Bunun üzerine Hz. Peygamber):

"Yemeği toplu halde yeyiniz ve üzerine Besmele çekiniz. (O zaman) Allah o yemekte
sizin için bereket halk eder (de karnınız doyar)" buyurmuş.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bir düğün yemeğine gider de (önüne) akşam yemeği konacak

I2İI

olursa, ev sahibi izin verinceye kadar (o yemekten) yeme.
Açıklama

Bu hadis-i şerifi rivayet eden Vahşî (r.a), Uhut'daHz. Hamza (r.a)'yı şehid eden ve
sonra Mekke'nin fethinde müslüman olan meşhur Vahşî' dir.

Kendisi müslüman olduktan sonra küfür döneminde işlediği cinayetten duyduğu
vicdan azabını peygamberlik iddiasında bulunan Müseylemetü'l -Kezzâb'ı katlederek
hafifletti. Tâif heyetiyle birlikte Hz. Peygamber'in huzuruna geldiği zaman Hz.
Hamza'yı nasıl şehid ettiğini anlattı. Hz. Peyamber onu affetti. Fakat onu görmek
kendisine çok sevdiği amcasının acı hatırasını hatırlattığı için ona: "Bir daha bana
görünme" diye emretti.

Bu hadis-i şerifte, bir sofra üzerine konan bir kaptan topluca yemek yemekte bereket
olduğu bildirilmekte, bir ailenin ayrı ayrı kaplarda yemek yemeleri yerine bir kaptan
yemek yemeleri tavsiye edilmektedir. Nitekim Ebû Ya'lâ'nm Müsned'inde, İbn
Hibbân'm Sahih'inde, Beyhakî'nin de Sünen'inde Hz. Câbir'den rivayet edilen merfu
bir hadiste:

[72]

"Yemeklerin Allah'a en sevimli olanı üzerinde ellerin en çok olanıdır"
buyurmuştur.

Taberânî'nin İbn Ömer'den naklen rivayet ettiği mevkuf bir hadis-i şerifte de şöyle
buyurulmuştur:

"İki kişinin yemeği dört kişiye dört kişinin yemeği de sekiz kişiye yeter. Binaenaleyh

' \m

yemeği toplu halde yeyiniz, dağılmaymız." Cenab-ı Hak her-şeyi bir sebebe
bağladığı gibi yemeklerin maddî manevî bereketini de o yemeğe uzanan ellerin
çokluğuna bağlamıştır.

Bir yemeğe uzanan ellerin adedi nisbetinde Allah o yemeğe bereketini ve yiyenlere de
feyz ve rahmetini indirir. Ehl-i basiret inen bu rahmeti açıkça müşahede ettiği halde
gafiller gerçeği göremediklerinden bu hadisteki tavsiyeye uymazlar.
Binaenaleyh, "Hep bir arada toplu olarak da dağınık olarak da yemek yemenizde bir

sakınca yoktur." âyet-i kerimesinde de açıklandığı üzere ayrı ayrı kaplarda ve
sofralarda yemek yemek caiz olmakla beraber, bir sofra üzerinde ve bir kaptan topluca
yemek yemek menduptur. Musannif Ebû Dâvûd (r.a), hadis-i şerifin sonuna eklediği
açıklama ile bir düğün yemeğine giden insanın akşam yemeği vaktinde getirilen
yemek hususunda çok dikkatli olması gerektiğini ifade etmek istemiştir. Çünkü akşam
öğünü belli bir öğün olduğundan bu vakitte getirilen yemeğin düğün yemeği olmayıp



ev halkı için hazırlanması mutad olan her günkü yemeklerden olması mümkündür. Bu
bakımdan ev sahibi izin vermedikçe o yemeğe yanaşmamak gerekir. Çünkü bu

£251

yemeğe ortak olunduğu takdirde ev halkı aç kalabilir.
15. Yemeğe Başlarken Besmele Çekmek

3765... Ebu'z-Zübeyr'den rivayet olunduğuna göre, Câbir b. Abdullah (r.a) Peygamber
(s.a)'i şöyle derken işitmiştir:

"Bir adam evine girerken Besmele çekerek girerse ve yemek yerken de (Besmele
çekerek yerse), şeytan (arkadaşlarına): (Burada) sizin için gecelemek (imkânı da) yok,
akşam yemeği de yok, der. Eğer (adam evine) girerken Allah'ı anmadan girerse şeytan
(arkadaşlarına: Burada) gecelemek (imkânm)a kavuştunuz, der. Eğer yemeği yerken
de Allah'ın adını anmamışsa (şeytan arkadaşlarına: Burada) geceleme ve akşam

£761

yemeği (yeme imkânı)na kavuştunuz, der."
Açıklama

Bu hadis-i şerifte şeytanların Besmelesiz girilen eve girmeye muvaffak oldukları,
Besmeleyle girilen eve ise girmeye muvaffak olamadıkları, aynı şekilde Besmelesiz
yenen yemeğe onların da ortak oldukları, Besmeleyle yenen yemeğe ise asla ortak
olamadıkları ifade edilmektedir.

Her ne kadar burada sadece evlere Besmeleyle girmek ve yemeğe Besmeleyle
başlamaktan bahsedilmekle yetinilmişse de aslında Besmele çekmek sadece bu iki fiile
mahsus değildir. Bütün fiillerin başında Besmele çekmek sünnet-i müekkededir.
Yemeğin başında Besmele çekmenin vacib, sonunda Elhamdülillah demenin müstehab
olduğunu söyleyenler de vardır.

İhyâu Ulûmiddîn'de açıklandığı üzere, her lokmanın başında Besmele sonunda
Elhamdülillah demek daha iyi olur. Şöyle ki birinci lokmanın başında Bismillah
somunda Elhamdülillah der ikinci lokmanın başında Bismil-lahirrahman, sonunda
Elhamdülillâhi Rabbilâlemin, üçüncü lokmanın başında Bismillâhirrahımânirrahim,
sonunda Elhamdülillâhi Rabbil âlemin er-rahmânirrahîm denir. Lokmalar bu şekilde
üçer üçer hesab edilir. Eğer

lokmaların Besmelesiz yendiği yemeğin sonunda hatırlanacak olursa, "Bis-millahi alâ

im

evvelihi ye âhirini" demekle yetinilir.

Hanefî ulemasına göre, yemeğin başında Bismillah sonunda da Elhamdülillah demek
sünnettir. Eğer Besmele yemeğin başında unutulmuş da yemek bitmeden hatırlanmışsa
hatırlandığı anda "Bismillahi alâ evvelihi ve âhirini" der. Nitekim Peygamber
Efendimiz: "Kendisine yemek getirilince yemeğin başında Besmele çekip sonunda

[781 '

Elhamdülillah diyen bir mü'min-den Allah razı olur" buyurmuştur.
3766... Huzeyfe (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Biz Rasûlullah (s. a) ile birlikte bir yemekte bulunmuştuk. Rasûlullah (s. a) ile birlikte
sofrada hazır bulunduğunuz halde içimizden hiçbir kimse ondan önce elini sofraya



uzatmadı. Derken bir bedevi sanki (arkasından yemeğe doğru) itilmiş gibi (hızla) gelip
el. ini daldırmak üzere yemeğe götürdü. Rasûlullah (s. a) da hemen onun elini tuttu.
Sonra bir cariye sanki (arkasından) itiliyormuş gibi (hızla) gelip yemeğe sokmak üzere
elini uzattı. Rasûlullah (s. a) onun elini de tuttu ve şöyle buyurdu:
"Gerçekten şeytan, üzerine Allah'ın ismi anılmayan (Besmele çekilmeyen) yemeği
yemeye imkân bulur. (O bu yemeği kendisine) helâl kılmak için önce kendisine âlet
edebileceği şu bedeviyi getirdi. Ben de onun elini tuttum, (şeytana imkân vermedim).
Sonra (bu yemeği kendisine) helâl kılmaya âlet etmek üzere bu cariyeyi getirdi. Ben
(onun da) elini tuttum. Varlığım elinde olan zâta yemin olsun ki, şeytanın eli bedevi ve

[791

cariyenin eli ile birlikte benim elimdedir."
Açıklama

Bu hadis-i şerif, yemeğe başlarken Besmele çekmenin sünnet olduğuna delâlet
etmektedir.

Merhum A. Davudoğlu bu hadisle ilgili olarak yaptığı açıklamada şöyle diyor:
"Şeytanın yemeği helâl saymasından murad bazılarına göre hakikaten helâl olacağına
itikad etmesidir. Bir takımları, bundan murad, yemeğin bereketini kaldırmaktır; böyle
bir yemeği diyen doymaz, demişlerdir. Nevevî de şunları söylemiştir: "Helâl sayar
cümlesinin manası, yemeğe imkân bulur, demektir. Yani bir insanın Besmelesiz
başladığı yemeği şeytan yer. Fakat Besmeleyle başlarsa veya sofradakilerden bazıları
Besmele çekerse o yemekten yiyemediği gibi henüz kimsenin yemediği yemekten de
yiyemez. 1"' Sonra kelâm ve fıkıh uleması ile muhaddislerin gelmiş geçmiş cumhuruna
göre, bu hadis ile şeytanın yemek yediğine dair varid olan diğer hadisler zahirî ma-
nalarına hamledilmiştir. Yani şeytan hakikaten yemek yer. Çünkü bunu akıl imkânsız
görmediği gibi şeriat da inkâr etmemiş, bilâkis ispat eylemiştir.

mm

Binaenaleyh kabulü ve itikad olunması vâcibtir."

3767... Aişe (r. anha)'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Biriniz ye(mek yemek iste)diği zaman (yemeğe başlarken) yüce Allah'ın ismini
ansın. Eğer (yemeğin) başında yüce Allah'ın ismini anmayı unutursa 'Bismillâhi

181]

evvelehü ve âhirehü: Başında da sonunda Allah'ın ismiyle başlarım' desin."

3768... Rasûlullah (s.a)'ın sahâbîlerinden Ümeyye b. Mahşî (r.a)'den şöyle rivayet
olunmuştur:

Rasûlullah (s. a) oturuyordu. Bir adam da (orada) yemek yiyordu. (Adam yemek

yerken) Besmele çekmedi. Yemekten sadece bir lokma kalmıştı. (Adam) o lokmayı

ağzına kaldırdığı sırada, 'Bismillâhi evvelehü ve âhirehu: Başına da sonuna da

Bismillah' dedi. Bunun üzerine Peygamber (s. a) gülmeye başladı. Sonra:

"Şeytan bu adamla beraber yemeye devam ediyordu. (Adam) Aziz ve Celîl olan

Allah'ın ismini anınca (şeytan yediği yemekten) karnında ne varsa (hepsini) kustul'

buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu hadisin râvilerinden olan) Câbir b. Subh, Süleyman b. Harb'in



1821

anne cihetinden dedesidir.



Açıklama

Bu hadis-i şerifler; bir kimsenin yemeğe başlarken Besmele çekmesi gerektiğini
belirtmektedir. Eğer yemeğe başlarken unutmuş da biraz sonra bunun farkına varmışsa
o anda, "Bismillâhi evvelehü ve âhirehü: (Bu yemeğin) başına da sonuna da bismillah"
demesi gerektiği, eğer başında Besmele çekmediği gibi ortasında veya sonunda da
Besmele çekmeyecek olursa o yemeği onunla birlikte şeytanın da yiyeceği ifade edil-
mektedir.

Haleften ve seleften hadis ulemasının cumhuruna göre; şeytanın da insanlar gibi iki eli
ve iki ayağı vardır. Onların da erkekleri ve dişileri vardır. İnsanlar gibi yer ve içerler.
Ancak şeytan yemeği sol eliyle yer. Binaenaleyh hadis-i şerifte söz konusu edilen,
şeytanın yemek yemesinden maksat hakiki manada yemek yemesidir. Yediği yemeği
kusmasından maksat da hakiki kusmasıdır.

Bazıları, "Şeytanın yemek yemesinden maksat yemeğin bereketini alması,
kusmasından maksatsa aldığı bereketi geri bırakmasıdır" demişlerse de, Şevkânî'nin
Neylü'l-Evtâr'da açıkladığı gibi, bu kelimeleri hakiki manasından çıkarıp mecazî
manaya hamletmeyi gerektiren hiçbir sebeb ve karine mevcut değildir.
Biz yemeğe başlarken Besmele çekmenin hükmünü 3765 numaralı hadisin şerhinde

[831

açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.

16. (Bir Yere) Dayanarak Yemek Yeme Konusundaki Hadisler

3769... Ali b. el-Akmer'den rivayet olunduğuna göre; Ebû Cuhayfe, Rasûlullah (s.a)'m

[841

şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Ben (yemeğimi) dayanarak yemem!"

3770... (Şuayb b. Muhammed b. Abdi İlah b. Amr'ın) babasın-. dan şöyle dediği
rivayet olunmuştur:

Rasûlullah (s.a)'m hiçbir zaman (bir yere) dayanarak (yemek) yediği görülmemiştir.

L85J

Arkasında iki adamın yürüdüğü de görülmemiştir.

3771... Mus'ab b. Süleym'den şöyle dediği rivayet olunmuştur; Ben Enes'i (şöyle)
derken işittim:

Peygamber (s. a) beni (bir yere) göndermişti. Döndüğüm zaman kendisini geriye

£861 '

yaslanmış halde hurma yerken buldum.
Açıklama

Hattabı nın açıklamasına göre; pek çok kimseler metinde geçen kelimesinin sağa ya da
sola yaslanmak anlamına

geldiğini zannetmişlerdir. Bu sebeple bazı kimseler hadîs-i şerifi bu yönden ele alarak,
sağa veya sola yaslanarak yemek yemenin yemek borusu üzerine yapacağı basınç



sebebiyle insanı doyurmayacağı ve bu şekilde yenen yemeğin mideye inmesinin
zorlaşacağı gibi birtakım tıbbî yorumlara girmişlerdir. Halbuki bu kelime bir tulum
veya kesenin ağzını bağlamaya yarayan bağ anlamına gelen kökünden gelmiştir. Bu
bakımdan metinde geçen kelimesi "bağlayarak" anlamına gelir. Burada bu kelimeyle
anlatılmak istenen, minder gibi kaba bir şey üzerine oturmak suretiyle midenin ka-
panmasına sebeb olma halidir.

Gerçekten bu şekilde kaba ve yumuşak bir şey üzerine oturan kimse midesinin ağzını
bağlamış ve yemeğe kapatmış olur. İşte Hz. Peygamber'in bu hadis-i şerifte ümmetini
sakındırmak istediği şey, yemeği bu şekilde oturarak yemektir. Sağa ya da sola
yaslanarak yemek yemek değildir.

İbnü'I-Kayyım el-Cevzî ise, Zâdü'l-Meâd isimli eserinde "ittikâ" kelimesinin:

1) Bağdaş kurarak oturmak,

2) Bir şeye dayanarak oturmak,

3) Sağa veya sola dayanarak oturmak manalarına geldiğini; bu oturuşlardan üçüncüsü
mideye zararlı olduğu için, diğer ikisi de zalimlerin oturuşu olduğu için bu oturuşların
üçünün de yasaklanmış olduğunu söylemiştir.

Bezlü'l-Mechûd yazarına göre; "Hanefî ulemasından İbn Abidin, yemek yerken bir
yere yaslanarak ya da bir yere dayanarak oturmanın hiçbir sakıncası olmadığı
görüşündedir. Fetâvâ-yı Hindiyye'de de böyle denilmektedir."

Ancak yemek yerken bir şeye dayanmakta bir sakınca olmaması bu dayanmada bir

£871

büyüklenme hissinin bulunmamasına bağlıdır.

3771 numaralı hadiste geçen kelimesine gelince, bu kelime arkaya yaslanmak
manasına gelir. Bu bakımdan musannif Ebû Dâvûd bu hadisi bu babta zikretmeyi
[881

uygun görmüştür.

17. Yemeği Tabağın Ortasından Yemekle İlgili Hadisler

3772... İbn Abbas (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):
"Biriniz yemek yerken tabağın ortasından yemesin, fakat kenarından yesin. Çünkü

[891

bereket tabağın ortasına iner" buyurmuştur.
3773... Abdullah b. Büsr dedi ki:

Peygamber (s.a)'in "el-Garrâ" isimli bir yemek kabı vardı ki onu (ancak) dört kişi
taşıyabilirdi. (Müslümanlar) kurban bayramı gününe girip de kurban bayramı
namazını kıldıkları vakit, bu kab içine tirit konmuş olduğu halde getirildi. (Halk)
hemen onun etrafında toplandı. (Yemeğin etrafında toplanan halk) çoğalınca
Rasûlullah (s. a) da diz çöküp oturdu. Bunun üzerine (orada bulunan) bir bedevi (Hz.
Peygambere):

Bu şekilde oturuş(un manası) nedir? diye sordu. (Hz. Peygamber de):

"Şüphesiz ki Allah beni mütevazi bir kul olarak yetiştirdi. Zalim ve inatçı (bir insan)

olarak yetiştirmedi." cevabını verdi. Sonra;

"(Haydi, yemeğin) kenarlarından yeyiniz. Bereketin üzerine indiği tepesin(den yemey)

mm

i bırakınız" buyurdu.



Açıklama



el-Garrâ kelimesi, aslında beyaz anlamına gelir. Hz. Peygamber'in bu isimle anılan ve
dört kişi tarafından taşınabilen bu kabının beyaz renkli, kazan büyüklüğünde hacimli
bir tencere olduğu anlaşılıyor.

3773 numaralı hadis-i şerifte geçen kelimesini cimin kesri ile okumak gerekir. Çünkü
bu kelime masdar-ı nevidir ve dolayısıyla "bir oturuş çeşidi" anlamına gelir ki, diz
çökerek oturmak kastedilmektedir.

Avnü'l-Ma'bûd yazarı bu hadis-i şerifler hakkındaki açıklamasında şöyle diyor: "Bu
hadis yemeği ortasından değil de kenarından yemenin meşruluğuna delâlet etmektedir.
Râfıî ve başkalarının açıklamasına göre, yemeği tabağın ortasından ve başkalarının
Önüne gelen yerden yemek mekruhtur. Fakat meyvelerde başkasının önünden alıp
yemekte bir sakınca yoktur. Esnevî ise bu görüşe itiraz ederek, yemeği tabağın
ortasından veya başkalarının önünden yemenin mekruh değil haram olduğunu
söylemiştir. Bu mevzuda İmam Gazali şunları da ilâve ediyor: Aynı şekilde bir
ekmeğin kenarını bırakıp da ortasından yemek de meşru değildir. Fakat ekmek
küçükse onu ortasından kırıp yemek caizdir. Yemeği ortasından yemeyerek
kenarından yemenin hikmeti ise bereketin yemeğin ortasına inmesidir. Bereket oraya
indiği için yemeğin ortasından alınmaz, bu sayede bereket sofranın ortasından her
tarafına dağılır."

Hattâbî'nin açıklamasına göre, yemeği ortasından yemenin yasaklanmasmdaki hikmet
üzerine bir başka görüş daha vardır. Bu ikinci görüşe göre bu yasak yalnız başına
yemek yiyenler için geçerli değildir. Toplu halde yemek yiyenler için geçerlidir.
Genellikle yemeğin en güzel yeri orta kısmıdır. Toplu halde yemek yiyenlerden birisi
kabın ortasından yemeye başlayacak olursa yemeğin en iyisini almış ve kendisini
yemek arkadaşlarına tercih etmiş durumuna düşer. Bu tutumunsa âdabı muaşeret
kaidelerine aykırı olduğunda şüphe yoktur.

İşte bu, âdaba aykırı olduğu için yemeği ortasından yemek yasaklanmıştır. Fakat
yalnız başına yemek yiyen kimse için böyle bir âdaba riayet sözkonusu olmadığından

bu yasak yalnız başına yemek yiyenler için geçerli değildir.

18. Üzerinde Yenmesi Haram Olan Bir Takım Yiyecek Veya İçecek Bulunan Bir
Sofraya Oturmak

3774... Saliru'in babası (Abdullah b. Ömer)'in şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Rasûlullah (s. a) (ümmetine) iki yemeği yasaklamıştır:

1- Üzerinde şarap içilen bir sofrada otur(arak yemek ye)meyi,

2- Kişinin karnı üzerine (yüzü koyun) yatarak (yemek) yemesini. Ebû Dâvûd dedi ki:
Bu hadisi Cafer b. Burkan, ZührVden işitmemiştir. Dolayısıyla bu hadis münkerdir.
[92]



3775... Harun b. Zeyd b. Ebi'z-Zerkâ'mn, babasından naklettiği rivayete göre; Cafer

[93]

(b. Bürkân), bu hadisi ez-Zührî'den aldığını söylemiştir.



Açıklama



Bu hadis-i şerifler, üzerinde yenmesi ve içilmesi helâl olmayan yiyecek ve içecekler
bulunan bir sofraya oturarak veya yüzükoyun yatarak yemek yemenin caiz olmadığını
ifade etmektedir.

Ancak Musannif Ebû Davud'un da belirttiği gibi, ravi Cafer b. Bürkân, her ne kadar bu
hadisi Zührî'den duyduğunu ifade etmişse de, aslında Cafer bu sözünde yanılmıştır.
Çünkü Cafer'in bu hadisi Zührî'den aldığı sabit değildir. Aslında Cafer güvenilir bir
ravidir fakat bu hadisi Zührî'den rivayet ettiğini söylerken yanılmıştır. Nitekim Ahmed
b. Hanbel (r.a) ile Yahya b. Mâin de onun bu rivayetinde yanıldığım söylemişlerdir.

[94]

Bütün bu gerçekler gösteriyor ki, Cafer bu hadisi aslında Zührî'den de başka bir

[95]

raviden almıştır. Fakat onu Zührî'den aldığını zannetmiştir.
19. Yemeği Sağ Elle Yemek

3776... Abdullah b. Ömer (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):
"Biriniz (yemek) yediği zaman sağıyla yesin, (bir şey) içtiği zaman da (yine) sağıyla

[961

içsin. Çünkü şeytan soluyla yer ve soluyla içer" buyurmuştur.
Açıklama

Bu hadis-i şerif yemeği sağ elle yemenin vacib olduğunu söyleyenlerin delilidir.

Çünkü hadisin zahiri burada emrin vücûb ifade ettiğine delâlet etmektedir.

Nitekim Müslim'in rivayet ettiği şu hadis-i şerîf de bu görüşü te'yid etmektedir:

"Bir adam Rasûlullah (s.a)'m yanında sol eliyle yemek yemeye başlayınca (Hz.

Peygamber) ona:

"Sağ elinle ye!" buyurdu. Adam:

Beceremiyorum, deyince Efendimiz:

"Beceremiyesin! İşte bu adamı (benim emrime uymaktan) ancak kibri menetti"

197]

buyurdu. O adam bir daha elini ağzına kaldıramadı."

İmam Gazali, sağ elle yemenin yemek yeme âdabından olduğunu söylemiştir. Yemeği
sol elle yemenin sakıncası, yemeği sol elle yiyen şeytana benzemektir. İnsanın,
Allah'ın rahmetinden kovulmuş olan şeytana benzemesini Önlemek için sol elle
yemek yasaklanmıştır.

Hadis-i şerif aynı zamanda şeytanın hakiki manada eli olduğunu ve yemeği sol eliyle
yediğini de ifade etmektedir. Nitekim bu mevzuya 3766 numaralı hadisin şerhinde de
temas etmiştik.

Hanefi ulemasından Aynî'nin açıklamasına göre, şeytanların hepsi değil de ancak bir
kısmı yerler ve içerler. Bazıları şeytanların hepsinin yeyip içtiğini söylemişlerse de bu
doğru değildir.

Bezlü'l-Mcchûd yazarının da ifade ettiği gibi, bu mevzuda çözülmesi gereken bir



müşkil vardır; o da Hz. Peygamber'in yaş hurmayı sağ eliyle, karpuzu ise sol eliyle
yediğine dair Tirmizî'nin Şemâil'de rivayet ettiği hadistir. Tirmizî'nin bu hadisi
mevzumuzu teşkil eden hadise aykırıdır.

Ancak aadis âlimleri, Şemâil'deki hadisin senedi zayıf olduğundan mevzumuzu tekşil

198]

eden hadisi ona tercih etmişlerdir.
Bazı Hükümler

1. Sağ elle yiyip içmek müstehab, sol elle yeyip içmek -bir özrü bulunmadıkça-
mekruhtur.

2. Şeytan fiillerine benzeyen işlerden kaçınmak gerekir.

[991

3. Şeytanın iki eli vardır, onlar da insanlar gibi yerler ve içerler.

3777... Ömer b. Ebî Seleme'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):

Liffl

"Ey oğulcuğum; yaklaş, Besmele çek, sağ elinle ve önünden ye" buyurmuştur.
Açıklama

İmam Nevevî'nin dediği gibi, bu hadis-i şerifte yemek yemenm uç sünnetine birden
temas edilmektedir:

1) Yemeğe başlarken Besmele çekmek,

2) Sağ elle yemek,

3) Önünden yemek. Çünkü başkasının önünden yemek, terbiyesizlik ve
mürüvvetsizliğe delâlet eder. Ayrıca çorba ve tirit gibi sulu yemeklerde önünden
yemek alman kişiyi nefret ettirir. Yenilen şeyin hurma gibi, aynı cinsten olan
yiyeceklerden olması halinde insanın başkalarının önünden yemesinde bir sakınca
olmadığını söyleyenler varsa da, doğrusu mevzumuzu teşkil eden bu hadisteki nehyin
bütün yemek çeşitlerine şâmil olmasıdır. Çünkü bir nehy-deki umumun tahsis
edildiğine hükmedebilmek için onu tahsis eden bir delile dayanmak icab eder. Burada

ımı

ise böyle bir delil yoktur.
Bazı Hükümler

1. Sağ elle yiyip içmek müstehab, sol elle yiyip içmek mekruhtur. Meğer ki özür
buluna.

2. İyiliği emir, kötülükten nehy müslümanlarm bütün hallerde hatta yemeklerde bile
vazifesidir.

£102]

3. Anne ve babaların çocuklarına yemek yeme âdabını öğretmeleri gerekir.
20. Et Yeme Hakkındaki (Hadisler)

3778... Aişe (r.anhâ)'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a):



"Eti bıçakla kesmeyiniz. Çünkü bu ecnebilerin işidir. Onu siz dişlerinizle kopararak
yeyiniz. Çünkü böylesi daha lezzetli ve hazmı daha kolaydır" buyurmuştur.

Lİ03J

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadis sahih değildir.
Açıklama

İbnü'l-Cevzî bu hadisi Mevzuat isimli eserinde uydurma hadisler arasında zikretmiştir.
Ahmed b. Hanbel; bu hadisin sahih olmadığını, bu hadisi Ebû Ma'şer el-Medinî'den
başka rivayet eden bir ravi daha bulunmadığını söylemiş ve kendisinin, Ümeyye ed-
Dâmrî'den Rasûlullah (s.a)'m boğazlanmış bir koyunun omuz kısmından bıçakla kesti-

£1041

ğine dair bir hadis rivayet ettiğini ifade ettikten sonra şöyle demiştir: "Eğer Ebû
Ma'şer'in rivayet ettiği hadisin sahih olduğu kabul edilirse o hadisin pişmiş et
hakkında söylenmiş olması gerekir. Hz. Peygamber'in bir koyunun omuz kısmından
bir bıçakla.kesip aldığım ifade eden Ümeyye hadisinin de pişmemiş etler hakkında

£1051

söylenmiş olması ihtimali vardır."

3779... Safvân b. Ümeyye'den, şöyle dediği rivayet olunmuştur:

Peygamber (s. a) ile birlikte (et) yiyiyordum. Eti kemikten elimle (sıyırıp) alıyordum.
Bunun üzerine;

"Kemiği ağzına yaklaştır, (etini dişlerinle) kopararak ye. Çünkü böylesi daha tatlı ve
daha yarayışlıdır" buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu hadisin ravilerinden) Osman (b. Ebî Süleyman) Safvân 'dan

[1061

(hadis) işitmemiştir; (binaenaleyh) bu hadis mürseldir.

3780... Abdullah b. Me'sûd (r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a)'m en

£1071

sevdiği kemik koyun kemiğiydi.
Açıklama

Metinde geçen kelimesi hakkında lügat âlimleri şöyle diyorlar: Ibnü'1-Esîr, en-Nihâye
isimli eserinde der ki: "el-Urk kelimesi, etinin çoğu sıymlmış da birazı kalmış etli
kemik anlamına gelir. Bu kelimenin çoğulu "urâk" gelir. Ancak bir kelimenin
çoğulunun bu kalıpta gelmesi çok nâdirdir."

Kamus mütercimi Asim Efendi de bu kelime hakkında şöyle diyor: "Eti üzerinde olan
kemiğe urk, eti soyulup yenen kemiğe de "el-urâk" denir. Ala-kavlin ikisi de

£108]

zikrolunan iki manaya ıtlak olunur.

Bu hadisin bab başlığıyla ilgisi Hz. Peygamber'in etli kemikleri çok sevdiğine ve bu
kemikleri dişleriyle sıyırıp yediğine delâlet etmesidir.

Çünkü Hz. Peygamber'in bu kemikleri sevmesi demek, onlardaki etleri dişleriyle
sıyırıp yemesini severdi demektir. Bu cümlenin bu etleri bıçakla yemesini severdi
anlamına geldiği söylenemez. Çünkü kemiklerin etleri sıyrılınca kemiklerden söz



etmeye lüzum kalmaz. Kemikten sıyrılan etlere "kemik" denmez, "et" denir.
Hz, Peygamber'in kemikleri yarı etli atmayıp da onları dişleriyle sıyırmasında nimete
karşı olan ihtiyacının ve nimete karşı saygısının ifadesi vardır. Zamanımızda nimet
israfının yol açtığı maddî zararlar düşünüldüğü zaman Hz. Peygamber'in, Allah'ın
verdiği nimetlere karşı gösterdiği bu saygılı ve mütevazi tutumundaki hikmet daha
[1091 ' ^

kolay anlaşılır.

3781... (Abdullah b. Mes'ûd) dedi ki:

(Hayvanın) kol kısımları Peygamber (s.a)'in hoşuna giderdi. Yahudilerin kendisini bir

hm

ön butla zehirlediklerine inanırdı.
Açıklama

Bilindiği gibi Hz. Peygamber Hayber'i fethedip dinlenmekte bulunduğu bir sırada
Sellâm b. Mişkem'in karısı ve Hâris'in kızı Zeyneb tarafından sunulan zehirli bir kol

[HU

kemiği ile zehirlenmek istenmişti.

21. Kabak Yemek

3782... İshak b. Abdillah b. Ebî Talha'dan (rivayet olunduğuna göre; Enes b. Mâlik'i
şöyle derken işitmiştir: Bir terzi Rasûlullah (s.a)'ı hazırlamış olduğu bir yemeğe
çağırmıştı. Bu yemeğe Rasûlullah (s. a) ile birlikte ben de gittim. Rasûlullah (s. a) bir
arpa ekmeğiyle içinde kabak ve pastırma bulunan bir çorbayı benim önüme
yaklaştırdı. Ben (yemek esnasında) Rasûlullah (s.a)'m, (yemek içerisinde bulunan) ka-
bakları araştırmakta olduğunu gördüm. O günden itibaren kabağa olan sevgim devam

DJL21

etmektedir.
Bazı Hükümler

1. Davete icabet gerekir.

£113]

2. Peygamberimiz kabağı çok severdi.

22. Tirit Yemek

3783... İbn Abbas'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: Rasûlullah (s.a)'m ekmekten
(yapılan) yemekler içerisinde en sevdiği tirit idi. Tirit; hurma ve keş, yağ, un karışımı

£114]

yemeklerdendir. Ebû Dâvûd der ki: Bu hadis zayıftır.
Açıklama



Avnü'l-Ma'bûd yazarının açıklamasına göre; metinde geçen "ekmekten yapılan



yemekler içerisindeki tirit" sözüyle kastedilen yemek, çekirdeği çıkarılan hurmanın
yağ ve un gibi maddelerle karıştırılıp yoğurulması neticesinde meydana gelen bir
hamurdur.

İbn Esîr, Nihâye'de; tiritin hurma, keş, yağ ve undan meydana gelen bir yemek
olduğunu söylemiştir. Aslında tirit, ekmeğin küçük parçalar halinde doğranıp çorba
suyuyla ıslatılması neticesinde meydana gelen yemektir.

Hadis-i şerifte Hz. Peygamber'in hamur aşları içerisinde en çok sevdiği yemeğin tirit
olduğu ifade edilmektedir. Ancak Musannif Ebû Davud'un da ifade ettiği gibi bu hadis

ÜJL51

zayıftır. Çünkü senedinde kimliği bilinmeyen Bas-ralı bir adam vardır.

23. Bazı Yiyeceklerin Temiz Olup Olmadığı) Hususunda Şüpheye Düşmenin
Doğru Olmadığı

3784... (Kabîsa b. Hülb'ün) babasından rivayet olunmuştur; dedi ki:
Rasûlullah (s.a)'ı, "Yemeklerin bazılarım (yemek)ten (kalbimde) bir endişe
hissediyorum" diyen bir adama (şöyle) cevap verirken işittim: "Gönlünde hiçbir
endişe doğmasın. (Eğer helâlliği şer'î delillerle sabit olan bir yemeğin yenip
yenmeyeceği hususunda gönlünde doğan bir şüphe üzerine o yemeği yemeyi

£1161

terkedecek olursan) bu konuda hiristiyanlara benzemiş olursun."
Açıklama

Metinde geçen cümlesi mahzûf bir şart cümlesinin cevabı olabileceği gibi,
kendisinden önceki "şey'ün" kelimesinin sıfatı da olabilir. Biz tercümemizde birinci
ihtimali nazar-ı itibara aldık.

İkinci ihtimale göre cümle, "Bazı yemekleri yemekten dolayı hiristiyanlığa
benzeyeceğine dair içinde bir korku belirmesin" anlamına gelir ki, netice itibariyle her
iki mana da meşruluğu kesin delillerle sabit olan bir yemek hakkında kalbde doğan
şüphelere itibar edilmemesi noktasında toplanmaktadır. Çünkü kesin deliller

imi

karşısında şüphenin bir kıymeti yoktur. Nitekim "Şekk ile yakın zail olmaz."
kaidesi vardır.

Ancak bu meseleyi şüpheli şeylerden kaçınma meselesiyle karıştırmamak lâzımdır.

£1181

Çünkü bu iki mesele asıl itibariyle birbirlerinden tamamen farklıdırlar.

24. Pislik Yiyen Hayvanların Etlerini Yemek Ve Sütlerini İçmek Yasaklanmıştır
3785... İbn Ömer (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Rasûlullah (s. a), pislik yemeyi alışkanlık haline getirmiş olan hayvanin etini) yemeyi

£1191

ve sütlerini (içmeyi) yasakladı.

3786... İbn Abbas (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre;

Peygamber (s. a), pislik yemeyi alışkanlık haline getirmiş olan hayvanın sütünü



im

(içmeyi) yasaklamıştır.



3787... İbn Ömer (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a) pislik yemeyi
alışkanlık haline getirmiş olan develere binmeyi ve sütlerinden içmeyi yasaklamıştır.

[İH]
Açıklama

Bu mevzuda Hattâbî şöyle diyor:

"Celiâle, pislik yiyen deve demektir. Böyle bir alışkanlığı olan devenin etini yemek ya
da sütünü içmek tenzihen mekruhtur.

Çünkü bu gibi hayvanlarm'yemiş oldukları pisliklerin kokuları bu hayvanların etlerine
siner.

Ancak bu durum yedikleri yemlerin ekserisini pislik teşkil eden hayvanlar için söz
konusudur.

Gıdalarının ekserisini temiz yemlerin teşkil ettiği hayvanların etleri ya da sütleri bu
hükme dahil değildir. Böyle ekseriyetle temiz yemlerle beslenen veya temiz otlarda
yayılan hayvanların ara sıra pislik yemeleri onları celiâle sınıfına sokmaz. Bahçelerde
otlarken ara sıra pislik yiyen tavuk, kaz, ördek, koyun, keçi vs. hayvanlar gibi, bunlar
da cellâleden sayılmazlar.

Celiâle sınıfına giren hayvanların etlerinin ve sütlerinin yenilip yenilemeyeceği
konusunda âlimler ihtilâf etmişlerdir.

İmam Ebû Hanife (r.a) ile taraftarlarına, İmam Şafiî ve Ahmed b. Han-bel'in
görüşlerine göre; bu gibi hayvanlar hapsedilip günlerce temiz gıda ile beslenmedikçe
etleri yenilemez ve sütleri içilemez. Ancak günlerce hapsedilip temiz yemlerle
besledikten sonra üzerlerine sinen pisliklerden temizlenmeleri neticesinde etlerini
yemede ve sütlerini içmede bir sakınca kalmaz. Nitekim bir hadis-i şerifte; "Sığır kırk
gün yemle beslendikten sonra eti yenebilir" buyurulmuştur. Abdullah b, Ömer, pislik
yemeye alışmış bir tavuğun etinin yenebilmesi için üç gün hapsedilip temiz yemlerle
beslenmesi gerektiğini söylerdi.

İshak b. Râhûyeh ise, cellâlenin etinin yıkandıktan sonra yenebileceğini söylerdi.
Hasan-İ Basrî ise cellâlenin etini yemekte hiçbir sakınca görmezdi. İmam Mâlik de bu
görüşte idi."

İbn Reslân, Şerhü's-Sünen isimli eserinde şöyle diyor:

"Aslında celiâle sayılan hayvanların etlerinin ve sütlerinin temiz sayıla-bilmesi için
kesilmelerinden önce ne kadar hapsedilmeleri gerektiğine dair belirli bir süre yoktur.
Bazıları deve ve sığır cinsinden olan cellâlelerin kırk gün, tavuk cinsinden olan
cellâlelerin de üç gün hapsedilmeleri gerektiğini söylemişlerdir."
Bu mevzuda merhum Ömer Nasuhi Bilmen şöyle diyor:

"Temiz olmayan şeyleri yemiş olan tavuk, koyun, sığır, deve gibi hayvanların etleri bir
müddet hapis edilmeksizin hemen kesildikleri takdirde mekruhtur. Çünkü bu halde
etleri fena bir kokudan hali olmaz. Hapis müddeti tavuklar için üç, sığırlar ile develer
için de on gündür.

Hayvanların terleri ile salyaları hüküm itibariyle artıkları gibi olduğundan, pislik
yemekten çekinmeyen koyun, keçi, deve gibi temiz hayvanların artıklarını kullanmak



mekruh olduğu gibi; böylesi hayvanların üzerine binmek de mekruhtur. İmam Azam'a

£1221

göre atlar ile eşek ve katırların terleri de temizdir."
25. At Eti Yemenin Hükmü

3788... Câbir b. Abdillah'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s. a), Hayber

£123]

günü bize (ehlî) eşek etini (yemeyi) yasakladı, at etini yememize izin verdi.

3789... Câbir b. Abdillah'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Biz Hayber (savaşı) günü
bir takım atları, katırları ve (ehlî) eşekleri kesmiştik. Rasûlullah (s. a), bize katırlarla

£1241

eşekleri(n etlerini yemeyi) yasakladı, (fakat) atlan(n etini yemeyi) yasaklamadı.
3790... Halid b. Velîd'den rivayet olunduğuna göre;

Rasûlullah (s. a), atların, katırların ve eşeklerin etlerim yemeyi yasaklamıştır.

(Bu hadisi rivayet edenlerden) Hayve, (rivayetine şu sözleri de) ilâve etti: "Köpek dişi

olan yırtıcı hayvanların tümünü(n etlerini) de (yasakladı)."

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu (hadisin ifade ettiği hüküm imam) Mâlik'in görüşüdür.
(Aslında) at etîeri(nin yenmesinde bir sakınca yoktur; ve amel bu hadis üzerinde
değildir. (Çünkü) bu (hadis) neshedil-miştir ve Peygamber (s.a)'in sahâbîlerinden bir
cemaat at etlerini yemiştir, îbn Zübeyr, Fedâle b. Ubeyd, Enes b. Mâlik, Esma binti
Ebi Bekr, Süveyd b. Gafele ve Alkame bunlardandır. Rasûlullah (s. a) zamanında

£125]

Kureyşliler atları keserlerdi.
Açıklama

Bu konuda Hattâbî şöyle diyor:

"Hz Peygamber'in at etini helâl kıldığını ifade eden (3788 nolu) Câbir b. Abdillah
hadisi hasen bir sened ile rivayet olunmuştur. At etinin haram kılmdığnı ifade eden
(3790 numaralı) Halid b. Velid hadisi ise, çeşitli yönlerden tenkide müsaid olan zayıf
bir senetle rivayet olunmuştur. Ayrıca bu hadisin senedinde bulunan Salih b. Yahya b.
el-Mikdâm b. Ma'dî kerb, onun babası Yahya b. el-Mikdâm ve dedesi el-Mikdâm b.
Ma'dîkerb gibi râvilerin birbirinden hadis işittikleri kesin olarak tesbit edilmiş değildir.
Bu bakımdan ulema at etini yemenin helâl olup olmadığı konusunda ihtilâfa
düşmüşlerdir. İbn Abbas (r.a)'m at etini yemenin mekruh olduğunu söylediği rivayet
edilmiştir. İmam Ebû Hanîfe ile ashabı ve İmam Malik de bu görüştedir.
el-Hakem ise, "Binmeniz ve süs için alları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha

£1261

sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır." âyeti kerimesini delil getirerek at
eti yemenin Kur'an-ı Kerim' de haram kılınmış olduğunu söylemiştir.
Bazıları ise at eti yemenin helâl olduğunu söylemişlerdir ki, Şüreyh, Hasan-ı Basrî,
Atâ b. Ebi Rebâh, Saîd b. Cübeyr, Hammâd b. Ebî Süleyman bunlardandır. İmam Şafiî
ile İmam Ahmed ve İshak hazretleri de bu görüştedirler.

Bazılarının iddia ettiği gibi Nahl sûresinin 8. âyetinin at etini haram kılması



meselesine gelince; aslında bu âyette at etinin haram olduğuna delâlet eden bir ifade
yoktur. Bu âyette atların binilmek ve süs için yaratıldıklarından bahsedilmesi, onların
etlerinden yararlanmanın caiz olmadığı anlamına gelmez. Onların binilmek ve süs için
yaratıldıklarından bahsedilmesi onların en çok binmeye ve süs olarak kullanmaya
yaramalanndandır. Onların daha ziyade bu maksatlarla kullanılmaları ise etlerinin
yenmesine engel değildir.

£1271

Nitekim, "Leş, kan, domuz eti... size haram kılındı." âyeti kerimesinde domuzun
sadece etinin haram kılındığından bahsedilmiş, diğer taraflarının haram olduğundan
bahsedilmemiştir. Nasıl ki, domuzun sadece etinin haramlığmdan bahsedilip de diğer
taraflarının haramlığmdan bahsedilmemesi onun diğer taraflarının helâl olduğu
anlamına gelmezse, atların da binilmek ve süs olarak kullanılmak için yaratılmış
olmalarından bahsedilmesi onların etlerini yemenin, üzerlerinde yük taşımanın haram
olması anlamına gelmez. Nitekim şu âyet-i kerimeler atın üzerinde yük taşımak gibi
daha birçok faydaları olduğuna delâlet etmektedir:

1. "Onlarda sizin için isinma(nızı sağlayan şeyler) ve daha birçok yararlar

£1281

vardır."

[1291

2. "O hayvanların üzerinde ve gemiler üzerinde taşınırsınız."

3. "Ağırlıklarınızı öyle uzak yerlere taşırlar kî (onlar olmasa) siz (canlarınızın) yarısı

LİM

tükenmeden oraya varamazdınız."

Nasıl ki Nahl sûresinin 8. ayetinin atlar üzerinde yük taşımanın helâl olduğundan
bahsetmemesi, atlar üzerinde yük taşımanın haram olmasını gerektirmemişse, yine
aynı âyette atların etinin helâl olduğundan bahsedilmemesi de at etinin haram olmasını
gerektirmez.

el-Hasen'den gelen bir rivayette İmam Ebû Hanîfe'nin at etini yemenin haram
olduğunu söylediği ifade ediliyorsa ;da, Zâhirü'r-Rivâye'de imamın, at eti yemenin
mekruh olduğunu söylediği belirtilmiştir. Bu mevzuda gelen hadisler oldukça farklı
olduğundan Ebû Hanife at eti yemenin haram olduğunu söylememiştir. İmam Ebû
Hanîfe'nin bu mevzudaki delili yukarıda me-, alini sunduğumuz Nahl sûresinin 8.
âyetidir. Sünnetten delili de bu babda gelen Hz. Peygamber'in at etini yasakladığını
ifade eden hadis-i şeriftir.

Bu mevzuda merhum Ö. Nasuhi Bilmen şöyle diyor:

"Beygirler cihada yarayan kıymetli hayvanlardır. Bu cihetle bunların etlerini yemek
İmam A'zam'a göre tahrimen veya tenzihen mekruhtur. İmameyn'e göre de tenzihen
mekruhtur.

Ehlî merkeplerin ve anaları merkep olan katırların etleri haramdır veya tahrimen
mekruhtur. Vahşi merkeplerin ve anaları sığır olan katırların etleri ise haram değildir.
Hayvanlar analarına tabidirler.

İmam Mâlik'den bir rivayete göre, ehlî merkeplerin etleri mekruh; bir rivayete göre de
haramdır. Meşhur olan kavle göre, beygirlerin etleri de haramdır. İmam Şafiî ile İmam

£131]

Ahmed'e göre beygirlerin etleri mekruh değildir."

Hanefi mezhebine göre, "Azı dişleriyle kapıp avlayan, parçalayan ve kendisini



£1321

müdafaa eden hayvanların etleri haramdır, yenilmez."

Bezlü'l-Mechûd yazarının da dediği gibi, bazı sahâbîlerin at eti yediklerinden
bahsedilen hadisler, onların zaruret halleriyle ilgili olması gerektir. Esasen Hz. Hâlid,
Hayber savaşından sonra müslüman olduğuna göre, at etinin haram olduğunu bildiren
3790 numaralı hadisin, helâl olduğunu bildiren 3789 numaralı hadisi neshetmiş olması
gerekir. At eti yemenin helâl olduğunu kabul edenler de at etini yemeyi yasaklayan
hadislerin neshedildi-ğini söylerler.

Musannif Ebû Davud'un, hadisin sonunda yaptığı açıklamadan kendisinin de bu
görüşte olduğu anlaşılmaktadır. Fakat Hz. Halid'in Hayber'den sonra müslümanlığı
kabul ettiği düşünülürse, at etini yasaklayan hadislerin mubah olduğunu ifade eden

[133]

hadisleri neshettiği anlaşılır.
26. Tavşan Eti Yemek

3791... Enes b. Mâlik'den rivayet olunduğuna göre; dedi ki: Ben ergenlik çağma
yaklaşmış becerikli bir çocuktum. (Bir gün) bir tavşan avlayıp onu kızarttım. Ebû
Talha, (bu tavşanın) arka tarafını benimle Peygamber (s.a)'e gönderdi. Ben onu

£1341

Peyamber (s.a)'e getirdim, (Hz. Peygamber de) onu kabul etti.

3792... Muhammed b. Halid dedi ki: Ben babam Halid b. el-Huveyris'i (şöyle) derken
işittim:

Abdullah b Amr, Sıfah (denilen yer) de bulunuyordu. -Muhammed (b. Halid, Sıfah

denilen bu yerin) Mekke'de (bulunan) bir yer olduğunu söyler.- Bir adam bir tavşan

avlamıştı. (Bu adam Abdullah b. Amr' a):

Ey Abdullah b. Amr, (sen tavşan hakkında) ne dersin? dedi.

(Abdullah da şöyle) cevap verdi:

(Bir gün) Rasûlullah (s.a)'a bir tavşan getirilmişti. Ben de (orada) oturuyordum. (Hz.
Peygamber) onu yemedi, (fakat) yenmesini de yasaklamadı ve onun (o anda) hayız

[135]

görmekte olduğunu söyledi.
Açıklama

Alimlerin büyük çoğunluğu tavşan eti yemenin caiz olduğuna hükmetmişlerdir. Ancak
sahâbîlerden Abdullah b. Amr b. As (r.a) ile tâbiûndan İkrime, fıkıh âlimlerinden
Muhammed b. Ebî Leylâ, tavşan etinin yenmesini kerih görmüşlerdir. Şârih Aynî,
"Hanefîlerden bazı mekruh addedenler varsa da sahih olan görüş ammenin içtihadıdır

£1361

ve tavşan etinin mubah olduğuna delâlet eden birçok hadisler vardır" diyor.
Tavşan etinin mekruh olduğunu söyleyenler 3792 numaralı hadise da-yanmışlarsa da
Avnü'l-Ma'bûd yazarının da belirttiği bu hadis zayıftır. Sahih olduğu kabul edilse bile

£1371

bu hadiste tavşan etinin kerahetine delâlet eden bir ifade yoktur.



27. Keler (Etini) Yemek



3793... İbn Abbas'dan rivayet olunduğuna göre; dedi ki: (İbn Abbas'm) teyzesi,
Rasûlullah (s.a)'a yağ, birkaç keler ve kurumuş peynir hediye etmiş. (Hz. Peygamber
de) yağ ile peyniri yemiş, (fakat) tiksindiğinden dolayı kelerleri bırakmış. (İbn Abbas'a
göre), eğer (keler eti yemek) haram olsaydı Rasûlullah (s.a)'ın sofrasında (keler)
£1381

yenmezdi.

3794... Hâlid b. Velid'den rivayet olunduğuna göre: Kendisi (bir gün) Rasûlullah (s. a)
ile birlikte Meymûne'nin evine girmiş. (O sırada Rasûlullah (s.a)'a kızartılmış bir keler
getirilmiş. Rasûlullah (s. a) da (alıp yemek üzere) ona elini uzatmış. Bunun üzerine (o
sırada) Meymûne'nin evinde bulunan bazı kadınlar; "Peygamber (s.a)'e yemek istediği
şeyin ne olduğunu haber yerin" demişler. Orada bulunanlar da: "Bu kelerdir" demişler.
Rasûlullah (s. a) da hemen elini çekmiş.

(Halid b. Velid sözlerine devamla şöyle) dedi: Ben (kendisine): Ey Allah'ın Rasûlü, bu
(kelerin etini yemek) haram mıdır? diye sordum./

"Hayır (haram değildir), fakat o benim kavmimin toprağında bulunmaz ve ben ondan
tiksinti hissediyorum" buyurdu.

Bunun üzerine ben kızarmış keleri (önüme) çektim ve Rasûlullah (s.a)'m gözünün
£1391

önünde yedim.

3795... Sabit b. Vedîa'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: Rasûlullah (s. a) ile beraber
bir askeri birlik içerisinde bulunuyordum. Derken birkaç keler yakaladık. Ben
onlardan birini kızartıp Rasûlullah (s.a)'a getirdim ve önüne koydum. (Hz. Peygamber)
bir çöp alıp onunla (kelerin) parmaklarını saymaya başladı; sonra:
"İsrail oğullarından bir topluluk yerde yürüyen hayvanlar şekline çevrilmiştir. Ancak
ben (onların çevrildiği) bu hayvanın hangi hayvan olduğunu bilmiyorum" buyurdu ve

£1401

(bu keleri) yemedi, (yenmesini de) yasaklamadı.

3796... Abdurrahman b. Şibl'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a) keler etini

yemeyi yasaklamıştır.

Açıklama

ed-Dabbü: Sürüngenlerden, dört ayaklı ve kuyruğunda boğumlar bulunan,
kertenkeleye benzer fakat ondan biraz daha büyük olan bir hayvandır.
Avnü'l-Ma'bûd yazarının açıklamasına göre, bu hayvan asla su içmez, yedi yüz sene
yaşar, kırk günde bir damla idrar akıtır. Dişlerinin tümü tek bir bütün halinde
olduğundan dişleri dökülmez;

BezIü'I-Machûd yazarının DümeyrîninHayâtü'İ-Hayevân isimli eserinden naklettiğine
göre, bu hayvanın dişisinin de erkeğinin de cinsel organları çift olur. Bazen erkek
kelerler, yavruları yumurtadan çıktığı zaman yumurtaları bozduklarını zannederek
onları yerler.



Görüldüğü gibi bu babda gelen hadislerden 3793 numaralı hadis-i şerifte Hz.
Peygamber'in keler yemediği fakat sofrasında keler yendiği halde neh-yetmediği ve
sükutla karşıladığı; 3794 numaralı hadiste Hz. Peygamber'in keler etinin haram
olmadığını söylediği, fakat şer'îbir sakıncadan dolayı değil de kendi tabiatından gelen
bir tiksintiden dolayı onu yemediği ifade ediliyor.

3795 numaralı hadis-i şerifte ise Hz. Peygamber'in keler yemeyişinin bir başka sebebi
daha açıklanıyor ki, o da İsrailoğullarmdan hayvan suretine çevrildiği bilinen
kimselerin keler suretine çevrilmiş olması ve dünya yüzünde yaşayan kelerlerin o
insanların neslinden gelmiş olması ihtimalidir. Gerçekten keler cinsinin o insanların
neslinden geldikleri kesin olarak bilinecek olursa bu hayvanların asılları insan olması
cihetİyle etlerinin haram olması gerekir.

3796 numaralı hadis-i şerifte ise Hz. Peygamber'in keler etinin yenmesini kesinlikle
yasakladığı ifade ediliyor.

Bu babda gelen hadisler farklı olduklarından ulema bu meselede ihtilâfa
düşmüşlerdir.

Bu mevzuda Şafiî ulemasından İmam Nevevî şöyle diyor:

"Müslümanlar keler eti yemenin mekruh olmadığında İcma etmişlerdir. Ancak Ebû
Hanîfe ile ashabının keler etinin mekruh olduğunu söyledikleri rivayet edilmiştir.
Kâdî de ulemadan bir kısmının onun haram olduğunu söylediklerini rivayet etmiştir.
Fakat ben sözü geçen ulemanın bu görüşte olacaklarına ihtimal vermiyorum. Eğer
onlar bu mevzuda böyle diyorlarsa, ilgili nasslara ve aktedilen icmâa ters düşüyorlar
demektir."

Her ne kadar İmam Nevevî böyle diyorsa da Hafız İbn Hacer, Nevevî'-nin bu sözlerine
itiraz ederek; "Hz. Ali'nin keler etinin mubah olduğunu söylediği Münzirî tarafından
rivayet edilmekte iken, keler etinin mekruh olmadığına dair bir icmâ olduğundan
bahsedilemez" diyor.

Nitekim Ebû Cafer et-Tahavî de, Şerhu Meâni'l-Asâr isimli eserinde şöyle diyor:
"Ulemadan bir topluluk, keler eti yemenin mekruh olduğuna hükmetmişlerdir. Ebû
Hanîfe ile Ebû Yusuf ve Muhammed b. el-Hasen de bu görüştedirler. Ebû Dâvûd da
bu mevzuda Abdurrahman b. Şibî yoluyla bir hadis rivayet etmiştir.
Hafız İbn Hacer de ravilerinİn hepsinin güvenilir kimseler olması dolayısıyla bu
hadisin hasen olduğunu söylemiş ve hadisin senedini tenkid eden Hattâbî ile İbn
Hazm'ı, Beyhakî'yi ve İbn Cevzî'yi tenkid etmiştir.
İbn Hacer, bu mevzuda gelen hadislerin arasını şöyle te'lif etmiştir:'
"Hz. Peygamber, önceleri yeryüzünde mevcut olan kelerlerin İsrâilo-ğullarmdan
hayvan suretine çevrilen kişilerin neslinden türemiş olabileceklerinden korkuyordu.
Çünkü o kimselerin hangi hayvanın suretine çevrildiklerini bilmediği gibi, onların üç
günden fazla yaşamadıklarını da bilmiyordu. İşte bu sıralarda keler yemeyi
yasaklamıştı. Hatta pişirilen keler etlerini yere döktürmüştü. Sonra bunun aslını iyi
öğrenmek için beklemeye başladı. Bu sırada da keler yiyenlere ses çıkarmıyordu.
Sonra İsrâiloğullarmdan suretleri değişen kişilerin üç günden fazla yaşamadıklarını
öğrenince, kendisi tiksindiği için onu yemedi, ama başkasına onu haram kılmadı ve
yemelerine izin verdi. Bu durum keler yemenin helâl olduğuna, yani tiksinenler için
bunu yemenin tenzihen mekruh, tiksinmeyenler için de helâl olduğuna delâlet
£142]

eder."

Hanefi ulemasından Ebü Cafer et-Tahavî'nin bu ifadesinden kendisinin de Hafız İbn



Hacer'in bu görüşünü paylaştığı anlaşılmaktadır.
Bezlü'I-Mechûd yazan ise bu mevzuda şöyle diyor:

"Bence Hafız İbn Hacer'in hadislerin arasım telif sadedinde söylemiş olduğu bu
sözler, hakikatten son derece uzak sözlerdir. Doğrusu şu ki, Rasûlullah önceleri keler
etinin yenmesini mubah kılmıştı fakat kendisi tiksindiği için onu yiyemiyordu.
Sonra onun suretleri değişen İsrailoğullarımn neslinden gelmiş olabileceği ihtimali
üzerinde durarak kendisi yemedi fakat başkalarının yemesine de engel olmadı. Çünkü
eşyada asıl olan mübahlıktır. Fakat daha sonra onun haram olduğunu anladığı için onu
yasakladı. Bunun üzerine keler eti haram oldu. Bilindiği gibi bir meselede haram ile
helâl hükümleri karşılaştığı zaman haram hükmü galib gelir."

Hanefi ulemasından Burhaneddin el-Merginânî el-Hidâye isimli eserinde Hanefîlerin

[143]

göüşünü açıklarken, keler yemenin mekrub olduğunu söylemektedir.
Bu hadisleri açıklarken merhum Ahmed Davudoğlu, suret değiştiren İs-râiloğulları
hakkında şu görüşlere yer veriyor: "DümeyrîHayâtü'l-Hayevan adlı eserinde şunları
söylüyor: Ulema, şekil değiştiren insanların yaşayıp yaşamadığında ihtilâf etmişlerdir.
Bir kavle göre yaşarlar. Zeccâc ile Kadı Ebû Bekir İbn Arabi bu kavli tercih
etmişlerdir. Cumhur ulemaya göre böyle bir şey yoktur. İbn Abbas; şekli değişmiş
insan üç günden fazla asla yaşayama-mış ve yeyip içmiştir, demiştir ki bu söz merfu

Lİ441 ^

hadis hükmündedir."

3793 numaralı hadis-i şerifte Hz. Peygamber'e keler hediye ettiğinden bahsedilen İbn
Abbas'm teyzesinin, Ümmü Hafîd binti el-Hâris b. Harb el-Hilâliyye olması ihtimali

£1451

kuvvetlidir. Çünkü kocası çöl araplarmdandı, kendisi de çölde yaşardı.

28. Toy Kuşunun Etini Yemek

3797... (Büreyh b. Ömer b. Sefîne'nin) dedesinden şöyle dediği rivayet olunmuştur:

£1461

Ben Rasûlullah (s.a) ile beraber toy kuşu eti yedim.
Açıklama

Toy: Kül renginde, tavuktan büyük kazdan küçük, uzunca boyunlu, süratli uçan bir
kuştur.

Ulema bu hadis-i şerife dayanarak toy etinin helâl olduğunu söylemişlerdir. [Bk.

£1471

Abdurrahman efendi tercüme-i hayatü'l-hayvan 1/299]

29. Yerde Yaşayan Küçük Hayvanları Yemek

3798... (Milkâm b. Telibb'in) babasından rivayet olunmuştur; dedi ki:
Ben Peygamber (s.a) ile (uzun süre) birlikte bulundum. (Ondan) küçük canlıların

[1481

haram olduğuna dair (hiçbir söz) duymadım.



3799... (İsa b. Nümeyle'nin) babasından rivayet olunmuştur; dedi ki:

Bir gün ben İbn Ömer'in yanında iken, kendisine kirpi (eti) yeme(nin hükmü) soruldu

da (bu soruya cevap olmak üzere);

"De ki: Bana vahyolunanda (bu haram dediklerinizi) yiyen kimse için haram edilmiş

[1491

bir şey bulamıyorum.." (mealindeki) âyeti okudu. (Orada İbn Ömer'in) yanında
(bulunan) yaşlı bir zat şöyle dedi:
(Ama) ben Ebû Hureyre'yi:

Peygamber (s.a)'in yanında kirpiden söz edildi de (Hz. Peygamber): "O pis
hayvanlardan biridir" buyurdu, derken işittim.

Bunun üzerine İbn Ömer; "Eğer Rasûlullah (s. a) bunu söylemişse o (kirpi) onun dediği

Lİ501

gibidir; demek ben bilmiyormuşum" dedi.
Açıklama

Haşere: Tarla faresi, keler, kirpi gibi yerde yaşayan, küçük hayvanlardır.

Hattâbî'nin dediği gibi; 3798 numaralı hadis, haşereleri yemenin helâl olduğuna

delâlet etmez. Çünkü Telibb'in Hz. Peygamber'den haşerelerin haram olduğuna dair

bir söz duymamış olması başkasının da duymamış olmasını gerektirmez.

Bir başka ifadeyle, haşerelerin haram olduğunu Hz. Peygamber'den Telib duymamış

olabilir ama bunu başkaları duymuştur. Nitekim 3799 numaralı hadis-i şerifte ifade

edildiği üzere, Ebû Hureyre Hz. Peygamber'i haşereden olan kirpinin pis olduğunu

söylerken işittiğini haber vermiştir. Pis olan hayvanları ise İslâmiyet haram kılmıştır.

Ü5U

Bu bakımdan 3799 numaralı hadis-i şerif, kirpinin haram olduğunu söyleyen
İmam Ebû Hanîfe ile İmam Mâlikin delilidir. Şâfiîlere göre ise kirpi eti helâldir.
İlim adamları, eşyada asi olanın helâl mı yoksa haram mı olduğunda ihtilâfa
düşmüşlerdir. Bazılarına göre eşyada ası! olan helâldir, bazılarına göre de haramdır.
Bazılarına göre de, "Eşyada asıl olanın helâl ya da haram olduğunu söylemek doğru
değildir. Çünkü eşyanın bir kısmı helâl, bir kısmı da haramdır. Ancak biz hangisinin
haram hangisinin helâl olduğunu bilemeyiz. Ancak delille bilebiliriz."
Ulema helâlin sınırlarını tesbit konusunda ihtilâfa düşmüşlerdir. İmam Mâlik ile İmam
Şafiî'ye göre, haram olduğuna dair bir delil bulunmayan her şey helâldir. İmam Ebû
Hanîfe'ye göre ise, helâl olduğuna dair delil bulunan herşey helâldir. Hakkında haram
veya helâl olduğuna dair şer'î bir açıklama bulunmayan şeyler ise İmam Malik ile
Şafiî'ye göre affedilmişlerdir ve dolayısıyle helâl kılınmışlardır. Delilleri yukarıda
mealini sunduğumuz En'-âm sûresinin 145. âyet-i kerimesidir. İmam Ebû Hanîfe'ye

£1521

göre hakkında nass bulunmayan şeylerin hepsi helâl değildir.

Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, haram sadece Kur'an-ı Kerim'de
açıklanan haramlardan ibaret değildir. Bunlara yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'in dışında
Rasûlüne bildirdiği yani vahiy mahsulü olan hadislerde açıklanan haramları da ilâve
etmek icab eder. "Bana vahy olundu..." âyet-i kerimesinde kastedilen de budur.
Bu mevzuda İbn Nüceym şöyle diyor:

"İmam Şafiî'ye göre eşyada asi olan mübahlıktır. Binaenaleyh bir şeyin haram
olduğuna dair şer'î bir delil bulunmadıkça o şeyin helâl olduğuna hükmedilir. İmam



Şafiî'nin açıklamasına göre, İmam Ebû Hanîfe'ye göre eşyada asi olan haramlıktır.
Binaenaleyh bir şeyin helâl olduğuna dair şer'î bir delil bulunmadıkça o şeyin haram

£1531

olduğuna hükmedilir."

el-Bedâyiu'l-Muhtâr isimli eserde de şöyle deniyor: "Şeriî hükümler gelmeden önce
insanların fiilleri hakkında bir hüküm verilemez, verilse de geçersizdir ve bâtıldır. Her
ne kadar Allah'ın insanların fiilleriyle ilgili hükmü ezelî ise de Allah peygamberlerini
göndermedikçe bu hükmünü insanların fiillerine taalluk ettirmemiş. Çünkü insanlar
kendilerine bir peygamber gönderilmedikçe fiillerinden sorumlu sayamadıklarından,
Allah'ın bu ezelî hükmünün insanların fiillerine taalluk etmesinde bir mana yoktur."
îbn.Nüceym, Menâr üzerine yazmış olduğu şerhte de şöyle diyor: "Hanefılerden
bazılarına göre de eşyada asi olan mübahlıktır. Ebu'l-Hasen el-Kerhî bunlardandır.
Hadis ehlinden bir kısmına göre ise eşyada asi olan ha-ramlıktır. Bizim mezhebimize
göre eşyada asi olan, hakkında şer'î bir hüküm gelinceye kadar beklemek, yani haram

£1541

veya helâl olduğuna dair kesin bir hüküm vermemektir."

Hanefî fakihlerinden el-Merginânî de el-Hidâye isimli eserinde talâk bölümünün "el-

£155]

hidad" babında, eşyada asi olanın mübahlık olduğunu söylemiştir.
Şevkânî bu mevzudaki görüşleri özetlerken şöyle diyor:

"Hulasa, bir delil olmadıkça eşya hakkında hüküm verilemez. Binaenaleyh bir şeyin
helâl olduğuna dair şer'î bir delil bulunmadıkça onun haram olduğuna hükmedilir.
Cumhur ulemanın görüşü budur.

Şâfıîlerden bir cemaate ve bazı fıkıh âlimlerine göre ise, eşyada asıl olan ibâhedir.
Muhammed b. Abdillah b. Abdilhakem de bu görüştedir. Müte-ahhirîn ulemasından

£1561

bazıları cumhur ulemanın da bu görüşte olduğunu söylemişlerdir."
Hanefî mezhebine giren hayvanlar üç kısma ayrılır:

1- Kanı olmayan haşereler: Çekirge, arı, sinek, örümcek, akrep gibi böceklerdir.
Çekirgenin dışında bunların hepsi haramdır. Çünkü bu böceklerin hepsi de pistir.
İnsan tabiatı onlardan tiksinir. Ancak bunlardan çekirge, "Bize iki ölü helâl

£157]

kılındı" hadisiyle bu hükmün dışında bırakılmıştır.

2- Akan kanı olmayan hayvanlar: Yılan, zehirli keler, fare, kene, kirpi, keler, tarla
faresi gibi haşerelerdir. Bunların haramlığmda ihtilâf yoktur. Ancak keler hakkında
ihtilâf vardır. Nitekim 3793-3796 numaralı hadislerin şerhinde açıklandı.

3- Akan kanı olan hayvanlar. Bunlar da ikiye ayrılırlar:

a) Yırtıcı olmayan ehlî hayvanlar: Katır, eşek, at, deve, sığır ve koyun gibi. Bunlardan
katır ile eşek etinin haram olduğu ulemanın tamamına yakın bir kısmı tarafından kabul
edilmekle beraber, sadece Beşîr el-Medisi bunların etini yemekte bir sakınca
olmadığım söylemiştir. At eti ise Ebû Hanîfe ile Ebû Yusuf a göre mekruh, İmam
Muhammed ile İmam Şafiî'ye göre helâldir. Bu konuyu 3788-3790 numaralı hadislerin
şerhinde açıklamıştık.

b) Yırtıcı olmayan vahşi hayvanlar: Geyik, ceylan, yaban öküzü, yaban eşeği, yaban
devesi gibi hayvanlardır ki bunların etinin helâl olduğunda bütün müslümanlar ittifak
etmişlerdir.

Bu üçüncü gruba giren hayvanların bir de yırtıcı olanları ile kuş cinsinden olanları



vardır. Yırtıcı hayvanlar da ehli ve vahşi olmak üzere ikiye ayrılırlar:

1- Ehli hayvanlardan olanlar: Köpek, kedi gibi yırtıcı olanlardır.

2- Vahşi olanlar: Kurt, aslan, kaplan, sırtlan, pars, yaban kedisi, sincap, samur, ayı, fil,
maymun gibi, avlarını köpek dişleriyle parçalayan ve kendilerini savunan
hayvanlardır. Tilki ile sırtlanın dışında bu hayvanların tümünün etlerinin haram
olduğunda ittifak vardır.

Tilki ile sırtlan ise İmam Şafiî'ye göre helâldir.

Kuşlara gelince; bunlardan avını pençesi ile yakalayan doğan, atmaca, şahin, çaylak,
karga, gibileri haramdır. Tırnaklı olduğu halde bunlarla hayvanları avlamayan ise
helaldir; güvercin gibi.

Tavuk, kaz, ördek, hindi gibi kuş cinsinden olan kümes hayvanlarının etlerinin helâl

olduğunda ise ittifak vardır.

Bu mevzuda Ömer Nasuhi Bilmen şöyle diyor:

"Tabiatında vahşet ise denâet olmayan ve tab'an iğrenç görülmeyen hayvanların etleri
-şeraiti dairesinde- helâldir, yiyilebilir. Tavuk, kaz, ördek, zu-rafa, deve kuşu,
bağırtlan kuşu, güvercin, bıldırcın, koyun, keçi, deve, sığırcık kuşlarını yemekte beis
görülmemiştir.

Yarasanın yiyilip yiyilmediğinde haram veya mekruh olup olmamasında ihtilâf vardır.
Hüdhüdü yemek mekruh görülmüştür. Saksağan, kumru, bülbül, keklik kuşlarının
etleri esasen helâldir. Ancak bunların etlerini yiyenlere bir âfet isabet edeceğine dair
insanlar arasında bir kanaat mevcut olduğundan bunları yemek müstahsen
görülmemiştir.

Şâfıîlerce kırlangıç, tavus, hüdhüd, papağan kuşlarının etleri haramdır. Martı ve

Lİ581

balıkçıl kuşları ise helâldir."

30. (Kitap Ve Sünnette) Haram Olduğuna Dair Bir Açıklama Bulunmayan
Şeylerin Hükmü

3800... Ibn Abbas'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: Cahiliyye (dönemi) halkı bazı
şeyleri yerlerdi, bazı şeyleri de tiksindiklerinden dolayı yemezlerdi. Derken yüce
Allah, Peygamberini (s. a) gönderdi ve Kitab'ım indirdi. Helâlini ve haramını açıkladı.
Artık onun haram kıldığı haramdır, helâl kıldığı da helâldir. Hakkında açıklama
yapmadığı ise affedilmiştir. Sonra, "De ki: Bana vahyolunanda (bu haram

£1591

dediklerinizi) yiyen kimse için haram edilmiş bir şey bulamıyorum" âyetini

£1601

sonuna kadar okudu.
Açıklama

Bu hadis-i şerif, eşyada asi olan şeyin ibâhe olduğunu söyleyenlerin delilidir. Bu
neticeye göre her hangi bir şey veya menfaati yasaklayan sahih nass bulunmaz veya
bulunur da delâleti kat'î olmazsa o şey hakkında haram hükmü de sözkonusu olmaz.
Şu âyet-i kerimelerden de bu gerçeği Öğreniyoruz: "Yerde olanların hepsini sizin için

E1611

yaratan odur." "Göklerde olanları, yerde olanları hepsini sizin buyruğunuz altına



£162]

vermiş."

Bazı Hükümler

1. Eşyada asi olan mübahlıktır.

2. Hakkmda haram ya da helâl olduğuna dair sahih nass bulunmayan şeyler
affedilmiştir. Allah, haklarında sükût ettiği bu eş-yaym hükümlerini unuttuğu için
değil, insanlara merhametten dolayı açıklamamış ve onlardan sorumlu tutmamıştır.
[163]

31. Sırtlan Eti Yemek

3801... Câbir b. Abdullah(r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a)'a
sırtlan (etin)i sordum.

"O bir av (hayvam)dır ve onu avlayan ihramlıya (keffaret olarak) bir koç (kurban etme

£1641

cezası) konmuştur" buyurdu.
Açıklama

Bu hadis-i şerif, sırtlan etini yemenin helâl olduğunu söyleyen Şâfıîlerin delilidir.
Hattâbî, bu hadisle ilgili açıklamasında şöyle diyor:

"Hz. Peygamber'in, sırtlanı av hayvanlarından sayması ve ihramlı iken bir sırtlan
öldüren kimsenin keffaret olarak bir koç kurban etmesi gerektiğini bildirmesi, sırtlanın
da zebra ve geyik gibi eti yenen hayvanlardan olduğuna delâlet eder. Çünkü,
"Yeryüzünde yürüyen hayvanlardan beş çeşit hayvan vardır ki, ihramda iken onları
öldürmek helâldir. Yılan, akrep, çaylak, fare, ısırıcı köpek" mealindeki (1846-1848)
numaralı hadisler, Haremde veya ihramlı iken eti yenmeyen bir hayvanı öldürmenin
cezası olmadığını ifade etmektedir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte ihramlı iken sırtlanı öldüren bir kimseye bir
oç kurban etmek gerektiği ifade edildiğine göre sırtlanın eti yenen hayvanlardan
olması icabeder.

Metinde geçen, "o av hayvanlarmdandır" mealindeki cümle, yırtıcı ve vahşi
hayvanlardan olup da, av hayvanı olmayan ve "İhramda olduğunuz sürece size kara
065]

avı yasaklandı" âyetinin kapsamına girmeyen hayvanların bulunduğuna delâlet
etmektedir. Sırtlan etinin helâl olup olmaması meselesinde fıkıh âlimleri ihtilâfa
düşmüştür. Sa'd b. Ebî Vakkâs (r.a)'a göre sırtlan etini yemek helaldir.İbn Abbas ile
Ata, İmam Şafii, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahuyeh ve Ebu Sevr hazretleri de bu
görüştedirler. Süfyan-ı Servi ile İmam Ebu Hanife ve taraftarlarıyla İmam malik ise
sırtlan eti yemenin mekruh olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş Said b. Müseyyeb'den
de rivayet olunmuştur. Delilleri ise bu hayvanın yırtıcı hayvanlardan olmasıdır.
Çünkü 3802 numaralı hadis-i şerifte açıklandığı üzere Rasûlullah (s. a.), köpek dişi

' £1661

olan yırtıcı hayvanların etini yasaklamıştır.



Bazı Hükümler



1. Sırtlan etini yemek helaldir.

2. Vahşi ve yırtıcı hayvanlardan av hayvanı olanlar bulunduğu gibi, av hayvanı
olmayanlar da vardır.

3. Yırtıcı bir havyanı öldüren kimseye bu hareketinden dolayı bir ceza gerekmez.

4. Av hayvanlarının öldüren kimseye verilen ceza hayvanın cinsine göre belirlenir,
hayvanın özel durumuna göre belirlenmez.Bir başka ifadeyle her hayvan cinsi için
ödenecek ceza bellidir.Binaenaleyh hayvan hangi cinsten ise mensup olduğu cins için
dince belirlenmiş olan ceza, öldüren öldüren kimse üzerine terettüb eder.Hayvanın
vücutça iri veya ufak olması bunu değiştirmez.

5. Haremde bir sırtlan öldürmenin cezası bir koç kurban etmektir.

6. Mevzumuzu teşkil eden Cabir hadisi, 3802 numaralı hadisin hükmünü tahsis

£1671

etmiştir. Şafiiler bu görüştedir.

32. Yırtıcı Hayvanlar(ın Etlerini Yemek) Yasaklanmıştır
3802... Ebu Sa'labe el- Huşeni 'denrivayet olduğuna göre;

Rasulullah (s. a.) köpek dişi olan yırtıcı hayvanlar(m etlerini) yemeyi yasaklamıştır.
[1681

3803... İbn Abbas'dan rivayet olunmuştur;

Rasulullah (s. a.), yırtıcı hayvanlardan köpek dişli olanları(n etini yemeyi) ve

£1691

kuşlardanda pençeli olanları(n etini yemeyi) yasaklamıştır.

3804... Mikdam b. Ma'dekeirb'den rivayet olduğuna göre; Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:

"Dikkatli olunuz! Yırtıcı hayvanlardan köpek dişli olanları(n etini yemek) helal
değildir. Ehli eşek (eti ile) anlaşmalı ecnebilerin kendilerine ihtiyaç duyulan buluntu
malları da helal değildir.

Herhangi bir adam bir kavme ,misafir olur da (o kavim) onu ağırlamazsa bu misafir

im

için yarın ahirete olanlardan bu misafirlik hakkının alma hakkı vardır.

3805... İbn Abbas'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a), Hayber (savaşı)
günü yırtıcı hayvanlardan köpek dişli olan her hayvanın, kuşlardan da pençeli olan her

imi

kuşun (etinin) yenmesini yasakladı.

3806... Halid b. Velid (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a) ile birlikte
Hayber savaşma katılmıştım. (Orada) yahudiler gelip, (müslüman) halkın (yahudilerin
koyunlarını yağma etmek üzere yahudilerin) ağıllarına koşuştuklarını (Hz.
Peygamber'e) şikâyet ettiler. Rasûlullah (s.a) da (müslümanlara hitaben):



"Dikkatli olun! Anlaşmalı olarak müslüman topraklarında yaşayan gayri müslimlerin
malları(nı) haksız yere (ellerinden almak) helâl olmaz. Ehli eşek (eti) size haram
olduğu gibi at ve katır da haramdır. Yırtıcı hayvanlardan her köpek dişli (hayvan) ile

tmı

kuşlardan her pençeli (kuş) da (haramdır)" buyurdu.

3807... Câbir b. Abdullah' dan rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a) kedi parasını
yasaklamıştır. (Muhammed) İbn Abdilmelik (ise bu cümleyi): "Kedi (etini) ve (kedi)

£173]

parasını yemeyi yasakladı" (şeklinde) rivayet etti.
Açıklama

Bu babda geçen hadis-i şeriflerde şu mevzular ele alınmaktadır:

1- Köpek dişli olan yırtıcı hayvanların etlerini yemek yasaklanmıştır.

2- Pençeli kuşların etlerini yemek yasaklanmıştır.

3- Anlaşmalı olarak müslüman topraklarına giren ya da orada yaşayan gayri
müslimlerin mallarını haksızlıkla ele geçirmek yasaklanmıştır.

4- Bir topluma misafir olan kimseyi ağırlamak o toplumun görevi, ağırlanmak da o
kişinin hakkıdır. O toplum bu görevini yerine getirmediği takdirde, misafir onlardan
hak talep edebilir.

5- Ehli eşek, at ve katır eti yemek yasaklanmıştır.

6- Kedi eti yemek yasaklanmıştır.

7- Kedi satıp parasını yemek caiz değildir.

Birinci maddede sözü geçen köpek dişli yırtıcı hayvanlardan maksat, köpek dişleriyle
saldıran aslan, kurt ve köpek gibi hayvanlardır.

Bezlü'l-Mechûd yazarının dediği gibi, metinde geçen "yırtıcı" kelimesiyle deve bu
sınıfın dışında bırakılmıştır. Çünkü her ne kadar.deve köpek dişli ise de yırtıcı
değildir.

Avnü'l-Ma'bûd yazan şunları kaydediyor:

"Nihâye müellifi İbnü'l-Esîr'e göre; köpek dişli yırtıcı hayvanlardan maksat, avını
yakalayıp zorla parçalayıp yiyen aslan, kaplan, kurt gibi hayvanlardır. Kamus yazarına
göre ise, parçalayıcı hayvanlardır. Haram olan bu yırtıcı hayvanların cinsi mevzuunda
fıkıh imamları ihtilâfa düşmüşlerdir.

fmam Ebû Hanîfe'ye göre; sırtlan, fil, tarla faresi ve kedi gibi et yiyen her hayvan bu
sınıfa girer ve etlerini yemek haram olur.

İmam Şafiî'ye göre ise, aslan, kaplan ve kurt gibi insanlara saldıran hayvanlardır.
Sırtlan ve tilki gibi insanlara saldırmayan yırtıcı hayvanlar ise bu sınıfa
girmediklerinden onların etlerini yemek helaldir."

İkinci maddede etlerinin yenmesi yasaklanan pençeli kuşlardan maksat ise, uçarken
avını havada yakalayıp pençesiyle parçalayan kartal, doğan, şahin gibi kuşlardır.
Pençesi olduğu halde başka hayvanları avlamayan kuşlar bu sınıfa girmediklerinden
helâldir. Bu sınıfa giren kuşların etleri İmam Şafiî, Ahmed ve Ebû Hanîfe'ye göre

1174i'

haramdır. İmam Mâlik'e göre ise helâldir.

Üçüncü maddede yer alan, anlaşmalı olarak müslüman topraklarında bulunan gayri
müslimlerin mallarını haksızlıkla almanın yasaklanması meselesine gelince; esasen



anlaşmalı olarak müslüman topraklarında yaşayan gayri müslimler ya zimmî olurlar ya
da pasaportlu olarak bulunurlar. Bilindiği gibi zimmîler, anlaşma şartlarını ihlâl
etmedikleri sürece, pasaportlular da pasaport süresi devam ettiği müddetçe İslâm
ülkesinde kalabilirler. Zimmîler, İslâm ülkesinde güvence ile yaşamalarına karşılık
müslümanlara cizye ödemek zorunda oldukları gibi, pasaportlu olanlar da yanlarında
bulunan ticaret mallarının onda birini müslümanlara vergi olarak vermek zorun-
dadırlar. İşte müslümanlarm kendi ülkelerinde yaşayan anlaşmalı gayri müslimlerden
bu vergileri almaları haklarıdır. Bunun dışında gayri müslimlerin mallarından bir şey
almaları haramdır. Onların bu mallan kaybolup da müslümanlarm eline geçmesi
halinde hüküm yine böyledir. Ancak onların ihtiyaç duymadıkları için terkettikleri
mallar bu hükmün dışındadır.

Beşinci maddede yer alan ehli eşek ve katıra gelince, bu hayvanların etleri Hanefî ve
Hanbelî mezheplerinde haranı olmakla beraber Mâliki mezhebinde bu hususta iki
görüş vardır. Birinci ve meşhur olan görüşe göre haramdır. İkinci görüşe göre ise
mekruhtur. Ancak Hanefî, Şafiî ve Hanbelî mezheblerine göre annesi inek yahut

£175]

babası vahşi eşek annesi kısrak olan katırların etleri helâldir.

Fakat eşek etiyle ilgili bu 3806 numaralı hadis zayıftır. Çünkü bu hadisi rivayet ettiği
söylenen Halid b. Velid, Hayber savaşında henüz müslüman olmamıştır. Ancak 3808-
3811 numaralı hadisler eşek etinin haramlığmı açıkça ifade etmektedir.
Yedinci maddede yer alan kedi eti yemek de haramdır. Çünkü kedi aslında birinci
madedde yer alan yırtıcı hayvanlar sınıfına girmektedir. Bu bakımdan kedi eti yemek

[176]

Hanefî, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre haram, Mâlikîlere göre mekruhtur.
33. Ehli Eşeklerin Etini Yemek

3808... Câbir b. Abdillah'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s. a) bize (ehli)
eşek eti yemeyi yasakladı ve at eti yememizi tavsiye etti.

(Bu hadisin ravilerinden) Amr (b. Dînâr, bu hadis hakkında şöyle) dedi: Ben bu hadisi
Ebû Şa'sâ'ya anlattım, (bana) şu cevabı verdi: "Bizim içimizde (bulunan) el-Hakem el-
Gıfârî de bu hadisten bahsederdi. (Ancak) Bahr bunu kabul etmezdi", (Ebû Şa'sâ,

£177]

deniz manasına gelen Bahr sözüyle) İbn Abbas'ı kastediyordu.
3809... Gâlib b. Ebcer'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Bize bir kıtlık (yılı) gelmişti. (Elimde bulunan) malın içerisinde (ehli) eşeklerden
başka âiieme yedirebiîeceğim bir şey yoktu. Rasûlul-lah (s. a) da ehli eşek etlerini
yasakladı. Peygamber (s.a)'e varıp;

Ey Allah'ın Rasûlü, bize bir kıtlık (yılı) gelip çattı. Benim mal(lar)ım içerisinde semiz
eşeklerden başka aile halkına yedirebiîeceğim bir şey yok; sen ise ehli eşek etini
yasaklamış bulunuyorsun, diye şikâyette bulundum.

"Sen aile halkına semiz eşek!er(in etin)den yedir. Çünkü ben on-ları(n etlerini) sadece

pislik yiyen hayvanlar oldukları için yasaklamıştım." buyurdu. Yani (bu hayvanları

etlerini) cellâle (oldukları için yasaklandığını anlatmak istiyordu).

Ebû Dâvûd dedi ki: (Hadisin senedinde bulunan) Abdurrahman, (Abdurrahman) b.

Ma'kil'dir.



Yine Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi ayrıca Şu 'be de Ubeyd Ebu 7-Hasen'den,
Abdurrahman b. Ma'kil'den, o da Abdurrahman b. Bişr'den Müzeyne (kabilesin)den
bazı kimselerden rivayet edilmiştir. (Bu rivayete göre) Müzeyne'nin efendisi olan
Ebcer yahutta Ebcer'in oğlu, Peygamber (s.a)'e (ehli eşek eti yemenin hükmünü)

Lİ281

sormuştur.

3810... (Şu'be'den rivayet olunduğuna göre; bu hadisi bir de) Müzeyne kabilesine
mensup iki adamdan biri diğerinden (rivayet etmiştir. Yani) Müzeyneü Abdullah b.
Amr b. Avim, Müzeyncli Gâlib b. el-Ebcer'den rivayet etmiştir. (Bu hadisin senedinde
bulunan) Mis'ar (şöyle) demiştir: "Peygamber (s.a)'e gelen kimsenin Gâîib (b. Ebcer)

Lİ791

olduğunu zannediyorum." (Ravi) şu (bir numara önce geçen) hadisi (şevketti).

3811... Amr b. Şuayb (b. Muhannned b. Abdullah b. Amr b. As)'m dedesinden rivayet
olmuştur; dedi ki:

Rasûlullah (s. a) Hayber (Savaşı) günü, ehli eşek ile pislik yiyen hayvanların

£1801

yenilmesini ve (üzerine) binilmesini yasakladı.
Açıklama

Bu babda yer alan hadisi şerifte ehli eşek eti ile cellâle denilen pislik yemeye alışkın
hayvanların etlerini yemenin ve üzerlerine binmenin yasaklandığı ifade edilmektedir.
Pislik yemeye alışmış olan hayvanların ellerini yemenin ve üzerlerine binilmesinin
hükmünü 3785-3787 numaralı hadislerin şerhinde, ehli eşek eti yemenin hükmünü de
bir önceki hadisin şerhinde açıkladık.

Hattâbî'nin dediği gibi; "İbn Abbas'm dışında tüm İslâm âlimleri ehli eşek eti yemenin
helâl olmadığını söylemişlerdir. Ancak büyük bir ihtimalle, ehli eşek elinin
yasaklanması haberi kendisine ulaşmayan İbn Abbas onların etini yemenin helâl
olduğunu söylemiştir."

Hz. Peygamber'in ehli eşek eli yemeye izin verdiğini ifade eden 3809 numaralı ibn
Ebcer hadîsine gelince, Musannif Ebû Davud'un süz konusu hadisin sonunda bizzat
açıkladığı gibi bu hadis çok karışık yollarla rivayet edilmiştir. Bu bakımdan hadisin
senedinde ihtilâf vardır. Dolayısıyla itimada şayan değildir.

Nevevî; bu hadisin senedinde ihtilâf bulunduğunu, hadisin sahihliği kabul edilse bile
Hz. Peygamber'in eşek etinin yenilmesine dair verdiği bu iznin zaruret halinde
olduğunu kabul etmek icab ettiğim söylüyor.

Nitekim Beyhakî de bu hadisin senedinde izdırab bulunduğunu söylemiştir.

İbn Abdilberr'in de ifade ettiği gibi, aslında Hz. Ali, Abdullah b. Ömer, Abdullah b.

Amr, Câbir, Berâ, Abdullah b. Ebî Evfâ, Enes, Zahir el-Eslemî gibi pek çok sahâbîler

Hz. Peygamber'den ehli eşek etinin haram kılındığına dair sahih ve hasen hadisler

rivayet etmişlerdir. Bu bakımdan 3809 numaralı muzdarib bir hadisin böylesine

sağlam hadisler karşısında bir hüccet teşkil etmesi düşünülemez.

Bu hadisin sahih olduğu kabul edilse bile Hz. Peygamber bu izni kıtlık yılı sebebiyle

arız olan umumi açlık dolayisıyle vermiş olabilir.

Hâzimî ise, Hz. Peygamber'in ehli eşek etinin yenmesine bir süre izin verdikten sonra



onu tekrar yasaklamasını bir nesih olayı olarak değerlendirir. İbn Şahin de sadece biri
müsbet, biri nehiy ihtiva eden iki haberi vermekle iktifa eder. Nesihten söz etmez.

um



34. Çekirge Yemenin Hükmü

3812... Ebû Ya'fûr'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: İbn Ebî Evfâ'ya çekirge
(yeme)yi sordum da;

Ben Rasûlullah (s. a) ile birlikte altı ya da yedi savaşa katıldım. Biz (bu savaşlarda)

£1821

kendisiyle birlikte çekirge yerdik, cevabını verdi.

3813... Selmân (r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:
Peygamber (s.a)'e çekirge(nin yenilip yenilmeyeceği) soruldu.

"(Çekirge) Allah'ın ordularının en çoğu(nu teşkil etmekte)dir. Ben onu yemem ve
haram da kılmam" buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi (bir de) Mu 'temir, babası ve Ebû Osman kanadıyla

LİMİ

Peygamber (s. a)'den rivayet etti (fakat) Selman'ı anmadı.
3814... Selmân (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre;

Rasûlulîah (s.a)'a (çekirgenin yenilip yenilmeyeceği) sorulmuş, (bir önceki hadiste
geçen) cevabının aynısını vermiş:

"(Çekirge) Allah ordularının en çoğu (nu oluşturmaktadır" demiş.

(Musannif Ebû Davud'un şeyhi) Ali (b. Abdillah) dedi ki: Ebû Avvâm'm (ismi)

Fâid'dir.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi (bir de) Hammâd b. Seleme, Ebû'l-Avvâm'dan, o Ebû
Osman'an, o da Peygamber (s.a)'den rivayet etti. (Hammâd bu rivayetinde) Selmân'ı

£1841

anmadı.
Açıklama

Cerâd: Çekirge cinsidir. Tekili cerâde gelir. Cerâde kelimesi hem erkek, hem de
dişi çekirge için kullanılır.

Bu böcekler vardıkları yerde ekin ve ot adına ne varsa yiyip bitirdikleri ve orayı ekin
ve ottan soyup çırılçıplak bıraktıkları için bu ismi aldıkları söylenmektedir.

£1851

Kur'an-ı Kerim' de, "...Etrafa yayılan çekirgeler gibi" âyet-i kerimesinde onların

bu özelliğine işaret buyurulmaktadır.

Bir şeyden soyulan şeye de "el-cürâde" ismi verilir.

3812 numaralı hadis-i şerifte, "Hz. Peygamber ile altı ya da yedi savaşa katıldım"
cümlesindeki tereddüt ifadesi ravilerden Şu'be'ye aittir. Yani ravi Şu'be, bu hadisi
kendisine rivayet eden Ebû Ya'fûr'un, "altı" kelimesini mi yoksa "yedi" kelimesini mi
söylediğini iyice hatırlayamadığını belirtmek için böyle tereddüt ifade eden bir kelime
kullanmıştır. Söz konusu hadisi bizzat Hz. Peygamberden rivayet eden Ebû Evfâ'nm,



"Biz (bu savaşlarda) kendisiyle birlikte çekirge yerdik" anlamındaki sözünden, Hz.
Peygamber'in bu savaşlarda ashabıyla birlikte çekirge yediğini anlamak mümkün
olduğu gibi Hz. Peygamber'in bizzat çekirge yemeyip sahâbileri çekirge yerken
kendisinin bizzat onların yanında bulunduğunu anlamak da mümkündür. Hafız İbn
Hacer'in de ifade ettiği gibi, Ebû Nuaym'm Tıb kitabında rivayet ettiği bir hadis-i
şerifte Hz. Peygamber'in de ashabıyla birlikte çekirge yediğinden bahsedilmesi birinci
ihtimali kuvvetlendirmekte ise de, rivayetlerin ekserisinde "kendisiyle birlikte" sözü
geçmediği dikkati çeken bir husustur.

Çekirge yemenin hükmü konusunda îmam Nevevî şöyle diyor:

"Müslümanlar çekirge yemenin helâl olduğunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Şafiî île
İmam Ebû Hanîfe ve ulemanın büyük çoğunluğu, çekirge yemenin helâl olduğunu, bu
hususta çekirgenin kesilerek başının koparılıp koparıl-maması arasında bir fark
olmadığı gibi kendi kendine ölmüş olması veya bir müslüman ya da bir mecûsi
tarafından avlanmış olmasının önemli olmadığını söylemişlerdir. Kendi kendine veya
bir sebepten dolayı ölmüş olması da bu hükmü değiştirmez.

İmam Mâlikin meşhur olan kavline ve Ahmed b. Hanbel'den gelen bir kavle göre; bir
tarafı koparılıp haşlanmış veya diri iken ateşe atılmak gibi bir sebeple ölen çekirgeyi
yemek caizdir. Kendi kendine ölen bir çekirgeyi yemekse helâl değildir.
Hanefî ulemasından el-Aynî'nin açıklamasına göre; Mâlikî uleması çekirgenin helâl
olabilmesi için kesilmiş olmasını şart koşmuşlardır. Ayrıca çekirgenin nasıl kesileceği
de Mâlikîler arasında ihtilaflıdır. Bazılarına göre onun kesilmesi başının
koparılmasından ibarettir. İbn Vehb, "Onun kesilmesi yakalanmasıdır" demiştir. İmam
Mâlike göre ise yakalanıp başının koparılması ya da haşlanması veya kızartılması

Lİ861

onun kesilmesi demektir.

Mâliki ulemasından İbnü'I-Arabî, Endülüs çekirgelerinin zararlı oldukları için
yenilmelerinin caiz olmadığını söylemiştir.

Hz. Peygamber'in, "Ben onu yemem" buyurması şer'î bir sakınca olduğu için
yemediğini ifade etmez. Çünkü eğer çekirge yemede şer'î bir sakınca bulunsaydı
ümmetini de bundan nehyetmesi gerekirdi.

Bu bakımdan Hz. Peygamber'in çekirge etini yemekten çekinmesinin şer'î bir
sakıncadan dolayı değil de şahsî yaratılışından ileri gelen çekirgeye karşı duyduğu
isteksizlik ve tiksintiden doğduğunu kabul etmek gerekir.

Her ne kadar bu hadis bazen Selmân atlanarak mürsel olarak rivayet edilmişse de
tabiînin mürselleri makbul olduğundan bunun önemi yoktur.

Hz. Peygamber'in, "Çekirgeler Allah'ın ordularının sayıca en çok olanlarıdır"

£1871

mealindeki sözüne gelince; gerçekten "Rabbinin ordularını ancak kendi bilir."
âyet-i kerimesinde de açıklandığı gibi Allah'ın orduları sayılamayacak kadar çoktur.
Gazap ettiği milletler üzerine bu ordularım göndererek onlardan intikamını alır.
Çekirgeler de Allah'ın ordularmdandır. Allah gazap ettiği kavimler üzerine çekirgeleri
göndermek suretiyle onları açlık ve kıtlığa mahkum eder. Ancak sahih hadislerde
açıklandığına göre Allah'ın yaratıkları arasında sayıca en çok olanı melekler
olduğundan mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte geçen "Çekirgeler Allah'ın sayıca
en çok olan ordularıdır" sözünü, "Allah'ın ordularından olan çekirgeler yine Allah'ın

£1881

ordularından olan kuşlardan daha çokturlar" şeklinde anlamak gerekir.



35. (Suda Kendi Kendine Zahiren Sebepsiz Olarak Ölüp) Suyun Yüzüne Çıkan
Balıkları Yemenin Hükmü

3815... Câbir b. Abdullah' dan, Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet
olunmuştur:

"Denizin (sahile) attığı veya (deniz sularını) kendisinden geri çektiği (için açıkta
kalan) şeyleri yeyiniz. (Fakat) denizde (kendiliğinden zahiri bir sebep olmaksızın ölüp
de) su yüzüne çıkan şeyleri yemeyiniz."

Ebû Dâvûd dedi ki: Süfyan es-Sevrî, Eyyub ve Hammâd da hadisi Ebu'z-Ziibeyr'den
rivayet etti fler ve bunların üçü de rivayet zincirini) Câbir üzerinde durdurdular, (Hz.
Peygambere kadar uzandıramadılar). Bazen bu hadis (in rivayet zinciri) zayıf bir
şekilde îbn Ebî Zi'b, Ebu'z-Zübeyr ve Câbir yoluyla Hz. Peygamber (s.a)'e dayandı-

£189]

rılarak rivayet edilmiştir.
Açıklama

Bu hadis-i şerif, "Suda kendi kendine, zahiren sebepsiz olarak olup de suyun yuzune

LİM

çıkan balıklar yenmez diyen Hanefîlerin delilidir.

Bu görüş Câbir (r.a) ile İbn Abbas (r.a) dan da mevkuf olarak rivayet olunmuştur.
Mîrkât yazarının da ifade ettiği gibi, haram ve helâl konularında sahabeden gelen
mevkuf rivayetler merfu hadis hükmündedir.

Hidâye müellifinin dediği gibi, zahiren sebepsiz olarak kendi kendine ölen bir balığı
yemek Hanefîlere göre mekruh; İmam Mâlik ile İmam Şafiî ve İmam Ahmed ve
Zahirîlere göre böyle bir balığı yemek helâl olmakla beraber yememek evlâdır.
Bu görüşte olan fıkıh imamlarının ve taraftarlarının Kitap'tan delilleri;"Hem kendinize
hem de yolculara bir geçimlik olmak üzere deniz avı ve onu yemek, size helâl

imi

kılındı" âyet-i kerimesidir. Çünkü bu âyet-i kerime deniz hayvanlarının insanlar
tarafından avlanarak yakalananlarını İçerisine aldığı gibi kendiliğinden ölerek
insanların eline geçeni de kapsamına almaktadır.

Sünnetten delilleri ise, "Bize iki ölü (hayvan) helâl kalındı: Birisi balık, diğeri
£192]

çekirge" mealindeki hadis-i şerifle, "Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir"

mealindeki 83 numaralı hadis-i şeriftir. Çünkü bu hadis-i şeriflerde, zahiren sebepsiz
olarak ölüp de su yüzüne çıkan balıkla, insanlar tarafından avlanarak veya zahirî bir
sebeple öldükten sonra ele geçen balıklar arasında bir ayırım yapılmamaktadır.
Hanefî ulemasının delili ise mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifle Hz. Ali'nin,
"Bizim çarşımızda kendiliğinden ölüp de su yüzüne çıkan balık alışverişi yapmayın"
sözü ve İbn Abbas'm, rivayet ettiği, "Deniz öldürdükten sonra su yüzünde sürüklenip
dururken bulduğunuz deniz hayvanlarını yemeyiniz" mealindeki hadislerdir.
Aynî'nin de açıkladığı gibi, mevzumuzu teşkil eden Câbir hadisi çeşitli rivayetlerle
te'yid edilmiştir.

Bu görüşte olan Hanefi âlimlerine göre, aksi görüşe sahip olan fıkıh âlimlerinin delil
olarak sarıldıkları Mâide sûresi 96. âyetinde onların görüşlerini isbatlayan bir ifade



mevcut değildir.

Hidâye yazan Merginânî'nin açıkladığı üzere sahâbilerden bir topluluk da bu
£1931

görüştedirler.

36. Leş Yemek Zorunda Kalan Kimse

3816... Câbir b. Semüre'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Bir adara (Medine'de, siyah taşlarıyla meşhur olan) Hârre isimli yere ailesi ve çocuğu
ile birlikte konakladı. (Orada bulanan) başka bir adam (ona), "Benim (burada) devem
kayboldu, eğer bulursan onu yakala" dedi. Kısa bir süre sonra (o kimse bu) deveyi
buldu. (Fakat devenin) sahibi bulunamadı. Derken (elinde kalan) deve
hastalandı.. Karısı ona "Bunu kes" dediyse de adam kabul etmedi. Deve öldü. (Bu sefer
kadın kocasına), "Bunu kes, yağını ve etini pastırma yapar yeriz. (Çünkü biz çok açız,
zaruret halindeyiz)"- dedi. (Adam): "(Hayır), Rasûlullah (s.a)'a danışmcaya kadar
(bunu kabul edemem)" dedi. Sonra Rasûlullah (s.a)'a gelip bunu sordu. (Hz.
Peygamber de):

"Senin yanında seni buna muhtaç olmaktan kurtaracak (bir şey) var mı?" diye sordu.
(Adam) "Hayır" cevabını verdi, (Bunun üzerine);
"(Öyleyse) onu yeyiniz" buyurdu.

(Tam o sırada devenin) sahibi çıkageldi. (Adam da başından geçen) olayı anlattı.
(Devenin sahibi olayı öğrenince adama), "Onu kes-şeydin ya!" dedi. (Adam

[1941

da),' "Senden utandım (da kesemedim)" karşılığını verdi.

3817... el-Fücey' el-Amirî'den rivayet olunduğuna göre;
Kendisi Rasûlullah (s.a)'a gelip;

(Ey Allah'ın Rasûlu), bize ölü (hayvan eti) helâl kılınmadı mı? demiş. (Hz. Peygamber
de ona):

"t Sizin yemeğiniz nedir." diye sormuş, (el-Fücey 'de): "Akşamleyin bir bardak,
sabahleyin de bir bardak süt içeriz" cevabını vermiş.

(Musannifin hadis rivayet ettiği kimselerden olan) Ebû Nuaym (künyesiyle tanınan el-
Fazl b. Dükeyn) dedi ki: Ukbe (b. Vehb) bana (metinde geçen) "İğtibâk" kelimesini,
sabahleyin bir bardak (süt içmek); "el-ıstıbah" kelimesini de akşamleyin bir bardak
(süt içmek) diye açıkladı. -
(Hz. Peygamber de):

"Yemin olsun ki (bu hal) açlıktır. (İçilen bu kadarcık süt açlığı gidermeye yetmez)"
buyurmuş ve (bu halleri devam ettiği sürece, ölmeyecek kadar) o leşi (yemelerini)
onlara helâl kılmış.

Ebû Dâvûd dedi ki: (Metinde geçen kelimesinin kökü olan) "el-ğabûk", gündüzün son

£1951

vakit(ler)idir. kelimesinin kökü olan) "sabûh" ise, gündüzün ilk anlarıdır.
Açıklama

Bu babda bulunan hadis-i şerifler de insanların, açlık gibi bir zaruret halinde
başkalarına ait haram ligayrihi bir yiyeceği ve leş gibi haram liaynihi olan bir yiyeceği



yemelerinin caiz olduğunu ifade etmektedir.

Fıkıh âlimleri, zaruret halinin çeşitli tariflerini yapmışlarsa da bu tarifler içersinde en
özlü olanı Mecelle şârihi Ali Haydar Efendi'nin yapmış olduğu şu tariftir: "Bir kimse
memnu'u tenâvül etmediği (almadığı) takdirde helaki müstelzim olan (gerektiren)
haldir."

Hattâbî bu hadisle ilgili açıklamasında şöyle diyor:

"Sabahleyin ve akşamleyin içilen bir bardak süt aslında insanın yaşamasını sağlamaya
yettiğinden burada zaruret hali söz konusu değildir. Ve dolayısıyla bu hadis-i şerif
insanın açlığını giderinceye kadar leş yemesinin helâl olduğuna delâlet eder. Nitekim
Mâlik b. Eıies bu görüştedir. İmam Şafiî'den gelen iki rivayetten birine göre İmam
Şafiî de bu görüştedir.

Gerçekten böyle yemeye İhtiyacı olan bir kişiyi bundan menetmek, onu mubah olan
bir fiilden menetmek olacağı için asla caiz değildir. Bu görüştekilere göre; böyle bir
kimsenin durumu, nikahlamak için hür bir kadın bulamadığından zina etme
tehlikesiyle karşı karşıya kalan ve bu durumdan kurtulmak için bir cariye ile evlenmek
isteyen hür bir adamın haline benzer. Bu adamın, iffetini en aşağı seviyede bile olsa
korumuş olmak için cariyeyi nikahlaması nasıl menedilemezse, bütün gıdası sabah ve
akşam içtiği bir bardak sütten ibaret olan bir kimse de leş yemekten menedilemez.
İmam Ebû Hanîfe'ye göre ise, bir kişinin leşten yemesi ancak zaruret halinde caiz olur.
Yani leşten yemediği takdirde hayatını devam ettiremeyecek duruma düştüğü zaman
bu leşten yiyebilir ve sadece ölmeyecek kadar viyebilir. Zaruret haline düşmeyen bir
kimsenin leş yemesi caiz olmadığı gikendisini ölümden kurtaracak miktardan fazla
yemesi de caiz değildir. Şafiî imamlarından el-Müzenî de bu görüştedir. Aynı görüş
Hasan-i Ba-sî'den de rivayet edilmiştir."

Bezlü'l-Mechûd yazarının, hocası Muhammed Yahya'dan naklettiği gibi, Musannif
Ebû Dâvûd herhalde bu hadis-i şerifleri burada mensub olduğu Şafiî mezhebinin bu
mevzudaki görüşünü te'kid etmek için zikretmiştir.

Bu hadislerde başkasına ait bir hayvanı kesip yemenin helâl olabilmesi ve bir leşin
yenebilmesi için zaruret halinin bulunmasından bahsedilmemiş olmasını bu
mevzudaki görüşlerine bir delil saymak istemiştir. Bu hadis-i şeriflerden böyle bir
hüküm çıkarmak isteyenlere verilecek cevap şudur:

1- Her ne kadar birinci hadiste, kişinin başkasına ait bir hayvanı kesip yemesi için
yemediği takdirde ölecek duruma düşmüş olması kaydı yoksa da bu hadisin umumi
ifadesi âyet ile kayıtlanmış ve ölümden kurtulacak kadar leş yiyen bir kimsenin leşten

£196]

daha fazla yemesinin haram olduğu âyet-i kerimede hükme bağlanmıştır.
Binaenaleyh usûlde mukarrer olduğu veçhile sözü geçen âyet-i kerimedeki kayıt
mutlak olan bu hadisin hükmünü de kayıtlar.

2- Sabah akşam birer bardak süt içen bir aileye leş yemeleri için ruhsat verildiğini
ifade eden ikinci hadisle ilgili cevap şudur:

Şurasını iyi kavramak gerekir ki, hadis-i şerifte anlatılmak istenen sabah akşam içilen
birer bardak süt ailenin tümünün içtiği süttür. Yani ailenin tüm fertlerinin sabah akşam
aldıkları gıdanın tümü iki bardak sütten ibarettir, her birisi sabah akşam birer bardak
süt içiyor değildir. Bu durumda olan bir ailenin açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya
bulunduğunda ise şüphe yoktur.

Hadis sarihleri, insana haram yemeyi mubah kılan açlık meselesiyle ilgili olarak şu
yedi mesele üzerinde durmuşlardır:



1) Haramı muvakkaten helâl kılan açlığın ölçüsü nedir?

Cumhur ulemaya göre, açlıktan dolayı haram yemenin muvakkaten de olsa caiz
olabilmesi için, bu açlığın devam etmesi halinde sahibini ölüme götürecek dereceye
ulaşması lâzımdır.

2) Bu duruma düşen bir kimsenin haramdan yiyebileceği miktar nedir?

Hanefîlere göre bu miktar zaruret haline düşen kimseyi ölümden kurtaracak kadar olan
miktardır. Bu mevzuda imam Ahmed ve Şafiî'den gelen rivayetlerden meşhuru budur.
İmam Mâlik'ten gelen güvenilir rivayete ve İmam Şafiî ile îmam Ahmed'ten gelen
meşhur olmayan rivayete göre, bu-duruma düşen bir kimsenin haramdan karnını
doyuruncaya kadar yemesi caizdir.

3) Bu duruma düşen kimsenin eline geçen bir haramdan yemesinin hükmü nedir? Farz
mıdır, mubah mıdır?

İmam Şafiî ve İmam Ahmed'den gelen iki rivayetten daha sağlam görülenine göre
farzdır. İmam Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik de bu görüştedirler. Ancak Ebû Yusuf a
göre mubahtır. Bu görüş Şâfü ile İmam Ahmed'den de rivayet olunmuştur.

4) Bu hüküm hem sefer hem de hazarda geçerli midir? Yoksa sefer haline mi
münhasırdır?

Cumhuru ulemaya göre bu hüküm hem sefer, hem de hazar hali için geçerlidir. İmam
Ahmed'den bir rivayete göre ise bu hüküm sadece sefer halinde geçerlidir.

5) İslâm devletine isyan ederek sefere çıkıp da bu yolculuklarında zaruret derecesine
ulaşan bir açlığa düşen kimseler için de bu ruhsattan yararlanma hakkı var mıdır, yok
mudur?

Hanefî ulemasına göre bu durumda olan kimselerin bu ruhsattan yararlanma hakları
yoktur. Ancak İmam Şafiî ile İmam Ahmed ve İmam Mâlik'e göre bu kimseler için de
bu ruhsat geçerlidir.

6) Bu duruma düşen kimselerin leş yemeleri ile şarap içmeleri arasında bir fark var
mıdır?

Hanefîlere göre bir fark yoktur. Usûlüne göre her ikisinden de faydalanılabilir. İmam
Mâlik ve İmam Şafiî'ye göre ise şaraptan faydalanılamaz.

7) Bir kimse, ileride düşeceği şiddeti açlık halini düşünerek eline geçen bir leşi yanma
azık olarak alabilir mi?

İmam Ahmed'den gelen iki rivayetten en sahih olanına göre, bu durumda olan
kimsenin eline geçirdiği bu leşi yanma azık olarak alması caizdir. İmam Şafiî ile îmam
Mâlik de bu görüştedirler. İmam Ahmed'den gelen diğer bir görüşe göre ise caiz

değildir.

37. Bir Sofraya İki Çeşit Yemeği Birden Koymanın Hükmü)
3818... İbn Ömer'den rivayet olduğuna göre; Rasûlullah (s.a):

"(Şu anda) Önümde esmer buğday (unun)dan (yapılmış); yağ ve sütle karışık beyaz bir
ekmek olmasını ne kadar arzu ederdim" demiş.

Bunun üzerine (orada bulunan) cemaaten biri kalkıp bu ekmeği hazırlayıp (Hz.

Peygamber' in önüne) getirmiş. (Hz. Peygamber ekmeği görünce onu getiren zata):

"Bu (yağ) neyin içerisinde (bulunuyor) idi?" diye sorunca;

Keler (derisin)den (yapılmış) bir kap içerisindeydi, diye cevap vermiş.

(Bunu işiten Hz. Peygamber):



"Onu (derhal önümden) kaldır" buyurmuş.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadis münkerdir.

Yine Ebû Davûd dedi ki: (Senedinde bulunan) Eyyub, (Eyyub) es-Sahtiyânî değildir.
£1981

Açıklama

Bu hadis-i şerif, bir öğünde birden fazla katık yemenin caiz olduğuna delâlet
etmektedir.

Çünkü her ne kadar Hz. Peygamber yağ ve sütle karıştırılmış olan bir ekmeği,
sofradan kaldırtmışsa da bunun sebebi, iki katığın bir arada bulunması değil, ekmekte
bulunan yağın keler derisinden yapılmış bir tulum içerisinde olmasıdır.
Hz. Peygamber yemeğin önüne getirilmesiyle, onda çirkin bir koku duymuş olmalı ki
hemen bu yemeğin yağının nerede muhafaza edilmekte olduğunu sormuş ve gerçeği
öğrenince yemeği yememiştir.

Bu durum Hz. Peygamber'in bir öğünde birden fazla yemek yemeyi caiz gördüğünü
ifade eder.

"Ancak iki yemeği birden yemenin caizliğinde ulema arasında ihtilâf vardır.
Gerçekten de seleften bazılarının bunu caiz görmediklerine dair bir rivayet vardır ama
onların bu görüşü kerahet-i tenzihiyyeye hamledilmiştir. Her ne kadar selef-i sâlihîn,
dinî bir maslahat bulunmaksızın çeşitli yemekler yemeyi alışkanlığa ve gevşekliğe yok
açabileceği endişesiyle pek iyi karşılamamışlarsa da, bir sofrada birden fazla katık
yemekte bu sakıncaların dışında bir sakınca görmemişlerdir. Çünkü çeşitli yemekler
yiyen kimselerin tüm organları bu yemeklerden bir haz aldıkları ve şükrünü dile
getirdikleri için çeşitli yemekler yemekte bir sakınca olduğu söylenemez.
Hatta selef-i sâlihînin de bir sofrada birden fazla yemek bulundurdukları
bilinmektedir.

Burada önemli olan, iki yemeği bir anda ağza koymamaktır. Yemeğin birinden alman
lokmayı yutmadıkça diğerinden ağza almamaktır. Meselâ, etle ekmeği bir anda yiyen
kimse ağzındaki eti yutmadan ekmeği, ekmeği yutmadan da eti ağzına koymamalıdır.
Nitekim Türkler buna riayet etmektedirler. Çünkü bu Hz. Peygamber'in sünneti
[199]

idi."

Esasen, "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haranı
r2001

etti?" âyet-i kerimesiyle, Hz. Peygamber'in yaş hurma ile birlikte hıyar yediğini
ifade eden 3835 numaralı hadis ve tereyağı ile kuru hurmayı birlikte yemeyi sevdiğini



ifade eden 3837 numaralı hadis de bunu ifade etmektedir. Hadis-i şerifte söz
konusu edilen keler yemenin hükmü ise 3793 numaralı hadisin şerihinde geçtiğinden
burada tekrara lüzum görmüyoruz.

Musannif Ebû Davud'un bu hadisin münker olduğunu söylediği halde onu Sünen'ine
almasının sebebine gelince; Bezi yazarının da dediği gibi, Taberanî'nin zayıf bir
senetle rivayet ettiği, "Hz. Peygamberce, içinde bal ve süt bulanan bir kap
getirildiğinde; Ben iki katığı bir arada yemem ama başkalarının yemesini de
yasaklamam" dediğine dair zayıf bir hadisin zayıflığını isbatlamak için olsa gerektir.



Çünkü buradaki hadis iki yemeğin bir sofrada yenebileceğini ifade ettiği için

r2021

Taberanî'nin rivayet ettiği hadisin zayıflığını bir ölçüde isbatlamaktadır.



38. Peynir Yemek

3819... İbn Ömer'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Peygamber (s.a)'e Tebük (seferin)de bir (parça) peynir getirildi. (Hz. Peygamber de)

r2031

bir bıçak istedi, sonra Besmele çekip (bıçakla peyniri) kesti.
Açıklama

Peynir yemenin helâl olduğunu ifade eden bu hadis-i şerif aynı zamanda) bir işe
başlarken Besmele çekmenin sünnet olduğuna, peyniri bıçakla kesmenin caiz
olduğuna ve sütün peynir olması için kullanılan mayanın temiz olduğuna da delâlet
etmektedir. Çünkü mayasız peynir olmayacağına göre, peynirin temiz olması mayanın

[204]

da temiz olmasını gerektirir.

39. Sirke Hakkında Gelen Hadisler

3820... Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):

[2051

"Sirke ne güzel katıktır" buyurmuştur.

3821... Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a): "Sirke ne güzel

r2061

katıktır" buyurmuştur.
Açıklama

Sirke de Hz.Peygamber'in beğendiği ve övdüğü katıklardandır. Çünkü temini kolay ve

ekonomiktir. Kanaatkar insanların yediği bir katıktır.

Hattâbî, mevzumuzu teşkil eden bu hadisi açıklarken şöyle demiştir:

"Hz. Peygamber bir katık olarak sirkeyi överken aslında yemeklerde tutumlu olmayı,

israftan ve oburluktan kaçınmayı, nefsin var gücüyle yemeye sarılıp ona güvenmekten

uzak kalmasını övmüştür.

Fahr-i Kâinat Efendimiz bu sözüyle sanki şöyle demiştir: "Sirkeyi ve sirke gibi ucuz
ve kolaylıkla temin edilen katıkları, diğer katıklara tercih ediniz. Fazla pahalı
yemekler yemeye kendinizi alıştırmayınız. Çünkü ağır yemekler şehveti artırır, şehvet
ise hem dine hem de vücuda zararlıdır." Hz. Peygamber'in sirkeyi güzel bir katık
olarak nitelendirmesi sebebiyle fıkıh âlimleri; hiç katık yememek üzere yemin eden
bir kimsenin ekmekle sirke yemesiyle yemininin bozulacağını söylemişlerdir."
Bu mevzuda Bezlü'l-Mechûd yazarı da şöyle diyor:

"Hattâbî'nin; "bu hadiste övülmek istenen aslında yemeklerde iktisatlı olmaktır" sözü;
aslında burada övülmek istenen bizzat iktisattır, sirke ise dolaylı olarak övülmektedir



anlamına gelir. Nevevî ise; hadis-i şerifte övülmek istenen bizzat sirkedir. İktisat,
şehvetleri terk gibi dinî esaslar ise bu hadisle değil başka hadislerle açıklanmıştır,
diyor ki doğrusu da budur."

Mevzumuzu teşkil eden bu hadisler mana bakımından aynı oldukları halde Musannifin

r2071

onları ayrı ayrı rivayet etmesinin sebebi senetlerin farklı olmasıdır.
Bazı Hükümler

1. Sirkeye katık denebilir.

2. Sofraya oturanları iştahlandırabilmek için yiyeceklerden söz edilebilir.

3. Bir şeyin aslı değişince hükmü de değişir. Şıra şarap olunca pis ve haram olur, sonra

r2081

sirkeye çevrilince temiz ve helâl olur.
40. Sarmısak Yemek

3822... Câbir b. Abdillah (r.a) Rasûlullah (s.a)'m;

"Sarımsak veya soğan yiyen kimse bizden uzak dursun. -Yahutta mescidimizden uzak
dursun- ve evinde otursun" buyurduğunu söyledi. (Yine Câbir şöyle dedi):
Hz. Peygamber (s.a)'e (bir gün) içinde taze sebze bulunan bir tabak getirildi de onda
(çirkin) bir koku duydu, (bu kokunun ne olduğunu) sordu. (Bunun üzerine) tabakta
bulunan sebzelerin neler olduğu kendisine haber verildi. (Tabaktaki sebzelerin neler
olduğunu anlayınca) yanında bulunan sahâbîlerden birine (işarette bulunarak); "Bu
sebzeleri şuna görürünüz" buyurdu. (O sahâbî de, Peygamber (s.a)'in bu hareketini)
görünce (bu sebzeleri) yemek istemedi.
(Hz. Peygamber):

"Sen ye,(benim yemediğime bakma). Çünkü ben senin konuşmadığın kimselerle
konuşuyorum" buyurdu.

(Ravi Ahrnedb. Salih) dedi ki: İbn Vehb, (metindegeçen) "bedr" kelimesini "tabak"
r2091

diye tefsir etti.

3823... Ebû Saîd el-Hudrî şöyle dedi:

Rasûlullah (s.a)'m yanında sarmısak ve soğandan bahsedildi ve;
Ey Allah'ın Rasûlü, bunların hepsinin (içinde kokusu) en fazla olanı sarımsaktır.
(Artık) sen onu bize haram kılıyor musun? diye soruldu. Peygamber (s. a) de;
"Onu yiyiniz, (fakat) onu yiyen kimse kokusu kendisinden gidinceye kadar şu mescide

12101

yaklaşmasın" buyurdu.

3824... Huzeyfe'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a) üç defa şöyle
buyurmuştur:

"Kıbleye tüküren kimse kıyamet gününde (Allah'ın huzuruna) tükürüğü iki gözünün
arasında olarak gelir. Kim de şu pis (kokulu) sebzeyi yerse (bizim) mescidimize
1211]

yaklaşmasın."



3825... İbn Ömer (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a):

1212]

"Şu bitkiden yiyen kimse mescidlere yaklaşmasın" buyurmuştur.
3826... Muğîre b. Şu'be'den rivayet olunmuştur:

Bir gün sarımsak yiyip (namaz kılmak üzere) Peygamber (s.a)'in mescidine varmıştım,
(Ben) mescide girince Peygamber (s.a) (herhalde benden) bir koku hissetti(ki),
namazım bitirince;

"Her kim şu (sarmısak ismi verilen) bitkiyi yerse kokusu (kendisinden iyice) gidinceye
kadar (mescidimize) yaklaşmasın" buyurdu.
Namazı tamamlayınca yanma varıp;

Ey Allah'ın Rasûlü, Allah için elini bana vereceksin, dedim. (Elini lütfedip bana verdi,
ben de) elini (tutup) yenimin arasından göğsüme götürdüm. O sırada ben göğsü sarılı
idim. (Göğsümün sarılı olduğunu anlayınca);

mu

"Senin özrün var" buyurdu.

3827... (Muaviye b. Kurre'nin) babasından rivayet olunduğuna göre;

Peygamber (s.a) (sarmısak ve soğan diye bildiğimiz) şu iki bitkiyi yasaklamış ve şöyle

buyurmuştur:

"Bunları yiyen mescidlerime yaklaşmasın. Eğer mutlaka yemeniz gerekiyorsa
pişirmek suretiyle onlar (da bulunan ağır kokular) i gideriniz (de ondan sonra
yiyiniz)."

(Bu hadisin ravisi Muaviye) dedi ki: (Hz. Peygamber, "iki bitki" kelimesiyle) soğan ve

£2141

sarmısağı kasdetmiştir.

3828... Şüreyk (b. Hanbel)'den rivayet olunduğuna göre; Ali (a.s):

"Pişirilmiş olması dışında sarımsağın yenmesi yasaklanmıştır" buyurmuştur.

Ebû Dâvûd dedi ki: (Senette ismi geçen) Şüreyk '(ten maksat, Şüreyk) b. Hanbel'dir.

£2151

3829... Ebû Ziyâd Hıyar b. Seleme'den rivayet olunduğuna göre; Kendisi Aişe
(r.anha)'ye soğanı sormuş da (Hz. Aişe): "Rasûlullah (s.a)'in yediği son yemek, içinde

'12161

soğan olan bir yemekti" cevabını vermiş.
Açıklama

Her ne kadar Arapçada, "Şecer" kelimesinin gövdesi ve dalı olan ağaçlar için
kullanıldığı bilinmekte ise de efsahu'l-fusahâ olan Fahr-i Kâinat Efendimiz'in bu
kelimeyi soğan ve sarmısak için de kullanması; bu kelimenin gövdesi, dalı budağı
olmayan sarmısak ve soğan gibi bitkilere de şamil olduğunu gösterir.
"Bedr" kelimesi ise, aslında dolunay anlamına geldiği halde burada ay gibi yuvarlak
olması sebebiyle mecazen "tabak" anlamında kullanılmıştır.



kelimesi, "göğsü isâbe, yani sargı ile sarılı" demektir.

İbnü'l -Esîr'in en-Nihâye isimli eserinde açıkladığı gibi, araplar acıkıp da açlıklarını
giderecek bir çare bulamadıkları zaman karınlarına bir sargı bağlayıp sargının altına
birtaş koyarlardı. Aşağıda da açıklayacağımız gibi burada karnı sanlı denmeyip göğsü
sanlı dendiğine göre bu sargıyı sarmanın sebebinin karın açlığı olmayıp tansiyon
yükselmesi gibi kalp atışlarının düzensizliği ile ilgili bir rahatsızlık olması gerekir.
Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimizin, "Senin mazeretin var" buyurması da bunu
gösterir.

Hafız İbn Hacer'in açıklamasına göre, 3822 numaralı hadis iki ayrı hadisi ihtiva
etmektedir. Ancak her iki hadis de birbiri ile ilgili oldukları ve ravileri de aynı olduğu
için bir arada ve bir senet altında rivayet edilmişlerdir.

Aslında hadisin başından kelimesine kadar olan kısımda zikredilen olay Hayber'de;
daha aşağı kısımda zikredilen olay da hicretin ilk zamanlarında olmuştur ki iki olay
arasında en az altı yıl vardır.

Bu, hicretin ilk zamanlarında Hz. Peygamber'e sarımsak yemenin hükmü ile ilgili

olarak soru yöneltilmesi hadisesi Hafız İbn Hacer'e göre Hz. Peygamberdin Ebû

Eyyub el-Ensârî'nin evinde kaldığı sırada ve onun evinde olmuştur.

Görüldüğü gibi bu gelen hadisler sarmısak yemenin yasaklandığını İfade

etmektedirler.

Ancak hadisler bazı Zâhirîlerce farklı anlaşıldıklarından onlar sarmısak yemenin
hükmü konusunda farklı bir neticeye vararak çiğ sarmısak yemenin haram olduğunu
söylemişlerdir. Bunların dışında kalan fıkıh ulemasına göre, çiğ sarmısak yemek
haram değil mekruhtur. Bu kerahatin illeti insanlan rahatsız eden kokusudur. Hatta

[2171

Câbir'den gelen, "İnsanların rahatsız olduğu şeyden melekler de rahatsız olur"
meâlindeki hadis-i şerifte de ifade edildiği üzere bu koku sadece insanlara ulaşmakla
kalmaz meleklere kadar ulaşır.

Nitekim 3822 numaralı hadis-i şerifte geçen, "Çünkü ben senin konuşmadığın
kimselerle konuşurum" mealindeki cümlede meleklerin sarmısak kokusundan rahatsız
oldukları ifade edilmektedir.

'Sarımsağın haram olmadığının delili ise, "Ey cemaat, Allah'ın bana helâl kıldığı bir
şeyi haram etmek benim elimde değildir. Şu var ki ben bu bitkinin kokusundan
[2181

hoşlanmıyorum meâlindeki hadistir.

Çiğ sarımsağın hükmü böyle olmakla beraber pişmişi mekruh değildir. Nitekim 3827-
3 829 numaralı hadislerin üçü de bunu açıkça ifade etmektedir. Merhum Ahmed Naim
Efendi'nin açıklamasına göre, "soğan, pırasa, turp gibi fena kokulu sebzeler de
12191

sarmısak gibidir." Nil.ekim 3822 numaralı hadis ile, "Rasûlullah (s.a) soğan ve

r2201

pırasa yemeyi yasakladı" mealindeki hadis-i şerif ve Tabaranî'nin Câbir'den

* 12211
rivayet ettiği bir hadis-i şerif de bunu ifade etmektedir.

İmam Mâlik'den rivayet olunduğuna göre, turp kokusu duyulursa sarmısak gibidir.
Mâliki fukahasmdan Kadı Iyâz, "geğirme ile kokusu çıkarsa" kaydını koymuştur.
Binaenaleyh sarmısak gibi çirkin kokulu sebzeleri çiğ olarak yemek mekruhtur.
Bunları yiyenler kokuları kayboluncaya kadar, mescide giremezler. Zâhirİyye



ulemasına göre, bu gibi sebzeleri yemek cemaati terke sebebiyet vereceğinden
haramdır.

Sarmısak gibi fena kokulan yiyen kimselerin, bu koku kendilerinden gidinceye kadar
mescide gitmeleri caiz olmadığı gibi, ilim ve zikir meclisi gibi toplantılara gitmeleri
de caiz değildir. Mescidin çevresi de bu mevzuda mescid gibidir. Ancak bu nehiy
sokağa, çarşı ve pazara şamil değildir.

Kadı Iyaz, "Cemaatte hazır olanların hepsi de bu gibi sebzeleri yemiş iseler bu kerahat
kalkar" demiş ise de aslında mescid boş olsa bile melâike-ye hürmet etmek gerekir.
Bu gibi sebzeleri yiyenlerin mescide girmelerinin yasaklanması sebebi, oradaki
insanları ve melekleri rahatsız etmek olduğundan, kıyas yoluyla; ağzı ve yarası ağır
kokanların, kasap, balıkçı, cüzzâmlı, alaca hastalığına yakalanmış kimselerin cemaata

f2221

devam etmemelerine fetva verilmiştir.

3824 ve 3825 numaralı hadislerde sarmısak yiyenin mescidlerden uzak durması
emredildiğinden mescidlerle ilgili bu emrin sadece Hz. Peygamber'in mescidine

f2231

mahsus olmayıp bütün mescidlere şamil olduğu anlaşılır.
Bazı Hükümler

1. Çığ sarmısak yiyerek mescide gelmek mekruhtur.

2. Sarmısak gibi kerih kokan soğan, pırasa, turp gibi şeyler de sarmısak hükmündedir.

3. Sarmısak ve benzeri sebzeleri yiyenler mescide gelmemelidirler.

4. Hadislerde sarmısakla soğanın zikredilmesi çok yenildikleri içindir.

5. Ulemadan bazıları bu hadisi delil göstererek cemaata devamın farz olmadığını
söylemişlerdir.

f2241

6. Sarmısak soğan gibi şeyleri yemek cemaati terk hususunda özür sayılabilir.
41. Hurma Yemek

3830... Yusuf b. Abdullah b. Selâm'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur;

Ben Peygamber (s.a)'i, bir ekmek parçası alıp üzerine de bir hurma koymuş (olduğu)

halde:

[2251

"Bu bunun katığıdır" derken gördüm.

3831... Aişe (r.anha)'dan rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):

f2261

"İçinde hurma bulunmayan bir evin halkı açtır" buyurmuştur.
Açıklama

Tıybî'nin açıklamasına göre, kuru hurmanın başlı başına bir yemek olduğu bilindiği
fakat onun bir katık olarak yendiği halk arasında bilinmediği halde burada ondan katık
diye bahsedilmesi, onun müstakil bir yiyecek olmakla beraber katık olarak da
yenmeye müsait bir yiyecek olduğunu gösterir.



Bir başka ifadeyle Bezi yazarının da dediği gibi, hurma aslında yalnız başına yenen
müstakil bir yiyecek olmakla beraber ondan katık diye bahsedilmesi mecaizdir.
3831 numaralı hadîs-İ şerifte, içerisinde hurma bulunmayan bir ev halkının aç
olduğundan bahsedilmesi; bütün geçim kaynağını hurma teşkil eden Medineliler
içindir. Çünkü Hz. Peygamber devrinde Medinelilerin yegâne geçim kaynağı hurma
idi, hurması olmayan bir aile açtı. Hz. Peygamber bu sözüyle o günkü Medine halkının
ekonomik yapısını dile getirmiş olabilir.

Tıybî'nin açıklamasına göre ise, Hz. Peygamber bu sözü ile ülkelerinde bol hurma
yetişen milletleri hurmanın kıymetini bilmeye ve kanaatkar olmaya davet etmek
istemiş de olabilir.

Bazıları da, "Hz. Peygamber bu sözüyle hurmanın diğer meyveler arasındaki

r2271

üstünlüğünü ifade etmek istemiştir" dediler.

42. (İçerisinde) Kurtlu Hurma (Bulunan Hurmaları) Yerken (İçlerinde Kurt
Bulunup Bulunmadığını İyice) Araştırmak (Gerekir)

3832... Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Peygamber (s.a)'e (geçen
seneden kalma) ekşimiş bir hurma getirildi de (içinde bulunan kurtlan) çıkar(ip at)mak

r2281

üzere bu hurmayı iyice bir gözden geçirmeye başladı.

3833... İshak b. Abdillah b. Ebî Talha'dan rivayet olunduğuna göre;
Peygamber (s.a)'e (bazen) içinde kurt bulunan hurmalar getiriirdi de... (Ravi İshak

f2291

sözlerine devam ederek bir önceki hadisin manasını (ifade eden sözler) söyledi.
Açıklama

Bu hadis-i şerifler içindeki kurtları çıkarmadan kurtlu hurma yemenin caiz olmadığını
ifade etmektedir. Çünkü kurtar pistir. Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'inde, "...Onlara güzel

[2301

şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar" âyetiyle pis şeyleri haram kılmıştır. Bu
mevzuda Aliyyü'I-Kârî şöyle diyor:

"Taberanî, hasen bir senetle İbn Ömer'den Hz. Peygamber'in hurmaların içinde kurt

[231]

araştırmayı yasakladığına dair merfu bir hadis rivayet etmişse de bu hadis yeni
hurmalar hakkındadır ve vesveseyi önlemek içindir. Hurmayı gözden geçirmeden
yemenin caiz olduğunu bildirmek için de öylemiş olabilir."
Bezlü'l-Mechûd yazan ise şöyle diyor:

"Her ne kadar Aliyyü'I-Kârî böyle demişse de, hadis-i şerifte kurtlu hurmaları
yemenin mekruh olduğu bildirildiğine göre; içinde kurt bulunması ihtimali kuvvetli
olan bir hurmayı iyice kontrol etmeden yemenin mekruh olması fakat içinde kurt
bulunması ihtimali zayıf olan bir hurmayı kontrol etmeden yemenin ise caiz olması,
içinde kurt bulunduğu kesin olarak bilinen bir hurmayı ayıklamadan yemenin de

r2321

haram olması gerekir. Bunun caiz ve tenzihen mekruh olduğu söylenemez."



43. (Toplu Halde) Yemek Yerken İki Hurmayı Birden Yemek

3834... İbn Ömer'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s. a), (iki hurmayı)
birleştirerek yeme) yi yasakladı ve: "Ancak (sofrada bulunan yemek) arkadaşlarının

[2331

izin vermeleri müstesnadır" buyurdu.
Açıklama

İmam Nevevî bu hadisi açıklarken şu görüşlere yer veriyor: "Bu hadisteki iki hurmayı
birden yemekle ilgili yasağın hükmü üzerine ulema ihtilâfa düşmüştür. Bazıları bu
yasağın haram ifade ettiğini ileri sürerken, bazıları kerahat ifade ettiğini, bazıları da bu
yasağa uymanın âdabtan olduğunu ileri sürmüşlerdir. Doğrusu ise bu yasakla ilgili
hüküm, duruma göre değişir.

Eğer hurma sofrada bulunan kimselerin ortak malı ise sofrada bulunan cemaatin
tümünün rızası olmadıkça iki hurmayı birleştirerek yemek haramdır. Cemaatin
rızaları, açıkça söylemek yahut sarahat yerini tutacak bir karine veya nazı geçme gibi
bir şeyle olabilir. Hepsinin razı olup olmadığında şüphe varsa çifter çifter yemek
haramdır.

Yiyecek içlerinden birine ait olursa yalnız onun rızası şarttır. Onun rızasını almadan
ikişer yemek haramdır. Fakat yiyecek sahibinin ikişer ikişer yemesi caizdir. Bununla
beraber sofrada bulunan kimselerden izin alması müstehabtır. Eğer yiyecek azsa ev
sahibinin misafirlerle beraber, eşit olarak yemiş olmak için, ikişer ikişer yemekten
kaçınması iyi olur. Yemek artacak kadar çok ve acele yemeyi gerektiren bir işi varsa o
zaman ikişer ikişer yemekte bir sakınca yoktur. Ancak edeb, açgözlülük ifade eden bu
tür davranışlardan kaçınmayı gerektirir."

Hattâbî, "Hurmayı veya başka bir yiyeceği ikişer ikişer kaldırarak yemenin
yasaklanması, müslümanhğm ilk devirlerinde yiyecek sıkıntısı çekildiği dönemlere
aittir. Bugün bu sıkıntı geçtiğinden söz konusu yasak da yürürlükten kalkmıştır"
demişse de İmam Nevevî, Hattâbî'nin bu görünüşünü reddederek kendi görüşünün

12341

doğru olduğunu beyan etmiştir.

44. Bir Sofrada İki Sebze Ve Meyveyi Birlikte Bulundurmak

3835... Abdullah b. Ca'fer'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a), hıyar ile yaş

12351

hurmayı birlikte yermiş.

3836... Aişe (r.anha)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s. a) karpuzla yaş
hurmayı birlikte yerdi ve;

"Şunun sıcağını şunun soğuğuyla, şunun soğuğunu da şunun sıcağıyla kırıyoruz"
[2361 '

buyururdu.



3837... Büsr'ün Sülem kabilesine mensub (Abdullah ve Atiyye isimlerindeki) iki



oğlundan rivayet olunmuştur; dediler ki:

Rasûlullah (s. a) (bir gün) yanımıza geldi. (Kendisine) tereyağı ve kuru hurma ikram

r2371

ettik. Tereyağı ile kuru hurmayı (birlikte yemeyi çok) severdi.
Açıklama

Kıssa: Acur ve hıyar manalarına geldiği için burada bu iki manadan biri kastedilmiş
olması gerekir.

el-Bittüı: Kavun ve karpuz anlamına geldiği gibi kendisinden sonra ah-dar (yeşil)
sıfatı getirilirse karpuz, asfarr (sarı) sıfatı getirilirse kavun anlamına gelir.

r2381

Ancak Hafız Ibn Hacer, bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber'in kavunla hurmayı
birleştirerek yediğinden bahsedilmesine bakarak, burada bu kelimeyle karpuz değil
kavun kastedilmiş olması gerektiğini söylemektedir.

Fakat kavundaki soğukluk özelliği karpuzda da bulunduğundan burada bu kelimeyle

karpuz ve kavun kastedilmiş olması neticeyi değiştirmiş olmaz.

Bu hadis-i şerifler bir yemekte iki çeşit meyve veya sebze yemenin caiz-liğine delâlet

etmektedir.

İmam Kastalânî'nin açıklamasına göre, ulema bir yemek vaktinde iki çeşit sebze veya
meyve yemenin caizliğinde ittifak etmişlerdir.

Şurasını da ifade etmek isteriz ki bu bab ile 37. babı karıştırmamak gerekir. Çünkü bu
babda işlenen, bir yemek vaktinde iki çeşit sebze veya meyve yemek konusudur. 37.

r2391

babda işlenen ise bir yemek vaktinde iki çeşit yemek yeme konusudur.
45. Ehli Kitabın Kaplarında Yemek Yemek

3838... Câbir (r.a)'den şöyle dediği rivayet olunmuştur: Rasûlullah (s. a) ile birlikte
savaşa çıkar (ve savaşta) müşriklerin (yemek) kaplarından ve su kaplarından bazılarını
ele geçirirdik. (Yemek pişirirken ve su içerken) onlardan yararlandık. Bu hareketimiz-

[240]

den dolayı (Hz. Peygamber) bizleri hiç ayıplamadı.

3839... Ebû Salebe el-Huşenî'den rivayet olunduğuna göre;
Kendisi Rasûlullah (s.a)'a:

Biz (bazen) ehl-i kitapla karşılaşıyoruz, tencerelerinde domuz (eti) pişiriyorlar,
bardaklarında şarap içiyorlar. (Bu durumda bizim onların kaplarım kullanmamız caiz
olur mu)? diye sormuş. Rasûlullah (s. a) da:

"Eğer onlardan başka kaplar bulursanız bulduğunuz kaplarda yiyiniz içiniz. Fakat
başka kaplar bulamazsanız onların kaplarını suyla yıkayınız ve (onlarda) yiyiniz,
I24TI

içiniz" buyurmuş.
Açıklama



Hattâbî'nin açıklamasına göre, 3838 numaralı hadis-i şerif müşriklerin yemek ve su



kaplarından yemek yemenin ve su içmenin caizliğini ifade etmekle beraber, aslında bu
cevaz mutlak değildir. Bu bakımdan söz konusu cevazın 3839 numaralı hadiste
yeralan "başka bir kap bulamama" ve bir de "yıkama" şartlarıyla kayıtlı olduğunu
unutmamak gerekir. Binaenaleyh müşriklerin kaplarını kullanmanın caiz olabilmesi
için onlardan başka bir kap bulamamış olmak, ikinci olarak da onları temiz su ile iyice
yıkamak şarttır.

Onların suları ile elbiselerine gelince; eğer onlar pislikten sakınmayan, elbise
temizlemede idrar kullanan kavimlerden değillerse suları ve elbiseleri temiz sayılır.
Aksi takdirde pislik değmediği kesin olarak bilinmedikçe pis sayılır.
Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, Şerhu'l-İkna' isimli eserde şöyle
deniyor:

"Eğer bu müşrikler ibadetlerini bir takım necasetler kullanarak yapmıyorlarsa onların
kaplarını kullanmak caizdir. Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz, müşrik bir kadının
yolculukta kullandığı bir su kabından abdest almıştır."

Hz. Peygamber'in hicret yolculuğu esnasında Hz. Ebû Bekir'in müşrik bir çobana
sağdırdığı sütü o çobanın kabından içmesi de bunu gösterir.

Muğnî yazarı İbn Kudâme, mecûsilerle puta tapanların ehl-i kitap olmadıklarını
söylemiş; Mâliki ulemasından Kâdî de onların yemeklerinin ve yedikleri etlerin ölü
hayvan etinden hâli olmayacağı cihetle onların kullandıkları kapları kullanmanın caiz
olmayacağını bildirmiştir.

Ebu'l-Hattâb ise bu mevzuda ehl-i kitapla ehl-i kitap olmayan müşrikler arasında bir
fark görmemiştir ki İmam Yâfıî'nin görüşü de budur. Delili ise Hz. Peygamber'in ve
sahâbîlerinin müşrik bir kadının yolculukta kullandığı su kabından abdest almalarıdır.
Ahmed b. Hanbel'in bu mevzudaki görüşü de Kâdî'nin görüşü gibidir.
Hanefî ulemasından el-Aynî de bu mevzuda şöyle diyor: "Aslında ehl-i kitap ile
mecusilerin kapları temizdir. Bununla beraber yıkanması müstehaptır. Pis olduklarının
kesin olarak bilinmesi halinde bu kapları yıkamak icab eder."

Nitekim 3839 numaralı hadiste, "Onlar tencerelerinde domuz pişiriyorlar... (onların
kaplarını kullanalım mı)?" sorusuna karşılık Hz. Peygamber'in,"Başka bir kap
bulamazsanız onları yıkayınız ve onlardan yiyiniz, içiniz"
karşılığını vermesi de bu görüşü teyid eder.

Bu hususta Ahmed Davudoğlu ise şöyle demektedir: "Bu tafsilat, başka kap
bulunduğu zaman ehl-i kitabın kaplarım kullanmanın mekruh olmasını iktiza eder.
Halbuki fukaha ehl-i kitabın kaplarından başkası bulunsun bulunmasın, yıkamak
şartıyle bu kaplardan yiyip içmenin kerahatsiz caiz olduğunu söylemişlerdir.
Bu meselenin cevabı şudur: Yasaklanmadan murad içerisinde domuz eti pişirilen
kaplarla şarap kaplarıdır. Bunlar yıkandığı halde kullanılmasının yasak edilmesi,
iğrençliğinden ve pislik konmak için hazırlanmış olduklanndandir. Fukahamn muradı

\242]

ise, küffârm ekseriyetle necasette kullanmadıkları kaplardır."
46. Deniz Hayvanlarının Etlerini) Yemek
3840... Câbir (r.a)'den rivayet olmuştur; dedi ki:

Rasûlullah (s. a) bizi (Habat gazasına) göndermişti. Ebû Ubeyde b. el-Cerrah'i da
başımıza komutan tayin etmişti. Kureyş'in bir kervanı ile karşılacaktık. Bir dağarcık
hurmayı bize azık olarak vermiş, verecek başka bir şey de bulamamıştı.



Ebû Ubeyde b. el-Cerrah, her birimize bu hurmalardan (sadece) birer tane veriyordu.
Biz de onu çocuğun meme emdiği gibi emiyorduk, sonra da üzerine bir su içiyorduk.
Bu bize o gün geceye kadar yetiyordu. Bir de sopalarımızla (selem) ağac(mm)
yaprağına vuruyorduk; (düşen) yaprağı su ile ıslatıp yiyorduk. (Nihayet) denizin
kenarına vardık. (Denizin kıyısında) kum yığını gibi büyük bir cisim yükselmeye
başladı. Yanma vardığımız zaman bir de ne görelim, anber denilen balıkmış. Ebû
Ubeyde (onu görünce); "Bu bir leştir ve bize helâl değildir" dedi. Sonra, "Hayır, biz
Rasûlullah (s.a)'m elçileriyiz ve Allah yolunda (sefere çıkmış durumda)yız; ve siz
buna şiddetle muhtaçsınız. Binaenaleyh (bunu) yiyiniz" dedi. Biz orada bir ay kadar
kaldık. Üç yüz kişi idik. Hatta bu balıktan yiye yiye semizleşmiştik. (Rasûlullah)
(s.a)'a dönünce bu durumu ona anlattık.

"O Allah'ın sizin için çıkardığı bir rızıktır. Yanınızda onun etinden biraz var mı ki
ondan bize de yediresiniz" buyurdu.

[243]

Bunun üzerine biz (ondan bir kısmım) gönderdik, (Hz. Peygamber de onu) yedi.
Açıklama

Hadis-i şerifte anlatılan hâdise, hicretin 8. senesinde yapılan Sîfu'l-Bahr (deniz
kenarı) gazvesi diye anılan sefer sırasında vuku bulmuştur. Sefer sırasında sahâbiler
açlıktan ağaç yaprakları yedikleri için bu askerlere Ceyşü'l-Habat (yaprak askerleri) ve
bu sefere Habat Gazvesi de denir.

Bu sefer müslümanlarla savaş halinde bulunan Cüheynelilerle çarpışmak ve
müslümanlarla barış halinde bulunan Kureyşlilere ait bir kervanı Cü-heynelilere karşı
korumak için yapılmıştır.

Gerçi Hudeybiye Muahedesi, Kureyş kervanını korumak vazifesini müs-lümanlara
yüklemiyordu ama Kureyş kervanının Cüheynelilerin eline geçmesi bunları
güçlendireceği için müslümanlar bu kervanın onların eline geçmesini önlemek

f2441

mecburiyetinde idiler.

Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, ihtimal ki Ebû Ubeyde ve etrafındaki
sahâbiler, ölü hayvan eti yemenin haram olduğunu biliyorlar, fakat deniz
hayvanlarının ölüsünü yemenin helâl olduğunu bilmiyorlardı. Sonradan, kendilerinin
zaruret halinde bulunduklarını göz önünde bulundurarak bu yolculukta onu
yiyebileceklerine hükmettiler ve yediler. Hz. Peygamber, o balıktan yemek suretiyle
ölü balık etinin zaruret hali olmadan da yenilebileceğini göstermiş oldu.
Eğer zaruret haline binaen böyle bir ictihadda bulunmuş olsalardı, "zaruretler kendi

12451

miktarlarmca takdir olunurlar" kaidesince ondan doyasıya yememeleri gerekirdi
diye itiraz edilirse; "Onlar Allah yolunda ve Allah ve Rasûlünün hizmetinde
bulundukları sürece bundan doyasıya yiyebileceklerine dair ictihadda bulunarak böyle
hareket etmiş olabilirler" şeklinde cevap verilebilir.

Esasen 3817 numaralı hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi, zaruret halinde bulunan
bir kimsenin açlığını giderinceye kadar leşten yiyebileceğini söyleyen fıkıh âlimleri de
vardır. Bu yönüyle bu hadis-i şerif bu görüşte olan ulemanın görüşünü teyid
etmektedir.

Bu mevzuda gelen hadislerde, söz konusu sefere katılan sahâbilerin yanlarına aldıkları



yiyecekler konusundaki rivayetler çeşitlidir. Kimisinde "yiyeceklerimizi boynumuzda
[2461

taşıyorduk" derlerken, kimisinde "Ebû Ubeyde yiyeceklerini bir kaba

f2471

topladı" kimisinde de, "bize birer tutam verdi, sonra birer hurma vermeye
[2481

başladı" denilmektedir.

Kadı Iyaz bu ifadelerin arasını şöyle uzlaştirmıştır: "Peygamber (s. a) bu zevatın
yanlarında olan yiyeceklerinden başka kendilerine bir kap kuru hurma vermişti.
İhtimal ki onların yiyecekleri arasında bu dağarcıktan başka hurma yoktu. Ebû
Ubeyde'nin onlara birer hurma vermesi yanlarındaki yiyecekler bittikten
T2491

sonradır."
Bazı Hükümler

1. Orduya mutlaka bir komutan lâzımdır.

2. Asnab-ı kiram son derece kanaatkar ve sabırlı idi.

3. Peygamber zamanından sonra da olduğu gibi onun zamanında da ictihad yapmak
caizdir.

4. Denizde yaşayan hayvanların ölüsü mubahtır. Balık hususunda söz yoksa da
denizde yaşayan diğer hayvanlar hakkında ihtilâf vardır.

İmam A'zam'a göre balıktan başka deniz hayvanı yenmez; balığın da sebepsiz öleni
yenmez. Şâfiîlere göre kurbağa yenmez. Çünkü öldürülmemesi hakkında hadis vardır.
Kurbağadan maada hayvanların yenilip yenilmeyeceği hususunda üç vecih vardır.
Essah olan veçhe göre hepsi yenir.

Kurbağadan gayri deniz hayvanlarının etlerini yemenin mubah olduğu Hz. Ebû Bekir,
Ömer, Osman ve İbn Abbas (r.a)'dan rivayet olunmuştur. İmam Mâlike göre kurbağa

12501

da dahil olmak üzere bütün deniz hayvanları yenir.

47. İçine Fare Düşen Yağı Yemenin Hükmü

3841... Meymûne (r.anha)'den rivayet olunduğuna göre;

Bir fare yağ içine düşmüş ve (hâdise) Peygamber (s.a)'e haber verilmiş. Bunun üzerine
(Rasûlullah);

[251]

"(Fareyi ve) etrafını atınız ve (kalan kısmı) yiyiniz" buyurmuştur.

3842... Ebû Hureyre(r.a)'denRasûlulllah (s.a)'m şöyle dediği rivayet olunmuştur:
"Yağ içine bir fare düştüğü zaman (bakınız) eğer (yağ) sıvı ise ona
yaklaşmayınız."

(Bu hadisin ravisi) Hasen (b. Ali) dedi ki: Abdürrezzak (şöyle) dedi: "Bu hadisi
genellikle Ma'mer ZührVden o da Übey b. Abdullah' dan o da Meymûne (r.anha)'dan o

I252J

da Peygamber (s.a)'den rivayet etmiştir."



3843... İbnü'I-Müseyyeb'den rivayet edilen bir önceki Zührî hadisinin bir benzerini de
Ahmed b. Salih ile Abdürrezzak (şu senetle) rivayet ettiler: Abdurrahman b.
Bûzeveyh, Ma'mer, ez-Zührî, Ubeydullah b. Abdullah, İbn Abbas, Meymûne,
1253]

Peygamber (s. a).
Açıklama

Hattâbî, bu hadis-i şerifleri açıklarken şöyle diyor:

"Metinde geçen "ona yaklaşmayınız" sözü iki manaya gelebilir:

1) İçine fare düşen erimiş bir yağa asla yaklaşmayınız. Binaenaleyh onu yiyip içmek
caiz olmadığı gibi aydınlanmak için lamba gazı olarak ya da gemileri yağlamakta yağ
veya boya olarak kullanmak veya satmak da caiz değildir.

2) Böyle bir yağı sakın yeme ve içmede kullanmayınız, ama yeme ve içmenin dışında
ondan faydalanabilirsiniz."

Tuhfe yazarı da bu mevzuda şu görüşlere yer veriyor: "Bu hadis-i şerif, suyun
dışındaki sıvıların, az olsun veya çok olsun, içlerine bir fare düşmekle pisleneceklerine
delâlet etmektedir.

Ancak su böyle değildir. Çünkü az sular içlerine fare düşmekle pislenirlerse de çok
sular farenin düşmesiyle renklen, kokulan ve tatlarında bir değişme olmadıkça
pislenmezler.

Zeytinyağına gelince, içine fare veya başka bir pislik düşerse onun da pisleneceğine ve
bu haliyle yenmeyeceğine ulema-ittifak etmişlerdir. Fakat böyle bir zeytinyağını
satmanın caiz olup olmadığı ulema arasında ihtilaflıdır. Ulemanın ekserisine göre onu
satmak da caiz değildir. Ancak İmam Ebû Hanîfe, onun satışını caiz görmüşlerdir.
Ondan yeme içme dışında faydalanmanın caiz olup olmadığı meselesi de ulema
arasında ihtilaflıdır. Ulemadan bir topluluk, "ona yaklaşmayınız" sözüne bakarak,
ondan başka türlü faydalanmanın da yasak olduğunu söylemiştir. İmam Şafiî'nin bu
mevzuda ileri sürdüğü iki farklı görüşten biri böyledir.

Ulemadan diğer bir topluluğa göre ise ondan aydınlanmada lamba gazı, boyacılıkta
yağ olarak faydalanmak caizdir.

İmam Ebû Hanîfe'nin görüşü böyle olduğu gibi, İmam Şafiî'den gelen rivayetlerin en

12541

sağlamı da böyledir."

Hanefî mezhebinde içerisine pislik düşen sıvıların temizlenmesi için bir de kaynatma
ve oyma yolları vardır ki bunu merhum Mehmed Zihni Efendi şöyle anlatır:
"Yüzeyi yüz arşından küçük olan sıvı maddelere necaset isabet etmesinde; meselâ
pekmez, bal ve süt gibiler üç defa kendi misli kadar su ile kendi miktarları kalıncaya
kadar kaynatmakla temizlenir.

Oyarak temizleme: Bu türlü temizlik donmuş yağ gibilerde yapılır. Donmuş olan yağ
ve ağda gibilere necaset isabet ettiğinde yalnız orası pislendiğinden çevresiyle birlikte
oyularak alınıp atılır. Gerisi temiz kalır.

Yağın sıvısı katısından çok oldukça necasetin dokunması hepsini pislendirmiş
olacağından ancak su ile yıkanarak temizlenir. Pekmez gibi olanlar ise kaynatılarak
temizlenir. Meğer ki A ağ ve pekmez havz-ı kebir büyüklüğünde ola. O takdirde havz-ı

[2551

kebir hükmüne göre amel edilir."



Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre; "Eğer farenin düştüğü anda yağın erimiş
halde mi katı halde mi yoksa yarısı katı yarısı sıvı halde mi olduğu kesin olarak
bilinmiyorsa farenin yağa, katı iken düştüğü kabul edilir. Çünkü Hz.Peygamber böyle
yapmıştır.

Bir pisliğin bir yağın içine ne zaman düştüğü bilinmediği zaman ise, "Bir emr-i

[256]

hadisin akreb-i evkatma izafeti asıldır" kaidesine uyularak o anda düşmüş

12571

olduğuna hükmedilir."

48. İçine Kara Sinek Düşen Bir Yemeği Yemek

3844... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Birinizin (içinde sulu yemek bulunan) kabına kara sinek düştüğü vakit onu (tamamen
yemeğin içine) batmniz. Çünkü onun bir kanadında hastalık (yapan mikrop), diğerinde
de şifa vardır ve o (tehlikelerden) içinde hastalık bulunan kanadıyla korunur. (Bu
nedenle yemeğe bu kanadıyla düşer, diğer kanadı ise dışarda kalır). Binaenaleyh (şifalı
kanadındaki şifayı yemeğe bırakarak öbür anadıyla bıraktığı hastalığı tesirsiz hale

12581

getirmek için) onun her tarafını (yemeğe) hatırınız."
Açıklama

Bu hadis-i şerifi açıklarken Hattâbî şöyle diyor:

"Hadis-i şerif, köpek gibi hakkında pis olduğuna dair şer'î bir delil bulunmayan tüm
hayvanların vücutlarının temiz olduğuna ve sinek gibi akar kanı olmayan canlıların,
içine düştükleri sıvıları pisletmeyeceklerine delâlet etmektedir.

Ulemanın pek çoğunun görüşü budur. Ancak İmam Şafiî'nin bu mev-zudaki iki
görüşünden birine göre, bu canlılar içine düştükleri az miktarda sulan pisletirler.
Yahya b. Ebû Kesîr'in de akrebin içine düştüğü az suyu pislediğini söylediği rivayet
edilmiştir. Ulemanın büyük çoğunluğu ise aksi görüştedir.

Bazı kimseler, sineğin bir kanadında zehir bir kanadında da şifa bulunmasını akıllarına
siğd ıramı yarak bu hadisi tenkid etmeye yeltenmişlerdir.

Oysa bunun sayılamıyacak kadar örnekleri vardır. Her hayvanın vücudunda soğuk ve
sıcak, kuruluk ve yaşlılık gibi birbirine zıt unsurların bulunduğu herkesin malumudur.
Yüce Allah bu zıt unsurların arasını uzlaştırarak sahipleri için faydalı bir kuvvet haline
getirmiştir. Akıllı insana düşen; karnında bal iğnesinde zehir taşıyan arıya bal ve petek
yapmasını öğreten yüce Allah'ın, sineğe kendisini zehirli kanadıyla savunmasını
öğretebileceğim kabul ederek hak ve hakikati inkâra yeltenmemek, hâdiselere ibret

£2591

nazariyle bakmaktır. Kulluğun ve imtihanın gereği de budur."

49. Yere Düşen Lokma(Yı Yemek)

3845... Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayet edildiğine göre;

Rasûlullah (s. a) yemek yediği zaman parmaklarını üç defa yalar ve şöyle buyururdu:



"Biriniz lokması (yere) düştüğü zaman (bulaşan toz, toprağı) ondan gidersin ve onu
yesin. Şeytana bırakmasın." Sonra bize yemek kabını silmeyi emrederek şöyle
buyurdu:

"Şurası bir gerçek ki, hiç biriniz yemeğinin neresinin kendisi için bereketli olduğunu
r2601

bilemez."
Açıklama

Hadis-i şerifte, yemek yerken şu üç şeye riayet edilmesi gerektiği ifade buyuruluyor:

1- Kişi yemekten sonra parmaklarına bulaşan yemek artıklarını yalaman, bu artıkları
kendi hallerine bırakmamalıdır.

2- Yere düşen lokmayı yerden alıp üzerine bulaşan tozları giderdikten sonra onu
yemeli, şeytana bırakmamalıdır.

3- Yemek kabının dibinde kalan artıkları iyice silip yemelidir. Hadis-i şerifte bu
şekilde hareket etmemizi gerektiren hikmet ise, "Hiç

biriniz yemeğinin neresinin kendisi için bereketli olduğunu bilemez" cümlesiyle
açıklanmaktadır.

Bu durumda yemek yiyen kimsenin, yediği yemeğin parçalarından kalan kısımları,
kırıntıları toplayıp yemesi gerekir. Bu hem yemekteki manevi bereketi elde etmemizi
sağlar, hem de nimete şükür borcunun ödenmesine ve dolayısıyla nimetin

[26i]

ziyadeleşmesine vesile olur.
Bazı Hükümler

1. Zararlı hayvanın zararından sakınmak için onları öldürmek caizdir.

2. Yemeğin bereketini elde etmek için yemekten sonra kendileriyle yemek yenen
parmaklan yalamak müstehaptır. Zahirîlere göre farzdır.

3. Yemekten sonra yemek kabında kalan artıkları orada bırakmayıp yemek ve yere
düşen lokmayı alıp tozunu silkerek yemek müstehaptır.

4. İnsanlar gibi yiyip içen şeytanlar vardır.

f2621

5. Şeytanlar insanlara daima musallat olmaya çalışırlar.
50. Hizmetçinin Efendi(si) İle Birlikte Yemek Yemesi

3846... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre, Rasûlul-lah (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Birinizin hizmetçisi, dumanına ve sıcağına katlanarak kendi- sine'bir yemek hazırlayıp
getirecek olursa (yemeği kendisi ile birlikte) yemesi için onu yanma .oturtsun. Şayet

I263I

yemek az olursa eline bir yada iki lokma koyuversin.
Açıklama



Bu hadis-ı şerifte, bir insanın, kendisine bir takım güçlüklere katlanarak yemek



hazırlayıp gelen hizmetçisini yanma oturtup yemeği onunla beraber yemesi, yemeğin
az olması halinde ise hiç olmazsa yemekten birkaç lokmayı onun eline
tutuşturuvermesinin müstehab olduğu anlatılmaktadır.

Hadis-i şerifte, yemeğin az olması halinde efendinin hizmetçisinin eline bir iki lokma
tutuşturuvermekle sorumluluktan kurtulacağı ifade edildiğinden, Hattâbî bu hadisin;
efendinin kendi yediğini aynen hizmetçisine yedirmesinin farz olmadığına, fakat
müstehab olduğuna delâlet ettiğini söylemiştir. Hattâbî'ye göre, efendiye farz olan
hizmetçinin karnını doyurmak ve avret mahallerini örttürüp soğuk ve sıcaktan
koruyacak şekilde giydirmektir. Kaliteli yemek yedirmek ve kaliteli giydirmekle
mükellef değildir.

İbn Münzir'in açıklamasına göre, tüm İslâm uleması hizmetçiye bulunduğu çevrede

[264] '

herkesin yediği yiyeceklerden yedirmenin farz olduğunu söylemişlerdir.
51. (Yemekten Sonra Eli) Mendil(le Sümek)

3847... İbn Abbas (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Biriniz (yemeğini) yediği zaman elini yalamadıkça yahutta yalatmadıkça mendille
[2651

silmesin."

3848... (Abdurrahman b. Kâ'b b. Mâlik'in) babasından rivayet olunduğuna göre;

f2661

Rasûlullah (s. a), (yemeğini) üç parmakla yermiş ve yalamadıkça elini silmezmiş.
Açıklama

Bu babda geçen hadis-i şerifler yemeği üç parmakla yemenin ve yemekten sonra elleri
yıkamadan veya mendile silmeden önce ele bulaşmış olan yemek kırıntılarını
yalamanın Hz. Peygamber'in âdet-i seniyyelerinden olduğu ifade buyurulmaktadır.
Hanefî ulemasından Aliyyü'l-Kârî'nin açıklamasına göre;

"Bir veya iki parmakla yemek kibir alâmetidir. Dört parmakla yemek ise yemeğe
düşkünlük ve hırs alametidir. Şeytan yemeğini iki parmağı ile yer. Bu bakımdan
Rasûl-i Zişan Efendimiz yemeklerini sürekli üç parmağıyla yermiş. Ancak mazeret
hallerinde veya üç parmağın yeterli olmadığı bazı yemekleri dört parmakla yemenin
caiz olduğunu göstermek için dört parmakla yediği de olmuştur.
Bu sebeple ulema yemeği üç parmakla yemenin müstehab olduğunu, zaruret
olmadıkça dördüncü ve beşinci parmaklan kullanmaktan kaçınılması gerektiğini
[2671

söylemişlerdir.

Yemekten sonra parmaklan yalamak ise 3845 numaralı hadisin şerhinde de
açıkladığımız gibi, yemeğe saygı ile ilgili olduğu kadar yemeğin bereketinin neresinde
olduğu yani yenen kısımda mı, yoksa parmaklara bulaşan kısımlarda mı olduğunun
bilinememesiyle ilgilidir. Binaenaleyh yemeğin bereketi şayet parmağa bulaşan
kısımda ise onu yalamadan silen kimse bu yemeğin feyzinden mahrum kalacaktır.
Meselenin ehemmiyetine binaen müslümanlar yemekten sonra parmaklarını yalamaya



teşvik edilmiş ve bir hadiste; "Yemekten sonra yemek kabını ve parmaklarını yalayan

r2681

kimseyi Allah dünyada da âhiretle de doyurur" buyurulmuştur.

Ulema bu emre uymanın müstehap olduğunu söylemiştir. Hadis-i şerifte geçen,
"yahutta yalatmadıkça" anlamındaki söz, insanın yemekten sonra elindeki bulaşığı

um

koyun keçi gibi bir hayvana yalattırmasmm da caiz olacağına delâlet etmektedir.
52. Kişi Yemeğini Yiyince Nasıl Dua Eder?

3849... Ebû Ümame (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Sofra (üzerinde bulunan
yemekler yenip kaplar) kaldırılınca, Rasûlullah (s.a);

"Çok samimi, bereketli, (bizim kusurumuzdan dolayı da) yetersiz (olan),
bırakılamayan ve kendisine ihtiyaçtan kurtulmak mümkün olmayan hamd Allah'adır,

T2701

(ey) Allah(im)" diye dua edermiş.

3850... Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a) yemeğini
bitirince şöyle dua edermiş:

"Bizi doyuran, bize içiren ve bizim müslümantardan olmamızı sağlayan Allah'a
£2711

hamdolsun."

3851... Ebû Eyyub eî-Ensârî'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a) (bir şey)
yediği veya içtiği zaman;

"Yediren, içiren ve yedirip içirdiği şeyi kolaylıkla boğazdan geçirip hazmettiren ve

r2721

artıkları için bir çıkış yolu yaratmış olan Allah'a hamdolsım" diye dua ederdi.
Açıklama

Hattâbî, metinde geçen kelimesinin "Allah" kelimesinin sıfatı olduğunu kabul ederek:

r2731

"...yediren (fakat kendisi) yedırilmeyen" âyetinin ışığı altında bu kelimeye, "O
Allah ki, herşeye yeter, yedirir, içirir, fakat kimse ona yedirip içiremez ve yetemez"

r2741

manasını vermiştir, kelimesine ise, "Rabbin seni bırakmadı ve danlmadı"
âyetinin ışığında, "O Allah ki, kendisinden istemek, elinde bulunan nimetlere rağbet
etmek asla terkedilemez." manası vermiştir.

Yine Hattâbî'ye göre metinde geçen kelimesi "Her zaman kendisine müracaat edilen"
anlamına gelmektedir ki kastedilen yüce Allah'dır.

Ancak bazı sarihler bu kelimelerin "el-hamdu" kelimesinin mefulu mut-lakı

12751

durumunda olan mahzuf bir mastarın sıfatı olduğunu kabul etmişlerdir.
Tercümemizde biz de bu görüşü esas aldık.

Bütün bu hadis-i şerifler yemekten sonra Allah'ın vermiş olduğu dünyevî nimetlere ve
uhrevî nimetlerden olan iman nimetine şükretmenin ve bu nimetleri dile getirmenin



müstehap olduğuna delâlet etmektedir. Bu ise "El-hamdülillahillezi et'amane ve
sekâna ve caalenâ minel müslimîn" demekle
yerine gelmiş olur.

Bu konuda İsmail Lütfı Çakan şöyle demektedir:

"Fesahat, muktezây-i hale göre ifade-i meramda bulunmak, belagat ise kavuşulan
nimete göre teşekkürde bulunmak, dua etmek de Allah katında makbuliyet demektir.
Yemek bir nimettir. Doymuş olmanın değerini açlık çekene sormak gerekir. Yemeğin
boğazdan rahatlıkla geçmesi ve hazmedil-mesi en az yemek bulabilmek kadar hatta
ondan da büyük bir nimettir. Lokması boğazında kalmış bir insanın ızdırabmı tasavvur
etmek veya yediği yemeği hazmedemiyen bir sindirim sisteminin vereceği elemi hayal
etmek yapılacak en güzel duanın Hz. Peygamber'in yaptığı bu dualar olduğunu
anlamak için yeterlidir.

Bütün bunların ötesinde boşaltım aygıtının bulunması ve normal olarak görev yapması
başlıbaşma fevkalâde bir nimettir. Yiyen, hazmeden ve fakat artıkları dışarı atamayan
bir vücudun elem ve ızdırabmı ifade edebilmek mümkün değildir.
Seçili ve kafiyeli, uzun uzun ve müretteb sofra dualarında böylesine kısa ve fakat

12761

ihatalı, gerçekten şükür ifade eden bir dua bulmak mümkün müdür?"

53. Yemekten (Sonra) El Yıkama

3852... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Elinde yemek artığı ve kokusu varken onu yıkamadan uyuyup da (uykusu esnasında)
kendisine zararlı bir böcek ilişen kimse, (başına gelenden dolayı) kendisinden başka

f2771

kimseyi suçlamasın."
Açıklama

Gamar; yağ, kir ve et kokusu anlamlarına gelen bir kelimedir. Türkçede yemek artığı
ve yağları olarak ifade edilir.

Yemek bulaşıklarından hoşlanan bazı haşereler, yemek yeyip ellerini yıkamadan
uyuyan bir kimsenin uykuda bulunmasını fırsat bilerek üzerine çullanırlar ve elinde
bulunan yemek bulaşıklarını yemek isterler. Bu sırada onun vücudunu da ısırarak
kendisini zehirleyebilirler.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif; özellikle uykuya varacak kişilerin yemekten
sonra ellerindeki yemek artıklarını yıkamalarının diğer yemeklerden sonra el

r2781

yıkamaya nisbetle daha da büyük bir önem kazandığına dikkati çekmektedir.

54. Yemekten Sonra Yemek Sahibine Dua Etmek
3853... Câbir b. Abdullah' dan rivayet olunmuştur; dedi ki:

Ebu'i-Heysem b. et-Teyyihân, Peygamber (s. a) için bir yemek hazırlamıştı. Peygamber
(s. a) ile sahâbîlerini (bu yemeğe) çağırdı. (Yemeği) bitirdikleri zaman (Hz. Peygamber
sahâbîlerine):



"Kardeşinizi (bu ziyafetten dolayı) mükâfatlandırınız" buyurdu. (Sahâbîler):
Ey Allah'ın Rasûlü, onu mükâfatlandırmak nasıl olur? dediler. (Hz. Peygamber de):
"Bir adamın evine gidilir, yemeği yenir, içeceği içilir; sonra (yiyip içen kimseler) ona

f2791

dua ederlerse, işte bu onu mükâfatlandırmaktır" buyurdu.
3854... Enes (r.a)'den rivayet olduğuna göre;

Peygamber (s. a), Sa'd b. Ubâde'ye (misafir olarak) gelmiş. (Sa'd da) kendisine ekmek
ve zeytinyağı ikram etmiş. Peygamber (s. a) (bunları) yedi(kten) sonra:
"Sizin yanınızda oruçlular iftar ettiler. Yemeğinizi salih kimseler yedi ve melekler de

r2801

sizin için dua ettiler" buyurmuş.
Açıklama

Bu hadis-i şerifler, bir yemeğe davet edilen kimsenin yemekten sonra ev sahibine dua
etmesinin müstehab olduğunu, bu duanın ev sahibine büyük manevî mükâfat
kazandıracağını; müslümanlara ziyafet veren kimselere meleklerin de duacı olduğunu
[281]

ifade etmektedir.



m

Buharı, nikâh 71; Müslim, nikâh 96, 97,98; İbn Mâce, nikâh 25; Dârimî, nikâh 23; Mu-vatta, nikâh 49; Ahmed b. Hanbel, II, 20, 22, 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/363.

m

Müslim, nikâh 98; İbn Mâce, nikâh 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/363-364.

LU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/364.

İÜ

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/364.

[51

Müslim, nikâh 105, 106; İbn Mâce, sıyâm 47.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/364.
[61

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/365.

LU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/365.

[8]

Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih, XI, 348.

[21

Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, VII, 308-309.
[10]

Aynî, el-Binâye, IX, 202.

LLU

Yeniçeri, C, el-İhtiyâr Tercümesi, 308.

[121

ÖN. Bilmen, Büyük tslâm İlmihali, 302.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/365-367.
1131

Buharî, nikâh, 68, 69; Müslim, nikâh 90, 91 ; İbn Mâce, nikâh 24; Ahmed b. Hanbel, III, 172, 227.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/367-368.
UH

Tirmizî, nikâh II; İbn Mâce, nikâh 24.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/368.
[151

el-İhtiyar li talilil Muhtar, IV- 176.

[161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/368-369.



[17]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/369-370.

um

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/370.

ri9i

Dr. Ahmed eş-Şerbasî, Yes'ehmeke, V, 101.

[201

Celâl Yeniçeri, el-İhtiyâr Tercümesi, 308.

[21]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/370-371.

[22]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/371.

[23]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/371.

[211

Buharı, edeb 31, 85, rikâk 23; Müslim, lükata 14, 15, iman 74, 75, 77; Tirmizî, birr 43, kıyâme 50; İbn Mâce, edeb 5; Dârimî, et'ime 11; Muvatta,
sıfâtü'n-nebî 22; Ahmed b. Hanbel, Fi, 174, 267, 269, 433, 463, III, 76, IV, 3 1, V, 412, VI, 69, 384, 385.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/371-372.
[25J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/372-373.

[26J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/373.

[271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/373-374.

[281

Ebû Dâvûd, edeb 1 6.

£221

el-Münavî Abdurrauf, Feyzü'l-Kadîr, IV, 260-261.

[30]

Davudoğlu, A., Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VIII, 445.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/374-375.
[31]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/375.

[32]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/375-376.

1331

Ebû Dâvûd, lukâta, 1, hudûd 40; Tirmizî, buyu 54; Nesâî, kat'üssârik 12, ticârât 67.

[341

Avnü'l-Ma'bûd, X, 217.

[35]

Davudoğlu, A., Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VIII, 446.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/376-377.
[36J

Nisa, (5) 29.

[371

Nûr, (24)61.

[381

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/378-379.

[3£1

Şu'ara, (26) 100-101.

[40]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/379-380.

[411

Mâide, (5) 5.

[42]

Meylani Ahmed, Bidâyetü'l-Müctehid Tercümesi, 1,670.

[431

En'am, (6) 121.

[44]

En'am, (6) 118

[451

Buharı, şerîket 3, 6, zebâih 15; Müslim, edâhi 20.

[46]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/380-381.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/381.

[481

Bakara, (2) 188.

[491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/382.

[501

İbn Mâce, et'ime 56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/382-383.



[511

Hatipoğlu, H, Sünen-i İbn Mâce terceme ve Şerhi, IX, 112-113.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/383.
[52]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/384.

[531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/384.

[541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/385.

[551

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/385-386.

[561

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/386.

[571

Ö. N. Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 226.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/386-388.
[581

Tirmizî, et'ime 40; Nesâî, tahâre 100; İbn Mâce, et'ime 5; Ahmed b. Hanbel, I, 283, 359.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/388.
[591

Mâide, (5) 6.

[601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/388-389.

[611

Concordance'da bu bâb'a numara verilmemiştir.

[621

Tirmizî, et'ime 39; Ahmed b. Hanbel, I, 441.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/389.
[63J

Aliyyü'l-Kârî, Şerhu' Ayni'l-İlm ve Zeyni' 1 -Hilm, I, 273.

[641

A.g.e., 272.

[651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/390.

[661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/391.

[621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/391.

[681

Buharı, et'ime 21, menâkıb 23; Müslim, eşribe 187, 188; Tirmizî, birr 84; Ahmed b. Hanbel, II, 467, 474, 479, 481, 495.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/391-392.
[6?J

AliyyüT-Kârî, AynüT-İIim, I, 272.

[701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/392.



İbn Mâce, et'ime 17.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/392-393.
[721

el-Münavî, Feyzu'l-Kadîr, I, 172; Ziyâüddin el-Gümüşhanevî, Levâmiü'l-Ukûl, I, 122.

[731

Süyûtî, Câmiü's-Sağîr, II, 56.

[741

Nûr, (24)61.

[751

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/393-394.

[761

Müslim, eşribe 103; İbn Mâce, dua 19; Ahmed b. Hanbel, III, 346, 383.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/394-395.
[771

Aliyyü'l-Kârî, a.g.e., 277.

[IH

Mevsılî, el-İhtiyâr, IV, 174.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/395-396.
[791

Müslim, eşribe 102; Ahmed b. Hanbel, V, 383, 398.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/396-397.
[M

Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 317.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/397.
[811

Tirmizî, et'ime47; İbn Mâce, et'ime 7; Dârimî, et'ime 1 ; Ahmed b. Hanbel, VI, 143 208, 246, 265.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/397-398.



İM

Nesâî, Amelü'I- Yevmi ve'l-Leyleti, s, 262, hadis no; 282.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/398-399.
[83J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/399.

[841

Buharı, et'ime 13; Tirmizî, et'ime 28; İbn Mâce, et'ime 6; Dârimî, et'ime 31; Ahmed b. Hanbel, IV, 508, 309.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/399.
İM

Buharı, ahkâm 43; tbn Mâce, mukaddime 21; Ahmed b. Hanbel, II, 125, 127.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/400.
[86J

Müslim, eşribe 148; Ahmed b. Hanbel, III, 180.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/400.
[871

Allyyü'l-Kârî, Aynü'l-İlm ve Zeynü' 1 -Hilm, I, 275.

İM

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/400-401.

[891

Tirmizî, et'ime 12; Ibn Mâce, et'ime 12; Dârimî, et'ime 16; Ahmed b. Hanbel, I, 270, 343, 345, 364, III, 490.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/401-402.
[901

İbn Mâce, et'ime 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/402.
[911

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/403.

[921

İbn Mâce, et'ime 62.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/403-404.
[931

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/404.

[941

ez-Zehebî, Mîzanü'l-İ'tidâl, I, 403.

[951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/404-405.

[96J

Müslim, eşribe 105-107; İbn Mâce, et'ime 8; Tirmizî, et'ime 9; Muvatta, sıfârü'n-nebî 5, 6;Dârimî, et'ime 9; Ahmed b. Hanbel, II, 8, 33, 80, 106,
128, 135, 325, 349, III, 202, 254, 293, 297, 322, 327, 334, 344, 357, 362, 387, IV, 45, 46, 50, 383, V, 311, VI, 77.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/405.
[971

Müslim, eşribe 107.

[981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/405-406.

[921

Davudoğlu, A. Salih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 324.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/406.

rıooı

Buhan, nikâh 64, et'ime 2, 3; Müslim, eşribe 108, 109; Tirmizî, el'ime 47; Nesâî, nikâh 84; İbn Mâce, et'ime 11; Dâritnî, et'ime 1, 15; Muvatta,
sıfâtün'n-nebî 32; Ahmed b. Hanbel, IV. 26, 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/406.

[îoıı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/407.

[102]

A. Davudoğlu, A.g.e., IX, 324.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/407.
[103]

Tirmizî, et'ime 32; Nesâî, sıyâm 43; Dârimî, et'ime 30; Ahmed b. Hanbel, III, 400, VI, 465.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/407-408.
11041

Buharı, vudû 50, ezan 43, cihâd 92, et'ime 20, 26, 58; Müslim, hayz 92, 93; Tirmizî, et'ime 33; Dârimî, vudû 52; Ahmed b. Hanbel, I, 365, IV,
139, 179, V, 288.
[105]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/408.

no6i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/408.

[1071

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/409.

[108]

Asım Efendi, Kamus Tercümesi, II, 21.

rıo9i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/409.

LU0i

Buharı, enbiyâ 3, tefsir sûre (17) 5; Müslim, iman 327, 328; Tirmizî, et'ime 34, kıyâme 10; İbn Mâce, et'ime 28; Ahmed b. Hanbel, I, 397, II, 331,

345.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/409-410.

rnn

Asım Koksal, İslâm Tarihi, VII, 200.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/410.

rıi2i

Buharı, et'ime 36, 38, büyü 30; Müslim, eşribe 144, 145; Dârimî, et'ime 19; Tinnizî, et'ime 40.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/410.

n i3i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/410.

rıi4i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/411.

n ısı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/411.

UM

Tirmizî, siyer 16; İbn Mâce, cihâd 26, Ahmed b. Hanbel, V, 226.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/411-412.

anı

Mecelle, madde: 4.

rı ısı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/412.

n i9i

Ebû Dâvûd, cihad 47, et'ime 33, eşribe 14; Tirmizî, et'ime 24; Nesâî, dahâyâ 43, 44; İbn Mâce, zebâih 1 1; Muvatta, edâhi 28; Ahmed b. Hanbel,
1,219,226, 241,253,321, 339.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/412-413.
[120]

Ebû Dâvûd, cihad 47, et'ime 33, eşribe 14; Tirmizî, el'ime 24; Nesâî, dahâyâ 43, 44; İbn Mâce, zebâih 1 1; Muvatta, edâhi 28; Ahmed b. Hanbel,
1,219,226,241,253,321,339.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/413.

ri2iı

Ebû Dâvûd, cihad 47, et'ime 33, eşribe 14; Tirmizî, et'ime 24; Nesâî, dahâyâ 43, 44; İbn Mâce, zebâih 1 1; Muvatta, edâhi 28; Ahmed b. Hanbel,
1,219,226,241,253,321,339.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/413.
[122]

Ö. Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 416.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/414-415.
11231

Buharı, zebâih 28, hums 20, megâzi 38, nikâh 31; Müslim, nikâh 30-32, sayd 23-25, 27, 30, 31, 37; Tirmizî, nikâh 29, sayd 9, 1 1, et'ime 6; Nesâî,
nikâh 71, sayd 69-71, 81; İbn Mâce, zebâih 13, 14; Dârimî, edâhi 21, 22, nikâh 16; Ahmed b. Hanbel, II, 21, 102, 143, 144, 219, IV, 48, 89, 90, 127,
193-195, 301,355,383.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/415.
[124]

Müslim, sayd 36-38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/415.
[125]

İbn Mâce, zebâih 14; Tirmizî, sayd 11; Ebu Dâvûd, et'ime 32; Nesâî, sayd 69-71; Ah-med b. Hanbel, III, 323, 356, 362, IV, 89, 90.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/415-416.
[126]

Nahl, (16) 8.

11271

Mâide, (5) 3.

H281

Nahl, (16)5.

[129]

Mü'minûn, (23) 22.

[130]

Nahl, (16)7.

H311

Ö. Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihâli, 418.

[132]

Bilmen, A.g.e., 417.

[1331

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/416-418.

[1341

Buharı, hibe 5, zebâih 10, 32; Müslim, sayd 53; Tirmizî, et'ime 2; Nesâî, sayd 25; İbn Mâce, sayd 17; Dârimî, sayd 7; Ahmed b. Hanbel, III, 118,
171,232, 291.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/419.
11351

Buharî, zebâih 36; Ebû Dâvûd, edâhi 14; Tirmizî, eî'ime 2; Nesâî, siyam 84, sayd 25, dahâyâ 18; İbn Mâce, zebâih 5; sayd 7; Ahmed b. Hanbel, I,
31,11,336,346,111,471.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/419-420.
H361

Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercemesi, VIII, 13. (Birinci baskı)

T1371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/420.



[138]

Buharı, hibe 7, et'ime 8, 16, megâzî 38, i'tisam 24; Müslim, sayd 46; Nesâî, sayd 26, nikâh 79; Ahmed b. Hanbel, I, 225, 259, 366, II, 329, 340,
347, IV, 4.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/420-421.
£1391

Buharî, zebâih 32; Müslim, sayd 43; Nesâi, sayd 62; İbn Mâce, sayd 16; Muvatta, Istil zân 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 89.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/421.
11401

Nesâî, sayd 62; İbn Mâce, sayd 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/422.
£1411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/422.

£1421

İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XII,

£1431

el- Aynî, el-Binâye, IX, 73.

£144]

Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 193.

£145]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/422-425.

11461

Tirmizî, et'ime 62.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/425.
£1471

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/425.

11481

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/425-426.

11491

En'am, (6) 145.

11501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/426.

11511

A'râf, (7) 158.

11521

el-Erbaîne Hadisen en-Nevevîyye, bişerhi Abdilmecid eş-Şernubî el-Ezherî, 26.

11531

Elhamevî Gamzü Uyâni'l-besair 1/223.

11541

İbn Nüceym, el-Eşbâh ve'n-Nezâir, 66.

11551

el-Aynî, el-Binâye fi Şerhi T-Hidâye, IV, 708.

11561

Şevkânî, İrşâdü'l-Fuhûl, 284.

11571

İbn Mâce, sayd 9, et 'ime 31; Ahmed b. Hanbel, II, 97.

11581

Ö. N. Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 416-417.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/426-429.
11591

En'am, (6) 145.

11601

Buharı, tefsir 99; Müslim, zekât 24; Tirmizî, libas 6; İbn Mâce, et'ime 60.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/429-430.
11611

Bakara, (2) 29.

11621

Câsiye, (45) 13.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/430.
11631

Aüyyü'l-Kârî, Mirkâtü'l-Mefâtih, IV, 385.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/430.
11641

Tirmizî, hacc 28, et'ime 4; Nesâî, menâsik 89, sayd 27; İbn Mâce, sayd 15; Ahmed b. Hanbel, III, 297, 318, 322, V, 195.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/431.
11651

Mâide, (5) 96.

11661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/43 1-432.

11671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/432.

11681

Buhari, zebaih 28, 29, tıbb 57; Müslim, sayd 1 1-15; Tirmizi, sayd 9, 1 1, et'ime 7, siyer 11; Ebu Davud, et'ime 25; Nesai, büyu 79, sayd 28, 30,
31, 33; İbn Mace, sayd 13; Darimi, edahi 18, Muvatta, sayd 13, 14; Ahmed b. Hanbel, I, 244, 289, 302, 326, 327, 333, 339, 373, II, 236, 366, 418, III,
323, IV, 89, 90, 131, 132, VI, 445.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/432.
[169]

Müslim, sayd 15, 16; Tirmizi, sayd 9, 11; Nesai, sayd 86; İbn Mace, sayd 13; Darimi, edahi 18; Ahmed b. Hanbel, I, 147, 244, 289, 302, 327,
332, 339, 373, III, 323, IV, 89, 90, 127.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/433.
ÜM

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/433.

[171]

Müslim, sayd 15, 16; Tirmizi, sayd 9, II; Nesâî, sayd 86; İbn Mâce, sayd 13; Dârimî, edâhi 18; Ahmed b. Hanbel, I, 137, 244, 289, 302, 327, 332,
339, 373, III, 323, IV, 89, 90, 127.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/433-434.
[172]

Nesâi, sayd 86; İbn Mâce, zebâih 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/434.
11731

Ebû Dâvûd, büyü 62; Tirmizi, büyü 49; İbn Mâce, ticârât 9, sayd 20; Ahmed b. Hanbel, III, 297, 317, 339, 349, 353, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/435.
ri741

el-Cezerî, Kitabü'l-Fıklı ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, II, 1 .

[1751

Cezerî, A.g.e, II, 2.

[1761

Cezerî, A.g.e, II, 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/435-436.
[1771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/437.

[1781

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/437-438.

[1791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/438-439.

[180]

Nesai, dahâya 43, 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/439.

rı sn

Koçkuzu A. Osman, Hadiste Nâsih ve Mensûh, 327.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/439-440.
[1821

Buharı, zebâih 13; Müslim, sayd 52; Tirmizi, et'ime 22; Nesâî, sayd 37; Dârimî, s 5; Ahmed b. Hanbel, IV, 353, 357, 380.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/440.
[183]

İbn Mâce, sayd 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/441.
[184]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/441-442.

H851

Kamer, (54) 7.

11861

Aynî, Umdefü'l-Kârî, XXI, 109.

[187]

Müddessir, (74) 31.

[188]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/442-443.

H891

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/443-444.

ri9oı

Bilmen ö. Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, 418.

[1911

Mâide, (5) 96.

[1921

İbn Mâce, sayd 9, el'ime 31; Muvatta, sıfatü'n-nebî 30; Ahmed b. Hanbel, II, 97.

ri93i

el-Aynî, el-Binâye, IX, 98-99.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/444-445.
[194]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/445-446.

£1951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/446-447.

£1961

Bakara, (2) 173.

£1971

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/447-449.

£1981

İbn Mâce, et'ime 47.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/450.



[199]

Alâuddin Abidin, el-Hediyyetü' 1 -Alâiyye, 216.

r2001

A'raf, (7) 32.

T2011

Aliyyü'I-Kârî, Şerhu Ayni'l-İlim ve Zeyni'l-Hilim, I, 281.

T2021

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/450-452.

[203]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/452.

[204]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/452.

[205]

Müslim, eşribe 164-169; Ebû Dâvûd, eşribe 10; Tirmizî, et'ime 35; Nesâî, eymân 21, eşribe 33; İbn Mâce, et'ime 33; Dârimî, et'ime 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/452-453.
r2061

Müslim, eşribe 164-169; Ebû Dâvûd, eşribe 10; Tirmizî, et'ime 35; Nesâf, eymân 21, eşribe 33; İbn Mâce, et'ime 33; Dârimî, et'ime 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/453.
12071

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/453.

12081

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/453-454.

12091

Buharı, ezan 160, et'ime 49, i'tisam 64; Müslim, mesâcid 73; Tirmizî, et'ime 13; Nesâî, mesâcid 16, 17; Ahmed b. Hanbel, III, 65, 85, 374, 387,
400, IV, 194.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/454-455.
[210]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/455.

[2111

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/455.

[2121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/456.

[2131

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/456.

[214]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/457.

[2151

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/457.

[216]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/457-458.

[2171

Müslim, mesâcid 74.

12181

Müslim, mesâcid 76.

[219]

Ahmed Naim, Tecridi Sarih, II, 751.

12201

Müslim, mesâcid 72.

12211

el-Müttakî, Kenzu'l-Ummâl, XV, 270. Hadis No: 40928.

12221

Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih, II, 751-752 (Hadis no: 472).

12231

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/458-460.

[2241

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/460.

12251

Ebû Dâvûd, eymân 8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/460.
12261

Müslim, eşribe 153; Tirmizî, et'ime 17; îbn Mâce, et'ime 38; Dârimî, et'ime 26; Ahmed b. Hanbel, VI, 179.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/460-461.
12271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/461.

12281

İbn Mâce, et'ime 42.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/461-462.
12291

İbn Mâce, et'ime 42.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/462.
12301

A'raf, (7) 157.

[23İ1

Heysemî, Mecmau'Zevâid, V, 4.



T2321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/462-463.

[233]

Buharı, et'ime 44, mezâlim 14; Müsüm, eşribe 15; Ahmedb. Hanbel, II, 7,44, 46, 81.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/463.
[2341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/463-464.

[235]

Buharı, et'ime 39, 45, 47; Müslim, eşribe 148; Tinnizî, et'ime 37; İbn Mâce, et'imt 37; Dârimî, et'ime 24; Ahmed b. Hanbel, I, 203.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/464.
[236]

Tirmizî, et'ime 36; İbn Mâce, et'ime 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/464-465.
[2371.

İbn Mâce, et'ime 43; Ahmed b. Hanbel, I, 374.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/465.
f2381

Ahmed b. Hanbel, III, 142, 143.

T2391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/465.

[2401

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/466.

[2411

Buharî, zebâih 4, 10, 14; Müslim, sayd 8; Ebû Dâvûd, edâhi 23; Tirmizî, sayd 1, et'ime 7, siyer 11; İbn Mâce, sayd 3; Dârimî, siyer 55; Ahmed b.
Hanbel, II, 184, 193, 194, 195.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/466-467.
[2421

Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 157.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/467-468.
[2431

Buharı, zebâih 12, meğazî 65; Müslim, sayd 17; Nesâî, sayd 35; Ahmed b. Hanbel, II, 309, 311.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/468-469.
[2441

Koksal M.A., İslâm Tarihi, VIII, 121-123.

[2451

Mecelle, md: 22.

[2461

Müslim, sayd 20.

[2471

Müslim, sayd 2 1 .

[2481

Müslim, sayd 18.

[2491

Davudoğlu, A, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 168.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/469-470.
[2501

Davudoğlu, A, A.g.e., IX, 170.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/470-471.
[2511

Buharî, zebâih 34, vudu 67; Tinnizî, et'ime 8; Nesâî, fer' 10; Dârimî, vudû 60; Muvatta, isti'zan 60; Ahmed b. Hanbel, II, 233, 265, 490, VI, 329,
330, 335.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/471.
12521

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/471-472.

[253J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/472.

[2541

el-Mübarekfürî, Tuhfetü'l-Ahvezî, V, 516.

[2551

Nimet-i İslâm, 132-133.

[2561

Mecelle, mad. 11.

[2571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/472-473.

[2581

Buharı, bedü'l-halk 17, tıbb 58; Nesâî, fer' II; İbn Mâce, tıbb 31; Dârimî, et'ime 12; Ahmedb. Hanbel, II, 229, 246, 263, 340, 355, 388, 398, 443,
III, 24.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/474.
[2591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/474-475.

[2601

Müslim, esribe 136, 137; Tinnizî, et'ime II; Ahmed b. Hanbel, III, 177, 290.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/475.
[2611

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/475-476.



12621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/476.

[263]

Buharı et'ime55; Müslim, eymân42; Tirmizî, et'ime 19, 44;1 Dârimî, et'ime 33; Ahmed b. Hanbel, I, 288, 442, II, 277, 283, 299, 316.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/476-477.
[264]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/477.

[265]

Buharı, et'ime 52; Müslim, eşribe 134, 137; Tirmizî, et'ime 10; İbn Mâce, et'ime 9; Dârimî, et'ime 5, 6, 10; Ahmed b. Hanbel, I, 221, 293, 346,
370, II, 341, 415, III, 301, 331, 337, 366, 394, VI, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/477.
[2661

Müslim, eşribe 131; Ahmed b. Hanbel, II, 7, 1 1 1, 177.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/477-478.
12671

AIiyyül-Kârî, Şerhu Ayni'l-İlm ve Zeyni'l-Hilm, I, 278.

[2681

AIiyyüT-Kârî, A.g.c, 279.

[2691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/478.

[2701

Buharî, et'ime 54; Tirmizî, da'vât 55; İbn Mâce, et'ime 16; Dârimî, et'ime 3; Ahmed b. Hanbel, V, 252, 256, 261, 267.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/479.
12711

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/479.

12721

Tirmizî, da'avât 55.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/480.
12731

En'am, (6) 14.

12741

Duha, (93) 3.

[2751

Muhammet b. Allan, el-Fatûhâtu'r-Rabbâniyye, V, 223.

[276J

Çakan, İsmail Lütfü, Eyüb Sultan Hazretlerinden Kırk Hadis, 173.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/480-481.
12771

Tirmizî, et'ime 48; İbn Mâce, et'ime 22; Dârimî, et'ime 27; Ahmed b. Hanbel, II, 263, 344, 527.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/481.
12781

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/481-482.

12791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/482.

12801

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/483.

[2811

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/483.



33- YÜZÜK KONULARININ BAŞI

1. Mühür (Yüzük) Edinme Konusundaki Hadisler

2. Yüzüğü Terketmek Konusu

3. Altın Yüzük Konusundaki Hadisler

4. Demir Yüzük Konusunda Varid Olan Hadisler

5. Yüzüğün Sağ Veya Sol Ele Takılması Konusu

6. Zil Konusunda Varid Olan Hadîsler

7. Dişleri Altınla Bağlamak

8. Kadınların Altın Kullanması



33- YÜZÜK KONULARININ BAŞI



1. Mühür (Yüzük) Edinme Konusundaki Hadisler
4214... Enes b. Malik (r.a) şöyle demiştir:

Rasûlullah (s. a) bazı yabancılara mektup yazmak istedi. Kendisine, "Onlar mühürsüz
mektubu okumazlar" denildi, bunun üzerine gümüşten yüzük bir mühür edindi. Ve ona



(Muhammedün Rasûlullah) Muhammed Allah'ın Resulü' dür" cümlesini kazıttı.
Açıklama

Hadisin Buharî'deki bir rivayetinde Hz. Peygamber (s aym yabancılardan bazılarına
mektup yazmak istediği, diğer bir rivayetinde de Romalılara mektup yazmak istediği
ifâde edilmektedir. Buharî'deki başka bir rivayette "Muhammedün Resûlullah"
cümlesinin üç satır halinde nakşedilmiş olduğu her satırda bir kelimenin yer aldığı
ifade edilmektedir. Aynı hâdîs'in Sahîh-i Müslim'de üç rivayeti vardır. Bunlardan
birisinde Efendimiz'in Acem'e diğer birisinde de Kisrâ, Kaysar ve Necâşi'ye mektup
yazmak istediği belirtilmektedir. Ayrıca bazı rivayetlerde Hz. Enes sonunda "sanki
onun beyazlığını görür gibiyim" demektedir.

Ebû Davud'un rivâyetindeki "Eacim" kelimesinin "yabancılar diye terceme edilmesi,
bu rivayetlerin hepsine şamil olur kanaatindeyiz.

"Yüzük" diye terceme ettiğimiz kelimesini, hâtem şeklinde de, hatim şeklinde okumak
mümkündür. Kamûs'ta bu

kelimenin yedi lügati olduğu ifade edilmekte ve bunlar teker teker sayılmaktadır. Biz,
o lûgatlarin hepsini buraya aktarmaya lüzum görmedik.

Hâtem veya Hâtîm: Mühür, yüzük, bir şeyin sonu, bir milletin veya grubun sonuncusu,
atın ayağındaki hafif sakarlık, kısrağın memelerinden karnına doğru olan kısım
manalarına gelmektedir. Rasûlullah (s.a)'in mührü, yüzüğünün kaşına nakşedilmiş
olduğu için, bu bâbdaki mühür kelimesi, aynı zamanda yüzük mânâsını da içine
almaktadır.

Hâdîs-i şerifte, Rasûlullah (s.a)'in bazı yabancılara mektup yazmak istediği
bildirilmektedir. Bunlardan maksat, yabancıların liderleridir. Yani Roma İmparatoru,
İran kisrası ve Habeş necaşisi'dir.

Hz. Peygamber (s.a)'in mektup yazmasından maksat, mektup yazdırmasıdır. Bu söz
şekline mecaz denilir. İşin yapılmasını emreden, yaptıran kişi; onu bizzat yapmış gibi
ifâde edilir. Meselâ, Süleymaniye Camii 'ni Sultan Süleyman yaptı, denilir. Halbuki
camiyi o yapmamış yaptırtmıştır. İşte bu anlatım şekli mecazdır, Karine de örftür. Bu
izaha göre, Hz. Peygamber (s.a)'in yazı yazmayışma delâlet eden haberlerle, bu hadis
arasında bir çelişkinin olmadığı görülür. Ayrıca Rasûlullah'in önceleri yazı yazmayı
bilmezken daha sonra öğrenmiş olması da muhtemeldir.

Metinde görüldüğü üzere Sahâbîler, Efendimiz'e yabancıların mühürsüz mektuplara
itibar etmediklerini söylemişler, O da kaşı üzerinde "Muhammedün Rasûlullah"
Muhammed Allah'ın rasûlüdür, ibaresi bulunan gümüşten bir yüzük yaptırmıştır.
Yabancıların mühürsüz mektuplara itibar etmeyiş sebepleri, mühürün mektubu yazana
delâlet etmesi, mektuba başkaları tarafından bir takım ilâvelerin yapılmasını
engellemesi ve mektuba ciddiyet kazandırmasıdır.



Hâdis-i şerif yüzük takmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir. Bu konudaki fıkhı

m

hükümlere babın son hadisinin izahı esnasında temas edilecektir.
Bazı Hükümler

1. Yazışma yoluyla da Lslamı tebliğ caizdir.

2. Gayri müslimlere mektup yazmak caizdir.

3. Gümüş yüzük takınmak caizdir.

Ol

4. Yüzüğün üzerine sahibinin isminin kazınmasında dinen bir mahsur yoktur.

4215... Vehb b. Bakiyye, Halid'den; o, Said'den; Said, Katade'den; Katade'de Enes'ten,
İsa b. Yunus hadisini rivayet etmiştir. (Halid rivayetinde) şunları da ilâve etmiştir:
O yüzük, Rasülullab vefat edinceye kadar elinde idi. (Daha sonra) vefat edinceye
kadar Ebubekir'in elinde, (Ondan sonra vefat edinceye kadar Ömer'in elinde idi. Sonra
Hz. Osman'ın elinde idi, fakat Osman bir kuyunun yanında iken kuyuya düşüverdi.

[41

Kuyunun suyunun boşaltılmasını emretti ve boşaltıldı, fakat onu bulamadı.
Açıklama

Haberin BuhaıTdeki rivayetinde, Rasûlullah'm yüzüğünün kendisinden sonra sırayla
Hz. Ebu Bekir'e, Hz. Ömer'e ve Hz. Osman'a intikal ettiğine temas edilmekte fakat
"Vefat edinceye kadar" ifadesi yer almamaktadır. Yine BuharîMeki rivayette Hz.
Osman'ın yüzüğü düşürdüğü kuyunun Eriş kuyusu olduğu belirtilmektedir.
Bezlü'l Mechûd'da Eriş kuyusunun, Küba kuyusu diye bilindiğine işaret edilmiştir.
Hz. Osman'ın yüzüğü kuyuya düşürüşü şöyle olmuştur:

Hz. Osman, Eriş kuyunun başında dalgın bir vaziyette yüzüğü bir parmağından çıkarıp
öbürüne takıyordu. Bu esnada yüzük kuyuya düşüverdi. Bulmak için kuyunun suyunu
çekerek üç gün aradılar fakat bulamadılar. Bunun üzerine Hz. Osman (ra) yine
üzerinde "Muhammedun Rasulullah" yazısı bulunan başka bir gümüş yüzük
yaptırmıştır.

İbn Hacer, bazı ulemâya nisbet ederek Hz. Peygamber (s.a)'in yüzüğünün Hz.
Süleyman'ın yüzüğüne benzediğini bu yüzüklerde bir sırrın bulunduğunu, Hz.
Süleyman'ın yüzüğünü kaybetmesini saltanatının sonu olduğunu, Osman'ın
kaybetmesi ile de Haricîlerin isyan edip fitnenin başladığını söyler.
Hatırlatmaya bile gerek yok ama Askalanî'nin naklettiği bu görüş ne âyete ne de
hâdise dayanmamaktadır. İslâm'ın görüşü değil; katılmak zorunda olmadığımız bazı



indi görüşlerdir.

4216... Enes (r.a); şöyle demiştir: Rasülullah(s.a)'in yüzüğü gümüşten kaşı da Habeş

£61

işi idi.



Açıklama



Hadisin, Müslim'deki bir rivayetinin sonunda Efenivia dimiz'in yüzüğü sağ eline

taktığı ve kaşını avucu içine getirdiği belirtilmektedir.

Tirmizî "Bu hadîs hasen sahiîhtir. Bu vecihten gariptir." demektedir.

Hâdîs-i şerifte, Rasulullah (s.a)'in yüzüğünün kaşının "Habeşî"' olduğu beyân

edilmektedir. Bu kelimenin birkaç mânâya gelme ihtimali vardır.

1- Yüzüğünün kaşı Habeş yapısı, yani Habeşlilerin yüzüklerinin kaşı gibidir.

2- Yüzüğün kaşım yapan usta Habeşli idi.

3- Kaşın taşı Habeş taşı idi, yani göz boncuğu veya akikden idi. Çünkü bunların
ikisinin madeni de Habeşistan'dan veya Yemen'den geliyordu.

4- Kaşın rengi Habeşî yani siyahı idi.

Hâdîs'teki "Habeşî" kelimesini, yukarıdaki vicihlerden ilk. ikisine
3- hamledersek, Aşağıda gelecek olan rivayetlerle bir çelişki söz konusu olmaz.
Çünkü aşağıdaki rivayette, Efendimiz'in yüzüğünün ve kaşının gümüşten olduğu ifade
edilmektedir. Kaşın gümüşten olup Habeşli bir usta tarafından veya Habeşi usûlüne
göre yapılmış olması mümkündür. "Habeşî kelimesi Habeş taşı, göz boncuğu veva
akik manasına alırsak, aşağıda gelecek olan rivayetle bir çelişki ortaya çıkmaktadır. O
zaman, Rasû-lullah'm birden fazla yüzüğü olduğunu, birisinin kaşının gümüşten,
öbürününde taş, veya akikten olduğunu söylemek gerekir. Nitekim Beyhakî'den böyle

İZİ

rivayet edilmiştir.

4217... Enes b. Mâlik (r.a)'dan; şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a)'in yüzüğünün tamamı

m

gümüştendi.
Açıklama

Tirmizî bu hadis için "Bu, hasen sahihtir, bu vecihle garjptir" demektedir.
Bu rivayet Peygamber Efendimiz'in yüzüğünün tamamının ve kaşının gümüşten
olduğunu bildirmektedir. Efendimiz'in yüzüğünün kaşının "Habeşî" olduğunu bildiren
önceki rivayetle, bu rivayetin telifine yukar-daki rivayetin izahında işaret ettik. Ancak
4224 numaralı hadiste, Hz. Peygamber'in demirden yapılmış ve üzerine gümüş
kaplanmış bir yüzüğünün olduğu beyan edilmektedir. O zaman, üzerinde durduğumuz
bu rivayetle, işaret edilen hadis arasında bir çelişki göze çarpmaktadır. Aska-lanî bu
çelişkiyi, Rasûlullah'm birden fazla yüzüğünün bulunduğunu, birisinin gümüşten

121

birinin de gümüş kaplanmış demirden olduğunu söyleyerek tevil eder.
4218... İbn Ömer (r.a) demiştir:

Rasûlullah (s. a) altından bir yüzük edindi. Kaşını avucunun içine denk getirdi. Kaşa
"Muhammedun Rasûlullah" cümlesini kazıttı. Bunun üzerine sahabîler de altın
yüzükler edindiler. Rasûlullah (s. a) onların altın yüzük edindiklerini görünce, onu attı
(bıraktı) ve "Artık onu ebediyyen takmayacağını" buyurdu. Daha sonra gümüşten bir
yüzük edindi ve ona "Muhammedun Rasûlullah" ibaresini nakşettirdi. Efendimiz'den
sonra o yüzüğü Ebû Bekir ondan sonra, Ömer; Ömer'den sonra da Eriş kuyusuna
düşünceye kadar Osman taktı.



Ebû Davûd der ki: Yüzük kuyuya düşünceye kadar, İnsanlar Hz. Osman'a karşı
£101

çıkmadılar.



Açıklama

Hadisin Buhari ve Tirmizî'deki rivayetlerinde Rasûlullah (s.a)'in altın yüzük
yaptırdıktan sonra sahabîlerin yaptırdıklarını görünce, minbere çıktığı ve "Bunu ben
yaptırmıştım, ben onu artık takmayacağım" deyip attığı ve sâhâbîlerin de attıkları
ifade edilmiştir.

Sahîh-i Müslim'deki rivayette ise, gümüşten yaptırdığı yüzüğe "Muhammedun
Rasûlullah" cümlesini kazıttıktan sonra "Ben bu yüzüğümün nakısı üzerine kimse
nakış yapmasın" buyurduğu belirtilmektedir. Bu ilâve, Ebû Davud'un bundan sonra
gelecek olan rivayetinde de vardır. Ayrıca Müslim'de Efendimiz'in yüzüğünün,
Muaykıp kuyuya düşürünce-ye kadar Hz. Osman'da kaldığı söylenmiştir. Bu rivayete
göre, yüzüğü kuyuya düşüren Muaykıp'ır. Halbuki meşhur rivayetlerde yüzüğü
düşürenin bizzat Hz. Osman olduğu beyan edilmektedir. Müslim sarihleri bu rivayetler
arasındaki çelişkiyi şu şekilde gidermişlerdir.

Rasûlullah'm yüzüğü genelde, Said b. Ebi'-l As'm azatlısı Muaykıp'da durur, halifeler
zaman zaman ondan alıp, teberrüken takınırlardı. Hz. Osman'la Muaykıp, Eriş
kuyusunun başında iken Hz. Osman yüzüğü istemiş, Muaykıp verirken yüzük kuyuya
düşmüştür.

Buharî'nin rivayetinde de Hz. Osman'ın yüzüğü elinde oynarken dalgınlıkla kuyuya
düşürdüğü ifâde edilmektedir.

Hz. Peygamber (s.a)'in altından yüzük yaptırması, Altının erkeklere haram kılınmadan
önce olması gerekir. Çünkü Altının erkeklere haram olduğunu bildiren Rasûlullah'm,
kendisinin altın takması düşünülemez. Altının daha Önce mubah olduğu halde, Hz.
Peygamber'in bu hareketiyle haram kılınmış olması mümkündür. Hz. Peygamber'in
sâhâbilerinde altın yüzük yaptırdıklarını görünce onu çıkarması iki sebebe
bağlanabilir.

1- Sâhâbîler altın yüzük takarak kibirleniyorlar, onunla övünüyorlardı. Onun için
çıkardı.

2- Altın Mübadele aracıdır ve azdır. Bir kısmının da yüzük yaptırılıp pasif hale
sokulması piyasada para darlığına, dolayısıyla ekonomik sıkıntıya sebep olacaktır.
Peygamber Efendimiz bunun için altın yüzüğü atmıştır.

Hz. Peygamber (s.a)'in altın yüzüğü atmasından maksat, onu telef etmesi değil, başka
bir maksatla kullanmasıdır.

Hadisden anladığımız diğer bir nokta da, Rasûlullah Efendimizin yüzüğü sağ elinin
parmağına taktığı ve kaşını avucunun içine denk getirdiğidir. Bu meselenin izahı 4226



ve devamındaki hadîslerde gelecektir.
Bazı Hükümler

1- Erkeklerin altın yüzük takmaları caiz değil gümüş yüzük takmaları ise caizdir.

2- Salih kulların fiilleri ile teberrükte bulunmak caizdir.

3- Rasûlullah'a kimse mirasçı olmamıştır. Olsa idi, yüzüğü Hz. Ebu-bekir almaz,



varislerine intikal ederdi.

4- Yüzüğün üstüne sahibinin veya Allah ism-i Celâlinin yazdırılması caizdir. Ancak

£121

üzerinde Allah yazılı olan yüzükle helaya girmek mahzurludur.

4219... Bize Osman b. Ebî Şeybe haber verdi, Bize Eyyûb b. Musa'dan naklen Sufyân
b. Uyeyne haber verdi. Eyyûb, Nâfi'den o da İbn Ömer'den bu (yukarıdaki) haberi
nakledip; şöyle dedi:

Rasûlullah (s. a) ona "Muhammedün rasulullah" sözünü kazıttı ve "Benim bu
yüzüğümün nakşı üstüne (bunun benzerini) kimse kazıtmasın" buyurdu.

£131

Ravî sonra hadîsi şevketti.
Açıklama

Bu rivayet, yukarıdaki hadisin biraz farklı bir naklidir. Bu rivâyette Hz. Peygamber
(s. a) kendi nakşı üstüne başka birisinin nakış kazıtmasını nehyetmiştir. Nevevî'inin
bildirdiğine göre, buna sebep şudur: Peygamber Efendimiz, yüzüğüne ismini, yazdığı
mektuplarını mühürlemek için kazıttı, Şayet başkaları da aynısını yaparsa, onlar da
yazdıkları mektupları mühürlerler ve bir takım karışıklıklar çıkabilirdi.
Bu karışıklığa meydan vermemek için, başkaları da mühür kazıtma-malıdır. Tabiatıyla
o günün tekniği, bugünkü ile kıyaslanamaz. Bu gün resmi kurumların mühürleri, yine
belirli kurumlar tarafından hazırlanır. Mühürlerin yazıları nettir. Karışıklık pek söz
konusu olmaz. Halbuki Hz. Peygamber devrinde durum farklı idi teknik geri, mühürler
ilkeldi.

Hadîs'in ibaresinden nehyin, Hz. Peygamber'in yüzüğüne başka bir nakşın kazınmasını
nehy olduğu zannedilmemelidir. Kanatimizce maksat, "Benim ismimi, benim

£141

nakşınım benzerini başkası kazıtmasın" mânâsıdır.

4220... Bize Muhammed b. Yahya b. Faris haber verdi. (Dedi ki) bize Muğîra b.
Ziyâd'dan naklen Ebû Asım haber verdi. Ebû Asım, Nâfi'den; Nâfî'de İbn Ömer
kanalıyla Rasulullah (s.a)"den bu haberi rivayet etti. (Bu rivayette) Ravî şöyle dedi:
Sâhâbiler, o (kuyuya düşen) yüzüğü aradılar, ama bulamadılar. Bunu üzerine, Osman
bir yüzük yaptırdı ve üzerine "Muhammedün Rasulullah" sözünü kazıttı. Hz. Osman

[15]

onu takınırdı.
Açıklama

Bu rivayette öncekilerden farklı olarak, Hz. Osman'ın Kasûlullah'm yüzüğünü
düşürdüğü ve tekrar bir yüzük yaptırıp üzerine "Muhammedün Râsulullah" sözünü ka-
zıttığı görülmektedir. Rasûlullah'm yüzüğü kaybolduğu ve yeni yaptırılan yüzüğün,
onun yerine geçeceği için Hz. Osman'ın yaptığı iş yukarıdaki hadîs'te varid olan
Nehye muhalefet sayılmaz.

Bu babdaki hadîslerin hepsi Rasûlullah (s. a)' 'in gümüşten yüzük edindiğinde
müttefiktirler. Bunun sonucu olarak ulema erkeklerin gümüş yüzük takmalarını caiz



görmüştür. Bazı eski Şam âlimleri, hükümdardan başkalarının yüzük takmasının
mekruh olduğunu söylemişlerdir. Nevevî bu görüşün şâz olduğunu belirtir. Ancak
Hanefî fıkhına göre, Sultanın yüzük takması sünnet olduğu halde, ihtiyacı

£161

olmayanların takmamaları daha efdâldir.

Kadınların da gümüş yüzük takmaları caizdir. Ancak erklerin taktıkları yüzüğün,
kadınların yüzüklerine benzememesi ve ağırlıklarının üç gramdan daha az olması
[17]

gerekir.

Altından yapılan yüzüğü erkekler takamaz. Konu, 4222 numaralı hadîsin izahı
yapılırken anlatılacaktır. Demir, bakır, kurşun, tunç gibi madde lerden yapılan yüzüğe
ait, hükümlerde ilgili bilgi de 42223 ve devamındaki hadîslerin izahı esnasında
gelecektir.

Bu babdan istifâde ettiğimiz diğer bir hüküm de yüzüğün kaşına isim kazıtmasının
caiz oluşudur. Ulema yüzüğün kasma, Allah'ın, Peygamber'in veya kişinin kendi
ismini kazıtmasının caiz olduğunu söylemişlerdir. Fakat insan veya hayvan gibi bir
canlı varlığın resmini işlemek caiz değildir. Kaşında, Allah'ın veya Hz. Peygamber'in
ismi nakşedilmiş yüzükle helaya giren kişi onu gizlemelidir. Şayet yüzük sol elde ise

081

taharetleneceğinde çıkarmalıdır.
2. Yüzüğü Terketmek Konusu
4221... Enes b. Mâlik (r.a) rivayet edildi ki:

O bir tek gün Rasûlullah (s.a)'in elinde gümüş bir yüzük gördü (onu gören) insanlar da
yüzük yaptırıp takındılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s. a) yüzüğü attı, insanlar da
attılar.

Ebû Davûd der ki:

Bu hadîsi Zührî'den Ziyad b. Sa'd, Şuayb ve'İbn Müsafır rivayet etti ve hepsi "gümüş
£191

yüzük" dedi.
Açıklama

Hadîsin Buharî ve Müslim'deki rivayetlerinde "İnsanıar da gümüşten yüzükler
yaptırdılar" cümlesi yer almaktadır. Hadisin siyakı, Hz. peygamber (s.a)'in
başkalarının da yaptırıp takındıklarını görünce, takinmakda olduğu gümüş yüzüğü
attığı anlayışını vermektedir. Halbuki vakıa bu değildir. Çünkü meşhur rivayetlerde
belirtildiğine göre, Hz. Peygamber'in takındıktan sonra attığı yüzük, gümüşten değil,
altından idi. Tüm ulemâ Rasûlullah'm gümüş yüzük takındığında ve bunu
terketmediğinde müttefiktir. Ancak, bu hadîsi tevil ya da diğer rivayetlerle telifte
farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Bu görüşleri şu maddelerde toplayabiliriz:

1- Hadîsin rivayetinde yanlışlık yapılmıştır. Doğrusu "gümüş yüzük" değil, diğer
rivayetlerde olduğu gibi "altın yüzüktür"

Nevevî, Kâdî İyâz'a tebean "tüm ehl-i hadîs bunun İbn-i Şihâb'dan bir vehim
olduğunu, çünkü atılan yüzüğün altın yüzük olduğunu söylerler." demektedir.

2- Hz. Peygamber (s. a) altın yüzüğün haram olduğunu bildirmek isteyince gümüşten



bir yüzük yaptırdı. Onun mubah olduğunu anlatmak için, o gün, halka gösterdi sonra
da altın yüzüğü atıp onun haram olduğunu bildirdi. Bunun üzerine insanlar da eskiden
ellerinde olan altın yüzükleri attılar. Buna göre bu hadîsteki "yüzüklerini attılar"
sözünün mânâsı "altından olan yüzüklerini attılar" demektir.

Nevevî bu tevilin sahih olduğunu ve hadiste bu anlayışa engel teşkil edecek bir
noktanın bulunmadığını söylemektedir.

Bu tevile Buharî'deki ve Müslim'deki "İnsanlar da gümüşten yüzükler edindiler"
şeklinde varid olan cümle, itiraz olarak ileri sürülebilir. Nevevî bu itiraza şu cevabı
vermektedir. "Muhtemeldir ki, Hz. Peygamber (s.a)'in gümüşten bir yüzük yaptırmak
istediğini öğrenince, onlar da gümüşten yüzükler yaptırdılar, ve altın yüzükleri
ellerinde kaldı. Rasûlullah (s. a) altın yüzüğünü atınca, onlar da altın yüzüklerini
attılar".

3- Hadîs'teki "yüzüğünü attı" sözündeki yüzükten maksat altın yüzüktür.

4- Hadîste, Rasûlullah'm attığı yüzüğün, gümüş yüzük olduğunu gösteren bir kayıt
yoktur. Aksine o mutlaktır. Rasûlullah'm altın yüzüğünü attığına hamledilir.

Bu son iki tevile, Buharı haşiyesinde Sindî nakletmekte ve uzak birer tevil olduğuna
işaret etmektedir.

5- Zührî'nin hadisi muhtasardır. Asıl maksadın anlaşılmasını engelleyen bir hazîf
vardır. Akla ilk gelen mânâ değildir.

Aksine mânâ şudur: Rasûlullah (s. a) ve Sâhâbîler daha önceden alim yüzüklerini
atmışlardı' 1 ancak bu anlayışı verecek olan kısım hazfedilmiştir.
Bu izahı Bezlü'l Mechûd sahibi Sehâr Nefurî, Muhammed Yahya'dan nakletmiştir.
Onu bu anlayışa sevkeden amil, Ebû Davud'un hadisin sonuna aldığı talikin hadiste
vehm olduğu ihtimaline meydan vermeyişidir. Çünkü Ebû Davûd tâîikinda, hadîsi
Zührî'den nakleden tüm ravîlerin "gümüş" diye naklettiklerini söylemektedir.
Hadîsteki vehmin, İbrahim b. Sad'den kaynaklandığı söylense, Ebû Davud'un taliki ile
karşı çıkılabilir. Ama alimler vehmi İbn Şihâb ez-Zührî'ye nisbet etmişlerdir.

6- Hz. Peygamber'in attığı yüzük gümüştendir. Rasûlullah, halkın gümüş yüzük
takarak kibirlenmelerinden korktuğu için yüzüğünü çıkartıp atmıştır. Yahut attığı
yüzük gümüş kaplanmış, demir yüzüktür.

Bu tevili Şemail şerhinde Kârî, Begavî'den nakletmiştir. Ancak Ulema arasında pek
rağbet gördüğü söylenemez.

Bu tevillerden sonuncusu hariç hangi tevil kabul edilirse edilsin kesin olan şudur: Hz.
Peygamberin (s. a) halkın da takındıklarını görünce çıkartıp attığı yüzük gümüşten
[201

değil, altından idi.

3. Altın Yüzük Konusundaki Hadisler

4222... İbn Mes'ud (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah (s. a) şu on şeyi kerih gördü.



1- Sufrayi, yani halûk sürünmeyi,

2- Beyaz kılları değiştirmeyi,

3- Eteği sürümeyi,

4- Altın yüzük takınmayı,

5- Mahalli olmayan yerde zineti göstermeyi,

6- Zar atmayı,



7- Muavvizat'm dışında bir şeyle rukye yapmayı,

8- Nazar boncuğu takmayı,

9- Meniyi mahallinden başka yere akıtmayı,

10- Çocuğu(nsütünü) bozmayı,

[22J

Bu sonuncusunu haram kılmadan kerih gördü.
Açıklama

Hadîs-i şerifte Hz. Peygamber (s. a) on hasleti kerih gördüğü, onlardan hoşlanmadığı
beyan edilmektedir. Hadîs'in metninde bu on şey teker teker sayılmaktadır. Ancak
çoğu izaha muhtaçtır. Onun için biz bu on maddeyi ele alıp kısa kısa açıklamak
istiyoruz.

1- Sufra, yâni halûk sürünmek: Aslında Rasûlullah'm kerih görüğü şey Suf-radır. İbn
Mes'ud veya daha sonraki râvîlerden birisi bunu "halûk" diye tefsir etmiştir. Halûk,
zaferan ve daha başka kokuların karıştırılmasından elde edilen bir esanstır. Rengi
kırmızıya ve sarıya çalar. Mekruhluğu erkeklere hastır. Bu konuda geniş bilgi için
4176 ve devamındaki hadislere bakılabilir.

2- Beyaz kılları değiştirmek: Mekruh olan, beyaz kılları yolmak ve siyaha boyamaktır.
Kına yakmak veya kırmızıya, sarıya boyamak caizdir. Bu konudaki 4202 ve 4212
hadislerde geçmiştir.

3- Eteği sürümek: Bundan maksat, kibirlenerek yürümek, büyüklenmek maksadıyla
uzun elbise giymektir. Ama tesettür için kadınların eteklerini yere kadar uzatmaları
mahzurlu değildir.

Rasûlullah (s. a) devrinde erkeklerin giydikleri, entari şeklinde olduğu için Efendimiz,
eteği sürümek şeklinde ifade buyurmuştur. Yukarıda temas edildiği gibi, Efendimiz'in
hoş görmediği, davranış böbürlenmek maksadıyla elbise giymektir. Bu konu 4084 ve
devamındaki hadislerde geçmiştir.

4- Altın yüzük takmak: Hz. Peygamber (s.a)'in kerih gördüğü altın takmak erkeklere
hastır.

Erkeklerin altın yüzük takmaları dört imama göre de haramdır. İbn Hazm'e göre haram
değildir. Sâhâbe ve tabîundan bir grubun altın yüzüğü caiz gördükleri rivayet
edilmiştir. Altın yüzüğün erkekler için haram oluşunun delili, bu ve buna benzer
birçok hadistir. Kadınlar ise, ayrı bir nass ile bu hükümden istisna edilmiştir. Çünkü
Hz. Peygamber (s. a) altın ve ipeğin erkekler için haram, kadınlar için ise helâl
olduklarını ifade buyurmuştur.

Erkeklerin altın yüzük takabileceklerini söyleyenlerin delili Tahavî'nin Meani'l Asâr
Şerhi'nde Muhammed b. Malike muttasıl bir senetle rivayet ettiği şu hadistir:
"Ben Bera'in parmağında altın bir yüzük gördüm. Kendisine niçin o yüzüğü taktığı
soruldu, o da şu karşılığı verdi: Bu, Rasûlullah (s.a)'m bana bir hediyesidir. Bunu bana
o taktı, ve "Allah'ın ve Rasûlunün sana ihsan ettiği bu yüzüğü tak" buyurdu.
Görüldüğü gibi bu haber erkeklerin altın yüzük takabileceklerine delalet etmektedir.
Altın yüzüğün erkeklere haram olduğu görüşünde olan fukaha bu hadise iki şekilde
cevap vermişlerdir.

I- Mubah kılan nas ile haram kılan nas tearuz ettiği zaman haram kılan nass tercih
edilir. Bu külî bir kaidedir. Dolayısıyla Erkeklerin altın yüzük takmalarının
haramlığma delalet eder. Nasslar karşısında bu haberin kıymeti yoktur.



II- Altın yüzüğün cevazına işaret eden bu hadis, daha altın yüzük haram kılınmadan
önce vârid olmuştur.

Ancak ulema bu ikinci cevabı pek kuvvetli bulmamışlar, Bera'in parmağmdaki
yüzüğün garipsenip sebebinin sorulmasının, hadisenin altın yüzük haram kılındıktan
sonra vuku bulduğuna delâlet ettiğini, söylemişlerdir. Az ipeğe kıyasla nişan
yüzüğünü caiz görenler olmuştur. Altından olan nişan yüzüğünün cevazı ile ilgili bir
mütalaa için, Tecrid-i Sarih Terceme ve şerhine bakılabilir. (c:IV, sn: 288, 289

5- Mahalli olmayan yerde zineti göstermek: Bu, kadınlarla ilgilidir. Maksat kadınların
kocalarından başkaları için süslenmeleridir. "Zineti göstermek" diye terceme ettiğimiz
"teberrüc" aslında kadının güzelliğini erkeklere göstermesidir. Kur'an-ı Kerim'de
kadınlara hitaben:

1231

Eski Cahilîyyede olduğu gibi açılıp saçılmayın buyurulmuştur.

Kadınlar, hilkaten süslenmeye heveslidirler. Dinimiz hilkat dini olduğu için, kadının
süslenmesini yasak etmemiş, ancak onu disiplin altına almıştır. Kocalarına karşı
süslenmelerine, onların beğenisini kazanmak için gayret göstermelerine izin vermiştir.
Yabancılar için süslenmek ise caiz değildir.

Çünkü bu nefislerin meyline; hoş olmayan düşünce ve hareketlerin belirmesine
sebeptir.

6- Zar atmak: Bundan maksat tavla oynamaktır. Ulema genelde tavla oynamanın
haram olduğu görüşündedir. Rasûlullah (s. a) ve (sahâbîler onu kötülemişlerdir.
Rasûlullah (s. a) bir hadisinde "Tavla oynayan kişi Allah'a ve Rasulüne isyan etmiştir."
buyurmuştur.

Tavla kumar olarak oynandığı takdirde haramdır. Bunun aksini iddia eden yoktur.
Ancak karşılıksız olarak oynandığı takdirde hükümde ihtilâf edilmişti. İbn Mugafferin
hanımlarıyla tavla oynadığı rivayet edilmiştir. İbn Müseyyeb'in de kumar olmadığı
takdirde tavlayı mubah saydığı rivayet edilmiştir.

Hanefîlere göre, kumar için olmadığı takdirde tavla ve satranç oynamak tahrimen
mekruhtur. Yukarıda naklettiğimiz hadisin yanı sıra, Rasûlullah'm, kişinin hanımıyla
oynaması, ok atması ve atını terbiye etmesi dışındaki tüm oyunların haranı olduğunu
bildiren hadîs'de tavlanın caiz olmayışına delildir. Tavla ile kumar oynamakta olan
birine selam verilip verilmeyeceğini tartışmışlardır.
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi çoğunluğa göre tavla haramdır.

7- Muavvizâtm dışında bir şeyle rukye: Yani Felâk, Nâs süreleriyle onlara benzeyen
ayetlerden başka ayetlerle rukye yapmak. Bazı alimler. muavvizâtin; Felâk, Nass, İhlâs
ve Kâfirim sûreleri olduğunu söylerler.

Bu sûreler okunarak, Allah'ın isimleri söylenerek hastalara şifa istemek dua etmek
caizdir. Rukye konusu, Kitabü'-t -Tıbb'm 18 ve 19 bab-larmda işlenmiştir. Geniş

1241

malûmat için oraya müracaat edilmelidir.

8- Nazar boncuğu takmak: Bu mânâya verdiğimiz terkip, Bezlü'l Mec-hûd'da bu
şekilde açıklanmıştır. Avnü'l Ma'bûd'da ise bu ikinci tefsir olarak işaret edilmiştir.
Avnü'l Ma'bûd'daki birinci izaha göre

" maksat, şeytanların isimlerini anarak mânâsı bilinmeyen sözlerle cahiliyye adeti
üzerine efsun yapmaktır. Zamanımızda, bir mânâ ifâde etmeyen, ne dediği
anlaşılmayan garip şekiller çizip muska yapmak, bunları hastalara asmak da caiz
olmayan rukyeler cümlesine girer. Göz değmesi haktır, ancak göz değmesinden



korunmak için göz boncuklan takmak bid'attır. Bu hâdîs-i şerif göz boncuğu takmanın
caiz olmadığına delâlet etmektedir. Zaten bunun hiç bir şeye faydası yoktur.

9- Meniyi mahallinden başka yere akıtmak: Bundan maksat azl yapmak yani erkeğin
cinsi temas esnasında boşalmadan çekilmesi, dışa boşaltılması dır. Bunun yasak
oluşunun hikmeti neslin kesilmesine neden oluşudur.

Ulema erkeğin hanımının izni olmadan dışa boşalamayacağmı, izni olduğu takdirde
ise haram olmadığını söylemektedir. Ancak Rasûlullah (s.a)'den azle izin verdiğini
gösterenlerin yanı sıra, azli çocuk ödürmeye benzeten rivayetler de gelmiştir. Onun
için zaruret olmadığı takdirde bu yola tevessül etmemek muvafıktır.

10- Çocuğun (sütünü) bozmak: Bundan maksat kişinin küçük bebeği olan hanımıyla
cinsî temasta bulunmasıdır. Çünkü cinsî temasta bulunduğu takdirde hanımın tekrar
hamile kalması ve sonuç itibariyle sütünün bozulması hatta çekilmesi muhtemeldir.
Çocuğun sütünün bozulması ise çocuğun bozulmasıdır.

Hadisin sonunda "Haram kılmadan" kaydı yer almıştır. Bazı alimler bu kaydı sadece
sonuncu maddeye tahsis, etmişlerdir. Terceme de bu izaha uygun olarak yapılmıştır.
Bazı âlimler ise bu kaydın on maddenin tamamıyla ilgili olduğunu dolayısıyla

1251

bunların hepsinin haram değil mekruh olduğunu söylerler.
4. Demir Yüzük Konusunda Varid Olan Hadisler

4223... Abdullah b. Burey'de, babası Büreyde (r.a)'den şöyle rivayet etmiştir.
Rasûlullah'a parmağında pirinçten yüzük olan bir adam geldi. Rasûlullah (s. a) adama:
Sende niçin putların kokusunu buluyorum? dedi. Adam o yüzüğü attı, sonra da
demirden bir yüzükle geldi. Bu defa Efendimiz:

Sende niçin cehennemliklerin şeklini görüyorum? buyurdu. Adam onu da attı ve,
Yâ Rasûlullah öyleyse yüzüğü neden yaptırayım? dedi. Rasûlullah (s.a):

[261

Onu gümüşten edin ve bir miskale vardırma, buyurdu. Muhammed "Abdullah b.

[271

Müslim" demedi, Hasep de "Es-Sülemî El-Mefyezî" demedi.

4224... İyaz b. Haris b. Muaykıp - İyaz'm anne tarafından dedesi Ebû Zûbabtır -
Dedesi fmuaykıp (r.a) şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Rasûlullah (s.a)'in yüzüğü, üzerine gümüş kaplanmış demirdendi. O yüzük bazen
benim elimde otururdu.

[281

(İyaz veya başka bir râvî) Muaykıp, Rasûlullah'm yüzüğünün emini idi. dedi.
Açıklama

Bu iki hadisten birincisi Hz. Peygamber (s.a)'in emir yüzük takmayı men ettiğine,
ikincisi ise Efendimiz'in yüzüğünün demirden olduğuna delâlet etmektedir.
Dolayısıyla bu şekliyle görünüşte aralarında bir çelişki olduğu izlenimi belirmektedir.
Onun için bu iki hadîsin açıklamasını birlikte yapmayı uygun bulduk.
Birinci hadisten anladığımıza göre, Rasûlullah (s.a)"e parmağında pirinç madeninden
yapılmış bir yüzük olan bir adam gelmiş. Efendimiz onu doğru bulmayarak, pirinç



yüzüğün caiz olmayışını putların kokusuna benzeterek ifade buyurmuştur. Buradaki
benzetmedeki ilgi Hattabî'nin dediğine göre putların pirinçten yapılmalarıdır. Gelen
zat Rasûlullah'm pirinç yüzüğü hoş görmediğini anlayınca hemen onu atmış daha
sonra da parmağında demirden yüzük olduğu halde gelmiştir. Fakat bu sefer de
Efendimiz, adamın halini, cehennemliklerin haline benzetmiştir. Bu benzetmedeki
alâka da, cehennemliklerin bağlı olduğu zincir ve bukağıların demirden olmasıdır.
Andan sâhâbi, Efendimizin bu tavrı karşısında demir yüzüğü de atarak hangi
madenden yüzük edinebileceğini sormuş, Efendimiz de, gümüşü tavsiye etmiş, ama
yüzüğün bir miskalden (takriben dört gr.) daha az olmasını tenbih etmiştir.
Bu hadisin zahiri, demir ve pirinçten imâl edilen yüzüklerin caiz olmadığına delalet
etmektedir. Ancak ikinci, yani 4224. hadis Hz. Peygamber (s.a)'in yüzüğünün
demirden olduğuna delâlet etmektedir. Ayrıca Buharı ve Müslim'de yer alan bir

[291

hadiste Hz. Peygamber (s. a) Vâhib'e, kısasında, "Demirden de olsa bir yüzük bul"
buyurmuştur. Bu, ikinci hadisi takviye etmektedir.

Bu farklı rivayetlerden dolayı ulemanın demir yüzük takınmanın hükmü konusundaki
görüşleri farklı olmuştur. Bu konuda bazı alimlerden nakledilen görüşler şu şekildedir:
Aliyü'l-Kârî" demir yüzüğün mekruh olduğunu alimlerimiz açıkça belirtmişlerdir."
der. Nevevî, Mühezzeb şerhi'nde İbâne müellifinden demir ve pirinçten yapılan
yüzüklerin mekruh olduğunu, Mütevelli'dert ise onun mekruh olmadığım nakletmiş ve
ikincisinin daha sahih olduğunu söylemiştir. Yine Nevevî, Müslim şerhi'nde "Bizim
ashabımızın demir yüzüğün mekruh olup olmadığı konusunda iki görüşü vardır,
Bunlardan mekruh olmadığı tarzındaki görüş daha sahihtir Çünkü demir yüzüğü nehy
eden hadîs zayıftır." demiştir. Askalanî ise, yukarda Buharı ve Müslîm-den
naklettiğimiz Vahibe hadisesindeki "Demirden de olsa bir yüzük al" hadisinin onun
cevazına delil olmayacağım, yüzük almanın yüzük

takmak manasına gelmediğini, çünkü Hz. Peygamber (s.a)'in kadının, yüzüğün
kıymeti ile menfaatlanmasım murat edmesinin muhtemel olduğunu söyler.
Askalâni'nin bu sözünden onun da demir yüzüğü meşru görmediği sonucu
çıkartılabilir.

Büceyramî'de, esah olan; bu görüşe göre kurşun, bakır ve demir yüzüğün mubah
olduğunu söyler.

Şamî ise Cevheriden naklen demir yüzük takınmanın mekruh olduğunu söylemektedir.
Maliki ve Hanefî mezhebine göre, hem erkeklerin hem de kadınların demir, bakır,
pirinç gibi madenlerden yapılan yüzük takınmaları mekruhtur. Delilleri, üzerinde
durduğumuz hadislerden birincisidir. Her ne kadar bu hadîs hakkında Nevevî zayıf
demiş, daha başka bazı alimler de bazı yönlerden tenkit etmişlerse de. Munavî, onun,
"hasen" derecesinden daha aşağı olmadığını söyler. Ayni'de, demir yüzük takmayı
men eden başka rivayetler zikreder.

İbnü'l Arabi'de. Tirmizî Şerhi'nde bu konudaki hadîslerin sahîh olduklarını, sahîh
olmasa bile demir yüzük takmanın fiilen terkedilişinin bu hadîsi kuvvetlendirdiğini
söyler.

Üzerinde durduğumuz hadislerden ikincisi hakkında ise, bu görüş sahipleri, onun
gümüşle kaplı olduğunu, yasak olanın, sırf demir veya benzeri bir maddeden
yapılanlar olduğunu söylerler.

Birinci hadiste bahsi edilen diğer bir konuda gümüş yüzük takmanın meşru olduğu ve
bu yüzüğün bir miskalden daha az olmasının gerekliliğidir. Gümüş yüzük takmanın



kadınlara da, erkeklere de, helâl olduğu; ancak zaruret yoksa, yüzük takınmanın pek
uygun olmadığı daha Önce geçmişti. Burada, yüzüğün bir miskalden daha az olması
konusuna temas etmek istiyoruz.

Kârî'nin Cemiu'l-Vesâü'deki nakline göre konu Şafıîler arasında ihtilaflıdır. Yani
bazılarına göre yüzüğün ağrlığı bir miskalden daha az olmalıdır, bazılarına göre ise
böyle bir ayırım yoktur.

Neylü'l Meârib'de bir miskalden fazla bile olsa erkeklerin de kadınların da gümüş
yüzük takabilecekleri zikredilmektedir. Kari bunu Tahâ-vî'nin şerhlerinden de
nakletmiştir.

Malikîlere göre, iki dirhemden daha ağır olan yüzüğü takmak haramdır. Hanefî fıkıh
kitaplarından îhtiyar'da "Sünnet olan, yüzüğün bir mıskal kadar veya daha aşağı
olmasıdır." denilmektedir.

4224, hadîsin isnadında ravîlerden birisi, İyas'm anne tarafından olan dedesinin Ebû
Zübab olduğunu söylemiştir.

Bunu söylemekten maksadı, hadisin işitenlerin, İyâs'in hadisi annesi tarafından olan
dedesinden mi, yoksa babası tarafından olan dedesinden mi rivayet ettiği tarzında bir
şüpheye kapılmamasıdır. Yani İyâs, hadîsi, babası tarafından olan dedesi Muykip'den
[301

rivayet etmiştir.
Bazı Hükümler

İki hadis birlikte mütalâa edildiğinde şu hükümler çıkartılabilir

1- Demirden veya pirinçten yapılmış olan yüzükleri takmak meşru değildir.

2- Caiz olmayan bir şeyi yapanın davranışlarını, gayri müslimlerin veya
cehennemliklerin davranışlarına benzetmek caizdir.

3- Gümüş yüzüğün bir miskalden daha az olması gerekir.

£311

4- Üzerine gümüş kaplanmış demir yüzük takmak caizdir.
4225... Ali (r.a) şöyle demiştir:

Rasûlullah s. a) bana: "Allah'ım! bana hidâyet ver, beni doğrult de.
(Ondan) hidâyeti (istediğinde) yolun doğrusunu zikret. (Ondan) doğruluk (istediğinde)
oku (hedefe nasıl) doğrulttuğunu hatırla", buyurdu.Hz. Ali devamla şöyle dedi:
Rasûlullah (s. a), beni yüzüğü şu veya şu, yani işaret veya orta parmağıma Asım hangi
parmak olduğunda şüphe etti - takmaktan, kassiye ve Mîsera'dan nehyetti"Ebû Bürde
dedi ki:

Hz. Ali'ye "Kassiye nedir?" diye sorduk "Şam'dan veya Mısır'dan gelen, üzerinde
kaburga kemiği gibi geniş turunca benzer şekiller bulunan bir kumaştır. Mîsera'da

[32J

kadınların kocaları için yaptıkları bir şeydir" dedi.
Açıklama

Hâdîs-i şerifin Buharî'deki rivayetinde sadece Ebû Bûrde'nin Kassi ve Misera
konusundaki Hz. Ali'ye sorduğu soru ve Ali (r.a)'in cevabı yer almıştır. Buharî'nin bu
rivayetinde Kıs-sî'nin kaburgaya benzeyen çizgilerinin ipekten olduğuna işaret edilmiş



ve Ebû davûd'daki: (ûtrüc) kelimesi orada (ûtrünc) şeklinde varid olmuştur. Ayrıca,
Misera'nm kadınların kocaları için yapıp sarıya boyadıkları kadifeye benzer bir kumaş
olduğu ifâde edilmektedir.

Müslim'in libas'taki bir rivayetinde Misera'nm kadınların kocalarının eğerleri üzerine
koymaları için ergovan kadifesinden yaptıkları bir kumaş olduğu söylenmektedir.
Bu hadîsin Sahîh-i Müslim'deki bir rivayetinde de sadece baş tarafındaki dua kısmı
vardır.

Hâdîs-i şerifte, Hz. Ali (r.a), Rasûlullah (s.a),'in kendisine bir dua öğrettiğini haber
vermektedir. Bu duayı, Hattabî'nin yaptığı bazı takdirleri de göz önüne alarak terceme
etmeye çalıştık. Ancak, duada kullanılan kelimelerdeki maksadın açılması için
Hattabî'nin bu konuda söylediklerinin tamamını aktarmak istiyoruz.
Hattabî duanın, "(Ondan) hidâyeti (istediğinde) yolun doğruluğuna" diye terceme
ettiğimiz cümlesi ile ilgili olarak şöyle demektedir:

"Bu sözün mânâsı şudur: Bir yola veya çöle giren kişi, geniş yolu takip eder; caddeden
ayrılmak istemez. Kaybolmaktan korktuğu için sağa sola sapmaz, bu şekilde, hidayete
erer ve selâmete çıkar. Rasûlullah (s. a), buyuruyor ki, "Allah'tan hidayet istediğin
zaman, aklına yolun doğrusunu getir; yola girdiğinde, doğru olanı araştırdığın gibi
allah'dan hidayeti ve istikameti iste."

Yine Hattabî "(Ondan) doğruluk (istediğinde) oku (hedefe nasıl) doğrulttuğunu
hatırla" diye terceme ettiğimiz " cümlesi hakkında da şunları söylemektedir:
"Bu cümlenin mânâsı şudur: Ok atan kişi, bir hedefe ok attığı zaman, oku tam hedefe
yöneltir. Okun hedeften sapmaması ve gayretinin boşa gitmemesi için sağa sola
dönmez. Rasûlullah buyuruyor ki: "Allah'tan doğruluk istediğin zaman, istediğinin ok
atarken yaptığın gibi olması için bu mânâyı hatırla"

Hattabî'nin bu söylediklerinden, Rasûlullah (s. a) dua konsunda Hz. Ali'ye bulunmuş
olduğu tavsiyelerinin daha iyi anlaşıldığını zannediyoruz.

Hadîs-i şerifin devamında Hz. Ali (r.a), Rasûlullah'm kendisini işaret veya orta
parmağından birisine yüzük takmaktan nehy ettiğini söylemiştir. Burada "veya"
edatiyla ifâde ettiğimiz mânâ "şek" içindir. Bu şek'de râvîlerden Asım'a aittir. Yani
Ebû Büreyde, Hz. Ali'den işaret veya orta parmaktan birisini aktarmış, fakat Asım
bunun hangi parmak olduğunu hatırlayarnamış, onun için "işaret veya orta parmak"
şeklinde rivayet edilmiştir.

Müslim'in bir rivayetinde ise, Hz. Ali'nin orta parmakla yanmdakine işaret ederek
"Rasûlullah beni bunlara yüzük takmaktan menetti" demiştir. Müslim'in bu rivayetine
göre bir şek söz konusu değildir.

Hâdîs-i şerif, işaret veya orta parmağa yüzük takmanın kerahatine delâlet etmektedir.
Nevevî, "Bu hadîsten dolayı yüzüğü orta parmağa veya onun yanıdakilerine takmak
mekruhtur. Müslümanlar yüzüğün küçük parmağa takılması gerektiğinde
müttefiktirler" demektedir. Kevkebu'd-dûrrî, Şerhu'l - İkna ve Neylü'l-Meârîb gibi
eserlerde, yüzüğün küçük parmağa takılmasının efdal, başka bir parmağa takmanın
mekruh olduğu ifâde edilmektedir. Neylü'l - Mearib'de bunun hikmetinin küçük
parmağın elin uç tarafında oluşu ve iş yaparken müdahalesinin bulunmayışı olduğu
söylenmiştir.

Aliyyü'l - Kârı de Mîrek'ten naklen şunları söylemektedir: "Baş parmak ve yüzük
parmağı konusunda Rasûlullah'tan herhangi bir haber vâ-rid değildir. Öyle olunca,
yüzüğü küçük parmağa takmanın mendup olduğu ortaya çıkmış demektir. Şafiî ve
Hanefîler de buna meyletmişlerdir."



Bu konuda söylenenlerin en güzeli, Aliyyü'l - Kârî'nin bu söyledikleri olsa gerektir.
Hadîsin sonunda Hz. Ali, Efendimizin kendisini kasiyye ve misara denilen kumaşları
giymekten de men ettiğini bildirmektedir. Bu kelimelerin ne mânâya geldiği bizzat
Hz. Ali tarafından açıklanmıştır. Biz, buna ilaveten, Buharî ve Müslim'in
rivâyetlerindeki bazı farklılıkları da izah bölümünün baş tarafında vermiştik. Sindi,
Buharî Hâşîyesinde, kaysî denilen kumaşa bu ismin veriliş sebebinin, bu kumaşın
Dimyat yakınlarında deniz sahilindeki Kays köyüne nisbetle olduğunu söyler.
Hz. Peygamber (s.a)'in bu kumaşları giymekten men edişine sebep, içerisinde ipek
[331

oluşudur.

Bazı Hükümler

1. Allah'a dua ederken, ondan bazı şeyler isterken temsil getirmek tevessül de bulun-
mak caizdir.

2. Yüzüğü orta veya işaret parmağına takmak mekruhtur. Konu yukarıda
açıklanmıştır.

3. İçerisinde ipek bulunan kumaştan yapılmış olan elbisenin erkekler tarafından

041

giyilmesi caiz değildir.

5. Yüzüğün Sağ Veya Sol Ele Takılması Konusu

Gerek Rasûlullah'iri, gerekse sahâbî ve tabiîlerin yüzüğü sağa da sola da taktıklarına
delâlet eden haberler vârid olmuştur. Musannif Ebû Davûd bu haberleri birbirlerine
tercih etmediği için bab başlığında meylini izhar etmemiştir.

Biz bu babdaki hadislerin hepsinin tercemelerini verip, daha sonra izahlarını birlikte
135]

yapacağız.

4226... Hz. Ali (r.a); şöyle demiştir:

[361

Şureyk, bana Ebû Seleme b. Abdurrahman şöyle haber verdi, dedi.

1371

"Rasûlullah (s.a) yüzüğü sağ eline takardı."
4227... İbn Ömer (r.a)'den rivayet edildiğine göre:

Rasûluîlah (s.a) yüzüğü sol eline takardı. Yüzüğünün kaşını da avucunun içine alırdı.
Ebû Davûd der ki:

İbn İshak ve Üsâme yani İbn Zeyd - Nâfî'den (Onun isnadı ile) (Rasûlullah'm

İM

yüzüğünü) sağ eline (taktığını) rivayet ettiler.

MI

4228... Nafı'den rivayet edildi ki İbn Ömer (r.a) Yüzüğünü sol eline takardı.



4229... Muhammed b. İshak şöyle demiştir:



Salt b. Abdullah b. Nevfel b. Abdilmuttalib'in sağ elinin küçük parmağında bir yüzük

gördüm ve:

Bu da ne?! dedim.

"îbn Abbas'ı yüzüğünü böyle takarken gördüm" dedi ve yüzüğün taşını elinin üst
tarafına denk getirdi.

(Muhammed b. İshak devamla şöyle) dedi. "Salt: îbn Abbas'm Rasû-lullah'ın

1401

yüzüğünü böyle takındığını söylediğini zannediyor.
Açıklama

Hadîslerin tercemesine başlamadan önce de işaret ettiğimiz gibi bu babda varid olan
hadîslerin bir kısmı Rasûluîlah (s.a)'in yüzüğünü sağ eline, bir kısmı da sol eline taktı-
ğına delâlet etmektedir. Bu konuda sâhâbîler tarafından nakledilen başka haberler de
vardır. Bu haberlerden birkaçını daha aktarmak istiyorum.
Enes b. Malik demiştir ki:

Rasûluîlah (s. a) eline Habeşi kaşı, olan gümüş bir yüzük taktı. Kaşını avucunun içine
HU

denk getirdi." Abdullah b. Cafer şöyle demiştir : "Rasûluîlah (s. a) yüzüğünü sağ

1421

eline takardı" Enes b. Malik (r.a); demiştir ki:

Rasûluîlah (s. a) yüzüğü şunda idi". Enes, bunu söylerken sol elinin küçük parmağını
1431

işaret etti.

Cafer b. Muhammed babasından şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hasen ve Hüseyin

[441

yüzüklerini sol ellerine takarlardı. Alimler biribirine muhalif görünen bu
hadislerin arasını telifte değişik şeyler söylemişlerdir.

Bazı alimler her iki tarafın da eşit olduğuna meyletmişler, yani sağa da sola da
takmanın caiz olduğunu ve birini öbürüne tercihe delil bulunmadığını söylemişlerdir.
Ebu Davud'un baba verdiği isim ve bu bab'm altına biribirine muhalif hadisleri alması,
onun da bu görüşte olduğuna delâlet eder.

Bazıları da Peygamber (s.a)'in yüzüğü önceleri sağ eline taktığını, ama bilâhare bu
adetini değiştirip sol eline takmaya başladığını söylerler.Bu görüş sahipleri, Ebû Şeyh
ve İbn Adiyy'in, îbn Ömer'den rivayet ettikleri "Rasûluîlah (s. a) yüzüğü sağ eline
taktı, sonra onu sol eline değiştirdi, "mânâsmdaki habere istinad ederler.
Hafız ,"Eğer bu sahih ise ortada niza kalmaz, ama onun senedi zayıftır" der. Nevevî'de
ulemanın yüzüğü sağa veya sola takmanın cevazında müttefik olduklarım fakat,
hangisinin daha efdal olduğunda ihtilâf ettiklerine işaret ettikten sonra, İmam Malik'in
sol ele takmayı müstehap, sağa takmayı ise mekruh gördüğünü kendi mezheplerin de
(şafiîler'de) ise sağ elin daha efdâl olduğunu söyler.

Bu konu ile ilgili olarak Fethü'l Vedûd'ta şöyle denilmektedir; "Rasûluîlah (s.a)'in
yüzüğünü hem sağ hem de sol eline taktığı gerçektir. Bazı âlimler her iki ele de
takmanın caîz, zinet olduğu için, sağ ele takmanın ise daha efdal olduğunu söylerler.
Çünkü zineti sağ ele takmak daha evlâdır. Başka alimler ise Peygamber (s.a)'in
önceleri yüzüğünü sağ eline taktığı halde sonraları bunu değiştirip sol eline takdığmı
bildiren bazı zayıf rivayetlere dayanarak, sağ ele takmanın nesh edildiğini söylerler.



Diğer bazı alimler ise, her ikisini de caiz görmekle birlikte, sola takmayı tercih
ederler"

Hanefî alimleri ise Rafiziler'den olan ehl-i bid'ate benzeyeceği için sola takmayı uygun
bulmamışlardır. Çünkü kafire benzemek haram olduğu gibi ehl-i bidate benzemek de
haramdır. Zira alimler her ne kadar onlara kafir demenin caiz olup olmayışında ihtilâf
halinde iseler de fasıklığmda icma halindedirler. Fasıklann yaptıklarını yapmak caiz
değildir.

Bütün bu nakillerden anlaşıldığına göre yüzüğü sağ ele de sol elede takmak caizdir.
Ancak hangisinin daha efdal olduğu ihtilaflıdır.

Hanefî ve Şafıîlere göre sağ ele takmak daha efdal, Malikîlere göre ise sola takmak
efdaldir.

Yüzük sol ele takıldığı zaman taharet esnasında parmaktan çıkartılır, çünkü sol elle
taharat edilir.

Yüzüğün hangi parmağa tması gerektiği bundan önceki babın son hadîsinde geçmiştir.
[451



Bazı Hükümler

1. Yüzüğü sağ ele de sol ele de takmak caizdir.

[461

2. Kişi bildiği bir şeyin âksi bir hareketle karşılaşınca, bunun sebebini sormalıdır.
6. Zil Konusunda Varid Olan Hadîsler

4230... Ali b. Sehl b. Zübeyr'den rivayet edildi ki:

Kendilerine ait olan bir cariye, Zübeyr'in, ayağında ziller olan kızını Ömer b. el-
Hattab'a götürdü. Ömer, zilleri kesti ve:

[471

"Rasûlullah (s. a) 'i her zille birlikte bir şeytan var" buyururken duydum" dedi.

[481

4231... Abdurrahman b. Hassan el-Ensarî' nin cariyesi, Bünane'den rivayet edildi
ki;

O (Bûnâne) Hz. Aişe (r.a)'mn yanında iken üzerinde sesler çıkartan ziller bulunan bir
câriye, Hz. Aişe'nin yanma katıldı.
Hz. Aişe (r.a):

" Onun zillerini kesmeden (çıkarmadan) benim yanıma sokmayınız. Ben, "Rasûlullah

[491

(s. a) 'i "içerisinde zil bulunan eve melekler girmez" derken işittim" dedi.
Açıklama

Bu hadîsin Hz. Aişe'nin "RasûlullahMan naklettiği bölümü Kitâbü'l Cihâd'da

1501

"Melekler, içerisinde köpek ve çan olan yolcularla arkadaşlık etmezler" lâfzi ile
geçmiştir. Hadis bu şekli ile Müs-lîm, Libas, 103 ve Tirmizi, Cihâd 25'de de yer



almıştır.

Gerek Hz. Ömer'den rivayet edilen birinci hadis, gerekse Hz. Aişe'den rivayet edile
ikinci hadis, kadınların kendilerine zinet olarak, ses çıkaran zinet takmalarının caiz
olmadığına delâlet etmektedir. Müslim'in Ebü Hureyre' (r.a)'dan rivayet ettiği bir
hadiste de Hz. Peygamber (s. a) "zil, şeytanın düdüklerindendir" buyurmuştur. Bu
hadîs de zilin caiz olmayışına delâlet etmektedir.

Hadîslerin zahirine göre ister büyük, ister küçük olsun ve hangi maddeden yapılmış
olursa olsun ses çıkaran her türlü çanın caiz olmadığına delâlet eder. Buna göre ses
çıkaran bütün zinetler çan hükmündedir ve kadınlar tarafından kullanılması caiz
değildir.

Meleklerin, içerisinde zil bulunan eve girmeyişlerinin hikmeti, bazı alimlere göre
kilise çanına benzedikleri içindir. Bazı alimler ise buna sebebin, çanların çirkinliği
olduğunu söylerler. Kanatımızca, çan ses çıkardığı için dikkat çektiğini ve nehyin

£511

hikmetleri arasında bununda göz önünde tutulması gerekir.
7.Dişleri Altınla Bağlamak

4232... Abdurrahman b. Tarafe'den şöyle rivayet edilmiştir;

Külab gününde dedesi Arfece b. Esad'm burnu kesildi. Arfece'de gümüşten bir burun
yaptırdı, ama o, koku yaptı. Bunun üzerine "Rasûlullah (s. a) kendisine altından bir

[521

burun yaptırmasını emretti.

4233... Bize Hasen b. Ali haber verdi, bize Yezîd b. Harun ve Ebû Asım haber
verdiler. Onlar, "Bize Ebûl - Eşheb, Abdurrahman b. tarafe'den o da Arfece b.
Esad'dan önceki hadisin mânâsını haber verdi" dediler.
Yezid der ki:

Ebu Eşheb'e, "Abdurrahman b. Tarafe dedesi Arface'ye yetişti mı?"
dedim.

I53J

"Evet" dedi.

4234... Bize Müemmel b. Hişâm haber verdi. Bize İsmail, Ebü'l - Eşheb'ten, O,
Abdurrahman b. Tarafe'den, Abdurrahman, Arfece b. Esed'den O da babasından

[541

(şüphesiz Arface diye) önceki hadîsi mânâsı ile rivayet etti.
Açıklama

Bu babdaki üç rivayet aslında tek hadistir. Rivayetlerin isnacimdaki farklılıktan
dolayı, Musannif, bunları ayrı hadîsler şeklinde kitabına almıştır.
Kûlâb: Cahiliye devrinde Arapların iki kere savaştığı bir yerin adıdır. Burasının Küfe
ile Basra arasında ve Yemame'ye yedi günlük bir mesafede olduğu söylenmektedir.
Tirmizî Şerhi, Arızatü'l - Ahvezi'de, Kûlâb savaşının iki kez vuku bulduğu bunlardan
birincisinin Bekir ve Tağlib kabileleri arasında, ikincisinin ise Temim ve Ehl-i Hecr
arasında olduğu belirtilmektedir. Hadiste adı geçen Arfece, bu savaşlardan ikincisine



katılmıştır.

Yukarda da temas edildiği gibi Arfece'nin burnunun koptuğu Kûlâb savaşı
Rasûlullah'dan önce, Câhilîyye devrinde olmuştur.

Metinde görüldüğü üzeri, Arfece savaşta kopan burnunun yerine gümüşten bir burun
taktırmış ama bu burun zamanla koku yapmaya başlamıştır. Burnunun koku yapması
Rasûlullah'm Peygamberliği döneminde olmuş Efendimiz de gümüşün yerine altından
bir burun taktırmasını emretmişti.

Hadîs altından burun taktırmak ile ilgili olduğu halde, musannif bunu, "altın ile diş
bağlatmak" adı altında vermiştir. Herhalde buna sebep, halk arasında yaygın olanın
burun taktırmak değil, altından diş taktırmak veya diş bağlatmak oluşudur. Ebû Davûd
buruna kıyasla, sallanan dişleri altın, ile bağlatmanın cevazına kail
olmuştur.

Ulema bu hadîse istinad ederek, zaruret halinde altının erkekler tarafından kullanışının
caiz olduğunu söylemişlerdir.

Hanbelî Ulemasından îbn Kûdame bu konuda şöyle demektedir: "Burnu kesilenin,
burnunu taktırması gibi, zaruretin gerekli kıldığı yerlerde altın kullanmak mubahtır.
İbn Kudame devamla, Ahmed b. Hanbel'in sallanan dişlerin düşmemesi için, dişi
altınla bağlatmanın caiz olduğunu söylediğini nakleder. Bu alimin naklettiğine göre
Esrem; Ebu Râfî, Sabit el - Bûnânî, İsmail b. Zeyd b. Sabit ve Muğire b. Abdullah'ın
dişlerini altınla bağladıklarını rivayet etmiştir. Ayrıca Hasen, Zühri ve Nehâî buna
155]

ruhsat vermiştir.

Üç büyük mezhebin hepsine göre, sallanan dişlerin altın bir telle bağlanması veya
altından diş yaptırıp takılması caizdir. Ancak Hanefî alimleri arasında ihtilaf vardır.
[561

Hanefî mezhebinin imamı, Ebû Hanife'ye göre sallanan bir dişin altınla bağlanması
caiz değildir. Bu şekilde bir dişin gümüşle bağlanması gerekir. İmam Muhammed'e
göre ise, hem altınla hem de gümüşle bağlanması caizdir. Zahirrü'r - Rivâye
eserlerinden el- Camiu's - sağîr'da İmam Ebû Yûsufun görüşü verilmemiş daha
sonraki alimler de onun İmam-ı Azamla mı yoksa, imam Muhammed'lemi olduğu
konusunda ihtilâf etmişlerdir.

Bazı Hanefî kitaplarında ise, sallanan bir dişin altınla ya da gümüşle bağlanmasının

1571

Ebu Hanif e ve Ebû Yûsuf a göre de caiz olduğu belirtilmektedir.
Görüldüğü gibi üç mezhebe göre ihtilafsız, Hanefî mezhebinde de ihtilaflı olarak
salanan dişlerin altınla bağlanması caizdir. Diş doldurmak da diş bağlatmak gibidir.
Hanifî mezhebi imamlarından nakledilen ihtilaf, diş doldurmanın veya diş taktırmanın
caiz olup olmayışında değil, bu işi altınla yaptırıp yaptırmamanın caiz olup
almayışıdır. Yani diş doldurmak veya diş taktırmak bütün ulemaya göre caizdir.
İslâmiyet fıtrat dinidir. İnsanların dünya nimetlerinden meşru sınırlar içerisinde
yararlanmalarına izin verir. Hastalananları tedavi olmaya teşvik eder. Durum böyle
olduğu halde ve bütün müctehidler caiz olduğunu söylerlerken, mücerret bir vehimden
dolayı diş doldurmanın caiz olmadığını söylemek takılan dişleri söktürmek, insanları
dişsiz bırakmak, İslâm'ın ruhuna uygun bir davranış değildir. İslam'a hizmet

[581

maksadıyla yapıldığı zannedilen ama aslında İslâm'a zarar veren bir davranıştır.



8. Kadınların Altın Kullanması
4235... Aişe (r.a), şöyle demiştir:

Hz. Peygamber (s.a)'e Necâşî'nin kendisine hediye ettiği zinet getirildi. O zinetin
içerisinde Habeş işi kaşı olan bir de yüzük vardı. "Rasûlullah (s. a) yüzüğü, ondan uzak
durarak, bir çubukla veya bir parmağı ile aldı sonra, Ebü'I As'm kızı - kızı Zeyneb'in

[591

kızı - Ümame'yi çağırdı, ve "Bunu sen takın kızcağızım" buyurdu.
Açıklama

Hz. Peygamber (s.a)'e zinet gönderen "Necâşî, Habeşistan hükümdarı Eshame'dir.
"Rasûlullah (s. a) 'e gelen yüzüğün kaşı Habeş işinden idi. Sarihler bundan maksadın,
göz boncuğu veya akik olduğunu, çünkü, bunların Yemen veya Habeşistan'da bu-
lunduğunu söyler. Habeş işinden maksadın ne olduğu konusunda başka görüşler de
vardır. Bu görüşler için 42 1 6 nolu hadîse bakılmalıdır.

Hadîste görüldüğü üzere, Hz. Peygamber fs.a) altın yüzüğü görünce ondan yüz
çevirmiş, bir çubukla veya parmağı ile onu almış ve torunu Ümame'ye vermiştir.
Ancak Râvî Efendimiz'in yüzüğü çubukla mı, yoksa bir parmağı ile mi aldığında
tereddüt etmiştir.

"Rasûlullah (s. a) 'in yüzüğü eline almak istemeyişi ve onu bir kız olan torununa verişi
altının erkekler için caiz olmadığı, kadınlar için ise caiz olduğuna delildir. Çünkü altın
kadınlar İçin de haram olsa idi, Efendimiz onu torununa vermezdi. Altının erkeklere
haram, kadınlara ise helâl olduğunu gösteren başka haberler de vardır. Meselâ, Ebû
Davûd, Ahmed ve Nesaî'nm Hz. Ali'den rivayet ettikleri şu hadîs bunlardandır. "Bir
gün "Rasûlullah (s. a) sağ eliyle ipek, sol eliyle de altın alarak "Şüpesiz bunlar üm-

İM

metimin erkeklerine haram, kadınlarına ise helaldir," buyurdu."
Bundan sonra gelecek olan bazı hadîslerde, "Rasûlullah'in, kadınların altın
kullanmasında men ettiğini bildiren haberler varittir. Yeri gelince temas edileceği
üzere, ulema, bunu, ya neshe yada zekâtı verilmeyen miktara hamletmişlerdir. Yani ya
önceleri kadınların da altın kullanmaları caiz değildi, bilâhare bu yasak neshedildi, ya
da kadınlar için caiz olmayan altın zinet, fazla miktarda olup da zekâtı verilmeyen

£611 '

zinettir.

Bazı Hükümler

1- İslâm hükümdarının başka milletlerle muahedeler yapması, onlarla hediyeleşmesi
caizdir.

2- Kişinin, kullanılması caiz olmayan bir şeyi küçümsemesi, ondan uzak kalmaya
çalışması gerekir.

[62J

3- Erkeklerin altın yüzük edinmeleri caiz değil, kadınların edinmeleri ise caizdir.



4236... Ebû Hûreyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre; "Rasûlullah (s. a) şöyle



buyurmuştur:

"Sevdiğine ateşten bir halka takmayı seven kişi ona altından bir halka taksın,
sevdiğine ateşten bir bilezik takmak isteyen kişi ona altından bir bilezik taksın. Ancak

' [63]

siz gümüşü alınız, onu (istediğiniz gibi) kullanınız."
Açıklama

Hâdis-i şerif, kişinin sevdiği çocuğunu ve ailesini nasıl ateşe atmak istemezse, onlara
altından yapılmış yüzük, küpe ve bilezik takmaktan da kaçınmasını istemektedir. Ha-
dîs'in zahirine göre hüküm hem erkekler hem de kadınlar için aynıdır. Çünkü
mutlaktır. Ancak, kadınların altından mamul zinet eşyaları takınmalarının caiz olduğu
önceki hadiste geçmişti.

Hadis-i şerifte Efendimiz, altından sakındırırken gümüşü de teşvik etmiştir. İrâde'nin
mutlak oluşu, gümüşün her türlü zinete şâmil olduğuna işaret eder. Ancak alimleri
beyanına göre erkekler gümüşten ancak yüzük, kılıç süsü ve benzeri şeylerde
yararlanabilirler.

Şevkânî, el-Veşyu'l - Merkum adındaki risalesinde bu hadîsle istidlal ederek, kadın
erkek herkes için altından zinet takmanın haram, gümüş zinet takmanın da helâl
olduğunu söylemiştir. Şevkanî, bu hadîsin isnadını sahîh, râvîlerinin rivayeti ile ihticac
edilenler olduğunu söylemişlerdir.

Ahmed b. Hanbel'in rivayetinin sâhâbî râvisi Ebû Katede'dir. Hafız Heysemî, Ahmed

1641

b. Hanbel'in rivayetinin isnadını güzel bulmuştur.

165]

4237... Hüzeyfe (r.a)'m kız kardeşinden:

Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ey kadınlar topluluğu, sizin
süslenmenize gümüş kâfi değil mi? Dikkat edin, Sizden altınla süslenip de onu

[661

başkalarına gösteren hiç bir kadın yok ki o altın sebebiyle azap edilmesin."
Açıklama

Bu hadîs-î şerifin sâhâbe tabakasından râvîsi Huzeyfe b El-Yeman'ın kız kardeşidir.
Tabiin tabasından olan râvîsi de Ribî b. Hıraş'in hanımıdır. İsnad'da bu hanımın ismi
de anılmıştır.

Bu hadîs'in zahiri, kadınların altından mamul zinetleri takmalarının caiz olmadığına
delalet etmektedir. Ancak aksine delalet eden başka hadislerin bulunuşu ve bu hadisin
cümle dizilişi sebebiyle ulema, bu hadisi, değişik biçimlerde tevil etmişlerdir. Bu
tevillerin belli başlıları şunlardır. :

1- İbn Abdil Berr'e göre bu hadis, bilâhere varid olan ve kadınların altınla
süslenmelerine izin veren hadislerle nesh edilmiştir. Yani bu hadis mensuhdur.
Mirkatü's Suııt'ta da bu ve benzeri hadislerin mensuh olduğu söylenir.

2- Bu hadîs, altınla süslenip ele bunu başkalarına gösteren kadınlarla ilgilidir. Aliyyü'l
Kâri azabın, altınla süslenmek ve onu başkalarına göstermek üzere tereddüp ettiğini
söyleyerek bu tevili benimsemiştir.



3- Bu hadîs altından zinet edinip de onun zekatını vermeyenlere ilgilidir.

1671

4- Yasak olan, övünmek ve böbürlenmek maksadı ile takılan bileziklerle ilgilidir.



4238... Esma Binti yezid (r.a), Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Altından gerdanlık takman her bir kadının boynuna kıyamet gününde ateşten bir
benzeri takılır. Altın küpe takan her bir kadının kulağına da kıyamet günü bunun bir
[681

benzeri takılır.
Açıklama

Bu hadîsin zahiri de kadınlara altının Caiz olmayışına delalet etmektedir. Ancak
bundan önceki hadîs de ulemâca tevil edilmiştir.

Bu hadisle ilgili olarak Hattabî şunları söylemiş ve bunlar, daha sonraki sarihler
tarafından da nakledilmiştir: "Bu hadis iki şekilde tevil edilir.

1- Bu, İslâm'ın ilk devirlerin de idi Bilahere nesh edildi ve kadınların altınla
süslenmeleri mubah kılındı. Sabittir ki Rasûlullah (s. a) bir elinde altın, öbür elinde
ipek olduğu halde minbere çıktı ve "Bunlar ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına
helâldir" buyurdu.

2- Bu hadîsteki tehdid altının zekatını vermeyenler hakkında varid olmuştur. Zekâtı
verenleri için böyle bir tehdid söz konusu değildir."

Hattabî'nin bu söyledikleri, önceki hadiste belirtilen tevillerden ikisidir. Diğer iki

1691

tevilin de burada düşünülmesi mümkündür.

4239... Muaviye b. Ebî Süfyân (r.a)'dan rivayet edildi ki: Rasûlullah (s. a) kaplanlara
(derilerine) binmekten ve parçalanmış olanı hariç, altın takınmaktan nehyetti.
Açıklama

Münzirî bu hadiste fıki yerde inkita olduğunu söyler. Buharı: Meymunu'l - Kannad'm
Said b. Müseyyeb'den ve Ebû Kılabe'den Mürsel olarak irvâyet ettiğini söylemektedir.
Ebû Hatim er Râzî de, Ebû Kılâbe'nin, Muâviye b. Ebî Süfyan'dan birşey duymadığını
söylemiştir.

Hadis-i şerife göre Rasûlullah (s. a) iki şeyi men etmiştir. Bunlardan biri kaplan
derilerinin üzerine oturmaktır. Bundan maksat, atların eğerleri üzerine kaplan derisi
koyup üzerine oturmaktır. Nehye sebep de bunun bir kibirlilik alameti veya Acem
adeti oluşudur.

Hadisle nehy edilen ikinci konu: parça halinde olan hariç, altın takınmaktı. Bu nehye
göre, altının parça halindeki olan mubah, büyük olanı haramdır. Bu konuyu birçok
alim ele almış ve incelemiştir. Bu incelemelerden bazılarını buraya aktarmak istiyoruz.
Şevkanî, Neylü'l Evtâr'da: "Bu hadisteki parçaların, affedilen bir miktar ile
kayıtlanması gerekir. Muhtelif hadislerin arasını cem etmek için buna ihtiyaç vardır."
demektedir.

İbn Reslân'da şöyle der "Bu hadisteki nehyden maksat, çok olan altındır. Kadınlar için



küpe, yüzük veya erkeklerin kılıçlarını süsledikleri küçük parçalar değildir.
İsrafçılarm, büyüklük taslayan ve gösteriş peşin-dekilerin adeti olan çok altın ise caiz
değildir. Altının çoğu ile azı arasını ayıran ölçü, zekâtın farz olduğu nisap miktarına
varıp varmam asıdır".

Hattabî'de Mealimü's - Sünen'de buna benzer şeyler söylemiş ve buradaki istisnayı
kadınlara has kılmış ve şöyle demiştir.

"Çünkü altın cinsi, kadınlara haram değildir. Erkeklere ise azı da çoğu da haramdır."
İbnü'l Esîr, en - Nihâye adındaki eserinde, az önce İbn Reslân'dan naklettiklerimize
çok yakın şeyler söyledikten sonra şunları ilâve etmektedir: "Çünkü bazen altının
sahibi cimrilik yapıp, zekâtını vermez ve zi-nete zekâtı farz kılanlara göre günaha
girmiş olur.

İbnü'l Kayyîm'in, İbn Taymiye'den duyduğunu söyleyerek naklettiği şu cümlelerle
ulemadan yaptığımız nakillere son vermek istiyoruz: "Mutlak mânâda, altının mubah
oluşu konusundaki Muâviye hadisi, sırf altına değil, elbisedeki alem gibi başka şeye
tabî olan hakkındadır."

İbn-i Teymiye'nin bu sözleri; parça halinde olan altının, erkeğe mubah kabul edilmesi
haline aittir. Kadınlarla ilgili değildir.

Ebû Davud'un bu babda geçen hadisleri, müstakil olarak ele alındığından altından
yapılan takıların kadınlara da haram olduğu izlenimini vermektedir. Ancak, altının
kadınlara mubah olduğunu bildiren hâdis-i şeriflerle birlikte ele alındığı zaman,
hadisler arasındaki bir çelişki göze çarpmaktadır. Alimlerimiz bu çelişkiyi şu yollarla
tevil etmişlerdir.

1- Altım yasaklayan hadisler mensuhtur.

2- Yasak olan, zekâtı verilmemiş olanıdır.

3- Gösteriş ve kibirlilik için takıldığı takdirde caiz değil, aksi halde caizdir. Az ile



çoğun sınırı nisaba baliğ olup olmamasıdır.



Buharı, Libas 49. 52; Müslim, Libas 56; Tinnizî, İstizan 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/294.
[21

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/295-296.

121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/296.

m

Buhari, Libas 50.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/296.
[5]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/296-297.

[61

Müslim Libas 61, 62; Tirmizî, Libas 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/297.

lh

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/297-298.

[81

Buhari, Libas 48; Tinnizî. Libas 15; Nesai, Zinet 47. Ahmet/3-266.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/298.
[21

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/298.

rıoı

Buharı, Libas. 53; Müslim, Libas, 55, 57; Tirmizî, Libas 16; Nesai Zinet 33, 34; Mâlik, Sıfatını- Nebî 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/298-299.
üil

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/299-300.



[12]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/300.

[13]

Müslim. Libas 5: Nesaî. Zinet 50; İbn Mâce, Libas 39.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/300-301.
[14]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/301.

ri5i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/301.

ri6i

el Mevsilî, el-lhtiyar Ii ta'lili'l - Muhtar IV-159.

rnı

Alâuddin Abidin, el-Hedîyyetü'l - Alâiyye (1978), 318, el Cezirî, Kilabü'l Fıkh alel Mezahibi'l - Erbaa 11-16.

risı

İbn Abidîn.Reddü'l - Muhtar (İst 1233) V-3 17.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/301-302.
[19]

Buharî, libas 47; Müslim, Libas 59; Nesaî 47, 53, 77, 79, 80.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/302-303.
[20]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/303-304.

[21]

Bu tabirlerin her birinin izahı açıklama bölümünde gelecektir.

[22]

Bazı alimler "haram kılmadan" sözünün tın hasletin tümüne şamil olduğunu söylerler. Bezlü'l Mechüd'e uyarak sonuncusuna hasrettik.
Nesâî, Zinet 17; Ahmet 1,380,397,439.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/304-305.
[23]

Ahzâb, (33); 33.

[24]

bk. 3885 ve 3902 numaralar arasındaki hadisler.

[25]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/305-308.

[26]

Tirmizi, Libas 43: Nesai, Zinet 146; Bu hadisin açıklaması sonraki hâdîsinki ile yapılacaktır.

[271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/308-309.

[28]

Tirmizi, Libas 43; Ahmed b. Hanbel 1-21.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/309.
[29]

Buhari, libas 49.

[30]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/310-3 12.

[31]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/312.

[32]

Buhari, Libas 28: Müslim, Zikir ve Dua 78, Libas ve Zinet 64.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/312-313.
[33]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/313-314.

[341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/315.

[351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/315.

[36]

Hz. Ali'de, olan rivayet Müsned, Ebû Seleme'den olan müsneddir. her iki rivayetin lâfzı aynıdır. Tirmizi. Libas 16; Şemail hadis no:90; Ilın Mace,
Libas 42; Ahmed b. Hanbel. 1 1-204. 205.
[371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/315.

[381

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/315-316.

[391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/316.

[40]

Tirmizi, Libas/16; Tirmizî'nin rivayeti, Salt b. Abdullah b. Nevfel'den şu şekildedir. "Ben İbn Abbas'ı; yüzüğünü sağ eline takar gördüm. Onun
ancak Rasûlullah'ı yüzüğünü sağ eline takarken gördüm dediğini zannediyorum. "
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/316.
[ül

Müslim, Libas 2, ve Zinet 62.

[42]

İbn Mace, Libas 42.

[431

Müslim, Libas 63.



[441

Tirmizî, Libas 1 6.

[451

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/316-318.

[46J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/318.

[421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/318.

[481

Bir nüshada Abdurrahman b. Hayyam'dır.

[491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/319.

[501

Cihâd had No:2555.

[511

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/319.

[521

Tirmizî, Libas 31; Nesaî, Zinet 41; Ahmed b. Hanbel V-23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/320.
[531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/320.

[541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/320-321.

[551

bn Kudame, el Muğni II -607, 608.

[56J

El Cezîrî, Kitabiü'l Fıkıh ale'I - Mezahibi't, Erbaa II , 14, 16.

[571

Fetva-i Hindiye V -336.

[581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/321-322.

[591

İbn Mâce, Libas 40.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/322-323.
[601

Bkz. Hadis no: 4057.

[611

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/323.

[621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/323.

[63J

Ahmed b.Hanbel, 11-334, 378.IV-414.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/324.
[641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/324.

[651

Huzeyfe (r.a)'m, Rasülullah'ı göre, birden fazla kız kardeşi vardı. Bu hadîsi rivayet eden hanımın adının Fatma veya Hevlâ olduğu tarzında
görüşler var dır. Ebû Amr en-Nemrî, adının Falına olduğunu söylemiştir.
1661

Nesaî, Zinet / 39; Darimî, İstizan 17.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/324-325.
[671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/325.

[681

Nesaî, Zinet 39.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/325-326.
[6?J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/326.

[701

Nesaî, Zinet 40; Ahmed b. Hanbel, IV-92, 93, 95, 98, 99.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/326.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/326-327.



9. ZEKAT BÖLÜMÜ

2. Zekâta Tabi Mallar

3. Ticâret Malları Zekâta Tâbi Midir?

4. Kenzin Ne Olduğu Ve Zînet Eşyasının Zekâtı

5. Sâime (Mer'âda Otlatılan Hayvanlar)Nin Zekâtı

6. Zekât Memurunun Rızası

7. Zekât Memurunun Zekât Sahibine Duası

8. Deve Yaşlarının Beyanı

9. Malların Zekâtı Nerede Alınır?

10. Adamın, Kendi Sadakasını Satın Alması

11. Köle Zekâtı

12. Ekinin Zekâtı

13. Balın Zekâtı

14. Asmadaki Üzümün Miktarını Tahmin Etmek

15. Ağaçtaki Meyvenin Miktarını Tahmin Etmek

16. Ağaçtaki Hurmanın Miktarı Ne Zaman Tahmin Edilir?

17. Zekât Olarak Verilmesi Caiz Olmayan Meyveler

18. Fıtır Sadakası

19. Fıtır Sadakası Ne Zaman Verilir?

20. Fıtır Sadakasının Miktarı Nedir?

21. "Buğdaydan Yarım Sâ' " Diye Rivayet Edenler

22. Zekatı Vaktinden Önce Vermek

23. Zekât, Bir Beldeden Başka Bir Beldeye Nakledilir Mi?

24. Kime Zekât Verilir Ve Zenginliğin Ölçüsü Nedir?

25. Zengin Olduğu Halde Zekât Alması Caiz Olanlar

26. Bir Kimseye Ne Kadar Zekât Verilebilir?
Dilenmenin Caiz Olduğu Durumlar

27. Dilenmenin Çirkinliği

28. Isti'fâf (Dilenmeyip İffetli Yaşamak)

29. Haşimoğullarına Sadaka Vermek

30. Fakirin Zekat Malından Zengine Hediye Vermesi

31. Kişinin Sadaka Olarak Verdiği Mala Vâris Olması

32. Maldaki Haklar

33. Dilenenin Hakkı

34. Ehl-İ Zimmete Sadaka Vermek

35. Esirgenmesi Caiz Olmayan Şeyler

36. Camilerde Dilenmek

37. Allah'ın Zatı İçin Dilenmenin Çirkinliği

38. Allah İçin İsteyene Vermek

39. Kişinin Bütün Malını Sadaka Olarak Vermesi (Caiz Midir?)

40. Kişinin, Bütün Malını Tasadduk Etme Ruhsatı

41. Su Vermenin Fazileti

42. Faydalanmak Üzere Başkasına Ariyet Vermek

43. Vekâleten Vereceği Sadakayı Muhafaza Eden Kimsenin Ecri

44. Kadının Kocasının Evindeki Maldan Sadaka Vermesi (Caîz Midir?)

45. Sılay-ı Rahim (Akrabaya İyilik Etmek)

46. Cimrilik



9. ZEKAT BÖLÜMÜ



Zekât, birçok âyet ve hadislerde hemen namazdan sonra zikredüdiği için Buharı,
Müslim ve Ebû Dâvûd gibi hadis imamları, kitaplarında aynı tertibe riâyet etmişlerdir,
zekâ fiilinin masdarı olan zekâfm sözlük anlamı artma ve temizlemedir. Arab dilinde
kullanılan sözünden "mal arttı" mânâsı kast edilmektedir.

Istılahı mânâsı ise, Allah'ın hakkı olarak maldan çıkarılan miktardır. Bu miktara zekât
denilmesinin sebebi, o malın çoğalması, temizlenmesi ve manen bereketlenip
âfetlerden korunmasıdır. Zekât böyle tarif edildiği gibi şöyle de tarif edilmiştir: Zekât
malın belirli bir miktarını âyet-i kerimede geçen sekiz sınıftan bir veya daha fazla
sınıfa temlik etmektir.

Zekât hicretin II. yılında farz kılınmıştır. Bir görüşe göre Mekke'de farz kılınmış,
tafsilâtı Medine'de açıklanmıştır. Çünkü zekâta ait bazı âyetler, Mekke'de inmiştir.
Tercih edilen görüşe göre zekât, oruç ve fıtır sadakasından sonra farz kılınmıştır. Oruç
ve fıtır sadakasının Hicretten sonra farz kılındığı hususunda ise, âlimler arasında
ittifak vardır. Çünkü orucun farz olduğuna delâlet eden âyet-i kerime ittifakla
Medine'de inmiştir. Buna göre Mekkî âyetlerde zikredilen zekât, Medine'de farz
kılman nisab ve miktarı belli olan, müstehaklarına verilmesi için zekât memurları
tarafından toplanan zekâttan farklıdır. Mekke devrindeki zekât, mü'minlerin kendi
kardeşlerine karşı bir vazife olarak vermiş oldukları ve duygularına bırakılmış bir malî
yardımdır. Dolayısıyle belirli bir miktarı olmadığından bazı hallerde az bir miktar kâfi
geldiği halde, bazen de ihtiyaçlar ve durum daha fazla vermeyi gerektiriyordu.
Zekâtın farziyyeti Kitab, Sünnet ve icmâ' ile sabittir. Binaenaleyh onu inkâr etmek,
küfürdür.

m

Kitab'dan Delili "zekât veriniz." "onların mallarından kendilerini temizleyip

121

tezkiye edeceğin bir zekât al" gibi âyetlerdir. Kur'an-ı Kerim'de zekât seksen iki

yerde namazla beraber zikredilmiştir.

Sünnetten Delili: Bu bölümde göreceğimiz hadislerdir.

Zekâtın farz kılınmasının hikmetleri:

a. Zekât fakirin, zenginin malındaki bir hakkıdır. Nitekim "onların mallarında dilenci

IH

ile mahrumun hakkı vardır." âyetinde, zekâtın fakirin hakkı olduğu bildirilmiştir.

b. Zekât mal nimetini veren Allah'a şükür için farz kılınmıştır.

c. Zekât Allah'a inanma hususunda kulun samimi olup olmadığım denemek için farz
kılınmıştır. Zekâtını veren zengin, Allah'ın emrini yerine getirmiş imtihanı kazanmış
olur.

d. Zekât, insanlık kadar eski olan fakirlik problemine İslâmm çâre olarak getirdiği
müesseselerden biridir. Zekât sayesinde fakirlerin sayısı azalır, dolayısıyla fakirlik
sebebiyle meydana gelen birçok olayın önü alınmış olur.

e. Zekât zenginleri cimrilik hastalığından korur, dolayısıyla onların feraha ermelerine
sebeb olur.

f. Zekât fakirleri rahatlatır, onlara toplumda normal yaşama imkânı sağlar.

g. Zekât zenginlerle fakirler arasında sevgi ve saygı duygularını artırmaya bir



vesiledir.

h. Zekâtın İslâmî devlet tarafından toplatılıp müstahaklarma verilmesi, onu
vermeyenlere müeyyideler uygulaması onun aynı zamanda siyasî bir nizâm olduğunu
ortaya koyar.

Zekât Kur' ân ve hadislerde bazan "sadaka" diye geçer. İsim ayrıdır, fakat mânâ birdir.
el-Mâverdi, el-Ahkâmus-Sultâniyye adlı eserinde şöyle demiştir: "Kur'ânMa geçen
sadaka kelimesi zekât manasınadır. Demek ki o devirde sadaka ile zekât kelimeleri
aynı anlamda kullanılıyordu. Sonraları sadaka kelimesi farz değil de tatavvul olarak
yapılan hayırlar için kullanılmaya başlandı."

Zekât, deve, davar, sığır, altın, gümüş, hububat, meyve ve ticâret mallarına düşer.
Zekâtın rükün, sebeb ve şartları hakkındaki malûmat, ait oldukları hadislerin

141

açıklamalarında gelecektir.

1556. ...Ebû Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: Resulullah (s. a.) vefat edip de ondan sonra
Ebû Bekir (r.a.) halife seçildiği ve araplardan bazıları dinden döndüğü zaman Ömer b.
Hattâb, Hbü Bekr'e:

Resûllah (s.a,); "İnsanlar, Allah'tan başka ilâh yoktur deyinceye kadar onlarla
savaşmakla emrolundum. Kim "Allah'tan başka ilâh yoktur" derse, malim ve canını
benden korumuş olur. Ancak İslâm'ın hakkı müstesna, Onun asıl hesabı ise Allah'a
kalmıştır" buyurduğu hâlde nasıl olur da sen insanlarla savaşırsın? dedi.
Ebû Bekir:

Allah'a yemin ederim ki namazla zekâtın arasım ayıranlarla mutlaka savaşacağım.
Çünkü zekât, malî bir haktır. Allah'a yemin ederim ki, Resulullah (s.a.)'e vermiş
oldukları bir (deve) yuları(nı) bile bana vermezlerse, vermemelerinden dolayı onlarla
muhakkak 'savaşırım, dedi. Bunun üzerine Ömer b. Hattâb:

Allah'a yemin ederim, iyice anladım ki Aziz ve celil olan Allah,Ebû Bekir'in gönlünü
savaş için genişletmiş ve (yine) anladım ki, onun görüşü haktır, dedi.
Ebû Dâvud dedi ki: Bu hadisi Rebâh b. Zeyd, Ma'mer'den, o da aynı senetle Zührf den
rivayet etmiştir ki, bazdan demişlerdir. îbn Vehb, Yunustan rivayet edip demiştir.
Ebû Dâvûd dedi ki: Şuayb b. EbîHamze, Ma'mer ve ez~Zübeydî Zührî'den bu hadisi:
"Bir oğlağı bile bana vermezlerse" diye rivayet etmişlerdir.

[5]

Anbese Yunus'tan, O da Zührî'den bu hadiste dediğini rivayet etmiştir.
Açıklama

Peygamber (s,a.) Hicretin 11. yılında Rebûülevvel aynım 12'sinde Pazartesi günü
öğleye doğru vefat etmiş, Me-
dine'yi bir matem havası bürümüştü. Bazıları bu acı habere inanmak istemezken
bazıları da Benû Sâide Sakifesi denen yerde Sa'd b.Ubâde ile beraber toplanarak
müslümânlara seçilecek halîfe konusunu görüşmeye başlamışlardı. Ensâr'm bir
kısmının Sa'd b. Ubâde'ye "Seni halîfe seçelim" diye teklif ettiklerini Hz.Ömer (r.a.)
duyunca, hemen Hz. Ebû Bekr'i yanma alarak oraya gitti. Konu tartışılıp
görüşüldükten sonra Ömer (r.a.) Hz. Ebû Bekr'e:

Ver elini, dedi ve ona biat etli. Ondan sonra da oradakilerin hepsi biat etti. Ancak şu
var ki bazı müslüman gruplar dinden dönmeye başladılar. Hattabî'ye göre bunlar iki



sınıftır:

1. Dinden tamamen dönenler. Ebu Hureyre'nin "araplardan bazıları dinden döndü"
sözüyle anlatmak istediği bunlardır ki iki taifeye ayrılmaktadırlar:

a. Müseylimetü'l-Kezzâb'm Peygamberlik iddiasını tasdik eden Benû Ha-nîfe ile el-
Esvedü'l-Ansî'ye uyanlardır. Bunların hepsi Muhammed (s.a.)'in Peygamberliğini
inkâr ediyorlardı. Hz. Ebu Bekir bunlarla savaşlı. Sonunda Müseylimetü'l-Kezzâb'ı
Yemâme'de, el-Ansî'yi de San'a'da öldürttü. Onlara uyanların çoğu da öldürüldü,
kalanlar ise, kaçtı ve dağıldı.

b. Dinin bütün hükümlerini inkâr edip narnaz-zekât gibi ibadetleri terk edenlerdir.
Bunlar câhiliyet devrindeki hallerine dönmüşlerdi.

2. Namazla zekâtı birbirinden ayıranlar. Bunlar namazın farz olduğunu kabul ediyor,
fakat zekâtı tanımıyorlardı. Bunların içinde zekât vermek isteyip de reislerinden
korktukları için veremeyenler de vardı. Meselâ Benû Yerbu' kabilesi kendi aralarında
zekâtlarını toplamış, tam Hz. Ebû Bekr'e göndermek üzere iken Mâlik b. Nuveyre
bunu duymuş ve toplanan zekâtları göndertmemiş, kabileye dağıtmıştır.

Bazıları da Allah (c.c.)'in, "Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin bir zekât



al" meâlinde kithitabı yalnız Peygamber (s.a.)'e mahsustur. Çünkü zekât sahibini
hiç bir kimse Resûlullah (s.a.) kadar temizleyemez" diye haklı olduklarını, âyet-i
kerimeyi yanlış te'vil ederek ileri sürmüş ve zekât vermek istememişlerdir.
Hz.Ömer'in Hz. Ebû Bekr'e olan itirazı bunlarla yani bu ikinci maddede anlatılanlarla
ilgilidir. Hz.Ömer'in itirazı, delil olarak ileriye sürdüğü hadisin zahirine bakıp
üzerinde fazla düşünmediği içindir. Hz. Ebû Bekir ise, namaz kılmayanlarla harp
edileceğine ashâb-ı kiramın icmaı bulunduğunu bildiği için, zekâtı namaza kıyas
etmiştir. Bu hâdise yani Hz.Ömer'in, hadisin umümuyla, Hz.Ebû Bekr'in ise, kıyasla
ihticâc etmesi, âmm bir hükmün kıyasla tahsis edilebileceğine delildir. Nitekim
Hz.Ömer, Hz.Ebû Bekr'in haklı olduğunu gösterdiği delilden anlayarak kabul edince,
harbin lüzumu konusunda ona tâbi olmuştur.
Buhârî'nin îbn Ömer'den rivayet ettiğine göre Resûlullah (s.a.):
"İnsanlar Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna
şehâdet edip ve namaz kılıp zekât verinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum.
Bunları yaparlarsa can ve mallarını İslâm hakkı hariç- benden korumuş olurlar.
Onların hesabı Allah'a kalmıştır" buyurmuştur.

Ebû Davud'un Kitâbu'I-cihâd'da Enes (r.a.)'den rivayetine göre Peygamber (s.a.):
"Allah'ımı başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in onun kulu ve Resulü olduğuna
şehâdet edinceye ve bizim kıblemize dönünceye, kestiklerimizi yeyinceye, bizim gibi
namaz kılmcaya kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunları yaparlarsa, onların
canları ve malları bize haram olur. Ancak İslâm'ın hakkı başka. Müslümanların lehine
olan onların da lehine, aleyhine olan, onların da aleyhinedir," buyurmuştur.
Görüldüğü gibi hadisin birkaç rivayeti var. Birinde ne namaz ne de zekâttan söz
edilmezken diğerinde namazdan, bir diğerinde de hem namaz hem de zekâttan söz
edilmektedir.

Bundan da anlaşılıyor ki, hem Hz.Ebû Bekir hem de Hz.Ömer, İbn Ömer ile Enes'in
rivayetlerindeki ziyâdeleri işitmemişlerdir. Çünkü Hz.Ömer, duymuş olsaydı, Hz.Ebû
Bekr'e itiraz etmez ve hadisi delil göstermezdi. Eğer Ebu Bekir (r.a.) işitmiş olsaydı,
kıyası değil de onları delil gösterirdi. Herhalde İbn Ömer, Enes ve Ebû Hüreyre (r.a,)
bu hadisi Peygamber (s.a.)'den aynı yerde işitmemiş olacaklar.



Ebû Hüreyre'nin rivâyetindeki "Allah'tan başka ilâh yoktur" cümlesinden maksadın,
"Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun Resulüdür," demek olduğu ve
makama uygun bir kısaltma yapıldığı îbn Ömer ile Enes (r.anhüma)'m rivayetlerinden
anlaşılıyor. Bununla beraber bu cümleyle Yahudi ve Hıristiyanlar değil, putperestler
kast edilmiştir. Çünkü ehl-i Kitab "Allah'tan başka ilâh yoktur" derler ama onlarla
savaşılır. Böylece yalnız "Allah'tan başkailâhl yoktur" deyip Muhammed (s.a.)'in,
Allah'ın Resulü olduğunu inkâr eden kişinin can ve malı korunmuş sayılmaz.
Hatta Nevevî bunun da (yani "Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun
resulüdür" cümlesinin) kâfi gelmediğine, bir de buna Peygamber (s.a.)'in getirdiği
şeylerin hepsine iman etmenin gerekli olduğunu söylemekte ve bunu Müslim'in
Kitâbü'l-İman'da Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği, "Allah'tan başka ilâh olmadığına,
benim Allah Resulü olduğuma ve getirdiklerime iman edinceye kadar..." hadis-i şerifi
ile delillendirmektedir.

Birkaç rivayeti olan bu hadis "açıklama" bölümünden önce zikredilenlerden başka

m

(dipnotta gösterdiğimiz) şu hadis kitaplarında da bulunabilir.

Hadîste geçen den maksad, -sözün gelişinden de anlaşıldığı gibi- İslâm hakkıdır.
Nitekim bu hadisin bundan sonraki rivâyetiyle Sahih-i Buhârî'deki rivayetinde açıkça
İslâm hakkı diye geçmektedir. Bunun mânâsı, haksız yere cana kıyma, zina etme ve
zekât vermeme gibi -ister mâl isterse başka şey olsun- İslâm'ın hakkı yani İslam'ın
emrini yerine getirmeme ve nehyinden kaçınmanın gerektirdiği hak hariç, onların mal-
ları ve canları korunmuştur, demek olur.

"Asıl hesabı Allah'a kalmıştır" cümlesinin anlamı ise, gizlice yaptıkları ve sakladıkları
şeylerin hesabını Allah görecektir, demek olur. Yani "Allah'tan başka ilâh yoktur,
Muhammed O'nun resulüdür" diyen kimselerin müslümân oluşuna hükmedilir. Bu
sebeple bunların İslâm hakkı hariç, can ve mallarının dokunulmazlığı vardır.
Gizledikleri şeyleri araştırmayıp onları Allah'a havale ederiz. Bunda, küfrü içinde
gizlediği halde dışından müslümân görünen kimsenin müslümanlığmm kabul
edileceğine delil vardır. Alimlerin çoğu bu görüştedirler. İmam Mâlik zındığın yani
küfrünü gizleyip de dıştan müslümân görünen kimsenin tevbesinin kabul edilmeyeceği
görüşündedir. Ahmed b. Habel'in de aynı görüşte olduğu söylenmektedir.
"Allah'a yemin ederim ki namazla zekâtın arasını ayıranlarla mutlaka savaşacağım"
cümlesinden maksad, "namaz kılıp zekâtı inkâr etmek veya vermemek suretiyle bu iki
ibâdeti birbirinden ayıranlarla mutlaka savaşacağım" demektir. İkisinin arasındaki
münâsebete, Kur'an-ı Kerim'-de 82 yerde beraber geçmesi ve namazın dinin direği,
zekâtın da İslâm'ın köprüsü oluşu kâfidir.

Hz.Ebû Bekir, "zekât, malî bir haktır" sözüyle, namaz nasıl bedenî bir farz ise, zekât
da mâlî bir farzdır, yani namaz kılmayan kimsenin nasıl can dokunulmazlığı yoksa,
zekât vermeyenin de mâl dokunulmazlığı yoktur. Binaenaleyh "onunla savaşırım"
demek istemiştir.

Hadiste geçen "ikâl" kelimesinin mânâsında ihtilâf edilmiştir. Lügat ve fıkıh
âlimlerinden bazıları bunun "bir senenin zekâtı" mânâsına geldiğini söylemişlerdir ki,
bu lügat mânâsına da uygundur. Bunlara göre devenin ayağını bağladıkları ipe de
"ikâl" denirse de, burada o manada kullanılmamıştır. Çünkü zekâtta ipi vermek
gerekmediği gibi ipten dolayı savaşmak da caiz değildir. Binaenaleyh bu hadisteki
"ikâl" kelimesini bu mânâya almak doğru değildir. Ebu Ubeyd, Müberred ve Kisâî
gibi lügat âlimleri bu görüştedirler.



Muhakkik âlimlerin çoğuna göre ise, buradaki "ikâl"den maksad, hayvanın bağlandığı
ip, yulardır. Yani zekât olarak alman hayvanın başına takılan iptir. Zira zekât memuru,
bu ipten tutarak zekât hayvanını teslim alır. İmam Mâlik ve İbn Ebî Zi'b'in bu görüşte
oldukları rivayet olunur. et-Tahrîr müellifi de bu görüşü savunup şöyle demektedir:
"İkâl*'den maksad, bir yılın zekâtıdır diyenler yanılmaktadırlar. Çünkü bu söz sıkıntı,
darlık ve mübalâğa makamında söylenmiştir. Binaenaleyh savaşa sebep gösterilen
şeyin az ve kıymetsiz olmasını gerektirir. Bir yılın zekâtı mânâsına alınırsa, bu mana
kaybolur."

Nevevî de bu görüştedir. Sahih olan görüşe göre yular değerinde olan bir zekâtın dahi
verilmemesi halinde onlarla savaşılacağı kast edilmiştir.

Bu kelime yani "ikâl" kelimesi, Rebâh b. Zeyd'in Ma'mer'den, O da Zührî'den,
Zührî'nin de aynı senetle -yani Ubeydullah b. Abdullah'tan-yaptığı nakilde "anâk'l
diye geçmektedir. Bunun için "bazıları "anak" yerine "ikâl" demişlerdir" denildi.
İbn Vehb'in Yunus'tan, O da Zührî'den yaptığı rivayette de "anâk" geçmektedir.
"Anâk" bir yaşma varmayan dişi oğlak manasına gelmektedir. Bundan maksad, -yine
mübalağa makamında söylendiğinden- dişi oğlak gibi az da olsa zekâtın verilmesinin
lâzım geldiği olabileceği gibi gerçek mânâsında kullanılmış da olabilir.
Hernekadar bu kelime, rivayetlerin çoğunda "anâk" diye geçiyorsa da, iki rivayet de
sahihdir ve aralarında bir çelişki yoktur. Hz.Ebû Bekr'-in, sözünü iki defa
tekrarlayarak birinde "İkâl" diğerinde "anâk" dediğine hamledilir. İmam-ı Buharı, "

[81

'anâk" rivayetini tercih etmiştir.
Bazı Hükümler

1. Bu hadis-i şerif, Hz.Ebû Bekr'in ilim, şecaat ve dini emirleri yerine getirmedeki
üstünlüğüne en büyük delildir. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı âlimler, Muhammed
(s.a.) ümmetinin en üstününün, Hz.Ebû Bekir (r.a.) olduğunda ittifak etmişlerdir.

2. Kıyas delildir ve onunla amel etmek caizdir.

3. Amm kıyasla tahsis edilebilir.

4. Gerekirse, yemin edilebilir.

5. Alimlerin bir konuyu tartışması caizdir. Hak belli olunca ona ters düşen görüşten
dönmek gerekir.

6. Hz. Ömer'in hak bildiği şeye olan bağlılığı tartışmasızdır.

7. Devlet başkanının namaz, zekât ve diğer İslâmî vecibeleri terk edenlere savaş
açması vâcibtir. Bundan dolayı Hanefî mezhebi müctehid-lerinden İmam Muhammed
b. Hasan eş-Şeybânî;

"Bir şehir veya köy ahalisi ezan okumamakta birleşecek olurlarsa, devlet başkanı
onlarla savaşır. İslâm şi'ârmdan olan her şeyin hükmü böyledir" demiştir.

8. Devlete isyan edenlerle savaşmak vâcibtir.

9. Mü'min olmak için mutlaka kelâm âlimlerinin gösterdikleri delilleri öğrenmek vâcib
değildir. İslâm dinine tereddütsüz imân etmek yeterlidir. Nitekim cumhurun görüşü de
budur.

10. Müslüman olduğunu söyleyip İslâm'ın emirlerini yerine getiren kimsenin -İslâm
haklarından olan kısas ve had gibi cezalar hariç- can ve mal dokunulmazlığı vardır.

11. Zındığın -küfrünü gizleyip de dıştan müslümân görünen kimsenin-küfrü ya
başkasının onun kâfir olduğuna şahidlik yapması veya kendisinin itiraf etmesiyle



bilinir. Bunun tevbesi konusunda ise, müctehidler ihtilâf etmişlerdir:

a. Zındığın tevbesi kabul edilmez, öldürülür. Ancak şu var ki, tevbe-sinde samimi ise,
âhirette tevbesinin faydasını görecek ve cennete girebilecektir. İmam Malik ile, bir
rivayete göre Imam-ı A'zâm ve Ahmed b. Hanbel bu görüştedirler.

b. Zındığın tevbesi kabul olunur. İmam Şafiî'den rivayet edilen görüşlerin en doğrusu
budur. Çünkü delili sahih hadislerdir.

c. Zındık, bir defa tevbe ederse, kabul edilir. Tekrar tekrar tevbe etmesi hâlinde kabul
edilmez.

d. Kendiliğinden tevbe ederse, kabul olunur. Ama idam edilmek üzere iken tevbe
ederse, kabul olunmaz. İmam Mâlik'ten rivayet edilen bir görüş de budur.

e. İslâm'dan başka bir görüşün propagandasını yapanlardan ise, tevbesi kabul edilmez,
değil ise, kabul edilir.

Şâfıîlerden bu, beş görüşün hepsi rivayet edilmişse de, İmam Şafiî'nin nassan
söylediği görüş ikinci görüştür.

12. Bir kâfirin müslümân olduğuna hükmedebilmek için kelime-i tevhidi yani
"Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun resulüdür" sözünü söylemesi gerekir.
Bunu söylemeyen kâfirlerle savaşmak vâcibtir.

13. İslâm, zahire göre hükmeder. Gizli olan şeylerin hesabım sormak kula değil
Allah'a aittir.

14. Ashab-ı kiramın büyükleri bile, sünneti bilmede eşit değil, birinin duyduğu hadis-i
şerifi diğeri duymamış olabilir. Bu sebeple ashabın sünnet bilgisi rivayet ettikleri hadis
sayısı ile ölçülemez.

15. İrtidat dinden dönen kimsenin üzerinden vermesi gereken zekâtı düşürmez.

1557. ...Yûnus Zührî'den (bu hadisi) naklederken onun şöyle dediğim rivayet etmiştir:
Ebû Bekir:

İslâm'ın haklarından birisi de zekât vermektir dedi. Yine Yunus, Zührî'nin ("anâk"

um

değil) "İkâl" dediğini haber vermiştir.
Açıklama

Bir önceki rivayette geçen "zekât vermek, mâlî bir hakdır"

cümlesi -görüldüğü gibi- bu rivayette "İslâm'ın haklarından biriside zekât vermektir"
şeklinde geçmektedir. Bununla İslâmm rükünlerinden birisi de zekât vermek olduğu
ifade edilmiş olmaktadır.

Hz.Ebû Bekir bu sözü söylemekle, Hz.Ömer'in itirazına cevap vermek istemiş ve
namaz kılmayanlarla savaşılacağını bildiğinden zekâtı, namaza kıyas etmiştir. Nasıl ki
namaz, İslâm'ın bir rüknü ise ve onu edâ etmeyenlerle savaşmak gerekiyorsa, zekât da
İslâm'ın bîr rüknüdür ve verilmediği takdirde savaşmak gerekir, demek istenmiştir.
Bu hadisi Zührî'den Ukayl, Ma'mer, Şuayb, ez-Zübeydî ve Yunus rivayet etmişlerdir.
Bir önceki Ukayl rivayetinde geçen "ikâl", Ma'mer; Şuayb ve ez-Zübeydî
rivayetlerinde *• 'anâk" diye geçmektedir. Yunus rivayetini ise, .Anbese " 'Anâk", İbn
Vehb de birinde " 'anâk", birinde de "ikâl" diye rivayet etmişlerdir. Görüldüğü gibi,
rivayetlerin çoğunda bu kelime "anâk" diye geçmektedir ki İmam Buhârî de bunu
tercih etmiştir. Ancak şu var ki, -daha önce de dediğimiz gibi- bu rivayetlerin ikisi de



sahihtir. Hz.Ebû Bekir bir defasında 'ikfıl", bir diğerinde de "anâk" demiş olabilir.
Buna manî hiç bir hal yoktur.

İbn Vehb'in Yûnus'tan rivayet ettiği bu hadisin senedinde Zührî ile Hz. Ebû Bekir
arasında geçen şahıstan yani Zührî'nin bu hadisi kendisinden rivayet ettiği şahıstan söz
edilmemektedir. Oysa ki Zührî, Hz.Ebv Bekir ile görüşmemiştir ve arada -önceki,
rivayete göre- Ubeydullah b Abdullah ve Ebu Hureyre bulunmaktadır. Bu nedenle de

im

bu hadis mu'daldir.
Bazı Hükümler

1. Zekat vermek, islam'ın bir ruknu, -şartlarım haiz- müslümanlarm bir
yükümlülüğüdür.

2. Az olsun çok olsun, İslâm'ın hakkım yerine getirmeyenle savaşmak vâcibtir.

3. İslâm'ın hakkı, devlet başkanı tarafından -savaşla bile olsa- alınmalıdır.

4. Ehil olanların kıyas yapmaları ve onunla amel etmeleri caizdir.

5. Zekâtla namazın hükmü birdir.Kirmânî'ye zekâtını bilerek vermeyenin hükmü
sorulunca: "Namazın hükmü ile birdir" cevabını vermiş ve "Ebu Bekir (r.a.)'in zekât

[121

vermeyenlerle savaşması bundan dolayıdır" demiştir.
2. Zekâta Tabi Mallar

1558. ...Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)den; demiştir ki: Resûlullah (s. a.) şöyle buyurdu:
"Beşten az olan devede zekât yoktur. Beş ukiyye'den az olan "gümüş"de zekât yoktur.

£131

Beş veskten az olan (hurma, üzüm ve hububat) da zekât yoktur."
Açıklama

"Zevd" âlimlerin çoğuna göre üçten ona kadar olan de-ve sürüsüne denir. Bazıları da
"ikiden dokuza kadar olan deve sürüşüdür" demişlerdir. Bu kelime arapçada müfredi
olmayan "kavm, raht" gibi cemilerdendir.

Sadaka, insanın başkasına sevap gayesiyle Allah rızâsı için verdiği şeydir. Burada ise
farz olan zekât manasında kullanılmıştır.

Buna göre hadisin "beşten az olan devede zekât yoktur" fıkrası, develerin nisabının
beş deve olduğuna delâlet etmektedir. Şu halde beşten az devesi olan kimse
develerinin zekâtım vermekle mükellef değildir.

Hadisin "beş ukiyyeden az olan "gümüş"de zekât yoktur" fıkrasına gelince:
"Evâk" kelimesini, Buhârî ile Ebû Dâvûd "ya" sız diye Müslim de "ya ve rivayet
etmişlerdir. Her ikisi de "ukiyye"nin çoğuludur ve Nevevî'nin dediği gibi her iki
rivayet de sahihtir. Arabcada bu kelimenin vakiyye diye kullanılmasını lügat âlimleri
hoş karşılamamışlar dır.

Ukiyye kelimesi her ne kadar dilimizde "okka" diye geçmekte ise de, ikisi ağırlık
yönünden farklıdır.

Alimlerin hepsi bir "ukiyye"nin kırk dirhem olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu,
Ehl-i Hicaz'ın ukiyyesi olduğundan, "Hicaz ukiyyesi" diye bilinmektedir. Her yerin



kendisine mahsus bir ukiyyesi vardır. Bazı yerlerde yedi miskâle, bazı yerlerde de
dokuz miskâle bir "ukiyye" demişlerdir. Fakat şer'an nisaba ölçü olan ukiyye, her
yerde kırk dirhemdir. Bu sebeple vaktiyle memleketimizde 400 dirhem olarak bilinip
kullanılan okka ayrı bir şeydir karıştırmamak gerekir.

Bir ukiyye kırk dirhem olduğuna göre, beş ukiyye iki yüz dirhem etmektedir ki bu,
gümüşün nisabı olmuştur.

Ukiyye ile dirhemin miktarı Peygamber (s.a.)'in muhatapları olan ashab-ı kiram
tarafından biliniyordu. Nitekim Kadı Iyâz şöyle der: "Hz.Peygamber "Beş ukiyye
gümüşte zekât vardır, iki yüz dirhem (gümüş)den beş dirhem zekât veriniz"
buyurduğu halde, O'nun zamanında ukiyye ile dirhemin miktarlarının bilinmemesine
imkân yoktur. Çünkü zekâtın bunlarla verileceğini bildiren bizzat Resûlullah (s.a.)'dır.
Sahih hadislerde de geçtiği üzere ahş- verişler nikâhlar hep bunlarla yapılıyordu.
Bundan anlaşılıyor ki, "Dirhemlerin miktarı Abdülmelik b. Mervân zamanına kadar
belli değildi. Onları âlimlerin görüşüne göre Abdülmelik topladı da her on dirhemin
yedi miskâl ağırlığında ve her dirhemin ağırlığım da altı dânık kabul etti." iddiasında
bulunanların sözü bâtıldır. Sıhhatli bir söz değildir. Ancak bunlar müslümanlar
tarafından belirli bir şekilde basılmış değildir.

Bazısı Acem, bazısı Rum basmasıydı, Yani bazıları büyük, bazıları küçük, bazıları da
hiç basılmamış ve nakşedilmemiş gümüş parçalarından ibaretti. Sonra bazıları Yemen,
bazıları da Mağrib'e aittiler. Böylece çok çeşitli dirhemler tedavülde idi. Nihayet halife
Abdülmelik, zamanındaki âlimlerin muvafakatini alarak bu değişik dirhemleri
toplayıp bunlar yerine İslâ-mî ve standart dirhem bastırdı. Artık basılan bu para
piyasaya sürülmekle değişik yabancı dirhemlere ve küçüklü büyüklü kesilmiş gümüş
parçalara ihtiyaç kalmadı. Binaenaleyh şübhesiz dirhemler, o zaman malum idi. Eğer
malum olmasaydı, zekât cezaları ve kul hakları nasıl dirheme ve ukiyyeye
bağlanırdı?"

Ebu Saîd el-Hudrî'nin rivayet ettiği bu (1558 no'lu) hadisten de anlaşıldığına göre
Peygamber (s.a.Vin kendilerine hitab ettiği şahıslar tarafından dirhemle ukiyye
biliniyordu. Aksi takdirde Hz. Peygamber onları mec-hûl bırakmaz, açıklardı.
Bu konuda Nevevî de şunları söylemiştir:

"Resûlullah (s.a.) zamanında dirhemlerin ağırlığı malumdu. Dirhem denildiği zaman
ilk akla gelen belirli ağırlıktaki dirhemdi. Zekât vs. hakların tealluk ettiği dirhem de
odur. Bu elbette o zamanlarda başka dirhem yoktu, mânâsına gelmez. Yani "dirhem"
kelimesi, mutlak olarak kullanılmadığında belirli ağırlığı olan dirhem kast ediliyordu.
Diğer dirhemler Ye-menî, Mağribî... diye mukayyed olarak zikrediliyordu. Peygamber
(s.a.)'hı onu mutlak olarak zikretmesi, bilinen dirhemi kaydettiğine hamledilmiş-tir. O
da, her "on dirhem = yedi mıskal" olanıydı. îlk asırda yaşayanlarla ondan sonrakiler
günümüze kadar bu hususta ittifak etmişlerdir ki onların Hz.Peygamber ile Hulefa-ı
Râşidîn'm zamanında olandan başka bir-şeyin üzerinde ittifak etmeleri caiz olmadığı
gibi öyle bir şey de düşünülemez."

Bu mevzu ile ilgili en geniş ve kıymetli bilgi Tefsir, Hadis, fıkıh ve lügat alanında
imam kabul edilen Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm'm "Kitâbu'l- Emval" adlı eserinin
"Sadaka ve ahkâmı" bahsinde verilmiştir. Şöyle denilmektedir:

"İslâmiyetten önce dirhemler irili-ufaklı idi. Her ikisinden de zekât veriliyordu.
Büyükleri (dirhem-i kebir) 8 dânık, küçükleri (dirhem-i sağîr) ise 4 dânık idi.
Müslümanlar dirhemleri basmak istediler. Büyük dirhemi küçük dirheme katarak iki
eşit dirhem yaptılar. Böylece altışar dâmklık iki dirhem meydana geldi. Sonra



dirhemleri miskallerle ölçtüler -ki mis-kal, eksilip artmayan belirli bir ölçüdür- bir
tanesi altı dânıktan ibaret olan on dirhemi miskalle tartınca yedi mıskal ağırlığında
geldiğini gördüler. Büyüklü küçüklü dirhemler arasında bu dirhem, ortayı teşkil
ediyordu ki, zekât konusunda Resûlullah (s.a.)'in sünnetine de uygun idi. Binaenaleyh
dirhem, ondan sonra öyle devam etti. Alimler de bunda ittifak etti. Artık bir dirhem
altı dânık olarak değişmeden devam etti. Halk zekâtını buna göre verip bundan hiçbir
suretle ayrılmadı. Ahş- veriş de buna göre cerayan etti."

Mâverdî'nin el-Ahkâmu's-Sııltâniyye adlı eserindeki "islâmiyette bir dirhemin 6 dânık
oluşu sabit olmuştur. Her on dirhem yedi miskâle eşittir" sözü ile aynı görüşü
desteklemektedir.

Bu nakillerden anlaşıldığına göre her on dirhemin, yedi miskal oluşunda bütün âlimler
ittifak halindedirler. Ancak şu var ki dirhem-i şer'î diye bilinen bu dirheme sonradan
gerekli ehemmiyet verilmemiş ve bazı memleketlerde başka ağırlıkta olan dirhemler
ihdas edilmişti. Bu durum, bazı âlimleri "her memlekette muteber olan dirhem, o
memleketin dirhemidir" demeye sevk etmiştir. Nitekim Hanefîlerin meşhur fıkıh ki-
taplarından olan "Dürr'adh eserde "Fetva, her memleketin kendine mahsus ölçüsünün
nazar-i itibâra alınmasına göredir." denilmiştir. İbn Abîdîn de bu görüşün
"Velvâliciyye" ve "Hülâsa'Ma İbnu'l-Fadl'a isnad edilerek zikredildiğini Serahsî'nin de
görüşünün bu olduğunu ve "Müctebd", "Cem'ün'-Nevazil ve '1-Uyûn", "Mi'râcu'd-
dirâye", "Hâniyye" ile "Fethu'l-Kadîr" adlı eserlerde bu görüşün tercih edildiğini
söylemektedir.

Böylece ortaya dirhem-i şer'îden başka bir dirhem çıkmış ki buna da dirhem-i örfî

denilmiştir. Ancak şu bilinmeli ki, cumhur "zekât, mehir, diyet ve hırsızlığın nisabında

muteber olan dirhemin, dirhem-i şer'î olduğu" görüşündedir.

Şer'î dirhemin kırat ve taneye göre ölçülmesine gelince bunda ihtilâf edilmiştir.

Hanefilere Göre: Bir dirhem-i şer'î, on dört kırattır. Bir kırat iseA. ortalama beş arpa

tanesi ağır İlgındadır. Buna göre bir dirhem-i şer'î, yetmiş arpa ağırlığmdadır.

Bir mıskal ise yirmi kırata eşittir ki, yüz arpa ağırlığına denktir.

Yedi miskal-i şer'î, on dirhem-i şer'îye eşit olduğuna göre bir dirhem-i şer'î ile bir

miskâl-i şer'î şöyle gösterilebilir:

Bir dirhem = 14 kırat = 70 arpa = 7/10 miskal,

Bir miskal = 20 kırat = 100 arpa = 3/7 dirhemdir.

Dirhem-i örfî ise, 1 6 kırattır. Bir kırat-i örfî de dört buğday tanesi ağırlığmdadır. Buna
göre bir dirhem-i örfî, altmış dört buğday tanesi ağırlığmdadır.

Bir miskâl-i örfî de 24 kırattır ki, doksan altı buğday tanesi ağırlığm-dadır. Buna göre
bir dirhem-i örfî ile bir miskâl-i örfî şöyle gösterilebilir:
Bir dirhem = 16 kırat = 64 buğday = 2/3 mîskai
Bir miskal = 24 kırat = 96 buğday - 1,5 dirhemdir.

Görüldüğü gibi dirhem-i şer'î ile dirhem-i örfî' nin ar asındaki fark çok azdır. Bu
farkın, -Mahmud Muhammed Hattab es-Sübkî'nin de el-Menhel'de dediği gibi-
buğday tanesinin arpa tanesinden biraz ağır olmasından ileri geleceği kuvvetle
muhtemeldir. Bu kuvvetli ihtimal göz önüne alındıca, iki dirhem arasında hakiki bir
fark kalmamış oluyor. Belki de Hanefi âlimlerinin dirhemi örfîyi nazar-ı itibara
almaları bu sebeptendir.

Dirhemlerin grama çevrilmesinin esası, ortalama buğday taneleri ile uçlarındaki
kılçıkları kesilmiş ortalama arpa tanelerinin tartılmasına bağlı olduğundan bir
dirhemin kaç gram olduğu hususunda neticeler farklıdır. Şöyle ki:



Menhel yazarı Hattâb es-Sübkî'ye göre bir dirhem-i örfî 3,12 gramdır. Gümüşün nisabı
iki yüz dirhem olduğuna göre 200 x 3,12 = 624 gramdır.

Miskal-i örfî de bir buçuk dirhem-i örfî olduğuna göre bir miskal-i örfî 4,68 gram
olmuş olur. Altının nisabı 20 miskal olduğuna göre: 20 x 4,68 = 93,6 gramdır.
Merhum Ömer Nasuhî Bilmen'e göre ise, bir dirhem-i örfî 3,2 gramdır. Bir dirhem-i
şer'î ise 2,8 gramdır. Buna göre gümüşün nisabı 200 x 2,8 = 560 gramdır. Buna göre
miskâl-i örfî 4,8 gram, miskal-i şer'î de 4 gramdır. Buna göre altının nisabı miskal-i
örfîye göre 20 x 4,8 = 96 gram, miskal-i şer'îye göre de 20 X 4 — 80 gramdır.
Bu konuya bir daha dönüleceği için şimdi de diğer mezheblere göre konunun
incelenmesine geçelim.

Mâtikî, Şafiî ve Hanbelîlere göre: Bu üç mezhep âlimlerinin meşhur kavline göre bir
dirhem-i şer'î 50 2/5 arpa tanesi ağır İlgındadır. Bir miskâl-i şer'î de 72 arpa tanesine
eşittir.

Bu üç mezhebin bazı âlimlerine göre ise, bir dirhem-i şer'î 57 3/5 arpa, bir miskâl-i
şer'î de 82 3/10! arpa ağır İlgındadır.

Meşhur kavil ile diğer kavil arasındaki bu ihtilâfın menşe'i, -Menhel yazarı Hattâb es-
Sübk-î'nin de dediği gibi- arpa tanelerinin hafiflik ve ağırlık, büyüklük ve küçüklük
yönünden bir birinden farklı oluşudur. Zira dolgun 50 arpa tanesi, 70-80 hafif arpa
tanesine eşit ağırlıktadır.

Bu üç mezheb âlimlerinin meşhur kavline göre gümüşün nisabını hesaplamak için
dirhem-i şer'îyi dirhem-i örfîye çevirmek gerekir. Menhel yazarı Hattâb es-Sübkî bu
hesabı şöyle yapmıştır:

Bir dirhem-i şer'î 50 2/5 arpa tanesi olduğuna göre, iki yüz dirhem-i şer'î arpaya
çevrildiğinde 200 x 50 2/5 = 10080 arpa eder. Bu rakam -bir dirhem-i örfi 64 buğday
danesi'ne eşit olduğundan -64'e bölündüğünde 157,5V çıkar. Buna göre gümüşün
nisabı: 200 dirhem-i şer'î = 157,5 dirhem-i örfî = 491,48 gramdır.
Altının nisabını da şöyle hesablamıştır:

Bir miskal-i şer'î 72 arpa, nisab da 20 miskal olduğuna göre 20 x 72 = 1440 arpa olur,
1440 arpa, miskâl-i örfî olan 96'ya bölündüğünde (1440:96) 15 miskal-i örfi çıkar.
Bir miskâl-i örfî bir buçuk dirhem-i örfi olduğuna göre 15 miskâl-i örfi 22,5 dirhem-i
örfî yapar. Bir dirhem-i örfi 3,12 gram, olduğundan (22,5 x 3,12) 70,2 gram. Buna
göre altının nisabı: 20 miskâl-i şer'î =15 miskâl-i örfîk'22, 5 1 dirhem-i örfi = 70,2
gramdır.

Hanefîlerle bu üç mezheb âlimlerinin arasındaki bu ihtilâfı son zamanlarda bu konuda
dirhem-i miskâle mukayese yoluyla inceleme yapanlar izâle edip bir neticeye
varmışlardır. Şöyle ki:

"Miskal cahiliye devrinde de İslâmiyet devrinde de birdi" noktasından hareket edilerek
doğu ve batıdaki müzelerde o zamanlardan kalma miskaller tartılmış ve ağırlığı
öğrenilmiştir. Her on dirhemin, yedi miskâle eşit ağırlıkta olduğunda ittifak olduğuna
göre, miskalinj ağırlığımı bilmek meseleyi halleder. Müzelerde yapılan tartma
işleminden bir miskalin 4,25 gram ağırlığında olduğu anlaşılmıştır. Buna göre bir
dirhem: 7 x 4,25 »4- 10 = 2,975 gramdır. Bu yol dirhem-i şer'î ve miskalin ağırlığım
bilmede hatadan en uzak olan yoldur. Buna göre gram olarak gümüşün nisabı:
2,975 x 200 = 595 gram, ' altının nisabı ise:
4,25 x 20 = 85 gramdır.

Bu duruma göre gümüşün nisabını 595 gram, altının nisabını da 85 gram olarak
hesaplamak daha uygundur.



Hadiste geçen "Evsuk" kelimesi, "vesk" veya "visk"in çoğuludur. Ancak vesk şeklinde
okunuşu daha meşhurdur. Vesk, aslında yük manasında kullanılmaktadır. Burada ise,
altmış sa' mânâsmdadır. Bununla ilgili ayrıntılı bilgi bundan sonraki hadiste
İMİ

verilecektir.
Bazı Hükümler

1. Devenin nisabı, 5 'tir. Yani beşten az devenin zekatı verilmez, ancak beş ve daha
tazla olursa zekâtını vermek farzdır.

2. Gümüşün nisabı beş ııkiyye (iki yüz dirhem)dir. Yani iki yüz dirhem (595 gram)dan
az olan gümüşün zekâtını vermek farz değil, daha fazlası olursa farzdır.

3. Gümüşün zekâtında, gümüşün kıymeti değil ağırlığı muteberdir.

4. Beş veskten az olan mahsûlün zekâtı verilmez. Daha fazla olursa vermek gerekir.
Yerden çıkan mahsûlün zekâtı yani öşür ile ilgili fıkhı hükümler, bundan sonraki
hadisin açıklanmasında gelecektir.

5. "Sadaka" kelimesi zekât mânâsına kullanılabilir.

1559. ...Ebû Saîd el-Hudrî'nin merfu' olarak rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.):
"Beş vesk'ten az olan (hurma, üzüm ve hubûbat)da zekât yoktur.Bir vesk damgalanmış

[161

altmış sa'dır" buyurmuştur.

Ebû Dâvûd dedi ki: Hadisin senedinde geçen Ebu'l-Bahteri, Ebû Saîd'den hadis

im

duymamıştır.
Açıklama

Bu hadis bir önceki hadiste geçen "beş vesk'ten az olan (hurma, üzüm ve hubûbat)da
zekat yoktur", fıkrasını te'yid ettiği gibi vesk'in miktarım da açıklamaktadır.
Daha önce belirttiğimiz gibi "evsuk" kelimesi, "vesk" veya "visk'-'in çoğuludur. Vesk
veya viskin anlamı deve, katır ve merkebin yükü demektir. Burada ise, altmış sa'
manâsında kullanılmıştır.

Bir vesk'in altmış sa' olduğu hususunda ittifak vardır. Sa' ise, dört müdde eşit olan bir
ölçektir. Müddün kaç rıtıl olduğu hususunda ise, fakihler arasında ihtilâf vardır.
Ebû Hanife, Muhammed ve Irak fakihlerine göre bir sa', sekiz rıtl-ı Bağdadî'ye eşittir.
Mâlik, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Ebû Yusuf ve Hicaz fakihlerine göre ise, bir sa', 5 1/3
rıtl-ı Bağdadî'dir.

Bazı âlimler demişler ki, bu ihtilâf su ile buğdayın özgül ağırlıkları arasındaki farktan
neş'et etmiştir. Yani bir sa'm sekiz ntl olduğunu söyleyen fakihler, bir sa'm aldığı
suya, itibar etmişlerdir. 5 1/3 rıtıl olduğunu söyleyen âlimler de onun aldığı arpa veya
hurmaya itibar etmişlerdir. Bir başka ifadeyle 8 rıtıl su, 5 1/3 rıtıl buğdaya muadildir.
Hal böyle olunca sa' ve müdd miktarı hakkında bir ihtilâf kalmıyor.
Hanelilerin muteber saydığı rıtla "rıtl-i Irâkî" veya "rıtl-ı Bağdadî" Malikî, Şafiî ve
Hanbelîler'in kabul ettiği rıtla da "Medine rıtlı" veya "Rıtl-ı Hicâzî" denilmektedir.
Rıtıl, sa' ve vesk'in dirhem ve gram olarak hesabı:



1. dirhem-i örfî (3,12 gr.)'ye göre:

a. Hanefılere göre bir rıtl-ı bağdadî, 130 dirhemdir.

Bir rıtl = 130 dirhem, bir dirhem-i örfî = 3,12 gr. Bir rıtıl = 130 X 3,12 = 405,6
gr-

Bir sa' = 8 rıtıl x 130 dirhem = 1040 dirhem.
Bir sa = 1040 dirhem x 3,12 = 3,244 kgr.
Bir vesk = 60 sa' x 1040 dirhem = 62400 dirhem
Bir vesk = 62400 x 3,12 - 194,688 kgr.
Beş vesk =5x194,688 = 973,440 kgr.

b. Şafiîlerle Hanbelîlere göre bir rıtıl 128 4/7 dirhemdir. Buna göre:
Bir rıtıl = 128 4/7 dirhem = 128,57 dirhem,

Bir rıtıl = 128,57 x 3,12 = 401.14 gr.

Bir Sa' = 5 1/3 rıtıl x 128 4/7 - 685 5/7 dirhem o da 685,71 dirhem'e eşittir.

Bir Sa' - 685,71 dirhem- X 3,12 = 2,140 kgr.

Bir Vesk = 60 sa' x 685,71 dirhem = 41 142,60 dirhem

Bir Vesk = 41 142,60 x 3,12 = 128,365 kgr.

Beş Vesk = 5 X 128,365 = 641,825 kgr.

c. Malikîler'e göre bir rıtıl, 128 dirhemdir. Buna göre: Bir rıtıl =128 dirhem.
Birrıtıî= 128 X 3,12 = 399,36 gr.

Bir Sa' = 5 1/3 rıtıl x 128 dirhem - 682,66 dirhem.

Bir Sa' = 682,66 dirhem X 3,12 = 2,130 kgr.

Bir Vesk - 60 sâ' x 682,66 dirhem = 40959,60 dirhem.

Bir Vesk = 40959,60 X 3,12 = 127,794 kgr.

Beş Vesk = 5 X 127,794 = 638,970 kgr.

2. Dirhem-i şer'î (2,8 gr.)'ye göre:

a. Henefîlere göre:

Merhum Ömer Nasuhî Bilmen'in hesabına göre, bir dirhem-i şer'î -2,8 gr.

Bir rıtıl =130 dirhem.

Bir rıtıl = 130 X 2,8 = 364 gr.

Bir Sa' = 8 rıtıl x 130 dirhem = 1040 dirhem

Bir Sa' = 1040 dirhem X 2,8 =2,912 kgr.

Bir vesk = 60 sa' X 1040 dirhem = 62400 dirhem

Bir vesk = 62400 X 2,8 = 174,720 kgr.

Beş vesk = 5 X 174,720 = 873,600 kgr.

b. Şafiîlerle Hanbelîlere göre:

Bir rıtıl = 128 4/7 dirhem = 128,57 dirhem

Bir rıtıl = 128,57 X 2,8 = 359,99 gr.

BirSa' -5 1/3 rıtıl x 128 4/7 = 685 5/7 = 685,7 l'dirhem.

Bir Sa' - 685,71 dirhem X 2,8 = 1,920 kgr.

Bir Vesk = 60 sa' X 685,71 dirhem - 41142,60 dirhem

Bir Vesk - 41142,60 X 2,8 = 115, 199 kgr.

Beş Vesk = 5 X 115,199 = 575,595 kgr.

c. Mâlikîlere göre:
Bir rıtıl =128 dirhem

Bir rıtıl = 128 X 2,8 = 358,4

Bir Sa' = 5 1/3 rıtıl X 128 dirhem = 682,66 dirhem



Bir Sa' - 682,66 dirhem x 2,8 = 1,911 kgr.

Bir Vesk = 60 sa' X 682,66 dirhem = 40959,60 dirhem

Bir Vesk = 40959,60 X 2,8 = 1 14,687 kgr.

Beş Vesk = 5 X 1 14,687 = 573,435 kgr.

3. Dirhemi miskale mukayese yoluyla grama çevirme:

a. Hanelilere göre:

Bir rıtıl =130 dirhem. Bir dirhem = 2,975 gr.

Bir rıtıl = 130 X 2,975 = 386,75 gr.

Bir sa' = 8 rıtıl x 130 dirhem = 1040 dirhem

Bir sa' - 1040 dirhem X 2,975 = 3,094 kgr.

Bir Vesk - 60 sa' x 1040 dirhem = 62400 dirhem

Bir Vesk = 62400 X 2,975 = 185,640 kgr.

Beş Vesk = 5 x 185,640 = 928,200 kgr.

b. Şafiîlerle Hanbelîlere göre:

Bir rıtıl = 128 4/7 = 128,57 dirhem

Bir rıtıl = 128,57 X 2,975 = 382,495 gr.

Bir Sa' - 5 1/3 rıtıl X 128 4/7 = 685 5/7 - 685,71 dirhem

BirSa' =685,71 dirhem x 2,975 = 2,034 kgr.

Bir Vesk = 60 sa' x 685,71 dirhem = 41142,60 dirhem

Bir Vesk =41142,60 X 2,975 = 122,399

Beş Vesk = 5 X 122,399 - 611,995 kgr.

c. Mâlikilere göre:
Bir rıtıl = 128 (Jirhem

Bir rıtıl = 128 X 2,975 =380,80

Bir sa' = 5 1/3 rıtıl X 128 dirhem - 682,66 dirhem

Birsa' = 682,66 dirhem X 2,974 =2,031 kgr.

Bir Vesk = 60 sa' x 682,66 dirhem = 40959,60 dirhem

Bir Vesk = 40959,60 X 2,975 - 121,855 kgr.

Beş Vesk = 5 X 121,855 = 609,275 kgr.

Dirhemi grama çevirmede en sıhhatli yol daha önce de belirtildiği gibi bir dirhemin
2,975 gr.' olmasıdır. Buna göre -mezhepler arası hesap farklılıkları da dikkate
alınarak- mahsûlde zekâtın nisabı:

a. Hanefîlere göre yaklaşık olarak 928,5 kgr,

b. Şafiîlerle Hanbelîlere göre yaklaşık olarak 612 kgr,

c. Mâlikîlere göre yaklaşık olarak 610 kgr. dır.

Netice olarak diyebiliriz ki; üzüm, hurma ve hububatın nisabında zikr edilen
rakamların en ihtiyatlısı 610 kg. olanıdır. Bundan az miktarda mahsulü olan zekât
vermekle mükellef değildir. Daha fazla olursa zekâtım vermelidir. Bu durum, bu
hadisle amel edenlere göredir. Daha doğrusu bu konuda da ihtilâf edilmiştir.
İmam Malik, İmam Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Ebû Yusuf ve İmam
Muhammed yerden çıkan mahsulün beş vesk olması halinde zekâtının verilmesinin
farz olduğu görüşündedirler. Yerden çıkan mahsûlün zekatına öşür denilmektedir.
İbn Abbâs, Nehaî ve Ebû Hanife'ye göre yerden çıkan mahsul az veya çok olsun, sun'î
şekilde veya yağmurla sulansın zekâtı verilir. Bundan dere boylarında biten kamış,
odun ve ot müstasnâdır.

Nevevî diyor ki: "Bu hadiste (yani bundan önceki hadiste) iki şeye değinilmiştir. Birisi
sayılanlarda zekâtın vâcib olması, diğeri bunlardan daha az miktarlarda zekâtın vâcib



olmamasıdır. Bu iki konuda müslümanlar arasında hilaf yoktur. Yalnız Ebu Hanife ile
seleften bazıları hububatın azma da çoğuna da zekât lâzım geldiğini söylemişlerdir ki,
bu görüş bâtıldır ve sahih hadislere ters düşmektedir."

Buhârî sarihi Aynî, Nevevî'riin bu sözüne Umdeiü'l-Kaari adlı eserinde şöyle karşılık
vermiştir:

"Bu çirkin bir sözdür. İlim, fazilet, zühd sahibi ve tâbmnun büyüklerine olan yakınlık
yönünden önde gelen bir imam hakkında böyle bir söz söylemek doğru değildir.
Bilhassa kendisi gibi halk arasında geniş ilmi, büyük zühd ve insafı ile tanınmış bir
zattan böyle yerlerde güzel sözler beklenir, âlimlere yakışan budur. Kötü sözler ancak
bâtılda direnen mutaassıblardan beklenir. Nevevî bu görüşün batıl oluşu ile sahih
hadislere muhalefetini, yalnız Ebû Hanife'ye değil, seleften bazılarına da nisbet etmiş-
tir. Seleften murad, Ömer b.Abdulaziz, Mücâhid ve Nehaî'dir."

Abdurrezzâk "MusanneP'inde senedini vererek Ömer b. Abdulaziz'den naklen şu
haberi tahrîc etmiştir:

"Ömer: yerden çıkan mahsûlün azma da çoğuna da öşür vardır" demiştir.
İmam Züfer de bu görüştedir.

Bunların delili "Sizin için yerden çıkardığımız rızıklardan da infak ediniz" ve "Hasat
günü yerden çıkan mahsûlün hakkını verin" âyetleriyle; Müslim, Nesaî ve Ahmed b.
Hanbel'in Câbir'den merfû olarak rivayet ettikleri "Nehirlerle 1 yağmur sularının
suladıkları mahsullerde Öşür, hayvanla sulanan mahsullerde de yarını öşür vardır"
hadis-i şerfıdir. (Ayrıca bk. Hadis no: 1596-1597)

Bunlar cumhurun delili olarak ileri sürdüğü "beş veskten az olan mahsulde zekât
yoktur" hadisini ise, ticâret zekâtına hamletmişlerdir. Veya-hutta "Amm ile hâs tearuz
edip de hangisinin sonra olduğu bilinmezse ihtiyaten âmm hassa takdim edilir"
kaidesine göre ictihâd etmişlerdir. Ancak Cumhura göre onların bu hadisi ticaret
zekâtına hamletmeleri hadisin zahirini delilsiz olarak başka mânâya çekmektir.
Ammın hassa takdimim ise, kabul etmemektedirler. Çünkü onlara göre hass, amma
takdim edilir.

Hadiste geçen "damgalanmış altmış sa' "dan murad, artırılıp eksiltilmesin diye üzerine
mühür vurulan ölçektir. Bunu Vaktiyle hükümdarlar öyle yaparlarmış. Altmış
sa'myani bir veskin kaç kg. olduğunu daha önce zikretmiştik.

Ebû Dâvûd, "Ebu'l-Bahterî, Ebû Said'den hadisi işitmemiştir" demekle, bu hadisin,
munkati olduğuna işaret etmiştir.

Nitekim İbn Mâce bu hadisi Câbir'den, Dârekutnî de Hz.Aişe'den zayıf senetlerle
rivayet etmişlerdir. Ayrıca Ebû Hatim'in, "Ebul-Bahterî, Ebû Saîd'm zamanına

£181

ulaşamamıştır" sözü de Ebû Davud'un bu beyanını te'yid etmektedir.
Bazı Hükümler

1. Beş veskten az olan mahsulde zekât yoktur.

£191

2. Bir vesk, altmış sa'dır.



1560. ...Mugîre (b. Mıksem)den rivayet edildiğine göre İbrahim (en-Nehai) şöyle
demiştir:



1201

Bir vesk, -Haccâc sa'ıyle- damgalanmış altmış sa'dır.



Açıklama

İbrahim'den murad, İbrahim en-Nehâî'dir. Haccâc'tan maksat da Haccâc-i Zâlim
dîye tanınan Haccâc b. Yu-

suftur. Bu haber bir önceki hadiste geçen "bir vesk, damgalanmış altmış sa'dır"
fıkrasını te'yid etmektedir.

Bir sa'm, müdd, rıtıl, dirhem ve gram olarak miktarı bir önceki hadisin açıklamasında



belirtilmiştir.

1561. ...Habîb el-Mâlikî'den; demiştir ki: Bir adam, İmrân b. Husayn'a;

Ya Ebâ'n-Necîd! Siz bize bir takım hadisler rivayet ediyorsunuz. (Halbuki) biz onlara

Kur'ân'dan asıl bulamıyoruz? dedi.

Bunun üzerine İmrân kızdı ve adama şöyle dedi:

Her kırk dirhemde bir dirhem (zekât) olduğunu Kur'ân'da buldunuz mu? Her şu kadar
koyundan bir koyun, her şu kadar deveden şu kadar deve (verileceğini) Kur'ân'da
buldunuz mu? Adam:
Hayır, dedi. İmrân:

Kimden öğrendiniz bunları? Bizden öğrendiniz, biz de Resülullah (s.a.)'den

I22J

öğrendik; ve buna benzer (daha bazı) şeyler söyledi.
Açıklama

Habib el-Mâlikî'nin "bir adam" dediği kişinin adı bilinmemektedir. Ebu'n-Necîd ise,
imrân b. Husayn'm künyesidir.

"Kur'anda onlar için asıl bulamıyoruz" sözüyle "Kur'anda aslı olmayan şeye nasıl
itimad edilir?" demek istemiştir.

Adamın Kur'ân'da açıkça zikredilmeyen bir çok hükümleri inkâr etmesinden ve
"Resülullah, size ne getirdiyse onu alın, sizi neden nehyettiyse ondan da sakının"
âyetini nazar-ı itibara almadığından İmrân, ona kızmış ve; "zekâtın hükmünü
tafsilatıyle Kur'ân'da buldunuz mu?" diye sormuştur.

Hükümlerin bir kısmı Kur'ân-ı Kerim'de açık bir şekilde zikredilmemiştir. Onları Hz.
Peygamber açıklamıştır. Çünkü Kur'ân İslâm'da nasıl bir delil ise, Sünnet de o surette
delildir. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerim'de hükmünü bulamadığımız meseleleri sünnetten

1231

araştırmalıyız. Kur'ân'da yok diye inkâr etmemeliyiz.
Bazı Hükümler

1. Bazı Hükümler, Kur'an-ı Kerimde sarahaten zikredilmemiştir. Onları Peygamber
(s.a.) beyan etmiştir.

1241

2. Kur'ân-ı Kerim gibi sünnet de delildir.



3. Ticâret Malları Zekâta Tâbi Midir?



1562. ...Semure b. Cündüb (r.a.)'ten; demiştir ki:

İmdi şüphesiz Resûlullah (s. a.) satış için hazırladığımız (eşyâ)dan zekât vermemizi
125]

emrederdi.
Açıklama

Ticaret mallarından maksad, altm-gümüş ve paranın dışında, kazanç sağlamak
amacıyla alış-verişi yapılan mallardır. Bunlara sayıma itibar edilerek zekâtı verilen
deve, sığır gibi hayvanlar dahil olduğu gibi gayr-ı menkûl dediğimiz taşınmaz mallar
da dâhildir. Fıkıhta bu mallara "urûzu't-ticâre" denilmektedir.

Hadiste geçen "emrederdi" ifâdesinden anlaşıldığına göre, Hz.Peygamber ticâret
mallarının zekâtını vermelerini onlara emir sıygasiyle bildirmiştir. Emir sıygası ise,
vücûba delâlet eder. "es- Sadaka" kelimesi de zekât manasında kullanılmıştır. Bu
sebeple ticâret mallarının zekâtını vermek vâcibtir.

Sahabe, tâbiûn ve ondan sonra gelen fakıhler ticâret mallarının zekâtını vermenin
yâcib olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Hatta İbnu'I-Münzir ile Ebû Ubeyd Kasım
b. Sellâm bu hususta icmâ' olduğunu söylemişlerdir. Ibnü'l-Münzir şöyle demektedir:
"İlim ehli, ticâret malları üzerinden bir yıl geçtiği zaman zekâtını vermenin vâcib
olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu vücûb Hz.Ömer, İbn Ömer ve îbn Abbas'tan
rivayet edilmiştir. Aynı zamanda fukahâ-yi seb'a, Hasan el-Basrî, Câbir b.Zeyd,
Meymûn b.Mihrân, Tâvûs, Nehaî, Sevrî, Evzâî, Şafiî, Ebû Ubeyd, İshâk, Ebû Hanife
ve arkadaşları da bu görüştedirler.

Zahirîler, bunlara muhalefet edip "ticâret mallarının zekâtı verilmez" demişlerse de
delilleri zayıf olduğundan onların bu görüşüne itibar edilmemiştir.
Ticaret mallarının zekâtını vermek için üzerinden hicrî takvim'e göre bir senenin
geçmiş olması (Hevelânü'1-havl) ve nisaba ulaşması şarttır.

Ticâret mallarının kıymeti, 200 dirhem gümüş veya 20 mıskal altına eşit olduğunda
nisaba ulaşmış sayılır. Bugün muhakkik âlimler, nisabta altına itibar etmektedir ki
onun da 85 gram olduğunu daha önce belirtmiştik. Yani 85 gram altın değerinde
ticâret malına sahib olan bir kimse malının 1/40'ım (%2,5) zekât olarak verecektir.
Ondan az olursa vermekle mükellef değildir.

Nisâb miktarının senenin başında mı, sonunda mı nazar-ı itibâra alınacağı hususunda
ihtilâf edilmiştir:

a. Nisab miktarına yalnız senenin sonunda itibar edilir. Meselâ, bir ticâret malı,
senenin başında nisaba ulaşmadığı halde, sene sonunda ulaşırsa, sene sonunda nisaba
ulaştığına bakılarak zekâtı verilir. Malik ile İmam Şafiî bu görüştedirler.

b. Nisab miktarının sene boyunca devam etmesine itibar edilir. Şayet nisab miktarı
senenin bir bölümünde eksilirse, o sene inkitaa uğramış olur. Hal .böyle olunca mal ne
zaman nisab miktarına ulaşırsa, sene o zamandan itibaren başlar.

Sevrî, Ahmed b.Hanbel, İshak, Ebû Ubeyd, Ebû Sevr ve İbnu'I-Münzir bu
görüştedirler.

c. Nisab miktarı, senenin başıyla sonunda nazara alınır. Sene arasında nisabın
eksilmesine bakılmaz. Mesalâ bir ticâret malı sene başında nisab miktarına bağlı iken



bir kaç ay sonra eksilip de sene sonunda yine nisab miktarına baliğ olursa, zekâta tâbi
olur.

Ebu Hanîfe ve arkadaşları bu görüştedirler.

Zekâtın ticâret mallarının kendisinden mi, kıymetinden mi verileceği konusunda
âlimlerin görüşlerini de şöyle sıralayabiliriz:

a. İmam Ebû Hanîfe ve İmam Şafiî'nin bir kavline göre tacir, muhayyerdir, isterse
malın kendisinden isterse kıymetinden verir. Meselâ kumaş satıyorsa, isterse kumaş
verir, isterse kıymetini para olarak verir.

b. İmam Şafiî'nin ikinci kavline göre, tacir malın yalnız kendisinden vermelidir.
Şafıîlerden Müzenî de bu görüştedir.

c. İmam Ahmed ve İmam Şafiî'nin diğer bir kavline göre tacir, malın yalnız
kıymetinden vermelidir.

Ebû Dâvûd ile Münzirî'nin bu hadisin sıhhati hakkında sükût etmeleri, İbn Hümam'm
dediği gibi onlar tarafından hasen kabul edildiğine alâmettir. Nitekim İbn Abdi' 1 -ben-
de onu hasen görmüştür.

İbn Hacer el-Askalânî ise, Bulûğu'l-Merâm adlı eserinde bunun isnadının leyyin
olduğunu söylemiştir.

İbn Hazm bunun senedinde geçen Cafer b. Sa'd, Hubeyb b. Süleyman ve Ebû
Süleyman'ın kim olduklarının belli olmadığını söylemişse de Ahmed Muhammed
Şakir Muhallâ'nın dipnotunda "onların kim olduklarının bilindiğini ve İbn Hıbbân'ın
onları sika râviler arasında zikrettiğini" söylemektedir.

Bu hadîs zayıf kabul edilirse de sahabenin icma'i ve mallardan zekâtın vâcib olduğuna
delâlet eden delillerin umûmu ile kuvvet bulmaktadır. Binaenaleyh ticaret mallarının

1261

zekâtını vermek vâcibtir. Bu konuda ehl-i ilim arasında ittifak vardır.
4. Kenzin Ne Olduğu Ve Zînet Eşyasının Zekâtı

1563. ...Amr b. Şu'ayb'm babası vasıtasıyla dedesinden rivayet ettiğine göre bir kadın,

kızı ile beraber Resûlullah (s.a.)'a geldi. Kızının kolunda kaim iki tane altın bilezik

vardı. Resûlullah (s.a.) kadına:

"Bunun zekâtını veriyor musun?" buyurdu. Kadın:

Hayır, dedi. Resûlullah (s.a.):

"Kıyamet gününde Allah'ın onların yerine sana ateşten iki bilezik takdırması hoşuna
gider mi?" deyince, kadın hemen onları çıkarıp Peygamber (s.a.)'e uzattı ve şöyle dedi:

[271

İkisi de aziz ve celil olan Allah'a ve Resulüne (ait)'dir.
Açıklama

Hadiste geçen "kadm"m Esma bint Yezid b. es-Seken olduğu söylenmiştir.

Bu hadis süs olarak kullanılan ziynet eşyasının zekâtını vermenin vâcib olduğuna

delâlet etmektedir.

Ebû-Hanife ve arkadaşları, Meymûn b. Mihrân, Mücâhid ve Zührî bu görüştedirler.
Aynı zamanda bu görüş, Hz.Ömer, İbn Mes'ûd, İbn Abbâs ve İbn Ömer'den de rivayet
edilmiştir. Ayrıca Saîd b. el-Müseyyeb, Saîd b. Cübeyr, Atâ, Muhammed b. Şîrîn ve
Tâvûs'un da görüşü budur.



Bunlar altın ve gümüş kapların da zekâtını vermenin vâcib olduğunu söylemişlerdir.
Delilleri bu hadis ile "Allınla gümüşü biriktirip onları Allah yolunda sarf etmeyenler

1281

(var ya) işte onlara elîm bir azabı müjdele!" âyetidir. Zira âyetin umumu ziynet
eşyasını da içine almaktadır. Onu delilsiz olarak âyetin umumundan istisna etmek caiz
değildir.

İmam Mâlik, İmam Şafiî, Kasım b. Muhammed, Şa'bî, Katâde, Mu-hammed b. Ali,
Ebû Ubeyd, İshak ve Ebû Sever, "süs olarak kullanmak için alman ziynet eşyası
zekâta tabi değildir" demişlerdir. Bu görüş aynı zamanda Câbir, Enes, Hz. Aişe, Esma
ve bir kavle göre, İbn Ömer'den rivayet edilmiştir. Delilleri Dârekutnî'nin Câbir'den
rivayet ettiği hadistir. Câbir'in merfu olarak rivayet ettiği hadis şudur: "Ziynet eşyası

1291

zekâta tabi değildir" Bu hadis, tenkid edilmiş senedlerle rivayet edilmiştir. Bir

başka delilleri Mâlikin Muvatta'da Abdurrahmân b. el-Kâsım'm babasından rivayet

ettiği, "Hz. Aişe, kardeşinin yetim kızlarına bakıyordu, onların ziynet eşyası olduğu

halde zekâtını vermiyordu" haberiyle Nâfı'den rivayet ettiği "Abdullah b. Ömer'in

kızları ile cariyelerinin ziynet eşyası vardı da onların ziynet eşyasından zekât

vermezdi" haberidir. Beyhakî de Amr b. Dînâr tarikiyle şunu rivayet etmiştir:

"İşittik ki İbn Halid, Câbir b. Abdullah'a:

Ziynet eşyasının zekatı var mıdır? diye sordu Câbir:

Hayır, dedi. İbn Hâlid:

Bin dinar olsa da mı? deyince, Câbir;

Daha fazla olsa da, cevabını verdi."

Bazıları da "ziynet eşyasının zekâtını vermek, Ömürde bir sefer vâcib-tir,"
demişlerdir. Bu kavi Enes'ten rivayet edilmiştir.

Hattâbî dedi ki, "âyetin zahiri onun vâcib olduğunu söyleyenlerin görüşünü
desteklemektedir ki, bu eser de onu te'yid etmektedir. Vâcib olmadığını söyleyenlerin
delili olarak bazı eserler vardır. Ancak ihtiyatlı olanı, verilmesidir."
İbn Kattan bu hadisin isnadının sahih olduğunu söylemiştir. Tirmizî de bunu İbn
Lehîatarikiyle Amr b. Şuayb'tan rivayet etmiş ve demjştirki: "bu, el-Müsennâ b. es-
Sabbah'm Amr b. Şuayb- hadisin bir benzeridir, el-Müsennâ b. es-Sabbâh ile İbn
Lehîa hadis rivayet etmede zayıftırlar. Bu konuda Peygamber (s.a.)'den rivayet edilen
sahih bir şey yoktur."

Netice olarak diyebiliriz ki, hadisten anlaşıldığına göre ziynet eşyası, zekâta tâbidir.
Bu konuda âlimler arasında ihtilâf vardır. İhtiyatlı olan görüş, onun zekâtını vermenin

om

vâcib olduğudur.

1564. ...Ümmü Seleme (r.anhâ)'dan; demiştir ki: Altından işlenmiş bir ziynet
takınmıştım da:

Ya Resûlullah! Bu, kenz midir? diye sordum. Resûlullah (s.a.):

"Bir şey zekâtı verilecek miktara ulaşır, zekâtı da verilirse, kenz değildir," buyurdu.





Açıklama



Ümmü Seleme, "bu kenz midir?" diye sormakla o ziynet eşyasının; "altın ve gümüşü
biriktirip de onları Allah yolunda sarfetmeyenler (var ya) işte onlara elim bir azabı
[321

müjdele!" âyetinin hükmüne dahil olup olmadığım, dolayısıyle ondan dolayı azab
edilip edilmeyeceğini öğrenmek istemiştir.

Hadisin "bir şey zekâtı verilecek miktara ulaşır, zekâtı da verilirse kenz değildir**
ifadesinden anlaşıldığına göre nisaba ulaşıp da zekâtı verilmeyen şey, azabı mûcib
kenz sayılmaktadır.

Bu hadis nisaba ulaşan ziynet eşyasında zekâtın vâcib olduğunu söyleyenlerin
görüşünü desteklemektedir. Binaenaleyh onların ileriye sürmüş oldukları delillerden
biridir.

[33]

Hadisin senedinde yer alan Attâb b.Beşir hakkında bazı tenkidler vardır.

1565. ...Abdullah b. Şeddâd b. el-Hâdî'den rivayet edildiğine göre o, şöyle demiştir:
Peygamber (s.a.)'in hanımı Aişe'nin huzuruna girdik. Aişe dedi ki:
Resûlullah (s. a.) yanıma girdi. Eller (parmaklar)imde büyük gümüş yüzükler gördü de:
"Bu nedir? ya Aişe!" dedi. Ben de:

Onları senin için süsleneyim diye yaptım, ya Resûlullah! dedim.
Resûlullah (sa.):

"Onların zekâtını veriyor musun?" diye sordu. Ben de:

Hayır (dadim) veya Allah'ın dilediği bir şey söyledim. O da: "O ateş(e girmen) için

041

sana yeter", buyurdu.
Açıklama

"Fetehât" kelimesi, "fetha" veya "feteha"nin çoğuludur. "Fetha" veya "Feteha" ise,
büyük yüzük veya câhiliyyet devrinde kadınların, el parmaklarına taktıkları kaşsız
yüzük manasında kullanılmaktadır.
"Verik", "verk" veya "virk" gümüş demektir.

Hadisin "Hayır, veya Allah'ın dilediği bir şey söyledim" fıkrasının manası, cevab
olarak ya "hayır" dedim, ya da o anda Allah'ın dilediği bir kelime söyledim
anlamındadır.

"O ateş(e girmen) için sana yeter" fıkrasından maksat ise "Cehennemde ta'zib edilmen
için yalnız onun zekâtını vermemen, sana kâfidir" demektir. Bu söz, ziynet eşyasının
zekâtını vermeyene büyük bir tehdittir.

Bu hadis de önceki hadisler gibi ziynet eşyasının zekâta tabi olduğunu söyleyenlerin
delillerindendir.

Hadisi Darekutnî, Muhammed b. Atâ'dan tahrîc etmiş ve onun meçhul olduğunu
söylemiştir. Beyhakî onun Muhammed b.Atâ değil de Muhammed b. Amr b. Atâ
olduğunu ve Dârekutnî'nin onu dedesine nisbet etmesinden dolayı onun meçhul
olduğunu zannettiğini söylemiştir. Nitekim Ebû Dâvûd da bu hadisin senedinde onu
Muhammed b. Amr b. Atâ olarak zikretmiştir.

İbnü'l-Kattân da Beyhakî'nin ifâdesine yakın bir ifade kullandıktan sonra "Muhammed
b. Amrb. Aîâ sikadır," demektedir.

Hâkim de bu hadisi müstedrek'de, aynı zattan yani Muhammed b. Amr. b. Atâ'dan o



da Abdullah b. Şeddâd b. el-Hadi'den tahriç edip Şeyhayn'm şartlarına göre sahih

I35J

olduğunu ancak onu tahric etmediklerini söylemiştir.

1566. ...Ömer b. Ya'lâ bu hadisi yüzük hadisi gibi anlatmıştır. Süfyân'a:
Onun zekâtını o (kadın) nasıl verir? denildi. O da:

[361

Onu başkasına ekler, dedi.
Açıklama

Yüzük hadisinden maksat, bir önceki Hz.Âişe hadisidir. Yanı Ömer b. Yala, rivayet
ettiği hadisi Hz.Aışe nm
hadisi gibi nakletti.

Ömer b. Ya'lâ, hadisi anlatınca Hz.Aişe'nin yüzüğünün nisaba ulaşmadığı hususu, orda
bulunanların dikkatini çekmiş bu sebeble Süfyân-es Levrî'ye onlar tarafından "nisaba
ulaşmadığı halde Hz. Aişe o yüzüğünün nasıl zekâtını veriyor?" diye sorulmuştu.
Süfyan es-Sevrî cevaben; "O yüzüğünü sahip olduğu başka ziynet eşyasına veya altın
gümüş parasına ekliyordu. Böylece diğerleri ile beraber nisaba eriyordu" demiştir.
Bu hadisi Beyhakî es-Sünenü'l-Kübrâ'da merfu olarak rivayet etmiştir.
"Ömer b. Ya'lâ" bazı nüshalarda "Amr b. Ya'lâ" diye geçmektedir. Doğrusu
birincisidir. Ahmed b. Hanbel, İbn Maîn, Nesâî, Ebû Hatim ve es-Sâcî onun
münkerü'l-hadis, Dârekutnî de metrûkü'l-hadis olduğunu söylemişler, Ukaylî da onu
zayıf râvilerden saymıştır.

Bu hadisten de ziynet eşyasının zekata tabi olduğu ve nisaba ulaşmadığı takdirde

[371

diğerlerine ekleyip öyle verileceği anlaşılmaktadır.
5. Sâime (Mer'âda Otlatılan Hayvanlar)Nin Zekâtı

1567. ...Hamraâd (b. Seleme)dan demiştir ki:

Sümâme b. Abdullah b. Enes'ten, Ebû Bekr'in Enes'i zekât toplamak için gönderdiği
zaman yazdığını ve üzerinde Resûlullah (s.a.)'in mührü olduğunu söylediği bir mektup
aldım. O mektupta şunlar vardı:

"Bu, Allah'ın, Peygamberine emrettiği ve Resûlullah(s.a.)'m müslümanlara takdir ve
tayin ettiği zekât farizası (hükümlerini beyân eden bir mektup)dur. Hangi
müslümandan buna uygun olarak zekât istenirse, onu versin; kimden de ondan fazlası
istenirse vermesin.

Yirmi beş deveden aşağısında (zekât olarak) davar verilir. Her beş devede bir koyun
verilir. Deve sayısı yirmi beşe ulaştığında otuz beşe ulaşıncaya kadar bir yaşını bitirip
iki yaşma basmış bir dişi deve verilir. Eğer onların içinde bir yaşım bitirip iki yaşma
basmış dişi deve yoksa iki yaşım bitirip üç yaşma basmış bir erkek deve . verilir.
Otuz altıya ulaştığında kırk beşe kadar iki yaşım bitirip üç yaşma basmış bir dişi deve
verilir.

Kırk altıya ulaştığında altmışa kadar erkek deveye çekilen üç yaşını bitirip dört yaşma
basmış dişi deve verilir.

Altmış bire ulaştığında yetmiş beşe kadar dört yaşını bitirip beş yaşma basmış bir dişi



deve verilir.

Yetmiş altıya ulaştığında doksana kadar iki yaşını bitirip üç yaşma basmış iki dişi
deve verilir.

Doksan bire ulaştığında yüz yirmiye kadar erkek deveye çekilen üç yaşını bitirip dört
yaşma basmış iki dişi deve verilir.

Yüz yirmiden fazla olduğunda her kırk devede iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir
dişi deve ve her elli devede üç yaşını bitirip dört yaşma basmış bir dişi deve verilir.
Kimin yanındaki (develerin) zekâtı dört yaşını bitirip beş yaşma basmış bir dişi deveye
ulaşır ve onun yanında bu yaşta bir devesi bulunmaz da üç yaşım bitirip dört yaşma
basmış bir dişi deve bulunursa, o (mal sahibi)nden (zekât olarak) bu deve kabul edilir.
Bir de (yaş farkının telâfisi için) yanında varsa onunla beraber iki koyun \e>a yirmi
dirhem (gümüş) verir.

Kimin yanındaki (develerin) zekâtı üç yaşını bitirip dört yaşma basmış bir dişi deveye
ulaşır, yanında böyle bir devesi bulunmaz da dört yaşını bitirip beş yaşma basmış bir
dişi devesi bulunursa, ondan o (deve) kabul edilir. Zekât memuru da ona ya yirmi
dirhem (gümüş) ya da iki koyun verir.

Kimin de (develerinin) zekâtı üç yaşını bitirip dört yaşma basmış bir dişi deveye ulaşır
ve onun yanında böyle bir devesi bulunmaz da iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir
dişi deve bulunursa, ondan o (deve) kabul edilir.

Ebû Dâvud: "buradan itibaren hadisi Musa'dan arzuladığım gibi zapt edemedim." dedi.
Ve ayrıca yanında varsa onunla beraber iki koyun veya yirmi dirhem (gümüş) verir.
Kimin (develerinin) zekâtı iki yaşım bitirip üç yaşma basmış bir dişi deveye ulaşır da
yanında yalnız üç yaşını bitirip dört yaşma basmış bir dişi devesi bulunursa, ondan o
deve kabul edilir.

Ebû Dâvûd, "hadisin buraya kadarını iyi zapt edemedim, sonrasını ise, iyi zapt ettim. "
dedi. Ve zekât memuru ona yirmi dirhem (gümüş) veya iki koyun verir.
Kimin (develerinin) zekâtı iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir dişi deveye ulaşır da
yanında yalnız bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bir dişi devesi bulunursa, ondan o
deve ile iki koyun veya yirmi dirhem kabul edilir.

Kimin yanındaki (develerin) zekâtı, bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bir dişi deveye
ulaşırsa ve yanında yalnız iki yaşım bitirip üç yaşma basmış bir erkek devesi
bulunursa ondan o (deve) kabul edilir. Onunla beraber başka bir şey (almak) yoktur.
Kimin yanında yalnız dört devesi varsa onlara zekât yoktur. Ancak sahibi isterse
(verebilir.)

Otlaklarda beslenen davarda ise kırktan yüz yirmiye kadarında bir koyun, yüzyirmiden
fazla olursa, iki yüze ulaşıncaya kadar iki koyun, ikiyüz birden üç yüze ulaşıncaya
kadar üç koyun, üçyüzbir-den fazla olduğunda her yüz koyunda bir koyun (zekât)
vardır. Zekâtta ne yaşlı ne ayıplı davar ne de (koç ve teke gibi) döl hayvanı alınmaz.
Ancak zekât memuru dilerse, bunları alabilir.

Zekât (artar veya eksilir) korkusuyla mufterik (ayrı olan mal), bir araya toplatılmaz.
Toplu olan (mal)da tefrik edilmez.

İki halîtin (ortak) malından alman zekât hususunda ikisi aralarında hisselerine göre
hesaplaşırlar.

Adamın otlaklarda beslenen koyunları kırka ulaşmıyorsa, onlarda (zekât olarak) hiçbir
şey yoktur. Ancak sahibi isterse, verebilir.

Gümüşte kırkta bir zekât vardır. Eğer gümüş yalnız yüz doksan (dirhem) ise, onda



138]

zekât yoktur. Ancak sahibi isterse verebilir.
Açıklama

Buharının rivayetinde, Ebu Bekir (r.a.)'in bu mektubu Enes b. Mâlike onu Bahreyn'e
zekât memuru olarak gön-
derdiği zaman verdiği açıkça belirtilmiştir.

Hadisin cümlesinin mânâsı, bu mektup farz zekâtı beyan eden mektuptur,
cümlesinde, müslümanlara zekâtı Hz.Peygamber (s.a.)'in farz kıldığı bildirilmiştir.
Aslında zekâtı farz kılan Allah'tır. Peygamber (s. a.) bunu tebliğ ettiği için farz kılma
fiili O'vna izafe edilmiştir. Allah, insanların O'na itaat etmesini farz kıldığı için O'nun
Allah'tan aldığı emri tebliğ etmesine farz denilmiştir, filinden "takdir ve tayin etti"
mânâsının kast edilmiş olması da muhtemeldir. Zira Peygamber (s. a.), zekâtın ahkâm
ve miktarlarını tafsilatıyla beyân ve tayin etmiştir. Nitekim bu fiil bu manada hem
Kur'ân-i Kerim hem de hadislerde kullanılmıştır.

"Hangi müslümandan buna uygun olarak zekât istenirse, onu versin, kimden ondan
fazlası istenirse, vermesin" fıkrasında anlatılmak istenen şudur:
Zekât memuru tarafından mektupta bildirilen miktarlardan fazlası istenecek olursa
verilmesin. Çünkü fazla istemek hıyanettir. Hiyâneti belli olan zekât memuruna itaat
etmek ise, vâcib değildir. "Vermesin" emri müphemdir. Yani fazlasını mı vermesin?
Yoksa hiç bir şey mi vermesin? Bu konuda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bazıları
"üzerine düşen zekâtı verir, fazlasını vermez" demişler. Bazıları da "üzerine düşeni de
vermez, fazlasını da. Ancak üzerine düşen zekâtı adaleti belli olan diğer bir zekât me-
muruna verir" demişlerdir. Aliyyu'l-Kaarî "Fazlasını vermeyip de üzerine düşeni
vermek müstehaptır. Hiç vermemek ve başka memura vermek de ruhsattır. Yahut
birinci kavi töhmet ve fitne endişesi hâline, ikinci kavil de fitne ve fesattan
korkulmadığı zamana göre hareket etmeyi mûcibtir" demektedir.
Deve sayısı yirmi beşten az olursa her beş deve İçin bir koyun zekât verilir. Yani on
devesi olan bir kimse, iki koyun verir. 15 devesi varsa, üç; 20 devesi varsa dört koyun
verir. Şayet 24 devesi olan zekât olarak bir deve vermek isterse, İmam Mâlik ve
Ahmed b. Hanbel'e göre caiz değildir. Muhakkak zekâtını koyun olarak vermelidir.
Cumhura göre ise, caizdir. Çünkü o deve 25 devenin zekâtı olarak verilirse caizdir.
Daha. azı için de caiz olması lâzım gelir. Zira zekâtın, malın cinsinden verilmesi
asıldır. Burada yani 25'den az deveden zekât olarak deve istenmemesi, mal sahibine
bir şefkattir. Binaenaleyh develerin sahibi kendi ihtiyariyle asl'a donup koyun yerine
deve vermek isterse olur. Bir mukayeseye gidilmediği zaman hadisin zahiri Mâlik ile
Ahmed'in görüşünü desteklemektedir.

Dilimizde koyun yavrusuna bir yaşma kadar "kuzu"; "iki yaşma kadar "toklu"
denildiği gibi, iki yaşından sonrakiler de yaşlarına göre "şişek", "öveç", "balta" diye
anılır. Bunun gibi araplar da bir yaşından itibaren muhtelif yaşlardaki develere ayrı
ayrı adlar vermişlerdir. Memleketimizde deve olmadığı için dilimizde bu isimlerin
karşılıkları da yoktur. Bu nedenle bizde develer yaşlarıyla anılırlar. Meselâ:
Bint-i mahâd : Bir yaşını bitirip iki yaşma başlamış dişi deve,
İbn-i mahâd : Bir yaşını bitirip iki yaşma başlamış (basmış) erkek deve,
Bint-i lebûn : İki yaşını bitirip uç yaşma basmış dişi deve,

İbnu Lebûn : İki yaşını bitirip üç yaşma basmış erkek deve, Hikka : Üç yaşını bitirip



dört yaşma basmış dişi deve, Hik : Üç yaşım bitirip dört yaşma basmış erkek deve,
Cezea : Dört yaşını bitirip beş yaşma basmış dişi deve, Cez' : Dört yaşını bitirip beş
yaşma basmış erkek deve.

Bu hadisten develerin sahibinin zekât olarak vermesi gereken yaşta dişi devesi yok ise
ve ondan bir yaş küçük dişi devesi varsa, zekât memuruna bunu verebileceği ve
aradaki yaş farkının telâfisi için, yanında varsa iki koyun veya yirmi dirhem gümüş
vermesinin gerektiği anlaşıldığı gibi, verilmesi gerekenden bir yaş büyük devesi varsa
bunu verebileceği ve yaş farkının telâfisi için zekât memurunun ona iki koyun veya
yirmi dirhem gümüş vermesinin gerektiği de anlaşılmaktadır. İmam-ı Şafiî, Ahmed b.
Hanbel, Nehaî Ebû Sevr ve Dâvûd bu görüştedirler.

Ebû Hanife ve arkadaşlarına göre ise, develerin sahibinin yanında vermesi gereken
yaşta deve bulunmazsa bir yaş küçüğünü verir ve aradaki yaş farkının telâfisi için de
aradaki farkın tutarı ne ise onu da verir veya bir yaş büyüğünü verir ve aradaki yaş
farkının tutan ne ise onu zekât memurundan alır. Bu tutar yirmi dirhem gümüşün
değerinden veya iki koyun kıymetinden noksan olabildiği gibi fazla da olabilir.
Bunlara göre hadiste yaş farkının iki koyun veya yirmi dirhem gümüş ile takdir
edilmesinin sebebi o zamanlardaki yaş farkı tutarının o kadar olması idi. Hadisteki
miktar devamlılık ifâde eden bir miktar değildir. Buna delil olarak şunu ileri
sürmektedirler. Hz. Ali'den rivayet edildiğine göre, o devenin yaş farkım bir koyun
veya on dirhem ile takdir etmiştir. Hz. Ali Peygamber(s.a.)'in zekat memuruydu.
Binaenaleyh O'nun bu hükmü bilmemesi düşünülmediği gibi Peygamber (s.a.)'e
muhalefet etmesi de hiç düşünülemez.

Mekhûl ve Evzâî'ye göre de develerin sahibi, vermesi gereken dişi devenin kıymetini
vermek mecburiyetindedir.

İmam Mâlik ise develerin sahibi, vermesi gereken dişi deveyi satın almakla bile olsa
onu te'min etmek zorundadır.

Tenbih: Bu hadisin terceme ve şerhinde geçen "şat" kelimesini, tekrar olmaması için
yalnız *'koyun" diye ifâde ettik. Aslında "şat" hem koyun hem de keçi mânâsına
gelmektedir. Binaenaleyh "koyun" kelimesinin kullanıldığı yerde aynı zamanda
"keçF'de kast edilmiştir.

Develerin zekâtı olarak verilen "şaf m Hanefî ve Mâlikî mezheplerine göre, en az bir
yaşını bitirmiş olması gerekir. Şafiî mezhebine göre verilecek olan keçi ise, iki yaşını
bitirip üç yaşma basmış olması gerekir. Hanbelî mezhebine göre ise, keçinin bir yaşını
koyunun da altı ayını bitirmiş olması kâfidir. Bu aynı zamanda koyun ve keçi
zekâtında da öyledir.

"Ebû Dâvud: Burdan itibaren hadisi Musa'dan arzuladığım gibi zapt edemedim, dedi"
fıkrasında demek istenen Ebû Davud'un cümlesinden cümlesine kadar arada geçenleri
iyi zaptedemediğidir.Nitekim zapt edemediği kısmın sonunda "hadisin buraya kadarını
iyi zaptedemedim" diyerek buna işaret etmiştir. Bu fıkra Ebû Davud'un araştırmada ne
kadar güçlü ve titiz olduğuna delâlet etmektedir.

"Kimin yanındaki (develerin) zekâtı bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bir dişi deveye
ulaşırsa ve yanında yalnız iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir ,erkek devesi
bulunursa ondan o (deve) kabul edilir. Onunla beraber başka bir şey (almak) yoktur"
paragrafında anlatılanlar hakkında âlimler arasında ihtilâf vardır:
Develerin sahibi bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bir dişi deve ver: mesi gerekirken
yanında böyle bir deve bulunmazda iki yaşım bitirip üç yaşma basmış erkek deve
bulunduğu takdirde bu deveyi verebilir ve dişilik değeri farkını ödemez. Çünkü yaş



büyüklüğü değeri, dişilik değerini telâfi etmektedir. Cumhurun görüşü budur.
Hanefîlere göre ise, eğer ikisinin değeri eşitse, mesele yoktur. Ama erkek devenin
değeri düşük ise, aradaki farkın develerin sahibi tarafından zekât memuruna verilmesi
gerekir. Şayet erkek devenin değeri, dişi devenin değerinden fazla î§e, o zaman
aradaki farkın zekât memuru tarafından develerin sahibine ödenmesi gerekir.
Hadiste belirtilen davar zekâtında davarın sâime olması, yani süt, üreme, sağılma ve
beslenme amacıyla senenin çoğunda "serbest olarak merJ-ada otlaması şarttır. Ebû
Hanife, Şafiî, Ahmed ve âlimlerin çoğu bu görüştedir. Şayet yük taşımak, binmek,
etini yemek gayesiyle mer'ada beslenmişse veya senenin yansında yem verilerek
beslenmişse zekâtını vermek vâcib değildir. Hatta Şafiî'ye göre davara, sahibi onsuz
yaşayamayacağı kadar yem verse, zekâtını vermesi gerekmez.

Şunu hemen belirtelim ki saimelik şartı yalnız davara mahsus değil, zekâta tâbi olan
diğer hayvanlara da şâmildir.

Mâlik, Leys b. Sa'd ve Rabia'ya göre ise, davar ve zekâta tâbi olan diğer hayvanlar ne
olursa olsun, ister sevâim, ister alûfe (besi), isterse havâmil (yük) veya avâmil
(koşum) olsun, zekâtının verilmesi vâcibtir.

Tercih edilen görüş, cumhurunun görüşüdür. İbn Abdil berr, "Mâlik ve Leys'in
kavliyle amel eden diğer fakihlerden hiç bir kimseyi bilmiyorum" diyerek amelin,
cumhurun görüşüne göre olduğunu ifade etmektedir.

Ganem davar demektir, yani koyun ve keçiye verilen ortak -bir isimdir. Bunların
zekâtına gelince:

Kırktan aşağısına zekât vâcib değildir, yani bunların nisabı 40'tır.

40'tan 120'ye kadarı için bir koyun (veya keçi),

121'den 200'e kadarı için iki koyun

201'den 300'e kadarı için üç koyun

Bundan sonraki her yüz için bir koyun verilir.

Hadisin zahirine göre davarın sayısı 400 olmadıkça 4 koyun verilmez, üç koyun
verilir. Cumhur da bu görüştedir.

Hasan b. Salih, Şa'bî, Nehaî ve bir rivayetinde Ahmed b. Hanbel'e göre 300'ü bir tane
bile geçerse 4 koyun verilir.

Daha önce de belirtildiğine göre zekât olarak verilen koyun veya keçinin Hanefî ve
Mâliki mezhebine göre en az bir yaşını bitirmiş olması gerekir. Şafiî mezhebinin sahih
olan görüşüne göre keçinin iki yaşını bitirip üç yaşma basmış olması gerekir. Hanbelî
mezhebine göre ise, koyunun altı ayını, keçinin de bir yaşını bitirmiş olması kâfidir.
Koyunların zekâtı koyundan, keçilerinki de keçiden verilmelidir. Mal sahibinin
sürüsünde koyun daha çoksa zekât olarak koyun, keçi daha çoksa zekât olarak keçi
verir. Sayıları eşitse, Hanefî ve Malikilere göre zekât memuru dilediğini almakta
serbesttir. Şâfiîlere göre ise, verilenin, değer yönünden verilmesi gerekenden düşük
olmaması şartıyla ikisinden de verilebilir.

Hadis'te malın yaşlısı, ayıplısı veya döl hayvanının zekât olarak alınamayacağı
buyurulmuştur.

Yaşlısından maksat, dişleri dökülmüş olan yaşlı hayvandır.

Ayıplısından murad ise, zekât olarak verilmesine mâni bir aybı olan hayvandır. Bu
aybm tayini hususunda ihtilâf vardır:

Âlimlerin çoğuna göre bu ayıptan maksat, satın alman bir malın geri verilmesine
sebeb olan ayıptır. Bu da bu işle uğraşanlara göre malın değerini eksilten ayıp ve
kusurlardır. Bazılarına göre de buradaki ayıptan maksat, hayvanın kurban edilmesine



mâni olan ayıptır.

İbn Melek, "ayıplı hayvanın zekât olarak almmaması,gürünün tamamen veya kısmen
ayıpsız olması halindedir. Eğer sürünün tamamı ayıplı ise, orta hallisi zekât olarak
verilir" demiştir.

Sürünün tamamının ayıplı olması halinde orta bir hayvan verileceği hususu Ebû
Hanife, Şafiî, Ahmed ve bir rivayetinde Mâlik'e göredir. Malik'ten rivayet edilen
meşhur kavle göre mal sahibinin ayıpsız bir hayvanı zekât için te'min etmesi gerekir.
Arabcada keçinin erkeğine "teys" denilmektedir. Hadis sarihleri ise bu kelimeyi koyun
ve keçinin erkeği diye açıklamışlardır. Bu nedenle ter-cemede "(koç ve teke gibi) döl
hayvanı alınmaz" diyerek her ikisine de işaret edildi.

Zekâtta koç ve tekenin alınamayacağı hükmü, zekâtı verilecek hayvan sürüsünün
tümünün veya bir kısmının dişi olması haline mahsustur. Çünkü bu takdirde koç ve
tekeyi almak pek semiz olmadıklarından dolayı fakirlerin zararına olabilir veya mal
sahibi koç ve tekeyi döl hayvanı olarak kullanmak isteyebileceğinden alınmaları onun
aleyhinde olabilir. Ama sürünün tamamı er kek ise koç veya teke zekât olarak alınır,
kelimesi, üç şekilde okunmuştur, fıu kelime:
Ebu Ubeyd'e göre el-Mussaddak,
Ebu Musa'ya göre el Mussaddık ,

Cumhura göre de el-Musaddık şeklindedir. İlk ikisinin mânâsı birdir. Zekât veren (mal
sahibi) demektir. "Musaddık" ise, zekât memuru mânâsmdadır. Bu iki değişik
manadan dolayı bu kelimenin geçti-
ği fıkra da iki şekilde açıklanmıştır:

a. Bu kelimenin, "zekât veren mal sahibi" manasına gelen "el-Mussaddak" veya (veya
"el-Mussaddık" diye okunması halinde) istisna sadece döl hayvanına ait olur. Buna
göre fıkranın mânası şöyle olur:

"Zekâtta ne yaşlı, ne ayıplı davar ne de (koç ve teke gibi) döl hayvanı alınmaz. Ancak
zekât veren mal sahibi dilerse döl hayvanını verebilir" Çünkü döl hayvanı mal
sahibine lâzım olabileceğinden alınması ona zarar verebilir. Böylece "mal sahibi
dilerse, yaşlı ve ayıplı davarı da zekât olarak verebilir" demlemez. Çünkü mal sahibi
yaşlı veya ayıph davarı verme hakkına sahip değildir ki onun isteğine bırakılsın.

b. Bu kelimenih zekât memuru mânâsına gelen "el-Musaddık" diye okunması hâlinde
ise, istisna hepsini yani hem yaşlı hem ayıplı hem de döl hayvanını içine alır. Bu
takdirde fıkranın mânâsı, hadisin tercemesin-de verdiğimiz gibi olur. Yani "zekâtta ne
yaşlı, ne ayıplı davar ne de (koç ve teke gibi) döl hayvanı alınmaz. Ancak zekât
memuru dilerse bunları alabilir." Çünkü zekât memuru fakirlere böyle bir hayvanı
daha faydalı görebilir. Fakirlerin haklarını korumakla görevli olan zekât memurunun
yaşlı ve ayıplı hayvanı zekât olarak almakta bir fayda görebilmesi de ancak İbn
Melek'in dediği gibi o sürünün tamamının yaşlı veya ayıplı olması hâline
mahsustur.

"Zekât (artar veya eksilir) korkusuyla mufterik (ayn olan mal) bir araya toplatılmaz.
Toplu olan (mal) da tefrik edilmez" fıkrasındaki hüküm, hem mal sahipleri hem de
zekât memuru ile ilgilidir. Mal sahipleri ile ilgisi şudur:

Zekâta tâbi hayvanları bulunan mal sahipleri zekâtın farz olması veya artması korkusu
ile toplu olan mallarını birbirinden ayırıp dağıtamaz ve ayrı olan mallarım
toplayamazlar. Meselâ, kırkar koyunu olan üç kişi koyunlarını birleştirip toplam 120
koyundan zekât olarak bir koyun vermeleri caiz değildir. Zira bunların mallan ayrı
ayrı olduğundan her birinin bir koyun yani toplam üç koyun zekât vermeleri gerekir.



İşte bunların böyle bir hileye başvurmaları mufterik yani ayrı hesab edilmesi gereken
malları bir araya toplama olur. Toplu olan malın ayrı ayrı hesaplanmasına ise, şu misal
verilmiştir:

Yüz birer adet koyunu olan iki ortak, toplam 202 koyuna zekât olarak üç koyun
vermeleri gerekirken, zekât memuru zekât almaya gelince, bunlar koyunlarını
biribirinden ayırarak her biri sahip olduğu 101 koyun için zekât olarak bir koyun
veremezler.

Mal sahilerinin vermeleri gereken zekâttan daha az zekât vermek için bu yollara
başvurmalarından nehy edilmeleri, vâcib hak olan zekâtı kaçırdıkları ve fakirlere zarar
verdikleri içindir.

Zekat memurları ile ilgisine gelince:

Zekât memurları zekâtın farz olması veya artması için ayrı ayrı olan malları

birleştiremez ve toplu malları da biribirinden ayıramazlar. Meselâ:

Zekât memuru yirmişer koyunu olan iki kişinin ayrı ayrı olan koyunlarını birleştirip

onlardan zekât alamaz. Çünkü koyunun nisabı kırk tane. olduğundan yirmi koyuna

zekât düşmüyor. Bu ayrı olan mallan birleştirmeye misâldir.

Toplu olan malın ayrı ayrı hesaplanmasına misâl ise:

Kırkar koyunu olan iki ortak toplam seksen koyuna zekât olarak bir koyun vermeleri
gerekirken zekât memuru bunları birbirinden ayırarak her birinden sahip olduğu 40
koyun için zekât olarak bir koyun alamaz.

Açıklamaya çalıştığımız bu fıkralardaki "ayrı olan malları birleştirme ve toplu olan
malı ayırma" nehyi, aynı cinsten sayılan mallarla ilgilidir. Koyun-keçi, bir cins, sığır
ile manda bir başka cins ve develerin bütün çeşitleri de bir diğer cins sayılır.
Buna göre hem sığırları hem de koyunları nisaba ulaşmayan bir kişinin sığır ve
koyunlarını birleştirip ondan buna göre zekât alınamaz. Bu hususta âlimler arasında
ittifak vardır.

Misâllerde belirtildiğine göre mezkûr nehy, aynı zamanda sahipleri ayin olan mallara
mahsustur. Ama mal sahibi bir kişi olup da ayrı ayrı memleketlerde aynı cinsten
mallan varsa, o malları birleştirilir. Meselâ, bir memlekette, 30 koyunu diğer bir
memlekette de 10 koyunu olan bir mal sahibinden zekât memuru iki memleketteki
koyunları birleştirerek toplam kırk koyunun zekâtım alır. İki memleketteki mallarını
ayrı ayrı nisaba-ulaşması halinde de durum aynıdır. Meselâ: Bir memlekette 50
koyunu, bir diğerinde 45 koyunu olan bir mal sahibinden zekât memuru zekât almaya
geldiğinde toplam 95 koyunun zekâtı olarak sadece bir koyun alır. Bunları ayrı ayrı
kabul edip iki koyun alamaz.

Bu husust cumhûra göredir. Ahmed b. Hanbel ise şöyle bir ayırım yapmıştır:
Eğer bu iki memleket arasındaki mesafe kasr mesafesinden (90 km) az ise, cumhurla
ittifak halindedir. Fazla ise, mallar ayrı kabul edilerek birleştirilemez. Böylece
aralarında kasr mesafesi olan iki memleketten her birinde yirmişer koyunu varsa, ikisi
birleştirilmeyeceği için ondan zekât alınamaz. İbn'ul-Münzir "Ahmed'den başka bir
kimsenin bu görüşte olduğunu bilmiyorum" demiştir.

Hadisin bu fıkrası müstakil düşünüldüğünde bu hükmün nisaba ulaşmayan altın ve
gümüşü de içine alacağı söylenebilir. Şöyle ki nisaba ulaşmayan altını ve yine
nisabtan az gümüşü bulunan bir kimsenin bu altın ve gümüşü bir arada hesaplanıp
zekâtı alınamaz. Alimlerin çoğu bu görüştedir. Hanefî ve Malikîlere göre ise, nisaba
ulaşmayan bu altın ve gümüş bir arada hesaplandığı zaman nisaba ulaşırsa zekâtını
vermek vâcib-tir. Bunlar mezkûr fıkradaki nehyi, hadiste daha önce geçen zekâta tabi



hayvanlara tahsis etmişlerdir.arasmda geçen kelimesi, kelimesinin tesniyesidir."Halit"
ise, Hanefîlere göre ayırd edilemeyecek şekilde malı başkasının malına karışan ortak
demektir. Bunlar "zekâtın vâcib olması hususunda bu ortaklığın tesiri yoktur.
Dolayısıyla ortaklık neticesinde nisaba ulaşan malda zekât vacib değildir" derler.
Bunu bir misalle açıklayalım:

Yirmişer koyunu olan iki kişi koyunlarını birbirinden ayırd edilemeyecek bir şekilde
kanştırırlarsa, biri diğerinin haliti (ortağı) olur ve bu karıştırma ile meydana gelen
ortaklığa da hılta denir. İki halitin toplam kırk koyunu nisaba ulaştığı halde bunlara
zekat vacib değildir. Ama her birinin koyun sayısının nisaba ulaşması halinde her halit
(ortak) hissesine düşen zekâtı öder.

Bunlara göre ortaklık ister sevâimde olsun, ister olmasın farketmez... Delilleri "beşten
az olan devede zekât yoktur" hadisi ile adamın sevaim olan davarı kırka ulaşmaması
(halinde) onda (zekât olarak) hiç birşey yoktur. Ancak onların sahibi dilerse
(tatavvuan verebilir)" hadisidir. Aynı zamanda zekât nisabları ile ilgili bütün hadisler
de bundan aşağısında zekâtın vacîb olmadığına delâlet etmektedir.
Hanefîlere göre den murad hisselerine göre hesaplaşmalarıdır. Şöyle ki: İki ortağın
toplam 123 koyunu olup bunların üçte ikisi birinin, üçte biri de diğerinin ise ve zekât
memuru gelince herbirinden zekât olarak bir koyun alırsa, üçte bir hissesi olan ortak,
verdiği koyunun üçte ikisinin karşılığını diğerinden alır. Üçte iki hissesi olan ortak da
verdiği koyunun üçte birinin karşılığını üçte bir hissesi olandan alır. Üçte biri üçte bire
karşılık kabul edersek üçte iki hissesi olan diğerine üçte bir hissenin karşılığım verirse
ödemiş olurlar.

İki ortağın hisseleri eşit ise, zekât ortaklık malından ödendiği için birinin diğerinden
alacağı bir şey olmaz. Şöyle ki: İki ortağın toplam 120 koyunu olup bunların yarısı
olan altmış koyun birinin, diğer yarısı da diğerinin ise, zekât memurunun ortaklık
malından zekât olarak iki koyun alması halinde ortaklar birbirinden alacaklı olmazlar.
Malikîlere göre hayvanlarını birbirine karıştıran halitler, zekâtın vâcib olması
hususunda bir mal sahibi hükmündedirler: Dolayısıyla hangisinin malından zekât
verilirse o kişi diğerlerinden hisseleri nisbetinde alacaklı olur. Bunlar İnhanın
gerçekleşmesi bir başka ifadeyle tesir etmesi için şu şartlan koşarlar:

a. Halitlerden her birinin nisaba ulaşan hayvanlara sahib olması ve hılta'ya niyyet
etmesi,

b. Hepsinin çobanı döl hayvanı ve ahır veya ağılının bir olması,

c. Halitlerden herbirinin sahip olduğu hayvanların diğerlerinden ayırt edilebilmesi.

d. Halitlerden her birinin zekât vermekle mükellef olması. Şayet onlardan biri, köle
veya kâfir ise, hılta gerçekleşmez.

Bu şartların gerçekleşmesi hususunda Evzâî de aynı görüştedir. Bunlara göre hılta
yalnız zekâta tabi olan hayvanlara mahsustur.

Şafıîlerle Hanbelflere göre halît, malını diğerinin malına karıştıran demektir. Ancak
Hanbelîlere göre bu karıştırma, Mâlikîlerde olduğu gibi yalnız zekâta tabi olan
hayvanlara mahsus olduğu halde Şafıîlere göre zekâta tâbi olan hayvanlar, ekin,
meyve, altın ve gümüşte de gerçekleşebilir. Şafiî ve Hanbelîler hıltanm gerçekleşmesi
için şu 9 şeyi şart koşarlar:

1. Ortaklar, kendisine zekât vâcib olan kimseler olmalıdır.

2. Malın karıştırıldıktan sonra nisaba ulaşması

3. Karıştırmanın üzerinden' tam bir yıl geçmiş olması

4. Ahır veya ağıl gibi geceledikleri yer, mer'a, sulama yeri çoban ve süt sağma yerinde



birbirlerinden ayırt edilmemesi.

5. Aynı neviden olan hayvanların döl hayvanının bir olması.

Bu şartlar tahakkuk ederse ortaklar, -Mâlikîlerde olduğu gibi- bir mal sahibi
hükmünde kabul edilirler.

Bu iki mezhebe göre hılta, zekât miktarının artması, azalması veya farz olmasına te'sir
edebilir. Meselâ, iki kişinin toplam 40 koyunu olup şartlar da gerçekleşmişse, onlara
zekât vacib olur. Delilleri, açıklamaya çalıştığımız bu hadis ile şu aklî delildir: "îki
tarafın malları aynı bakım ve muameleye tabi tutulmaları yönünden bir mal gibi olur.
Bu nedenle zekâtları da bir malın zekâtı gibi verilir.

Buhârî sarihi Aynî bu iki mezhebin azönce zikrettiğimiz toplam 9 şartının delili
olmadığını savunarak der ki: Zikredilen dokuz şartın ne Kur'-ân, ne Sünnet ne sahabî
kavli ne de kıyastan delili yoktur. Hılta, hayvanların mer'alan bir olduğu için
gerçekleşecek olsaydı onun, yeryüzündeki zekât'a tabi olan hayvanların hepsinde
gerçekleşmesi gerekirdi. Zira bütün mer'alar arada bir deniz veya nehrin olması hariç
çok yerde biribirine bitişiktir.

Bu konuda mezhep âlimleri birbirilerinin delillerini tenkid etmek ve kendi görüşlerini
ispatlamak için ileriye çeşitli deliller sürmüşlerdir. Bu delillerin arasını şöyle bulmak
mümkündür:

"Beşten az devede zekât yoktur" hadisinin mutlak olup umum ifade etmesine
dayanarak hılta ile ilgili hadislerin, ortaklardan her birinin malının nisaba ulaşması
haline mahsus olmasına hamledilir.

Zürkânî Muvatta' Şerhî'nde bu konuda İbn Abdilberr'den naklen şöyle demektedir:
"Bir kişinin nisabtan az malına zekât lâzım gelmediği hususunda icmâ vardır. İhtilâf
edilen nokta ise, halitayn hususudur. Ancak şu kadar var ki, hakkında icmâ olan bir
aslı, hakkında ihtilâf edilen bir görüş ile bozup hükmünü de değiştirmek caiz değildir."
"Gümüşte de kırkta bir vardır" cümlesindeki sikkeli veya sikkesiz gümüş demektir. Bu
kelimenin aslı tır ile de olduğu gibi vav hazfedilip onun yerine kelimenin sonuna "ta"
getirilmiştir. dan maksat da onda birin dörtte biridir ki, kırkta bir oluyor. Bu fıkradan
anlaşılan şudur:

Gümüş, nisaba yani iki yüz dirheme ulaştığında kırkta bir zekâtı vardır. İki yüz
dirhemde beş dirhem, iki yüz kırk dirhemde altı dirhem; iki yüz seksen dirhemde yedi
dirhem... zekât vâcib olur. Ebû Hanîfe gümüşün zekâtında vaksı, yani iki yüzden
sonraki kırktan az olan küsuratın zekâta tabi olmadığını (affedildiğini) kabul edip "her
kırk dirhemde bir dirhem zekât alınır" demiştir.

Bir dirhemin kaç gram olduğu 1558 no'lu hadisin açıklamasında belirtilmiştir.
"Eğer gümüş yalnız yüz doksan dirhem ise zekâtı yoktur", cümlesindeki yüz doksan
rakamı, onar onar yani küsurat zikredilmeden tam sayılara göre söylenmiştir. Çünkü
iki yüzden önceki son on rakamın bulunduğu tam sayı yüz doksandır. Binaenaleyh bu
cümlede ifade edilmek istenen şudur:

Eğer gümüş yalnız yüz doksan dokuz dirhem ise zekâtını vermek vâcib değildir.
Bu hadisi Buharî kısım kısım ayrı bablarda, Nesaî, Ahmed, Şafiî, Bey-hakî Hâkim ve
Dârekutnî rivayet etmişlerdir. Darekutnî: "Bu sahih bir is'naddırl ve râvilerînin hepsi
sikadır" demiştir. İbn Hazm da: "Bu son derece sahih bir mektubtur" demiş ve İbn

1391

Hibban'la başkaları sahih olduğunu söylemişlerdir.
Bazı Hükümler



1. Bu Resulullah (s. a.) in müslümanı ara tarz kıldığı (veya takdir ve tayin ettiği)
zekât farizası (hükümlerini beyan eden bir mektup) dır." Fıkrası kâfirlerin zekât
vermekle mükellef olmadıklarına delâlet etmektedir. Zira bu fıkrada zekâtın
müslümanlara farz kılındığı belirtilmiştir. Kâfirlerin iman etmekle mükellef oldukları
hususunda ittifak vardır.

Zira "Ey insanlar, ben sizin hepinize göklerin ve yerin sahibi Allah'ın Resulüyüm.
Ondan başka ilâh yoktur. O diriltir, öldürür. Gelin Allah'a ve O'nun ümmî Peygamberi

İM

olan Resulüne inanın..." âyetinde, onlar a Allah ve Resulüne iman etmeleri
emredilmektedir. Namaz, zekât ve oruç gibi ibâdetleri edâ etmekle mükellef olup
olmadıkları hususunda ise, ihtilâf edilmiştir. Irak âlimleriyle Mâlikîlerin sahih kavline
göre kâfirler ibâdetleri edâ etmekle mükelleftirler, Hanefî, Şafiî ve Hanbelîlere göre
ise kâfirler ibâdetleri edâ etmekle mükellef değildirler. Çünkü küfürle beraber
ibâdetleri edâ edemezler. Zira ibâdetleri edâ etmenin bir şartı da imândır.

2. Zekâta tâbi olan hayvanlar gibi emvâl-i zahire, halife veya onun naibi olan zekât
memuruna verilir.

3. Zekât memuru mal sahibinden bu hadiste belirtilen miktara uygun zekât isterse, mal
sahibinin ona zekâtım vermesi vâcib olur. Vermesi gereken miktardan fazla isterse,
mal sahibi duruma göre ona ya fazlalığı ya da hiçbir şey vermez. Zekâtım başka bir
zekât memuruna öder.

4. Halifenin İslama aykırı olan emrine itaat edilmez.

5. Bu hadis develerin zekât miktarlarını da açıklamaktadır:

a. Devenin nisabı,-beştir. Yani deve sayısı beşe ulaşmadıkça zekâtı yoktur.

b. Beş deveden dokuz deveye kadar bir koyun zekât verilir.

Zekâta tabi olan hayvanlarda ı iki nisab arasmdakilerin zekâtı yoktur. Buna fıkıhta
"vaks" denilmektedir. Meselâ burada anlatılan beşten dokuza kadar olan dört deve için
ayrıca zekât yoktur. Yani deve sayısı beş olsun dokuz olsun zekâtı yalnız bir
koyundur. Ancak bu zekâtın dokuzuna mı, yani hem nisab olan beşe hem de vaks olan
dörde mi yoksa sadece nisab olan beş deveye mi taalluk ettiği konusunda âlimler
ihtilâf etmişlerdir:

Hanefîlerden Muhammed ile Züfer ve Mâlikîlerin mutemed kavline göre bu zekât hem
nisab hem de vaksa yani dokuzuna taalluk eder.

Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise zekât, yalnız nisaba
(misalimizde beşine) taalluk edip vaksa (beşten sonraki dört deveye) taalluk
etmemektedir. Şâfıîlerin esah olan görüşü ile Mâlikîlerin meşhur görüşü de budur, el-
Menhel'in yazarı Mahmud Muhammed Hattâb es-Subkî bunların delillerini de
zikrettikten sonra birinci görüşün delil yönünden daha kuvvetli olduğunu

Mil

söylemektedir.

İki görüşün sahiplerine göre de verilmesi gereken zekât miktarı aynı (misalimizde beş
deve) olup değişmediğine göre, bu ihtilafın faydası nedir? sorusuna şöyle cevap
verilir:

Dokuz devesi olan bir mal sahibinin bu develeri üzerinden bir yıl geçtikten sonra
dördü helak olursa, birinci görüşe göre mal sahibi kalan develere düşen nisbete göre
zekât verir ki, o nisbet de dokuzda beş (5/9)'tir. Yani zekât olarak bir koyunun
dokuzda beşini vermesi lâzım gelir. Halbuki ikinci görüşe göre daha önce vermesi



gereken zekât miktarı olan bir koyundan hiçbir şey eksilmez. Böylece her iki halde de
(yani beş veya dokuz deve olması hâlinde) aynı şeyi verir. Çünkü ikisinde de nisâb
aynı olup değişmemiştir.

c. On deveden on dörde kadar iki koyun,

d. Onbeş deveden ondokuza kadar üç koyun.

e. Yirmi deveden yirmi dörde kadar dört koyun.

f. Yirmi beş deveden otuz beş'e kadar bir bint-i mahâd (bir yaşını bitirip iki yaşma
basmış dişi deve) verilir. Mal sahibinin yanında yoksa bir ibn-i lebûn (iki yaşını bitirip
üç yaşma basmış erkek deve) verilir.

Bu hadisin zahirinden anlaşıldığına göre zekât olarak verilmesi gereken bir yaşını
bitirip iki yaşma basmış dişi deve bulunmayınca ondan bir yaş büyük olan bir erkek
deve verilir. Dişi deve erkek deveden değerli olduğundan yaş büyüklüğü dişilik
değerine karşılık kabul edilmiştir. Ancak bazı âlimler hadisin zahirine göre hüküm
vermediklerinden bu hususta ihtilâf etmişlerdir.

Mâlik, Şafiî ve bir rivayete göre Ebû Yûsuf bu hadisin zahirine göre hükmetmişlerdir.
Ebû Hanîfe ile Muhammed'e göre ise, bir yaşını bitirip iki yaşma basmış dişi deve
(bint-i mahâd) bulunmadığı takdirde onun yerine iki yaşını bitirip üç yaşma basmış
erkek deve (ibn lebûn) alma mecburiyeti yoktur. Muteber olan, kıymettir. Nitekim
Hidâye sarihi İbnu'l-Hümâm Fethü'l-Kadîr'de: "O zamanlarda yaş büyüklüğü dişilik
değerine karşılık kabul edilerek İbn Lebûn, bint mahâd'la eş değerdeydi. İkisi
arasındaki eş değerlik değişince sonuç da değişir", demektedir. el-Menhel yazarı İbnu'
1-Hümâm'm bu sözüne şunu ilâve etmektedir: "eğer kıymeti göz önünde
bulundurmadan ibn lebûn almayı zorunlu koşarsak, bu durum, ya fakirlere zarar verir
ya da mal sahiplerini mağdur eder".

g. Otuz altı deveden kırk beş'e kadar bir bint lebûn (iki yaşını bitirip uç yaşma basmış
dişi deve) verilir.

ğ. Kırkaltı deveden altmışa kadar bir hıkka (üç yaşını bitirip dört yaşma basmış dişi
deve) verilir.

h. Altmış bir deveden yetmişbeş'e kadar bir ceza (dört yaşını bitirip beş yaşma basmış
dişi deve) verilir.

ı. Yetmişaltı deveden doksan'a kadar iki bint lebûn (iki yaşını bitirip üç yaşma basmış
dişi deve) verilir.

i. Doksan birdevedenyüz yirmiye kadar için iki hıkka (üç yaşını bitirip dört yaşma
basmış dişi deve) verilir.

j. Yüzyirmiyi geçince her kırk deve için bir bintu lebün (iki yaşını bitirip üç yaşma
basmış dişi deve) ile her elli deve için bir hıkka (üç yaşını bitirip dört yaşma basmış
bir dişi deve) verilir.
Buna göre:

121 deveden 129'a kadar üç bint lebûn,

130 deveden 139'a kadar bir hıkka ile iki bint lebûn,

140 deveden 149'a kadar iki hıkka ile bir bint lebûn,

150 deveden 159'a kadar için üç hıkka verilir. Bu hesap hadisin zahirine göre böyle
devam eder gider.

Şafiî, İshâk b. Râhûye, Evzâî, Ebû Sevr, Dâvûd, Mâlikîlerden İbn Kasım ve bir
rivayete göre Ahmed bu görüştedirler.

Mâlikten rivayet edilen bir görüşe göre hadiste geçen fazlalaşmadan maksat, on
develik bir artıştır. 130 deve için bir hıkka ve iki bint lebûn verilir. Böylece her on



deve artışı ile zekât miktarı değişir. 121 'den 129'a kadar olan develer için zekât
memuru iki hıkka veya üç bint lebûn almakta muhayyerdir. Çünkü bu, iki ellilikten de
üç kırklıktan da fazladır.

Hz. Ali, tbn Mesûd, Ebû Hanife ile arkadaşları İbrahim en-Nehâî ve Sevrî'ye göre
verilecek zekât miktarı 120 deveden sonra yeniden başlar. Yani 120 deve için iki
hıkka verilmekle beraber bundan sonraki her beş deve için ayrıca bir koyun verilir.
Meselâ: 144 deve için iki hıkka ile 4 koyun verilir. 145 deve için ise, iki hıkka ve bir
bint-i mahad verilir. Deve sayısı 150 olunca her 50 deve için bir hıkka olmak üzere üç
hıkka verilir. Bunlar 1570 no'lu hadisin açıklamasında tablo hâlinde verilecektir.

6. Davarın zekât miktarı:

l'den 39'a kadar zekât vâcib değildir.

40'dan 120'ye kadar bir koyun (veya keçi),

121 'den 200'ye kadar iki koyun (veya keçi),

20 l'den 399'a kadar üç koyun (veya keçi),

400'den 499'a kadar dört koyun verilir.

Bundan sonraki her yüz için bir koyun zekât verilir.

7. Zekâta tabi olan hayvanların sâime olması gerekir. Cumhurun da görüşü budur.

8. Gümüş nisaba ulaştığında kırkta biri zeHt olarak verilir.

9. Diğer hükümler ihtilaflı olup hadisin açıklamasında geçtiği için tekrar edilmesi,

142]

lüzumsuz görülmüştür.

1568. ...Salim, babasının şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Resûlullah (s,a.) zekât mektubunu yazdırdı ve vefat edene kadar onu zekât
memurlarına vermeyip kılıcının yanında bıraktı. Ebû Bekir, vefat edene kadar onunla
amel etti. Sonra da Ömer, vefat edene kadar onunla amel etti. o mektupta şunlar vardı:
"Beş devede bir koyun; on devede iki koyun, onbeş devede üç koyun, yirmide dört
koyun (zekât) vardır. Yirmi beşten otuz beş .deveye kadar bir yaşını bitirip iki yaşma
basmış bir dişi deve; otuz beşi bir tane geçerse, kırk beşe kadar iki yaşını bitirip üç
yaşma basmış bir dişi deve; kırk beşi bir tane geçtiğinde altmışa kadar üç yaşını bitirip
dört yaşma basmış bir dişi deve; altmışı bir tane geçtiğinde yetmiş beşe kadar dört
yaşını bitirip beş yaşma basmış bir dişi deve; yetmiş beşi bir tane geçtiğinde doksana
kadar iki yaşını bitirip üç yaşma basmış iki dişi deve; doksanı bir tane geçtiğinde yüz
yirmiye kadar üç yaşını bitirip dört yaşma basmış iki dişi deve (zekât)vardır. Eğer
develer bundan da fazla olursa, her elli (deve) de üç yaşını bitirip dört yaşma basmış
bir dişi deve ve her kırkta iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir dişi deve (zekât)
vardır.

Davarda kırk koyundan yüz yirmiye kadar bir koyun, yüz yirmiden bir tane fazla
olunca iki yüze kadar iki koyun, İki yüzden bir tane fazla olursa, üç yüze kadar üç
koyun (zekât) vardır. Davar, bundan da fazla olursa, her yüz koyunda bir koyun
(zekât) vardır. Yüze varmadıkça,zekâtı yoktur.

Zekât (artar veya eksilir) korkusuya toplu olan (mal), ayrılmaz, ayrı olan da bir araya
toplatılmaz.

İki halitin (ortak) malından alman zekât hususunda ikisi aralarında hisselerine göre
hesaplaşırlar.

143]

Zekâtta ne yaşlı ne de ayıplı (hayvan) alınmaz."



Süfyân b. Huseyn dedi ki:

Zührî: "Zekat memuru geldiğinde koyunlar üç kısma ayrılır: Üçte biri kötü (halli), üçte
biri iyi (halli) ve üçte biri de orta (halli). Zekât memuru orta hallisinden alır" demiş ve

1441

sığırları zikretmemiştir.
Açıklama

fıkrasında geçen fiilinin Resûlullah (s.a.)'a isnadında mecaz vardır. Çünkü zekâtla
ilgili mektubu Resûlullah (s. a.) bizzat kendisi yazmamış, ashâb-ı kiramdan birine
yazdırmıştır. Yani o söylemiş, saha*" de söylenenleri yazmıştır.
Peygamber (s. a.) zekâtla ilgili yazdırdığı mektubu kılıcının yanma koyup saklamış
tayin ettiği zekât memurlarına vefat edinceye kadar vermemiştir. Zira o, devamlı
onlarla görüşüp zekâtla ilgili hükümleri onlara sözlü olarak beyân ederdi. Bu sebepten
dolayı ihtiyaç duymadığı için onlara o mektubu vermemiştir. Anlaşıldığına göre
Peygamber (s. a.) o mektubu vefatından sonra onunla amel olunsun diye yazdırıp
saklamıştı. Nitekim Peygamber (s.a.)'in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir o mektubu
çıkarıp vefat edinceye kadar onunla amel etmiş, sonra da onu Hz.Ömer uygulamıştır.
Ebu't-Tayyib es-Sindî diyor ki: "Bu mektubun, kılıcın yanma konulmasında zekât
vermeyenlere karşı savaş açılmasına işaret vardır. Nitekim Ebû Bekir (r.a.)'in hilâfeti
zamanında zekât vermeyenler olmuş ve onlara karşı savaş açılmıştır."
Hadisin senedinde geçen Sâlim'in babasından murad, Hz.Ömer'in oğlu Abdullah'dır.
Zekât hakkındaki mektuplarla ilgili olarak 1567 no'lu hadis, Enes hadisi, bu hadis de
tbn Ömer hadisi diye bilinir. "Zekâtnâme" diye bilinen zekâtla ilgili mektuplar
hakkındaki malumat ayrıca 1570 no'lu hadiste gelecektir.

Bu hadisin mânâ ve fıkıh yönü, bir önceki hadiste belirtildiği için tekrarına gerek
duyulmamıştır. Bu, hadisi Zührî'den Süfyân b. Hüseyn rivayet etmiştir. Ayrıca
Zührî'nin bu mektubta sığırların zekâtı ile ilgili bir şey nakletmediği belirtilmiştir.
Süfyân b. Hüseyin hakkında söylenenlere gelince Nesâî, Süfyân b. Hüseyn'in
Zührî'den olan rivayeti hariç, rivayet ettiği hadislerin alınabileceğini söylemiştir.
İbn Sa'd da O'nun sika olmakla beraber rivayet ettiği hadislerde çok hata ettiğini ifade
etmiştir.

İbn Adiy; "Süfyân b. Hüseyn'in Zührî'den yaptığı rivayetler hariç, hadisleri alınabilir,"
demiştir.

İbn Hibbân: "Süfyân b. Hüseyn, Zührî'den olan rivayeti hariç, sikadır." demiş.
Münzirî: "Müslim, Süfyân b. Hüseyn'in bazı hadislerini tahric etmiş. Buharı de onunla
istişhâd etmiştir. Ancak Zührî'den yaptığı rivayetler hakkında bazı söylentiler vardır"
demiştir.

Görüldüğü gibi muhaddisler onun sika olduğunu ancak Zührî'den yaptığı rivayetler
hakkında bazı söylentiler bulunduğunu ifade etmişlerdir.

Süfyân b. Hüseyn'in rivayet ettiği bu hadis hakkında da Tirmizî şöyle demektedir: "Bu
hadis hasendir. Bütün fakihlere göre uygulama da buna göredir. Bu hadisi ayrıca
Yûnus b. Yezîd ile başkaları da Zührî'den, o da Sâlim'den rivayet ederek onu ref
etmemişlerdir. Bu hadisi yalnız Süfyân b. Hüseyn merfu olarak rivayet etmiştir.
Tirmizî, el-İlel adlı eserinde ise, şöyle demiştir: "Muhammed b. İsmail el-Buhârî'ye bu
hadisin sıhhatini sordum, şöyle dedi: "Umarım ki mahfuzdur. Süfyân b. Hüseyn de
sadûktur."



Beyhakî, "Bu hadisi Süfyan b. Hüseyn gibi Süleyman b. Kesir de merfu olarak rivayet
etmiştir ki, Süleyman b. Kesîr'in rivayet ettiği hadislerle ihticac edilebileceğine Buhârî
ve Müslim'in ittifakı vardır" demiştir.

Hâkim de bu hadisi Müstedrek'te tahric etmiş ve Süfyan b. Hüseyn'in, hadis

1451

imamlarından olan Yahya b. Maîn tarafından tevsik edildiğini ifâde etmiştir.

1569. ...Muhammed. b. Yezid el-Vâsıtî demiştir ki;

Süfyan b. Hüseyn, aynı senetle aynı manayı bize naklederek; "bir yaşını bitirip iki
yaşma basmış dişi deve yoksa, iki yaşını bitirip üç yaşma basmış erkek deve (verilir)"
dedi. Muhammed b. Yezid, Zührî'nin (sürünün üçe taksim edileceği ile ilgili) sözünü

1461

de zikretmedi.
Açıklama

ibaresinden maksat şudur: Muhammed b. Yezid el-Vâsitî, bu hadisi Süfyan b.
Hüseyn'den Abbâd b. el-Avvâm'm isnadıyla yani bundan bir önceki hadisin senediyle
aynı mânâyı rivayet etmiştir. Ancak Muhammed b. Yezid'in rivayet ettiği bu hadiste
bir önceki hadisten fazla olarak şu da var: "Bir yaşını bitirip iki yaşma basmış dişi
deve yoksa iki yaşını bitirip üç yaşma basmış erkek deve verilir. Yani yirmibeş
deveden otuzbeş deveye kadar zekât olarak bir yaşını bitirip iki yaşma basmış dişi
deve verilir. Mal sahibinin bu yaşta dişi devesi yoksa ondan bir yaş büyük erkek deve
verilir. Muhammed b. Yezid bir Önceki hadiste geçen Zührî'nin "zekât memuru

1421

geldiğinde koyunlar üçe ayrılır..." sözünü bu hadiste zikretmemiştir.

1570. ...Yûnus b. Yezid İbn Şihâb'(ez-Zührî)dan şöyle dediğini rivayet eder:

Bu, Resûlullah (s.a.)'m zekât hakkında yazdırdığı mektubun bir nüshasıdır ki, (O'nun
aslı) Ömer b. Hattâb ailesinin yanındadır. İbn Şihâb (devam ederek):
Onu bana Salim b. Abdullah b. Ömer okuttu da olduğu gibi hepsini belledim. O, Ömer
b. Abdülaziz'in Abdullah b. Abdullah b. Ömer'le Salim b. Abdullah b. Ömer'den
nakledilmesini emrettiği nüshadır, dedi ve hadisi nakledip (devamında): "Develer, yüz
yirmi bir olduğunda yüz yirmi dokuza ulaşıncaya kadar iki yaşım bitirip üç yaşma
basmış üç dişi deve (zekâtı) vardır. Yüz otuz olduğunda yüz otuz dokuza varıncaya
kadar iki yaşını bitirip üç yaşma basmış iki dişi deve ile üç yaşını bitirip dört yaşma
basmış bir dişi deve (zekâtı) vardır. Yüz kırk olduğunda yüz kırk dokuza varıncaya
kadar üç yaşını bitirip dört yaşma basmış iki dişi deve ile iki yaşım bitirip üç yaşma
basmış bir dişi deve (zekâtı) vardır. Yüz elli olduğunda yüz elli dokuca kadar üç yaşını
bitirip dört yaşma basmış üç dişi deve (zekâtı) vardır. Yüz altmış olduğunda yüz
altmış dokuza varıncaya kadar iki yaşını bitirip üç yaşma basmış dört dişi deve
(zekâtı) vardır. Yüz yetmiş olduğunda yüz yetmiş dokuza ulaşıncaya kadar iki yaşını
bitirip üç yaşma basmış üç dişi deve ile üç yaşım bitirip dört yaşma basmış bir dişi
deve (zekâtı) vardır. Yük seksen olduğunda yüz seksen dokuza ulaşıncaya kadar üç
yaşını bitirip dört yaşma basmış iki dişi deve ile iki yaşını bitirip üç yaşma basmış iki
dişi deve (zekâtı) vardır. Yüz doksan olduğunda yüz doksan dokuza ulaşıncaya kadar
üç yaşını bitirip dört yaşma basmış üç dişi



deve ile iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir dişi deve (zekâtı) vardır. İki yüz
olduğunda üç yaşını bitirip dört yaşma basmış dört dişi deve veya iki yaşını bitirip üç
yaşma basmış beş dişi deve (zekâtı) vardır. (Ey zekât memuru) bu iki şeyden hangisini
bulursan alırsın. Otlaklarda yayılan davarda ise..." dedi ve (Yunus b. Yezid) Süfyan b.
Hüseyin'in (rivayet ettiği) hadisinin benzerini nakletti. Onda şu vardı: "Zekâtta ne
yaşlı ne ayıplı ne de (koç ve teke gibi) döl hayvanı alınmaz. Ancak zekât memuru
£481

dilerse, alabilir.
Açıklama

îbn Şihâb ez-Zührî'nin ifâdesinde anlatılmak istenen şudur; "Bu, Resûlullah (s.a.)'m
zekât hükümlerini beyân hususunda yazdırdığı mektubun bir nüshasıdır. İbn Şihâb bu
nüshayı Salim b. Abdullah'tan dinlemiş ve hıfzetmiş. Ömer b. Abdulaziz
Medine'ye'emir tayin edildiği zaman Abdullah b. Ömer'in oğulları Salim ile
Abdullah'ın yanlarında bulunan bu mektubun örneğini çıkarttırarak zekât memurlarına
ona göre amel etmelerini emretmiş ve bir nüshasını da el-Velîd b. Abdulmelik'e
göndermiştir. Halife el-Velid de zekât memurlarına onunla amel etmelerini emretmiş,
artık ondan sonra gelen bütün halifeler hep aynı şeyi emredip tatbik ettiler. Hatta
Hişam b. Hâni onu çoğaltarak bütün zekât memurlarma gönderip onlara sadece onunla
amel etmelerini emretmiştir.

cümlesindeki iki fiilin de faili İbn Şihâb ez-Zührî'dir. Şâlim, babasından bu hadisin
aslını nasıl rivayet etmişse, Zührî de onu aynen Sâlim'den rivayet etmiştir. Zührî
hadisi başından beri -yani "develer beşe varmadıkça zekât olarak hiçbir şey alınmaz
beşe vardığında on deveye ulaşıncaya kadar bir koyun (zekâtı) vardır..." kısmından
itibaren nakletmiş ve, "yüz yirmi bir olduğunda yüz yirmi dokuza varıncaya kadar iki
yaşını bitirip üç yaşma basmış üç dişi deve (zekâtı) vardır", diyerek devam etmiştir.
Bu cümle, 1568'de Enes hadîsinde geçen "yüz yirmiden fazla olduğunda her kırk
devede iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir dişi deve her elli devede üç yaşım bitirip
dört yaşma basmış bir dişi deve (zekât) vardır" cümlesini açıklamaktadır. Enes
hadisinde cumhurun buna göre amel ettiğini ve Hanefîlerin muhalefetini anlattığımız
için burada ayrıca anlatmayı gereksiz görüyoruz.

cümlesinde anlatılmak istenen şudur: Ey zekât memuru! Üç yaşını bitirip dört yaşma
basmış dişi develerle iki yaşım bitirip üç yaşma basmış dişi develerden hangisini
almak istersen alabilirsin, muhayyersin.

Buna göre muhayyerlik zekât memuruna ait olmuş oluyor. Cumhur bu görüştedir.
Ancak şu da kast edilmiş olabilir: Hangi yaşta bulursan mal sahibinden onu alırsın.
Yani mal sahibi hangisini vermek isterse onu almak zorundasın. Buna göre de
muhayyerlik mal sahibinin olur. Ebû Hanife ve arkadaşları da bu görüşte olup şöyle
demişlerdir: Zekât memuru tarafından istenen yaştaki deve bulunduğu halde mal
sahibi dilerse devenin kıymetini verebilir. Hatta zekât memuru onun kıymetini kabul
etmeye zorlanır. Çünkü Peygamber (s. a.) mal sahiplerine kolaylık gösterilmesini emr
etmiştir. Bu kolaylık da ancak mal sahibini muhayyer bırakmakla gerçekleşir.
Serahsî Mebsût adlı eserinde şöyle demektedir: "Bu mektupta anlatılanın zahiri, bu
hayvanlar hakkındaki muhayyerliğin zekât memuruna ait olduğuna ve almak istediğim
kendisinin tespit edeceğine delâlet etmektedir. Ancak hüküm öyle değildir. Yani
muhayyerlik zekât memurunun değil, mal sahibinindir. Bu nedenle mal sahibi dilerse,



vermesi gereken hayvanın kıymetini, dilerse bir yaş küçüğünü ve aradaki değer farkını
verir veya dilerse bir yaş büyüğünü verip aradaki değer farkım geri alır. Kısacası mal
sahibinin vermek istediğini zekât memuru almak zorundadır. Ben bunu almam
diyemez. Çünkü sâri', mal sahihlerine kolaylık gösterilmesini emretmiştir. Sözü edilen
kolaylık da ancak mal sahibini muhayyer kılmakla tahakkuk eder."
cümlesindeki fiilin faili Yunus b. Yezid'dir. Yani Yunus b. Yezid îbn Şihâb'dan
yaptığı rivayette Süfyan b. Hüseyn'in İbn Şihâb'dan rivayet ettiği davarın zekâtı ile
ilgili bir önceki hadisi nakletti.

Nevevî el-Mecmu' adlı eserinde: "Zekâta tabi olan hayvanların zekât miktarları Enes'le
İbn Ömer'in rivayet ettikleri iki hadise bağlıdır" diyerek bu iki hadisi nakledip
senetleriyle ilgili malumat verir.

Bu iki hadisin senetleriyle ilgili malumatı yerlerinde verdiğimizi belirttikten sonra bu
iki mektubun cumhur tarafından hüsnü kakül gördüğünü ve ikisinin gereğine göre
amel edildiğini ifade etmek isteriz. Cumhurun bu mektublarm muhtevasından üzerinde
ittifak ettikleri hususlar şunlardır:

1. Beşten az deveye zekât yoktur.

2. Kırktan az davara zekât yoktur.

3. İki yüz dirhemden az gümüşte zekât yoktur.

4. Yirmi beşten az develerin zekâtı koyundan verilir.

5. Yirmi beşten az develerin zekâtı her beş devede bir koyundur.

6. Yirmi beşten yüz yirmiye kadar olan develer için zekât olarak verilecek olan
develerin yaşında ittifak vardır.

7. Kırktan üç yüze kadar olan davar için zekât olarak verilecek miktar ile ondan sonra
her yüz koyundan bir koyun verileceği hususunda ittifak vardır.

8. Gümüş zekâtı kırkta birdir.

9. Malm orta hallisi alınır.

Her ne kadar bazı fer'î meselelerde ihtilâf edilmiş ise de, bu ihtilâflar doğrudan
doğruya hadislerden değil de, hadislerin çeşitli yorumlarından neş'et etmiştir. Şimdi de
develerin zekâtında cumhurun üzerinde ittifak ettiği miktarların tablosunu verelim.



Deve sayısı
5! den 9'a kadar
10'dan 14'e kadar
15'den 19'a kadar
20'den 24'e kadar
25'den 35'e kadar
deve)

36'dan 45'e kadar
deve)

46'dan 60'a kadar
61 'den 75'e kadar
76'dan 90'a kadar
91' den 120'ye kadar



Verilmesi Gereken Miktar:

1 koyun

2 koyun

3 koyun

4 koyun

1 bintü mahâd (1 yaşını bitirip 2 yaşma basan dişi
1 bintü lebûn (2 yaşını bitirip 3 yaşma basmış dişi



1 hıkka (3 yaşını bitirip 4 yaşma basmış dişi deve)

1 cezea (4 yaşını bitirip 5 yaşma basmış dişi deve)

2 bintu lebûn
2 hıkka

Bu miktarlar üzerinde icmâ meydana gelmiştir. İhtilaflı olan miktarlar ise, Şafiî, İshak
b. Râhûye, Evzâî, Ebû Sevr, Dâvûd, bir rivayetinde Ahmed ve Mâlikî'lerden îbn
Kasım'a göre şöyledir:



121 'den 1 29'a kadar 3 bintu lebûn

130'dan 139'a kadar 1 hıkka ile 2 bintu lebûn

140'dan 149'a kadar 2 hıkka ile 1 bintu lebûn

1 50'den 1 59'a kadar 3 hıkka

1 60'dan 1 69'a kadar 4 bintu lebûn

1 70'den 1 79'a kadar 3 bintu lebûn ile 1 hıkka

1 80'den 1 89'a kadar 2 bintu lebûn ile 2 hıkka

1 90'dan 1 99'a kadar 1 bintu lebûn ile 3 hıkka

200'den 209'a kadar 5 bintu lebûn veya 4 hıkka

Bunlar daha önce belirttiğimiz gibi Enes ile İbn Ömer'in hadislerinin zahirine göre
hüküm vermişlerdir.

İbrahim en -Nehaî, Sevrî, Ebû Hanîfe ile arkadaşları ve bir rivayete göre Hz. Ali ile
İbn Mesûd'a göre ise, şöyledir: Deve sayısı Verilmesi Gereken Miktar:



1

l/J


9
z


niKKa ııe ı


Kuy un


130


2


hıkka ile 2


koyun


135


2


hıkka ile 3


koyun


140


2


hıkka ile 4


koyun


145


2


hıkka ile 1


bintu








mahâd


150


3


hıkka




155


3


hıkka ile 1


koyun


160


3


hıkka ile 2


koyun


165


3


hıkka ile 3


koyun


170


3


hıkka ile 4


koyun


175


3


hıkka ile 1


bintu








mahâd


186


3


hıkka ile 1


bintu lebûn


196


4


hıkka veya


5 bintu








lebûn


200


4


hıkka veya


5 bintu



lebûn

İki yüz deveden sonra bir daha koyundan başlar sonra bintu mahâd, ondan sonra bintu
lebûn diye devam eder. Her elli devede bir hıkka artar.

Bunların delili, Ebû Davud'un el-Merâsîl'de, İshak. b. Rahûye'nin Müsned'inde ve
Tahâvî'nin Müşkilü'l-Asâr'da Hammad b. Seleme'den rivayet ettikleri şu hadistir:
Hammâd şöyle demiştir: Kays b. Sa'd'a; "Muhammed b. Amr b. Hazm'm mektubunu
bana al getir" dedim. Bunun üzerine Kays bana bir mektup vererek onu Ebû Bekir b.
Muhammed b. Amr b. Hazm'dan aldığını ve o mektubu Peygamber (s.a.)'in, onun
dedesi için yazdırdığını haber verdi. O mektubu okudum da onda develerin zekâtından
söz edilmekteydi. Hammâd o hadisi nakletti de onda "deve sayısı yüzyirmiyi geçince
deve zekâtının başlangıcına dönülür" buyuruluyordu.

Bir rivayete göre Kays b. Sa'd şöyle demiştir: Ebû Bekir b. Muhammed b. Amr b.
Hazm'a, "Resûlullah (s.a.)'in dedem Amr b. Hazm için yazdırmış olduğu zekât
mektubunu bana ver" dedim. O da bir kâğıda yazılı olan mektubu çıkardı, onda şu
vardı:

"Develer yüz yirmiden fazla olunca verilecek zekâta baştan başlanır. Ondan sonra
yirmibeşten az olan develerde her beş deve için bir koyun olmak üzere zekâtları



davardan verilir."

Birinci grubun delil olarak ileriye sürmüş oldukları Enes ve İbn Ömer hadisiyle ikinci
grubun delili olan Hammâd'm rivayet ettiği hadis arasında nbazıları bir çelişki
görmemiş ve "yüz yirmiden fazla olunca" cümlesini "deve sayısı yüz yirmiden çokça
fazla olunca" diye yorumlamışlardır. Çoğu da Hammâd'm hadisinin zayıf olduğunu
1491

söylemişlerdir.

1571. ...Mâlik dedi ki: Ömer b. Hattâb'm; "ayrı olan (mal) bir araya toplatılmaz toplu
olan da, ayrılmaz'" sözünün anlamı şudur: Her adamın kırk koyunu olup da zekât
memurunun gelmesi yaklaştığında onlarda yalnız bir koyun (zekât vâcib) olsun diye
onları bir araya toplarlar. "Toplu olan ayrılmaz" (sözünün anlamı) ise, iki halîtten her
birinin yüz bir koyunu olduğunda onlarda ikisinin üzerine üç koyun (zekât vâcib) olur.
Zekât memurunun onlara gelmesi yaklaştığında ikisi koyunlarını ayırırlar. Böylece
ikisinden her birine yalnız bir koyun (zekât vâcib) olur. Bu konuda, duyduğum budur.

[M

Açıklama

İmam Mâlik, Hz.Ömer'in "ayrı olan (mal) bir araya toplatılmaz" sözünü şöyle
açıklamıştır: İki veya daha çok

kişinin kırkar koyunu olup da her birinin bir koyun zekât vermesi gerekirken bunlar,
zekât olarak üç koyun yerine yalnız bir koyun versinler diye zekât memurunun
gelmesine yakın bir zamanda koyunlarım bir araya toplarlar.

"Toplu olan (mal) ayrılmaz" sözünü de şöyle açıklamıştır: İki hâlıtten her birinin yüz
bir koyunu olup da ikisi toplam üç koyun zekat vermeleri gerekirken bunlar zekât
olarak her birine yalnız bir koyun düşsün diye koyunlarını ayırırlar.
İmam Mâlik, bu iki cümleyi böyle açıkladıktan sonra başkalarından da yalnız bu
yorumu duyduğun u belirtmiştir.

Bu açıklamadan anlaşıldığına göre bu iki cümledeki nehy, mal sahiplerinedir. İmam
Şafiî'ye göre ise, bu nehy, hem mal sahiplerine hem de zekât memurlarmadır. Zira
mânânın ikisine de ihtimali var. Mânâyı birine hamletmek, diğerine hamletmekten
evlâ olmadığından her ikisine birden hamledilmiştir. Şu kadar var ki, mânânın mal
sahiplerine hamli daha belirgindir.

Terceme ile açıklamada "halît" kelimesini olduğu gibi almamızın sebebi onun
mezheplere göre değişik şekillerde açıklanmasıdır. Bu kelime ile ilgili malumat 1567
no'lu hadisin açıklamasında verildiği gibi imam Mâlik'in açıkladığı bu iki cümlenin

[511

anlamı ile ilgili hükümler de orda zikredilmiştir.

1572. ...AH (r.a.)'den şöyle rivayet edilmiştir. (Râvi) Züheyr der ki:
Zannederim o da onu Peygamber (s.a.)'den rivayet etmiş şöyle demiştir:
"(Gümüşten) kırkta birleri (zekât olarak) veriniz, her kırk dirhemden bir dirhem, iki
yüz dirheme varmadıkça sizin üzerinize (zekât olarak) hiçbir şey yoktur. İki yüz
dirhem olduğunda beş dirhem (zekâtı) vardır. (Bundan) fazlası hesabına göredir.
Davarda her kırk koyunda bir koyun (zekat) vardır. Yalnız otuz dokuz koyun(un)



varsa, senin üzerine onda (zekat olarak) hiçbirşey yoktur" (deyip Ebû İs-hâk) davarın
zekâtım Zührî gibi nakletti ve; "Sığırda her otuz (tane) de bir yaşım bitirip iki yaşma
basmış bir erkek sığır (zekât) vardır. Kırk (sığır)da ise, iki yaşım bitirip üç yaşma
basmış bir dişi sığır (zekât) vardır. Avâmil olan (çalıştmlan)lara (zekât olarak) bir şey
yoktur. Develerde ise.." deyip onların zekâtını Zührî'nin zikrettiği gibi nakletti ve;
"Yirmi beş devede beş koyun,(zekât) vardır. (Bundan) bir tane fazla olursa, otuz beşe
kadarı için bir yaşını bitirip iki 'yaşma basmış bir dişi deve (zekât) vardır. Eğer bir
yaşını bitirip iki yaşma basmış dişi deve olmazsa iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir
erkek deve (verilir.) Bundan bir tane fazla olunca kırk beşe kadar iki yaşını bitirip üç
yaşma basmış bir dişi deve (zekât) vardır. Bir tane fazla olunca altmışa kadar onda
erkek deveye çeki-lobileri üç yaşını bitirip dört yaşma basmış bir dişi deve (zekât)
vardır" dedi. Sonra da Zührî'nin hadisinin benzerini nakletti ve: "Bir tane fazla yani
doksan bir olunca yüz yirmiye kadar onda erkek deve e çekilebilen üç yaşını bitirip
dört yaşma basmış iki dişi deve (zekât) vardır. Şayet develer bundan çok olursa, her
elli devede üç yaşını bitirip dört yaşma basmış bir dişi deve (zekât) vardır.
Zekât (artar veya eksilir) korkusuyla toplu olan (mal) ayrılmaz. Ayrı olan da bir araya
toplatılmaz.

Zekâtta ne yaşlı ne ayıplı ne de döl hayvanı alınmaz. Ancak zekât memuru dilerse
(alabilir.)

Irmakların suladıkları veya yağmurun suladığı bitkilerde öşür vardır. Büyük kovalarla
sulananlarda ise, öşrün yarısı vardır."

Asim ve el-Hâris'in hadisinde suda vardır: "Zekât, her sene (vâcib)dir" Züheyr dedi ki:
"Zannederim (Ebû İshak "zekât" her sene) bir defa (vâcibtir)" dedi. Asım'm hadisinde
şu vardı: "Develerin arasında ne bir yaşını bitirip iki yaşma basmış dişi deve ne de iki
yaşını bitirip üç yaşma basmış erkek deve olmadığı zaman on dirhem (gümüş) veya iki

£521

koyun (verilir)"



Açıklama

ifadesiyle dile getirilmek istenen şudur: Züheyr b. Muâviye bu hadisi Ebû İshâk'-tan
rivayet etmiştir. Züheyr, Ebû İshâk'm hadisin senedinde Ali (r.a.)'den sonra Hz.
Peygamber (s.a.)'i zikredip etmediğinde şüphe etmiştir. Yani hadisin merfu olup
olmadığı hususunda tereddüt etmiştir. Dârekutnî bu hadisin bir kısmını Züheyr
tankıyla kesin merfu olarak rivayet etmiştir.

cümlesinde gümüşün zekâtının onda birin dörte biri olduğu belirtilmiş ve "her kırk
dirhemden bir dirhem" cümlesiyle açıklanmıştır.

Bu hadise göre gümüş zekâta tabidir. Zekâtı kırkta birdir. Nisabı da iki yüz dirhemdir.
İkiyüz dirhem gümüşün ise, beş dirhem zekâtı vardır. Ancak âlimler gümüşün
zekâtının vâcib olması için halis olmasının şart olup olmadığı hususunda ihtilaf
etmişlerdir.

Şafiî, Ahmed ve ikisinin arkadaşları gümüşün halis olmasını şart koşmuşlar ve yabancı
maddelerle karışmış mağşuş gümüşteki halis gümüş ikiyüz dirheme ulaşmadıkça
zekâtının vâcib olmadığını söylemişlerdir.

Hanefîlere göre ise, gümüşün halis olması şart değildir. Mağşuş olan gümüşün
içindeki halis gümüşün ağırlığı yabancı maddelerden fazla veya eşitse zekâtı verilir.



Yabancı maddelerden az ise, ticaret eşyası hükmüne girer. Değeri nisaba ulaşır ve
sahibi onunla ticaret etmeye niyyet etmiş ise zekâtı verilecektir. Değeri nisaba ulaştığı
halde onunla ticâret etme düşünülmüyorsa zekâta tabi değildir.

Mâlikîler ise, şöyle demişlerdir: Mağşuş olan veya ağırlık yönünden noksan olan
gümüş alış-verişlerde halis ve ağırlık yönünden tam olanlar gibi revaçta iseler, zekâtım
vermek vâcibtir. Eğer revaçta olmazlarsa veya tam olanlardan az revaçta iseler,
mağşuş içindeki gümüş miktarı hesablanır. Nisaba ulaşıyorsa, zekâtı verilir,
ulaşmıyorsa verilmez. Ağırlık yönünden noksan olan, tam olanın değerinde geçerli ise,
zekâtı verilir. Değerce düşük ise, aradaki farkı kapatmadıkça zekâtı verilmez. Meselâ
ağırlık yönünden noksan olan iki yüz dirhem gümüş tam olan iki yüz dirhem gümüş
kadar revaçta ise, zekâtı verilir. Yüz doksan dirhem gümüş değerinde revaçta ise,
zekâtı verilmez, aradaki on dirhemlik farkın kapatılması gerekir,
cümlesinde söylenmek istenen şudur: "iki yüz dirhem gümüşten sonraki dirhem sayısı
az olsun çok olsun hesabı yapılır ve zekâtı öyle verilir. Cumhur bu görüştedir. Hz.Ali,
İbn Ömer, Nehâî Malik, Şafiî, Ahmed, Ebû Yûsuf, Muhammed, Sevrî, İbn Ebî Leylâ
ve İbnu'l-Münzir bunlardandır. Delilleri bu ve benzeri hadislerdir.
Ebû Hanîfe, Said b. el-Müseyyeb, Tâvûs, Hasan-elBasrî, Şa'bî, Mek-hûl ve Zührî'ye
göre ise, iki yüz dirhemden sonraki dirhem sayısı kırka ulaşmadıkça zekâtı yoktur.
Aradaki kesirler için bir şey verilmez. Ancak her kırk dirhemde bir dirhem verilir.
Buna göre 210, 220 hatta 239 dirhemi olan yine sadece beş dirhem zekât verir. İki yüz
kırk dirhem olunca altı dirhem zekât verir ve bu iki yüz yetmiş dokuz dirheme kadar
altı dirhem olarak kalır. 280 dirheme varınca, yedi dirhem verir. Bunların de-lülen
Dârekutnî'nin el-Minhâl tarikiyle Muâz (r.a.)'dan rivayet ettiği şu hadistir: "Resûlullah
(s.a.) Muâz'ı Yemen'e göndereceği zaman küsuratta (zekât olarak) hiç bir şey alma.
Gümüş iki yüz dirhem olduğunda ondan, beş dirhem al ve iki $<Uzden fazlasından
kırka ulaşmadıkça (zekât olarak) birşey alma, kırk dirheme ulaştığında ondan bir
dirhem (zekât) al, diye emretti."

Bu hadis muhaddisler tarafından tenkide uğramıştır. İkinci delilleri ise, Ebû Davud'un
da tahfıc ettiği Amr b. Hazm hadisidir: Peygamber (s.a.), şöyle buyurmuştur:
"Gümüşten her beş ukiyyede beş dirhem (zekât) vardır. (İki yüzden) fazlasında her
kırk dirhemde bir dirhem (zekât) vardır."

Bu hadisi ayrıca Hâkim, îbn Hibban ve Beyhakî tahric etmiş ve sahih olduğunu
söylemişlerdir. el-Menhel yazarı Hattâb es-Sübkî, iki tarafın delillerini zikrettikten
sonra cumhurun delillerinin daha kuvvetli olduğunu söylemektedir.
Sığırın zekâtına gelince: Önce geçen bazı kelimeleri açıklayalım:
Bakar : Sığır demektir. Ancak manda da zekât yönünden sığır hükmünde olup ikisi
aynı cins sayıldığından "bakar" kelimesi her ikisine şâmildir. Dolayısıyla terceme ve
açıklamada kullandığımız sığır kelimesi aynı zamanda mandayı da kapsamaktadır.
Tebî' : Cumhura göre bir yaşını bitirip iki yaşma basmış erkek sığırdır. Mâlikîlere göre
ise iki yaşını bitirip üç yaşma basmış erkek sığırdır. Ancak cumhurun görüşü arab
diline daha uygundur. Tebî'nin dişisene tebi'a denir.

Müsinne ise, cumhura göre iki yaşını bitirip üç yaşma basmış dişi sığırdır. Mâlikîlere
göre de üç yaşını bitirip dört yaşma basmış dişi sığırdır. Müsinne'nin erkeğine
"müsinn" denilmektedir.

Bu hadisin sığır zekâtı ile ilgili fıkrasından anlaşıldığına göre sığırın nisabı otuzdur.
Yani otuz sığırı olan bir kimse zekât olarak bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bir
erkek sığır verir. Otuzdan az ise, zekât vermekle mükellef değildir. Şayet kırk sığırı



varsa zekât olarak iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir dişi sığır verir. Zikredilen bu
yaşlar cumhura göredir. Mâlikîlere göre ise, bunların bir yaş büyüğü verilir.
Alimlerin çoğuna göre otuz sığır için zekât olarak tebi' verilebildiği gibi tebi'a da
verilebilir. Zira Tirmizî ile İbn Mâce'nin İbn Mesûd'dan rivayet ettikleri hadiste
Peygamber (s. a.) şöyle buyurmuştur: "Her otuz sığırda bir tebî' veya tebî'a (zekât)
vardır*' Mâlikîlere göre ise, dişisi (yani tebi'a) efdaldir.

Sığır sayısı kırka ulaşınca Hanefîlere göre iki yaşım bitirip üç yaşma basmış bir erkek
veya dişi sığır (yani müsin veya müsinne) verilir. Delilleri Taberânî'nin İbn Abbâs'dan
rivayet ettiği şu hadistir: "Peygamber (s. a.) şöyle buyurmuştur: "Her kırk sığırda bir
müsinne veya müsin (zekât) vardır." Cumhura göre ise, müsinn'i yani erkeği vermek
caiz değil, muhakkak müsinne'yi yani dişisini vermek gerekir.

Malik, Şafiî, Ahmed, Muhammed ve Ebû Yusuf un içinde bulunduğu Cumhura göre
sığırın zekât miktarı şöyledir.

Sığırın Sayısı: Verilmesi gereken Zekât Miktarı:

30'dan 39'a kadar 1 tebî' (veya tebî'a)

40'dan 59'a kadar 1 Müsinne

60'dan 69'a kadar 2 tebî' (veya tebî'a)

70'den 79'a kadar 1 Müsine ile 1 tebî' (veya tebî'a)

80'den 89'a kadar 2 Müsinne

90'dan 99'a kadar 3 tebî' (veya tebî'a)

1 OO'den 1 09'a kadar 1 Müsinne ile 2 tebî (veya tebî'a)

1 10'dan 1 19'a kadar 2 Müsinne ile 1 tebî' (veya tebî'a)

120'den 129'a kadar 3 Müsinne veya 4 tebi' (veya tebî'a)

Görüldüğü gibi hadiste de geçtiği üzere her otuz sığır için zekât olarak bir tebî veya
bir tebi'a her kırk sığır için de bir müsinne verilir. Aradaki küsurlar için zekât
verilmez. Anlaşıldığına göre otuzdan otuz dokuza kadar zekât olarak bir tebî' veya
tebî'a verilmesi hususunda Ebû Hanife de cumhurla aynı görüştedir. Ancak ondan
rivayet edilen meşhur kavle göre kırk ile altmış arasındaki küsurlar için de hesabına
göre zekât verilir. Yani her bir sığır için zekât olarak bir müsinnenin kırkta biri verilir.
Şöyle ki 41 sığır için zekât olarak bir müsinne ile bir müsinnenin kırkta biri verilir .44
sığır için bir müsinne ile onun on'da biri verilir. 50 sığır için bir müsinne ile onun
dörtte biri verilir... Ancak şu kadar var ki Hanefi mezhebinde fetva, Ebû Yusuf ile
Muhammed'in kavline göredir.

cümlesinde yük ve ziraat gibi işlerde çalıştırılan hayvanlarda zekâtın vâcib olmadığı
bildirilmiştir. Cumhurun görüşü de budur. Mâlikîlere göre ise, zekâtının verilmesi
vâcibtir.

Develerin zekâtına gelince; bu hadiste yirmi beş deve için beş koyun zekât verileceği
belirtilmiştir. Halbuki bundan önce geçen hadislerde yirmi beş deve için zekât olarak
bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bir dişi deve verileceği bildirilmişti ki, cumhurun
görüşü budur. Amel de buna göredir. Hz.Ali'nin, "yirmi beş devede beş koyun (zekât)
vardır" rivayeti ise, zayıftır. Çünkü senedinde Âsim b. Damure ile el-Hârisu'-A'ver
geçmektedir. Bunların ikisi hakkında bazı tenkidler vardır. Şa'bî şöyle demiştir: "Bana
el-Harisü'l-A'ver hadis nakletti ki o yalancı idi." Ebû İshak da el-HarîsüI'1-A'ver'in
yalancı olduğunu söylemiştir. Aynı zamanda bu hadisi tahric eden Dârekutnî onu
Süleyman b. Erkam tarikiyle rivayet etmiştir ki, rivayet ettiği hadisin alınmayacağı ve
zayıf olduğu bildirilmiştir. Bazı âlimler, "Hz. Ali kesinlikle böyle bir şey
söylememiştir. Bu ona yapılan yanlış bir isnattır. Çünkü o fakihtir bu sözün zekât



usulüne uymadığını bilirdi" demişlerdir. Hattâbî bu konuda şöyle demiştir: "Yirmi beş
devede beş koyun (zekât) vardır" sözüne göre hükmedilmeyeceği hususunda icmâ'
vardır. Alimlerden hiç biri onu delil kabul etmemiştir,
sözüyle anlatılmak istenen şudur:

Yeryüzünde akan sular veya yağmur suları ile yetişen bitkilerin zekâtı onda birdir.
Kuyu ve benzeri yerlerden kova veya başka âletlerle su çekmek ya da hayvan sırtında
su taşımak suretiyle sulanan ve ancak bu şekilde yetiştirilebilen bitkilerin zekâtı
yirmide birdir. "Sema" kelimesi gök ve bulut manalarına gelmektedir. Ancak burada
mecazen yağmur mânâsına kullanılmıştır. "Garb" kelimesi ise aslında büyük kova
manasınadır. Bu kelimeden burada sulama işinde kullanılan âlet kast edilmiştir.
Ebü Hanîfe hadisin bitkilerle ilgili bu fıkrasının zahirine göre hükmetmiş, yetiştirilen
toprak ürünleri, sebzeler ve meyvelerin miktarı az olsun, çok olsun zekâta tabi'
olduğunu söylemiştir. Bununla ilgili ayrıntılı malumat 1559 ile 1596 no'lu hadislerin
açıklamalarmdadır.

cümlesinde anlatılmak istenen de şudur:

Ebû İshak, Asim b. Damure ile el-Hârisü'l-Aver'den yaptığı rivayette zikredilen
şeylerin zekâtının her yıl verilmesinin vâcib olduğunu belirtmiştir. Hadisi Ebu
İshak'tan rivayet eden Züheyr de O'nun; "zekat her yıl vâcibtir" mi dediği, yoksa
"zekât her senede bir defa vâcibtir" mi dediği hususunda şüphe etmiştir, cümlesinden
maksat şudur: Ebû İshak, Asîm b. Damure'den yaptığı rivayette şunu söylemiştir:
"Kimin yanındaki develer için bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bir dişi deve zekât
vermek vâcib olup da yanında bu yaşta dişi devesi veya iki yaşını bitirip üç yaşma
basmış bir erkek devese olmazsa, zekât memuruna iki yaşını bitirip üç yaşma,basmış
bir dişi deve verir ve ondan aradaki değer farkını alır. O fark on dirhem veya iki
koyundur. Hz. Ali, Hz. Ömer ve Sevrî bu görüştedirler. Daha önce geçen 1567 no'lu
hadiste bu değer farkının iki koyun veya yirmi dirhem olduğu belirtilmişti ki o hadis

£531

Hz. Ali'nin rivayet ettiği bu hadisten daha sahihtir.
Bazı Hükümler

1. Gümüşün nisabı ikiyüz dirhemdir. Bundan azma zekat vermek vacıb değildir.

2. Gümüşün zekâtında vaks yoktur. Yani iki yüz dirhemden sonraki dirhem sayısı ne
olursa olsun hesabı yapılıp zekâtı verilir. Affa uğrayan herhangi bir küsurat yoktur.

3. Sığırın nisabı otuzdur. Bundan azma zekât vermek vâcib değildir. Otuz sığır için
zekât olarak bir yaşım bitirip iki yaşma basmış bir erkek sığır verilir. Kırk sığır için de
iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir dişi sığır verilir. -İkisinin arasındaki küsurat için
zekât yoktur.

4. Ziraat ve taşımacılık gibi işlerde çalıştırılan (avamil) sığırlarda zekât yoktur.
Develer de aynı hükme tâbidir.

5. Aletsiz sulanan bitkilerin zekâtı onda birdir. Aletle sulananların zekâtı ise yirmide
birdir.

6. Bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bir dişi deve vermesi gereken bir kimsenin
yanında ne bu yaştaki dişi deve ne de iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir erkek deve
olmayıp iki yaşım bitirip üç yaşma basmış bir dişi devesi varsa zekât memuruna onu
verip aradaki değer farkı olarak ondan on dirhem veya iki koyun alır. Bununla ilgili



[541

malumat da hadisin açıklamasında verilmiştir.

1573. ...Ali (r.a.), Peygamber (s.a.)'den (bir önceki) hadisin baş tarafım rivayet etmiş
ve şöyle demiştir:

"İki yüz dirhemin olup da üzerinden bir yıl geçmişse, onda beş dirhem (zekât) vardır.
Yirmi dinarın olmadıkça senin üzerine -altında- (zekât olarak) bir şey yoktur. Yirmi
dinarın olup da üzerinden bir sene geçerse onda yarım dinar (zekât) vardır. Fazlası(mn
zekâtı), hesabına göredir." (Râvi) Ebû İshâk dedi ki: "Hesabına göredir" sözünü Ali mi
söylüyor, yoksa onu Peygamber (s.a.)'e mi isnad etti, bilmiyorum. " Üzerinden bir yıl
geçmedikçe hiçbir malda (zekât) yoktur."

İbn Vehb dedi ki: Ancak (şu kadar var ki) Cerîr, Peygamber (s.a.)'den rivayet edilen
(bu) hadise "üzerinden bir yi! geçmedikçe hiçbir malda (zekât) yoktur." (cümlesini de)
[551

ekliyor.
Açıklama

Bu hadisi İbn Vehb, Cerir b. Hâzim'den, O da Ebu İshak'dan rivayet etmiştir,
cümlesindeki "kâle"nin faili Ebû İshâk'tır.

Bu hadis gümüşün nisabının iki yüz dirhem olduğuna ve onda farz olan" zekâtın,
kırkta bir olduğuna delâlet etmektedir. Bu hususta icmâ' vardır. Bir dirhemin Kaç
gram olduğu ve gram olarak zekâtın nisab miktarı 1558 no'lu hadisin açıklamasında
belirtilmiştir.

cümlesi,-Ali (r.a.) tarafından açıklama

mâhiyetinde söylenmiştir, "ya'ni" fiilinin faili, "en-Nebî" Peygamber (s.a.)'dır.
Altının zekâtı ile ilgili fıkrada geçen bazı kelimelerin mânâları:

Dinar: Altın para mânâsında kullanıldığı gibi miskâl mânâsında da kullanılmaktadır.
Bu hadiste miskâl mânâsında kullanılmıştır.

Miskâl: Sözlükte az ölsün çok olsun her türlü ağırlık ölçüsüdür. Terim olarak ise,
yaklaşık olarak 4.25 gr. ağırlığındaki bir ağırlık ölçüsüdür. Bununla ilgili ayrıntılı
malumat 1558 no'lu hadisin açıklanmasında verilmiş ve yirmi miskahn 85 gr.
ağırlığında olduğu belirtilmiştir.

Hâlis olmayan yani başka maddeler karışmış olan (mağşuş) altının zekâtı, hüküm
yönünden mağşuş olan gümüşün zekâtı gibidir. Mağşuş gümüşün zekâtının verilip
verilmeyeceği 1572 no'lu hadisin açıklamasında belirtilmiştir. Mağşuş altının hükmü
de aynıdır.

Bu hadiste altının nisabının yirmi dinar olduğu ve yirmi dinardan az altını olan bir
kimsenin zekât vermekle mükellef olmadığı belirtilmiştir. Cumhur da bu görüştedir.
Hasan el-Basrî ile Zührî'nin; "kırk miskalden az olan altında zekât yoktur" dedikleri
rivayet olunuyorsa da yirmi dinarda zekât lâzım geldiğini söyledikleri de rivayet edilir.
Hatta bu rivayetleri daha meşhurdur. Bu nedenle altının nisabının yirmi dinar olduğu
hususunda icma vardır, denilmiştir.

Yirmi dinar altından yarım dinar zekât verilmesinin vâcib olduğu da bir çok delillerle
sabittir. Delillerden bazıları şunlardır:

1. Bu hadis-i şerif,

2. Nesâî, Hâkim ve İbn Hibbân'm rivayet ettikleri Amr b.Hazm hadisidir: "Peygamber



(s. a.) O'nu bir mektupla Yemen'e göndermişti ki mektupta şöyle deniliyordu: 'Her kırk
dinarda bir dinar zekât vardır."

3. Dârakutnî'nin Ibn Ömer ile Aişe (r.a.)'den rivayet ettiği şu hadistir: "Peygamber
(s. a.) her yirmi dinardan yarım dinar, kırk dinardan da bir dinar zekât alırdı."
Bu hususta rivayet edilen birçok hadis olmakla beraber hepsi birbirlerini
desteklemektedir. Binaenaleyh bu hususta da icmâ' vardır.

cümlesinden anlaşıldığına göre, gümüş ile altında zekât vâcib olması için üzerinden
bir yıl geçmesi şarttır. Çünkü genellikle bunların artması ancak bir sene geçtikten
sonra anlaşılır. Cumhur da bu görüştedir. İbn Abbâs ile İbn Mesûd'dan rivayet
edildiğine göre altın ile gümüşün üzerinden bir yılın geçmesi şart değildir. Davûd-i
Zahirî de bu görüştedir.

İbaresinde diyen kişi Cerîr'dir.nin faili ise, Ebû İshâk'tır. Cümlenin anlamı ise şudur:
"Ebu İshak demiştir ki: "Fazlası hesabına göredir, cümlesi Ali (r.a)'nin sözü mü yoksa
Peygamber (s.a.)'in sözü mü? bilemeyeceğim." Hadisin bu cümlesinde altın ile
gümüşün zekâtında vaks (küsuratın zekâttan affedilmesi) olmadığına delil vardır. Zira
bu Hz. Ali'nin sözü bile olsa merfu hükmündedir.

Hadisin "üzerinden bir sene geçmedikçe hiç bir malda zekât yoktur" fıkrasındaki
"mal"dan murad, zekâta tâbi hayvanlar, altın, gümüş, para ve ticâret malı gibi "nâmı"
denilen artan maldır. Ekin ve meyvelerin zekâtının vâcib olması için ise, üzerinden bir
yıl geçmesi şart değildir. Binaenaleyh bunların zekâtı, kaldırıldıkları mevsimde verilir.
Bu hususta âlimlerin icma'ı vardır. Zira âyet-i kerimede " = Hasat günü yerden çıkan

[561

mahsûlün hakkını verin" buyurulmuştur.

Mezkûr fıkradaki "hiçbir mal" sözü, umum ifâde ettiğinden dolayı hadisin zahiri, her
türlü malı kapsamaktadır. İster bu mal nisabtan kazanılan kârlar olsun, ister hibe veya
miras yoluyla elde edilen bir mal olsun fark etmez. Dolayısıyla bu umûmdan anlaşılan
gerek sene başında gerekse sene içinde elde edilen malın üzerinden bir yıl geçmedikçe
ondan zekât vâcib değildir. Sene başında elde edilen malların üzerinden bir yıî geçme-
dikçe zekâtının vâcib olmadığı daha önce de geçti. Sene içinde elde edilen mallara
gelince:

1. Bu mallar, sene başından beri elde bulunup zekâta tabi olan nisab tutarındaki
malların cinsinden ise:

a. Sene içinde elde edüen mal, sene başından beri elde bulunan maldan kazanılmış ise,
bu kazanç, sene başından beri elde bulunan asıl mala tâbidir. Asıl malın üzerinden bir
sene geçince kazancın üzerinden de bir yıl geçmiş kabul edilir. Meselâ sene başında
bir milyon lira ile ticâret yapmaya başlayan bir kişinin bir milyonu sene esnasında beş
yüzbin lira kazanacak olsa, sene sonunda hem sermâyenin hem de kazancın yani bir
buçuk milyonun zekâtını verecektir. Ticâret mallarından sene içinde kazanılan kâr ve
zekâta tâbi olan hayvanlardan doğanlar da durum böyledir. Bu tür kazançların asıl
mala eklenmesinin gerektiği hususunda âlimlerin ittifakı vardır.

b. Sene içinde elde edilen mal, sene başından beri elde bulunan maldan kazanılmamış
hibe ve miras gibi yollarla elde edilmişse, bunun zekâtının verilmesi hususunda ihtilâf
edilmiştir:

Hasan el-Basrî, Ebû Hanife ve arkadaşlarına göre sene içinde elde edilen bu tür
mallar, sene başından beri elde bulunan mallara hem nisab hem de sene hesabı
yönünden eklenir ve hepsinin toplam zekâtı verilir.

İbrahim en-Nehaî, Atâ, Şafiî ve Ahmed'e göre bunlar sene hesabı yönünden bir



birilerine eklenmezler, her birinin üzerinden tam bir sene geçmesi şarttır. Ama nisâb
yönünden birbirlerine eklenirler. Bunu bir misalle açıklayalım:

Sene başından beri 30 sığırı olan bir kişiye sene içinde on sığır miras intikal etse,
Hasan el-Basrî, Ebû Hanife ve arkadaşlarına göre ikincisi birincisine ekleneceğinden
birincisi yılını doldurursa, toplam kırk sığırın zekâtını verecektir. İbrahim en-Nehaî,
Atâ, Şafiî ve Ahmed'e göre ise, yalnız otuz sığırın zekâtını verecektir. On sığırın
zekâtım da üzerinden bir sene geçince verecektir. Bu görüş ayrıca Ebû Bekir, Ali, İbn
Ömer ve Aişe (r.anhum)den rivayet edilmiştir.

Mâlik ise, zekâta tabi olan hayvanlar hususunda Efyû Hanîfe'nin görüşündedir. Altın
ve gümüş hususunda da Şafiî ve Ahmed'in görüşündedir.

2. Sene içinde elde edilen mallar sene başından beri elde bulunan malların cinsinden
değilse, birbirlerine sene hesabı yönünden eklenmezler. Her birinin ayrı bir sene
hesabı vardır. Ne zaman senesini doldurursa, zekâtı o zaman verilir. Bu hususta ittifak
vardır.

ibaresinde takdim ve te'hir var; ibarenin aslı şöyledir: kelimesi, nin ismidir, cümlesi de
onun haberidir, cümlesi ise, nin ismi ve haberi arasında gelen bir cümle-i mu'terizadır.
Bu hadisi Cerîr'den rivayet eden İbn Vehb'in bu sözünden maksadı, "üzerinden bir yıl
geçmedikçe hiçbir malın zekâtı verilmez" cümlesini Ebû İshak'tan Peygamber (s.a.)'e
ref ederek yalnız Cerîr'in rivayet ettiğini bildirmektir. Halbuki yıl şartı, Cerîrin
hadisinden başka hadislerde de geçmektedir. Dârekutnî'nin İbn Ömer'den rivayet ettiği
hadiste Resûlullah (s. a.) şöyle buyurmuştur: "Üzerinden sene geçmedikçe kişinin
malından zekât yoktur". Hz. Aişe'den rivayet ettiği hadiste de Resûlullah (s.a.);
"Üzerinden sene geçmedikçe maldan zekât yoktur" buyurmuştur. Aynı hadisi Enes

1571

(r.a.)'den de rivayet etmiştir.
Bazı Hükümler

1. Gümüşün nisabı kiki yüz dirhemdir.

2. Altının nisabı yirmi mıskaldır.

3. Hem altın hem gümüşün zekâtı, kırkta birdir. İki yüz dirhemde beş dirhem, yirmi
miskalde de yarım miskal. Her ikisinde de cumhura göre muteber olan ağırlıklarıdır,
kıymetleri değil.

Tâvûs'a göre, altının nisabında muteber olan, onun gümüşe göre değerlendirilmesidir.
İki yüz dirhem gümüş değerinde olan altına zekât vâcibtir, daha az değerde olanına
ise, vâcib değildir. Tâvûs'un bu görüşü, bu hadise ters düşmektedir.

4. Zekâtın vâcib olması için malın üzerinden bir yıl geçmesi şarttır, ancak ekin ve
meyveler bundan hariçtir.

1581

5. Altın ve gümüşün zekâtında vaks yoktur.

1574. ...Ali (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"At ve köle zekâtından (sizi) affettim. Binaenaleyh gümüşün zekâtını veriniz. Her kırk
dirhemden bir dirhem, yüz doksan dirhemde (zekât olarak) bir şey yoktur. İki yüze

[591

ulaşınca onda beş dirhem (zekât) vardır."

Ebû Davûd dedi ki: Bu hadis-i şerifi -Ebû Avâne'nin dediği gibi- A'meş, Ebû İshak'tan



rivayet etmiştir. Şeybân, Ebu Muâviye ile İbrahim b. Tahmân da onun benzerini Ebû
İshak'tan, o da el-Hâris'ten, O'da Ali'den, O'da Peygamber (s.a.)'den rivayet et-
mişlerdir.

NüfeylVnin hadisini Şu'be, Süfyân ve başkaları Ebû İshak'tan, O'da Asim'dan, O'da

mm

Ali'den Peygamber (s.a.)'e ref etmeden (mevkuf olarak) rivayet etmişlerdir.
Açıklama

Bu hadis, atlarla kölelerin mutlak olarak zekâta tabi olmadığma delâlet etmektedir.
Zira hem "eî-hayl" hem de "er-rekıyk" kelimelerindeki "el" harf-i tarifi cins içindir.
Alimlerin atlarla kölelerin zekâtı hakkındaki görüşleri şöyledir:

1. Ticâret malı olarak alınıp satılan at ve köleler, zekâta tâbidir. Bütün âlimler, bu
hususta ittifak etmişlerdir. Ancak Zahirîler, bu ve benzeri hadislerin zahirine bakarak
hadislerin mutlak oluşunu delil gösterip cumhura muhalefet etmişlerdir.

2. Binek atlarıyla hizmetçi köleler -âlimlerin ittifakı ile- zekâta tabi değildirler.

3. Bu iki maddede geçenlerin dışında kalan at ve kölelerin zekâtının verilip
verilmeyeceği hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir:

Said b. el-Müseyyeb Ömer b. Abdulaziz, Mekhûl, Atâ, Şa'bî, Hasan el-Besrî, Sevrî,
Zührî, İbn Şîrîn, Mâlik, Şafiî, Ahmed, İshâk, Zahirîler ve Hanefîlerden Ebû Yûsuf ve
Muhammed'e göre at ve kölelerde zekât yoktur: Bunların delilleri şunlardır:

a. Hz. Ali'nin rivayet ettiği bu hadis.

b. Kütüb-i Sitte'de tahrîc edilen Ebû Hüreyre hadisi. Resûlullah (s. a.) şöyle
buyurmuştur:

"Müslumana kölesi ile atı için zekât yoktur."

Tirmizî bu hadisle ilgili şöyle demektedir: "Alimler, Ebû Hüreyre hadisi ile amel
ederek mer'ada otlayarak beslenen atlarla hizmette kullanılan köleler için zekât
verilmeyeceği görüşündedirler. Ancak bunlar ticâret için olup üzerinden sene
geçmişse kıymetlerinden zekâtları verilir."

c. 1594 no'lu Ebû Hüreyre hadisidir. Peygamber (s. a.) şöyle buyurmuştur:
"At ve kölede zekât yoktur. Ancak kölede fıtr sadakası vardır."

d. Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivayet ettiği şu hadistir:' Resûlullah (s. a.):
"Köle için sadaka-i fıtırdan başka zekât yoktur," buyurmuştur.

e. Zeyd b. Sabit, İbrahim en-Nehaî, Hammâd b. Ebû Süleyman, Ebû Hanife ve Züfer'e
göre dölü alınmak için erkeği ile dişisi karışık olan saime (kırda otlayarak beslenen)
atlar zekâta tâbidir. Sahibi dilerse her at için bir dinar verir, dilerse atlarının değerini
tesbit ederek her iki yüz dirhem için beş dirhem veya her yirmi dinar için yarım dinar
verir.

Ebû Hanîfe'nin meşhur kavline göre atların nisabı yoktur. Ondan rivayet edilen bazı
kavillere göre de nisabı üç veya beş attır.

Atların hepsi erkek veya hepsi dişi ise, zekâtları hususunda Ebû Hanife'den iki rivayet
vardır: "Tercih edilen rivayete göre tümü erkek olan atlar, zekâta tâbi değildir. Tümü
dişi olan atlar ise, zekâta tâbidir.
Bu grubun delilleri de şunlardır:

a. Dârekutnî ile Beyhakî'nin Câbir'den rivayet ettikleri hadiste Resûlullah (s. a.) şöyle
buyurmuştur:

"Sâime (kırda otlayarak beslenen) atlarda her at için bir dinar (zekât) vardır."



Dârekutnî bunun zayıf olduğunu söylemiş, Beyhakî de "Şayet bu hadis Ebû Yûsuf a
göre/ sahih olsaydı, ona muhalif görüş beyânında bulunmazdı" demiştir.

b. Dârekutnî, İbn Ebû Şeybe ve başkalarının tahrîc ettikleri Hz.Ömer hadisidir. Bu
hadiste Sa'îd b. Yezîd'in; "Babamı atlara kıymet biçerek zekâtlarını Ömer (r.a.)'e
verirken gördüm" dediği bildirilmektedir.

c. İbn Abdilberr'in rivayetine göre Hz. Ömer, Ya'lâ b. Umeyye'ye talimat verirken:
"Her kırk koyunda bir 'oyun alacaksın. Atlardan bir şey alma. Yalnız at başına bir
dinar al" diyerek her at için bir dinar zekât alındığını bildirmiştir. Ancak bu ve bundan
önceki delil, Hz .Ömer'in içtihadına göredir. Bundan dolayı diğer grubun delilleri
karşısında hüccet olabilecek kuvvette değildir. Kaldı ki Hz. Ömer'in atlar için zekât
almadığı da rivayet edilmiştir. Mâlik, Zührî'den, O'da Süleyman b. Yesâr'dan şunu
rivayet etmiştir: Şam halkı Ebu Ubeyde b. el-Cerrah'a: "Atlarımızla kölelerimizden
zekât al" dediler de almadı. Sonra durumu Ömer (r.a.)'e yazıp bildirdi. Ömer (r.a.)'de
almaktan imtina etti. Daha sonraları bunun hakkında Ebu Ubeyde ile bir daha
görüştüler de o da yine Ömer (r.a.)'e yazdı. Ömer (r.a.) O'na cevap olarak gönderdiği
mektubta; "Vermeyi arzu ediyorlarsa onlardan alıp fakirlerine dağıt, kölelerini de aç
bırakma" demiştir.

Ebû Ubeyde ile Ömer (r.a.)'m Şam halkından at ve köleleri için zekât almaktan imtina
etmelerinde onların zekâta tâbi olmadığına apaçık bir delil vardır. Değilse, Allah'ın
alınmasını farz kıldığı şeyi almaktan nasıl olur da imtina ederlerdi?
Ayrıca şunu da belirtelim ki Hanefî mezhebinde bu husustaki fetyâ, Ebû Yûsuf ile
Muhammed'in kavline göredir.

Gümüşün zekâtı ile ilgili cümlede geçen ( 'z)\ ) kelimesinin aslı, -daha önce de
belirttiğimiz gibi- "verik"tir. "Verik" ise madrûb olsun olmasın gümüş demektir.
Bazıları esas itibari ile her nevi gümüşe "Verik" denildiğini diğer bazıları da dirhem
şeklinde darbedilmiş gümüşe "verik" denildiğini, dirhem şeklinde darb edilmemiş olan
gümüşe ise, ancak mecazen "verik" denildiğini, denilebileceğim söylemişlerdir.
Gümüşün zekâtı ile ilgili bu fıkranın açıklaması, 1567 no'lu hadisin açıklamasında

£611

geçmiştir.
Bazı Hükümler

1. At ve köleler, zekata tabi değildir.

2. Gümüşün nisabı ıkı yuz dirhemdir. Ikı yuz dirhemde kırkta bir olmak üzere beş

162]

dirhem zekât vardır.

1575. ...Behz b. Hakîm'in, dedesinden rivayet ettiğine göre Resûlullah (s. a.) şöyle
buyurmuştur:

"Kırlarda otlayarak beslenen her kırk devede iki yaşını bitirip üç yaşma basmış bir dişi
deve (zekât) vardır. (Ortak) develerin hesabı ayrı yapılmaz. Zekâtı, kim sevap umarak
verirse." İbn el-Alâ; "karşılığında sevab umarak" diye söyledi: "O'na sevabı vardır.
Kim de onu vermezse Azîz ve celîl olan Rabbimizin haklarından bir hak olarak onu ve

[63]

malının yarısını muhakkak alırız. Muhammed (s. a.) soyuna ondan bir şey yoktur."



Açıklama



Hadisin cümlesini cumhur, develerin sayısının yüz yirmiyi geçmesi haline, Hanefîler
de yüz elliden sonrasına hamletmişlerdir. Binaenaleyh bu hüküm, iki yaşım bitirip üç
yaşma basmış bir dişi devenin, otuz altıdan kırk beş deveye kadar olan develer için
zekât olarak verilmesi hükmüne munâfı değildir.

cümlesinden maksat şudur: İki halît (ortaklan biri develerini -zekât vermemek için-
diğerinin develerinden ayırmasın, deki zamir kelimesine râcidir. kelimesinden murad,
zekâtı vacib olan deve sayısıdır. Böylece cümlenin manası "zekâtı vacip olan develer
zekât vermemek için birbirinden ayrılmasın" olur. Şöyle ki iki halîtten birinin üç
devesi diğerinin de iki devesi varsa,, toplam beş deveye bir koyun zekât lâzım gelir.
Şayet iki halit develerini birbirinden ayıracak olurlarsa, hiçbirine zekât olarak hiçbir
şey lâzım gelmeyecektir. Halît ve hılta ile ilgili malumat 1567 no'lu hadisin açıklama
bölümünde verilmiştir.

cümlesine gelince, mânâsı şudur: "Zekâtı kim vermezse ondan hem o zekât miktarı
hem de zekâtı vermediği için ona ceza olarak malının yarısını alırız."
Zekâtı vermeyene zekâtın alınmasından başka, ona bir cezanın tatbik edilip
edilmeyeceği hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir:

A. Ahmed, İshak ve kavl-i kadiminde Şafiî'ye göre, ayrıca ceza tatbik edilir. Delilleri
şunlardır:

1. Bu hadis,

2. Ebû Davud'un Kitâbü'l-Cihâd'da tahrîc ettiği Ömer (r.a.) hadisidir. Peygamber (s. a.)
şöyle buyurmuştur:

"Kişinin hıyanetini gördüğünüzde onun mallarını yakınız."

3. Ebû Dâvûd Hâkim ve Beyhakî'nin tahrîc ettikleri Amr b. el-âs hadisinde Peygamber
(s.a.), Ebû Bekir ve Ömer (r.a.)'nin hiyânet edenin malını yaktıkları ve onu dövdükleri
bildirilmiştir.

B. Cumhura, göre ise, zekât vermeyene malî ceza vermek caiz değildir. Ondan ancak
vâcib olan zekât miktarı alınır. Cumhur, birinci grubun delillerine teker teker cevap
vermiş ve reddetmiştir. İmam Şafiî, "Behz, hüccet değildir, hadis âlimleri, bu hadisin
sabit olmadığı görüşündedirler. Şayet sabit olsaydı, ona göre hükmederdik" demiş ve
bu hadisin sahih olmadığına işaret etmiştir.

Bazıları bu hadisin mensûh olduğunu söylemişse de, İbn Hacer ile Nevevî bu hadisin
tarihi bilinmediğinden bu iddiayı reddetmişlerdir

Cumhur, diğer hadislerin de senetlerinde bulunan bazı kişilerden dolayı veya bundan
başka illetler sebebiyle delil olamayacaklarını söylemiş ve birinci grubun delillerini
reddetmişlerdir.

sözüyle Peygamber (s.a.) zekâtın Allah haklarından bir hak olduğunu ve kendi

[641

soyundan olanlara verilmeyeceğini bildirmiştir.
Bazı Hükümler

1. Belirli sayıya ulaşmış otlayan develerde zekât miktarları Hz. Peygamber tarafından
belirtilmiştir.

2. İki halit az zekât vermek veya hiç zekât vermemek için develerini ayırmaktan



nehyedilmişlerdir.

3. Hadis zekâtın sırf Allah rızasını kazanmak için verilmesine teşvik etmektedir.

4. Mal sahibi malının zekâtını vermediği zaman, halife o zekâtı ondan -zorla da olsa-
alabilir.

5. Zekâtı teslim alma yetkisi halife ve onun nâibinindir. Ebû Hanife ile arkadaşları,
Mâlik ve Şafiî bu görüştedirler.

6. Halifenin malî ceza vermesi caizdir. Bununla ilgili ihtilâf açıklama bölümünde
geçti.

[651

7. Peygamber (s.a.)'in soyundan olanların zekât almaları caiz değildir.

1576. ...Ebû Vâil, Müâz'dan rivayet ettiğine göre, Peygamber (s. a.) Onu Yemen'e (vali
olarak) göndereceği zaman, "her otuz sığırdan bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bîr
erkek veya dişi sığır, her kırk sığırdan da iki yaşım bitirip üç yaşma basmış bir dişi
sığır ve her baliğ yani bulûğ çağma erenden bir dinar veya onun değerinde Me'âfır

[661

(elbisesi) almasını" emretmiştir.

[671

(Me'afır) Yemen'de bulunan bir elbisedir.
Açıklama

Sığırın zekâtı ile ilgili hükümler 1572 no'lu hadisin açıklama bölümünde geçti.
"Bülûğ çağma eren kişi"den maksat, ehl-i zimmetten bulûğ çağma eren erkektir.
Bu hadiste her zimmî erkekten cizye olarak bir dinar veya onun değerinde meâfir
denen Yemen elbisesi alınacağı bildirilmektedir. Bundan da cizyenin yalnız zimmî
erkeklerden alınacağı anlaşılmaktadır. Ancak bunun hadiste açıktan açığa
zikredilmeme si, bilindiği içindir. Bu konuyla ilgili ayrıntılı bilgi cizye bölümünde
verilecektir.

Me'âfir, Yemen'deki bir yerin adıdır. Oranın elbiseleri bu isimle anılır. Tirmizî, "bu

[681

hadis, hasendir" demiştir.
Bazı Hükümler

1. Sığırın nisabı, otuzdur. Binaenaleyh otuzdan az sığıra zekat vacıb
değildir. Cumhurun görüşü de budur. Said b. el-Müseyyeb ile ez-Zührî, sığır zekâtını
deve zekâtına kıyas ederek her beş sığırda bir koyun zekât vâcib olduğunu
söylemişlerse de bu görüş reddedilmiştir. Çünkü hakkında nass olan meselede kıyas
geçerli değildir. Nitekim Nesâî'nin tahrîc ettiği Muaz hadisinde Muâz (r.a.): "Re-
sûlullah (s. a.) beni Yemen'e göndereceği zaman otuza varmadıkça sığırdan (zekât
olarak) bir şey almamamı emretti" demiştir.

2. Cizye, yalnız bülûg çağma eren erkekten bir dinar veya onun değeri olarak alınır.
[691



1577. ... Mesrûk, Mu'âz'dan, O'da Peygamber (s.a.)'den (bir önceki hadisin) benzerini



im

rivayet etmiştir.

1578. ...Mesrûk'ım Muâz b. Cebel'den rivayet ettiğine göre, "Peygamber (s. a.) O'nu
Yemen'e gönderdi..." deyip (daha önce geçen hadisin) benzerini zikretti. (Râvî,
Süfyân) Ne "Yemen'deki elbiselerine de "yani bulûğ çağma eren" sözünü zikretmedi.
Ebû Dâvûd dedi ki: "Bu hadisi Cerir, Ya'lâ, Ma'mer, Şu'be, Ebû Avâne ve Yahya b.
Saîd, A'meş'ten, O'da Ebû Vâil'den, O'da Mesrûk'tan; Ya'lâ ve Ma'mer Muâz'dan"



diyerek benzerini rivayet etmişlerdir.
Açıklama

Ebû Dâvûd, hadisin bu rivayetini, Muâz'm hadisini Ebû Vâil doğrudan doğruya
Muâz'dan rivayet ettiği gibi onu

Mesrûk'tan da rivayet ettiğini bildirmek için zikretmiştir. Anlaşılan Ebû Vâil bu hadisi
ikisinden de duymuştur.

cümlesinden murad, Ebû Vâü'in Muâz'dan rivayet ettiği 1576 no'lu hadisin benzerini
zikretti, demektir.

Tirmizî, bu hadisin hasen olduğunu söylemiştir.

Hadisin râvîlerinden Ya'lâ ile Ma'mer hariç, diğerleri hadisi A'meş'ten miirsel olarak
rivayet etmişlerdir. Ya'lâ ile Ma'mer ise onu A'meş'ten, Muâz'ı zikrederek muttasıl
olarak rivayet etmişlerdir. Ya'lâ'nm rivayetini Nesâî, Ma'mer'in rivayetini de
Dârekutnî tahrîc etmiştir. Hâsılı bu hadis, A'meş'ten çeşitli tarîklerden muttasıl ve
miirsel olarak rivayet edilmiştir. Tirmizî miirsel olan rivayetin, sahih olduğunu
172]

söylemiştir.

1579. ...Meysere, Ebû Salih'ten, O'da Süveyd b. Gâfele'den rivayet ettiğine göre,
Süveyd (ya) "ben gittim" dedi ya da şöyle söyledi: "Bana Peygamber (s.a.)'in zekât
memuruyla giden bir kişi haber verdi. Resûlullah (s.a.)'in (zekât) mektubunda şu
vardı.

"Süt emen (veya sütlü) hayvanı alma, ayrı olan (mallar)ı bir araya toplama, toplu olanı
da birbirinden ayırma"

Davar, subaşma geldiği zaman zekât memuru da gelir ve (sahiplerine): "Mallarınızın
zekâtlarını ödeyin" derdi. (Süveyd veya zekât memuruyla giden kişi söze devam
ederek) dedi ki: "Onlardan biri Kevmâ' olan bir dişi deveyi vermek istedi.
Hilâl b. Habbâb (Meysere'ye) dedi ki:
Ey Ebâ Salih! Kevmâ nedir? dedim. O'da.

Hörgücü büyük olan (deve)dir, dedi. Zekât memuru onu kabul etmedi. Mal sahibi:
Develerimin iyisini almanı arzuluyorum, dedi. Zekât memuru onu da kabul etmedi.
Mal sahibi (değerce) ondan düşük olan bir diğer deveyi onun için yularladı (ve öne
sürdü), onu da kabul etmedi. Sonra (değerce) ondan daha düşük olan bir diğerini
yularladı da onu kabul etti ve şöyle dedi:

Ben bunu alıyorum. Ama yine de Resûlullah (s.a.)'in, "Gittin de adamın en iyi

[731

devesini aldın" deyip bana kızmasından korkarım.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bunun benzerini Huşeym, Hilal b. Hab-bâb'tan rivayet etmiştir.



1241

Ancak şu var ki ("ayırma" kelimesi yerine) "ayırmasın" demiştir.



Açıklama

Bu hadisi Süveyd b. Gâfele'den rivayet eden Meysere (Ebû Salih) şübhe etmiştir:

"Acaba Süveyd: "Zekat memuruyla gittim"mi dedi, yoksa "zekât memuruyla giden

biri"mi dedi." Ancak diğer rivayetlerden de anlaşıldığına göre birinci ihtimâl daha

kuvet-lidir. Yani zekât memuruyla giden kişi Süveyd'in kendisidir.

cümlesindeki "and" kelimesi, mektup manasında kullanılmıştır. Nitekim bundan

sonraki hadis de bunu te'yid etmektedir.

sözü üç türlü yorumlanmıştır:

Birinci yoruma göre ondan maksat "süt emen hayvan"dır. Buna göre cümlenin mânâsı
şudur: "Süt emen yavru hayvan alma" Peygamber (s. a.) onu yavru hayvanları
almaktan nehyetmiştir. Zira fakirlerin hakkı, yavru olanında değil, orta halli
olanmdadır.

İkinci yoruma göre ise, ondan murad, "süt emziren hayvan"dır. Bu yoruma göre
muzaf, hazfedilmiştir. Takdiri şöyledir: Bundan da asıl maksat, sütlü hayvandır. Buna
göre cümlenin mânâsı şöyledir: "Sütlü hayvan alma" Çünkü sütlü hayvanlar malların
iyisi sayılırdı. Her iki yoruma göre de harf-i cerri'zaiddir.

Üçüncü yoruma göre: cümlesinden murad, hayvanların yavruları için zekât alma. Yani
hayvanların yavrularını nisaba katma. Bu yoruma göre bu hadis, Ebû Hanife ile
Muhammed'e müstakil olan deve, davar ve sığır yavrularında zekâtın vâcib
olmadığına hüccet olmaktadır.

Alimler, deve yavruları, buzağılar ve kuzularda zekâtın vâcib olup olmadığı
hususunda ihtilaf etmişledir.

Sevrî, Şa'bî, Dâvûd, Ebû Süleyman, Muhammed ve Ebû Hanife'ye göre zikredilen
yavrulara zekât vâcib değildir. Aslında bu konuda Ebû Hanife'den üç kavil rivayet
edilmiştir:

İlk içtihadına göre: Bu hayvanlarda -yaşlılarında olduğu gibi- bir koyun vâcibtir. Ebû
Sevr, Mâlik ve Züfer bu görüştedirler.

İkinci içtihadına göre bu yavrulardan bir tanesini vermek vâcibtir. İshâk, Yâkûb,
Evzaî, Ebû Yûsuf ve kavl-i cedidinde Şafiî, bu görüştedirler. Üçüncü içtihadına göre:
Bu yavrularda zekât vâcib değildir. Bu onun son görüşüdür. İmam Muhammed'in de
görüşü budur.

Bu ictihadlar Hidâye şerhi İnâye'de şöyle anlatılmaktadır: "Tahâvî, Ebu Hanife'nin bu

ictihadlannı şöyle nakleder: Ebû Yusuf dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Bir

gün Ebû Hanife'nin huzuruna girdim ve O'na:

Kırk kuzusu olan kişi hakkmâa nedersin? diye sordum O'da:

Yaşını doldurmuş bir koyun verir, diye cevap verdi. Ben:

Çok kere bir koyun, kuzuların çoğu veya tümünün değerine eşittir

diyerek, O'nun ne diyeceğini bekledim. O'da bir süre düşündükten sonra:

Hayır, bir koyun değil de kuzulardan birini verecektir, dedi. O zaman ben:

Kuzu zekât olarak verilir mi? diye sordum. Yine biraz düşündükten sonra:

Hayır verilmez. O halde onlarda zekât vâcib değildir, diyerek son görüşünü beyân

etti."

Alimler, bir mecliste bir mesele hakkında üç değişik görüş beyânında bulunan Ebu



Hanife'nin bu ictihad değişikliğim O'nun menkıbelerinden
saymıştır.

Hanefî mezhebinde muteber olan kavi, aynı zamanda İmam Muhammed'in de görüşü
olan bu son görüştür.

Hanefîlerin fıkıh kitaplarından Hidâye ve Şerhlerinde Ebû Hanîfe'den rivayet edilen
bu üç görüşün aynı zamanda tevcihi de yapılmıştır. Daha fazla malumat edinmek
isteyen mezkûr kitaplara müracaat etsin. Ancak şunu da belirtelim ki, Hanefî fıkıh
kitaplarının çoğunda bu ihtilâfların, bu üç nevi hayvan yavrularının müstakil olmaları
hâline mahsûs olduğu bildirilmiştir. Şöyle denilmektedir: "Hanefî mezhebinin
imamları arasında deve yavruları, buzağılar ve kuzuların zekâtı hakkındaki ihtilâf, bu
yavruların arasında büyüklerinin bulunmaması hâline mahsustur. Eğer bulunursa,
meselâ otuz dokuz kuzunun arasında bir koyun bulunursa, o zaman hepsinde zekât
vâcib olur. Bu bir koyuna tebean otuz dokuzu zekâta tâbi olur. Zekât olarak da o tek
koyun verilir."

Alimler arasında ihtilaflı olan bu meselenin iki tasavvuru yapılmıştır:

1. Bir kimse yirmi beş deve yavrusu (ya da otuz buzağı yahut da kırk kuzu) satın alsa
(ya da bunlar ona hibe edilse) bunların zekât senesi onlara mâlik olduğu günden
itibaren mi başlar, yoksa zekâtları verilecek bir çağa varmalarından itibaren mi başlar?
Ebû Hanîfe ile Muhammed'e göre bunların zekât senesi büyüyüp yavruluk çağını
geçirdikten sonra yani zekâtları verilecek çağa vardıkları andan itibaren başlar. Diğer
âlimlere göre ise, zekât seneleri onlara mâlik olduğu andan itibaren başlar, zekât
seneleri dolunca zekâtları verilir.

2. Bir kimsenin yirmi beş devesi olup da bunlara mâlik olduğu zamandan altı ay sonra
her biri bir yavru doğurup yirmi beş deve yavrusu meydana gelse, zekât senesi
dolmadan o yirmi beş deve ölüp yalnız o yirmi beş deve yavrusu kalsa, bu yavrular
analarının zekât senesine tabi olarak doğduklarının altıncı ayında mı zekâta tabi
olurlar, yoksa kendi zekât senelerini tamamlayınca mı zekâta tâbi olurlar?

Ebû Hanife ile Muhammed'e göre analarının zekât senesi değil de kendilerinin zekât
seneleri tamamlanınca zekâta tâbi olurlar. O yirmi beş devenin tamamı ölmeyip de
meselâ onlardan bir tane bile kalsa, yirmi beş yavru o kalan bir deveye tebean zekâta
tabi olur. Diğer âlimlere göre ise, analarının zekât senesi tamamlanınca zekata tâbi
olurlar.

Zekât memurunun su basma gitmesi zekâtı orada daha kolay toplayabileceği içindir.
Bu hadisin benzerini Huşeym, Hilâl b. Habbâb'tan rivayet etmiştir. Ancak Hüşeym
yaptığı rivayette gaib sigasiyle demiştir. Halbuki Ebû Avâne rivayetinde yani
açıklamaya çalıştığımız 1579 no'Iu hadisin rivayetinde bu kelime hitab sıygasiyle diye
gççmektedir. Ebû Avâne rivayetine göre hitâb ve nehy, zekât memurunadır. Hüşeym

I75J

rivayetine göre ise mallan toplama veya ayırmada nehy, mal sahibinedir.
Bazı Hükümler

1. Bu hadis zekâtta deve yavruları, buzağılar ve kuzuların alınmayacağına veya zekata
tabı olmadıklarına delâlet etmektedir.

2. Zekât olarak hayvanların iyisi değil de orta halli olanları alınır.

3. Bu hadiste 1567 no'lu hadisin açıklamasında geçtiği gibi zekât artar veya eksilir
korkusuyla zekâtları ayrı hesaplanması gereken malları bir araya toplayıp hesaplamak



1761

veya toplu olanları ayrı hesaplamak nehyedilmiştir.



1580. ...Süveyd b. öafele'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.)'in zekât memuru bize
geldi, onun elini tuttum (onunla tokalaştım) ve onun (zekât) mektubunda şunu
okudum: "Zekât (artar veya eksilir) korkusuyla ayrı olan (mallar) biraraya toplatılmaz,
toplu olan (mal) da ayırılmaz" (Ama Râvi Ebû Leylâ el-Kindî) "Süt emen (veya sütlü)

1771

hayvan" sözünü zikretmedi.
Açıklama

kelimesi, bir önceki hadiste olduğu gibi mektup mânâsında kullanılmıştır.Nitekim bu

kelime Dârekutnî rivayetinde açıkça "kitap: Mektup" diye zikredilmiştir.

"Zekât (artar veya eksilir) korkusuyla -ayrı olan (mallar) bir araya toplatılmaz, toplu

olan (mal) da ayrılmaz" fıkrasıyle ilgili malumat 1567 no'lu hadisin açıklamasında

verilmiştir.

Bu hadisi Süveyd b. öafele'den rivayet eden Ebû Leylâ el-Kindî, bir önceki hadiste

1781

geçen "süt emen (veya sütlü) hayvan alma" sözünü zikretmemiştir.

1581. ...Müslim b. Sefine el-Yeşkurî'den... (Ebû Davud'un hocası) el-Hasen dedi ki:
"Râvh ise (Müslim b. Sefine yerine) Müslim b. Şu'be, diyor." dedi ki:

Nâfı'b. Alkame, babamı kavminin reisliğine tayin etti de onların zekâtlarını
toplamasını emretti. Bunun üzerine babam beni onlardan bir gruba gön4erdi. Ben de
Sa'r denen bir ihtiyara geldim:

Babam beni sana zekâtını almam için gönderdi dedim. O'da:
Yeğenim, (hangisini) nasıl alıyorsunuz? dedi. Ben:

Koyunların memelerini araştırıp yokladıktan sonra iyisini seçer alırız, dedim. O'da:

Yeğenim! Sana anlatayım! Ben Resûlullah (s.a.) zamanında şu vadilerden bir vadide

koyunlarımın başında idim. Deve üzerinde iki adam geldi ve bana:

Koyunlarının zekâtını ödemen için biz Resûlullah (s.a.)'in sana (gönderilmiş)

elçileriyiz, dediler.

Ne vermem gerekir? dedim.

Bir koyun, dediler. Bunun üzerine, iyi süt ve yağ dolu olduğunu bildiğim bir koyuna
yöneldim ve hemen onu (tutup) onlara getirdim.

Bu kuzusu olan bir koyundur. Halbuki Resûlullah (s.a.) kuzusu olan koyunu almamızı

yasakladı, dediler.

Peki nasıl-birşey alırsınız? dedim.

Takriben bir yaşındaki dişi oğlak veya bir yaşını bitirip iki yaşma basmış davar,
dediler. Ben de Mu'tât bir dişi oğlağa yönelip -Mu'tât : Doğurma çağı geldiği halde
doğurmayan hayvandır-onu (tutarak) kendilerine getirdim.

1791

Ver dediler ve onu (alıp) yanlarına devenin üzerine koydular. Sonra da gittiler.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi Ebû Asim, Zekeriyyâ'dan rivayet etti ve Ravh'm dediği

[8ffl

gibi o da "Müslim b. Şu'be" dedi.



Açıklama



Hasan b. Ali, bu hadisi iki hocasından duymuştur. Biri Veki, b. el-Cerrâh diğerJ de
Ravh b yjbâde'dir. Vekf den olan rivayetinde Müslim b. Sefine diye zikrettiği Ravîyi
Ravh'tan olan rivayetinde Müslim b. Şu'be diye zikretmiştir. Doğrusu da ikincisidir.
Ah-med, b. Hanbel'in dediği gibi bu hata Veki'den meydana gelmiştir, Dare-kutnî: "Bu
vehim, Vekî' tarafından meydana gelmiştir. Doğrusu Müslim b. Şu'be'dir." Nesâî, de:
"Vekî'e" İbn Sefine sözünde tabi olan bir kimse duymadım" demektedir. Buhârî
"Veki', "Müslim b. Sefine" demiştir ki, bu sahih değildir" der. Nitekim Ebû Dâvûd da
Vekî'nin Müslim b. Sefine sözünün hatalı olduğuna işaret etmek için bu hadisi birkaç
tarikten Müslim b. Şu'be diye rivayet etmiş.

cümlesinde geçen "şâfi" kelimesinin mânâsı; kuzusu olan koyundur. Bir başka görüşe
göre kuzusu olan gebe koyundur.

sözünden murad cezae (bir yaşını doldurmuş veya doldurmak üzere) olan bir anâk
(dişi oğlak)tır. Nihâye adlı eserde: "Ceza'a vasfı deve için kullanıldığında ondan dört
yaşını bitirip beş yaşma basmış dişi deve kast edilir. Sığır ve keçi için kullanıldığında
bir yaşını bitirip iki yaşma basmış olan dişi sığır ve keçi, koyun için kullanıldığında da
bir yaşını doldurmuş veya doldurmak üzere olan koyun kast edilir" denilmektedir.
Ceza'anm erkeğine cez' denir.

kelimesi, kelimesine matuftur. Bu kelime davar için kullanıldığında ondan bir yaşını
bitirip iki yaşma basmış olan koyun veya keçi; sığır veya manda için kullanıldığında,
iki yaşını bitirip üç yaşma basmış olanı; deve için kullanıldığında da beş yaşım bitirip
altı yaşma basmış olanı kast edilmektedir. İmam Ebû Hanife ve imam Ahmed bu
görüştedirler. İmam Mâlik de sığır ve manda hariç, onlarla ittifak halindedir. O'na göre
sığır ve mandadan olan seniy, üç yaşım bitirip dört yaşma basmış olanıdır. İmam Şafiî
koyun ve keçi dışında, İmam Ebû Hanife ile İmam Ahmed'in görüşündedir. O'na göre
koyun ve keçiden olan seniy, sığırda olduğu gibi iki yaşını bitirip üç yaşma basmış
olanıdır. Anlaşıldığına göre bu kelimenin sözlük anlamı ihtilaflı olduğundan âlimler
de belirli bir yaş üzerinde ittifak edememiş, ihtilâf etmişlerdir,
cümlesinin iki mânâya ihtimâli vardır:

a. Mu'tât: Doğurma çağı geldiği halde doğurmayan hayvandır.

b. Mu'tat: Gebelik çağı geldiği halde gebe olmayandır. Nihâye'de şöyle
denilmektedir: "Mu'tât olan koyun veya keçi, semiz

ve fazla yağlı oluşundan dolayı gebe olmayandır." Hadiste geçen "doğurma" sözü
hamile kalma manasında kullanılmıştır. Anlaşılan bu hadiste geçen "doğurma" sözü
mecâz-ı mürsel olarak gebe olma manasında kullanılmıştır.

Sa'r (b. Deysem) adındaki yaşlı zâtın, bu olayı anlatmaktan gayesi, iyi halli olan



hayvanların zekât olarak verilmesinin vâcib olmadığını bildirmektir.

1582. ...Bize Muhammed b. Yûnus en-Nesaî rivayet etti (dedi ki:) Bize Ravh rivayet
etti (dedi ki:) Bize Zekeriyya b. İshak, bu hadisi aynı senetle "Müslim b. Şu'be" diye
nakletti ve; "Şâfi', karnında yavrusu olan (hayvan) dır." dedi.

Ebu Dâvûd dedi ki: "Humus'ta Amr b. el-Hâris el-Himsî ailesinin yanındaki Abdullah

b. Salim'in -Zübeydî'den rivayet ettiği-mektubunda şöyle dediğini okudum:

Bana Yahya b. Câbir, Cübeyr b.Nüfeyr'den naklen rivayet etti. O'da "Kays Gâdırâs-ı"



kabilesinden olan Abdullah b. Muâviye el-Gâdırı'den şöyle dediğini rivayet etmiştir.
Peygamber (s. a.):

"Üç şey var ki onları yapan kimse, imanın tadını (lezzetini) tadmış (almış) olur.
Kişinin tek olan Allah'a kulluk edip de O'ndan başka ilâh olmadığına inanması, gönül
hoşnutluğuyla malının zekâtım seve seve her sene vermesi, ne yaşlı, ne uyuzlu, ne
hasta ve ne de âdi olan (hayvanı zekât olarak) vermemesidir. (Zekâtınızı) mallarınızın
orta hallisinden (verin). Zira Allah, sizden malınızın iyisini istememiş ve âdisini de

[821

(vermenizi) emretmemiştir."
Açıklama

Bu hadisi Ravh'tan iki kişi rivayet etmiştir:

Biri, Hasan b. Ali; diğeri Muhammed b. Yunus en-Nesâî'dir. Ebû Dâvûd birinci
rivayete bir önceki hadiste işaret etti. İkinci rivayeti de burada zikretti. Görüldüğü gibi
Vekî'den olan rivayetteki, "Müslim b. Sefine" sözü her iki tarîkle Ravh'dan rivayet
edilen rivayette Müslim b. Şu'be diye geçmektedir. Ebû Davud'un bunu değişik
tariklerle vermesinin sebebi onun Müslim b. Sefine değil, de Müslim b. Şu'be olma
ihtimalinin daha kuvvetli olduğunu beyan etmektir.

Zekeriyya b. İshâk, bir önceki hadisi aynı senetle yani Amr b.Ebî Süfyân'dan rivayet
etmiştir. Hadîsin bu rivayetinde ayrıca "şâfı gebe olan hayvandır" diye bir cümle
geçmektedir.

Ebû Davud'un okuduğu mektuba gelince, onu Abdullah b. Sâlim'in bizzat kendisinden
duymadığı çin muallaktır. O mektupta Abdullah b. Salim şöyle demiştir: "Bana
Yahya, b. Câbir, Cübeyr b. Nüfeyr'den naklen rivayet etti". Ebû Dâvûd bunu böyle
zikrederken îbn Hacer el-Askalanî de el-İsabe fı temyizi's-Sahâbe adlı eserinin
Abdullah b. Muâviye el-Gâdırî ile ilgili bölümünde onun "Yahya b. Câbir,
Abdurrahman b. Cübeyr b. Nüfeyr'den o da babasından, o da Abdullah b. Muâviye el-
Gâdirî'den rivayet etti" şeklinde olduğunu söyler ve Dârekutnî ile Buhâri'nin ("Ta-
rih"inde) bunu böyle tahrîc ettiklerini zikreder. Bundan anlaşıldığına gör Ebû
Davud'un zikrettiği senette inkitâ' vardır. Zira ondan Yahya b. Câ-bir'in hocası
Abdurrahman b. Cübeyr düşmüştür.

"Gâdıratü Kays" bir kabilenin ismidir. Abdullah b. Muâviye el-Gâdirî'nin rivayet ettiği
hadiste Resûlullah (s.a.)'in buyurmuş olduğu üç özellik şunlardır:

1. Tek olan Allah'a ibâdet edip ona hiçbir şeyi ortak koşmamak ve Allah'dan başka
ilâh olmadığına inanmak.

Bu kısımda geçen sözü mahzuf bir fiilin mefuludur. Bir önceki cümleyi te'kid etmek
için getirilmiştir.

2. Gönül hoşnutluğu ve ihlâsla malın zekâtım seve seve her sene vermek.

3. Malın yaşlı, uyuz, hasta ve âdisini zekât olarak vermemek. Hadisin bu bölümünde
geçen kelimesi yaşlı kelimesi uyuz; kelimesi hasta sözü de âdi veya yavru hayvanlar
mânâsında kullanılmıştır. Bu kelimelerde özelden genele doğru bir sıralama vardır.
Bu hadis ihlâslı bir şekilde ibâdet etmeye teşvik ettiği gibi gönül hoş-nutluğuyla zekâtı
seve seve vermeye de teşvik etmektedir. Ayrıca zekât olarak malın iyi veya kötüsü
değil de orta hallisinin alınacağına delâlet etmektedir.

Abdullah b. Muâviye el-Gâdırî hadisini ayrıca Taberânî, Bezzâr ve Beğavî tahrîc



[83]

etmişlerdir.



1583. ...Übey b. Ka'b (r.a.)dan; demiştir ki:

Resûlullah (s. a.) beni zekât memuru olarak gönderdi de (develeri olan) bir adama

uğradım. Malını benim için biraraya toplayınca o malda ona ancak bir yaşım bitirip iki

yaşma basmış bir dişi deve (zekât vâcib) olduğu kanaatine vardım. Bunun üzerine ona:

(Zekât olarak) bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bir dişi deve ver, dedim.

Onun ne sütü var ne de (taşımaya elverişli olan bir) sırtı.

Ama bu genç biri ve semiz bir dişi devedir. Binaenaleyh bunu al, dedi. Ona:

Emr olunmadığım şeyi almam. İşte Resûlullah (s. a.) yakınında. Ona gidip bana takdim

ettiğini O'na takdim etmeyi arzu edersen bunu yap ! Eğer O, senden bunu kabul ederse,

ben de ederim. Şayet kabul etmezse, ben de kabul etmem, dedim.

Tamam, yaparım dedi. Hemen bana takdim ettiği deveyi getirdi ve benimle beraber

çıkıp Resûlullah (s.a.)'a geldik. O'na:

Ey Allah'ın Peygamberi Malımın zekâtını benden almak için bana (şu) elçin geldi. -
Allah'a yemin ederim ki, daha önce ne Resûlullah (s. a.) ne de onun elçisi benim
malımın arasında bulunmadı (malımı görmedi)- Malımı onun için bir araya topladım
da onda benim üzerime (vâcib) olan şeyin, bir yaşını bitirip iki yaşma basmış bir dişi
deve olduğunu söyledi. Halbuki onun ne sütü var ne de (taşımaya elverişli olan bir)
sırtı. Alması için ona iri ve genç bir dişi deveyi takdim ettim de bende. n almadı. İşte o
(takdim ettiğim deve) budur. O'nu sana getirdim ya Resûlullah (buyurun) al, dedi.
Resûlullah (s. a.) O'na:

"Sana (vâcib) olan odur. Ama (ondan daha) iyisini tatavvu olarak verirsen, Allah sana
onun sevabını verir. Biz de onu senden kabul ederiz," buyurdu. O'da:
İşte o, budur ya Resûlullah! Onu sana getirdim (buyrun) al, dedi. Bunun üzerine
Resûlullah (s. a.) de onun teslim alınmasını emretti ve o adama malının bereketi

£841

(çoğalması) için duâ etti.
Açıklama

cümlesinde anlatılmak istenen şudur: Zekât olarak vermen gereken deve, zekât
memurunun senden istediği bir yaşını bitirip iki yaşma basmış dişi devedir. Ama
sevab almak için ondan daha iyisini vermek istersen Allah sana onun sevabını verir.
Bu hadis mal sahibinin rızasıyla zekât olarak verilmesi gereken miktardan daha
fazlasının alınabileceğine delildir. Bu konuda âlimle rarasm-da ihtilâf yoktur. Bu hadis

[851

ayrıca iyi işler yapan kimselere duâ etmeye de teşvik etmektedir.

1584. ...îbn Abbâs (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s. a.) Muâz'ı Yemen'e
gönderirken ona şöyle buyurdu:

"Şüphesiz sen, ehl-i kitap olan bir kavme gidiyorsun. Onları Allah'tan başka ilâh
olmadığına ve benim de Allah'ın Resulü olduğuma şehâdet etmeye davet et. Eğer
onlar bunda sana itaat ederlerse, Allah'ın onlara her gün ve gecede beş vakit namaz
farz kıldığını kendilerine bildir. Eğer onlar bunda da sana itaat ederlerse, Allah'ın
onlara mallarında zenginlerinden alınıp da fakirlerine verilen zekâtı farz kıldığını



kendilerine bildir. Şayet onlar bunda da sana itaat ederlerse, mallarının iyilerini
almaktan sakın. Mazlumun bedduasından da korun. Çünkü onunla Allah arasında

[861

hiçbir perde yoktur.
Açıklama

Sahih-i Buhârî'nin "kitabû'l-Meğâzî" bölümünde belirtildiğine göre Peygamber (s.a.)
Muâz'ı Yemen'e hicretin 10. yılı Veda Haccmdan önce göndermişti. Vâkıdî'nin
zikrettiğine göre ise, hicretin 9. yılı Tebûk Seferi dönüşü göndermişti. Hicretin 8. yılı
olan Mekke'nin Fethi senesinde gönderdiği de söylenmiştir. Bu konu ihtilaflı olduğu
gibi Muâz'm Yemen'e vali olarak mı, yoksa kadı olarak mı gönderildiği konusu da
ihtilaflıdır. Askerî, Kitâbü's-Sahâbe'de vali olarak gönderildiğini söylerken Ibn
Abdilber de el-İstî'ab adlı eserinde o'nun kadı olarak gönderildiğini ve Yemen'deki
zekât memurlarının topladıkları zekâtları teslim almakla görevlendirildiğini
söylemektedir. Aslında İslâm'ın ilk zamanlarında yönetim, diyanet, mâliye ve adliye
ile ilgili işlerin hepsi vâlîler tarafından yürütülüyordu. Bu sebeple O'nun her iki görevi
yürütmek üzere gönderilmiş olması da mümkündür. Resûlullah (s.a.) Yemen'i beş
bölgeye ayırmış ve her bölgeye bir sahâbî tayin etmişti. San'a bölgesine Hâlid b. Saîd;
Kinde bölgesine Muhacir b. Ebî Umeyye; Hadramevt bölgesine Ziyâd b .Lebîd;
Cendel bölgesine Muâz, Zebîd -Aden- bölgesine de Ebu Musa el-Eş'arî'yi göndermişti.
Tirmizî'nin tahrîc ettiği bir hadiste Resûlullah (s.a.) Muâz'ı Yemen'e gönderirken
kendisine şu soruları sorduğu bildirilmiştir. Resûlullah (s.a.):
"Yemende ne ile hükmedeceksin ya Muaz?" Muâz (r.a.):
Allah'ın kitabı ile...

"Kitab'da bulamazsan ne yapacaksın!" Muâz (r.a.):

Resûlullah'm sünneti ile hükmederim, diye cevap verdi. "Ya sünnette de bulamazsan?"
Kendi re'yimle ictihad ederim, cevabım vermiştir. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.):
"Resulünün elçisini Resulünün hoşum! olduğu şeye muvaffak eden Allah'a hamd
olsun" buyurdu.

Resûlullah (s.a.) Muâz'ı gönderirken O'na ehl-i kitaptan (kendilerine Allah tarafından
Peygamber gönderilip kitap indirilen gayr-i müslim) olan bir kavme gideceğini
belirtmesi, kendisine yapacağı tavsiyeyi dikkatle dinleyip ona önem vermesini
sağlamak içindir. Zira ehl-i kitabın kültür seviyesi puta tapanlarmki gibi düşük değildi.
Bu nedenle onlarla kültür seviyelerine göre görüşüp konuşması gerekiyordu. Belki de
Resûlullah (s.a.)'in ona yalnız ehl-i kitabı zikretmesi bu durumlarından dolayıdır.
Değilse, Yemen halkı yalnız ehl-i kitaptan ibaret değildi. Nitekim Tıybî: "Yemenli-
lerin arasında ehl-i kitap olduğu gibi müşriklerde vardı" demektedir. Bununla beraber
orada Yahudiler çoğunlukta olduğu için yalnız onların zikredilmesi de muhtemeldir.
İslama davetin halkm itikadı göz önünde bulundurularak yapılması gerektiğinden
Resûlullah (s.a.) Muâz (r.a.)'a kelime-i şehâdetten başlamasını emretmiştir. Zira onlar
hem Allah'a ortak koşuyor hem de Resûlullah (s.a.)'in risâletini tanımıyorlardı veya
kendilerine gönderildiğine inanmıyorlardı. Bu hususta Kadı Iyaz şöyle demektedir:
"Resûlullah (s.a.)'m Muâz'a, Yemenlileri önce Allah'ı bir bilmeye ve Muhammed
(s.a.)'in Peygamberliğini kabul ekmeye davet etmesini emretmesi onların Allah
Tealâ'yı hakkıyla bilmediklerine delildir."

Yahudilerle Hıristiyanların itikadları hakkında araştırmada bulunan Kelam âlimlerinin



de görüşü budur. Onlar her ne kadar ibâdet edip Allah'ı bildiklerine dâir bazı deliller
getirseler de hakikatte O'nu bilmemektedirler. Zira hıristiyanlar İsa'nın, Yahudiler de
Üzeyr'in Allah'ın oğulları olduklarını söylemektedirler. Bunlar hakkında Kadı Iyâz:
"Allah'ı yarattıklarına benzetip O'nu cisimleştiren Yahudilerle O'na çocuk veya zevce
isnâd edip O'na hulul, intikal ve intizâcı caiz gören Hıristiyanlar Allah'ı
bilmemektedirler. Binâenaleyh onlar, kendisine ibâdet ettikleri mâbudları için "Allah"
deseler de Allah, o değildir. Çünkü o vâcibü'l-vucûd olan Allah'ın sıfatıyle mevsûf
değildir. Şu halde Yahudilerle Hıristiyanlar Allah'ı bilmiyorlar demektir" der.
Bunun için ehl-i kitâb her şeyden evvel Allah'tan başka ilâh olmadığına ve
Muhammed (s.a.)'in O'nun Resulü olduğuna şehâdet etmeye davet edilmişlerdir.
Bâzı âlimlere göre Resûlullah (s.a.)'m Muâz'a Yemenlileri önce kelime-i şehâdet
getirmeye davet etmesini emretmesi, kelime-i şehâdetin, dinin asıl temeli
olmasındandır. Zira bu olmazsa, hiçbir ibâdet ve amel geçerli olmaz.
İslâm dinine girebilmek için kelime-i şehâdetin iki şıkkını söylemenin şart olduğunu
söyleyen cumhura göre, yalnız birisini söylemek kâfi değildir.

Peygamber (s. a.) Muâz'a Yemenlilerin kelime-i şehâdeti getirmeleri hâlinde günde beş
vakit namaz kılmalarının farz olduğunu onlara bildirmesini emretmiştir. Buna da itaat
etmeleri halinde onlara zekâtın farz olduğunu bildirmesini emretmiştir.
Peygamber (s. a.) Muâz'ı gönderirken O'na niçin halkı oruç ve hacca da davet et diye
emretmedi? Sorusuna İbn es-Salâh şöyle cevap vermiştir: "Oruçla haccm bu hadiste
zikredilmemesi, râvilere aît bir hatadan dolayıdır. Yoksa Peygamber (s.a.) onları da
zikretmiştir." Ancak bu cevap âlimler tarafından rağbet görmemiştir. Çünkü bu
görüşün kabul edilmesi, birçok hadis-i şerife şüpheyle bakmaya götürecektir. Bu
hususta Kurtûbî şöyle demektedir: "Bu hadis, meşhurdur. Resûlullah (s.a.) onları
zikretseydi mutlaka bize nakledilirdi. Nakledilmediğine göre Resûlullah (s.a.)'m onları
söylemediği anlaşılıyor. Buna sebeb o zaman Yemenlilere nispetle daha mühim olan
şeyleri bildirmek istemiş olmasıdır. Nitekim Resûlullah (s.a.)'m âdeti buydu."
Her ne kadar bazıları "Oruçla hac o zamanlarda farz kılmmadığı için bu hadiste
zikredilmemiştir" demişse de, bu doğru değildir. Çünkü oruç hicretin ikinci; hac ise,
dokuzuncu yılında Muâz (r.a.) Yemen'e gönderilmeden önce farz kılınmıştır. Muaz'm
Yemen'e gönderilmesi, Peygamber (s.a.)'in son icraatlarmdandır. Resûlullah (s.a.), o
geri dönmeden önce vefat etmiştir. Alimlerin çoğunun görüşü budur.
Kâfirler ibâdetlerle mükellef midir?

Bu hadis kâfirlerin namaz, zekât ve diğer ibâdetlerle mükellef olmadıklarını söyleyen
âlimlern delillerindendir. Çünkü Peygamber (s.a.) hadiste geçen farzları tertib üzere
beyân etmiş, önce şehâdet, sonra namaz ve ondan sonra zekâtı emretmiştir. Şunu
hemen belirtelim ki, kâfirlerin imân etmekle mükellef oldukları hususunda âlimler
arasında ihtilâf yoktur. 1567 no'lu hadisin açıklamasında da belirtildiği gibi kâfirlerin
namaz, zekât ve diğer ibadetlerin farz olduğunu inkâr ettikleri için âhiret günü
cezalandırılacakları hususunda da ihtilâf yoktur. Ancak ihtilâf, onların dünyada
namaz, zekât, oruç ve diğer ibâdetleri yapmakla mükellef olup olmadıkları, dahası bu
ibâdetleri yapmadıkları için ayrıca azab görüp görmeyecekleri hususundadır.
Mâlikî'lerin sahih kavline göre kâfirler, ibâdetleri edâ etmekle mükelleftirler.
Dolayısıyla küfür azabından başka bir de farzları yerine getirmeyip haram işledikleri
için ayrıca azab göreceklerdir. Bu grub; "Kâfirler ibâdetleri yapmakla mükellef
olmakla beraber bu ibâdetleri, ancak İslâm'a girmeleri halinde geçerli olur" görüşünde
olup "bu hadisteki sıralama dine davet etmede kullanılan bir sıralamadır. Farzlar



arasında yapılan bir sıralama değildir. Zira bu hadiste zekât hemen namazdan sonra
zikredilmiştir ki, ikisinin arasında farziyyet yönünden hiçbir tertib yoktur" demişlerdir.
Hanefî, Şafiî ve Hanbelîlere göre ise kâfirler, ibâdetleri edâ etmekle mükellef
değildirler. Çünkü küfürle beraber ibâdetleri edâ edemezler. Zira ibâdetleri edâ
etmenin bir şartı da imandır. Binaenaleyh küfür azabından başka azab
görmeyeceklerdir.

Bu hadiste geçen "sadaka" kelimesi, zekât manasınadır.

Peygamber (s. a.) zekâtın, zenginlerin mallarından alınıp fakirlere verilmesini
emrederken, zekât memurlarını da malların en iyisini seçip almaktan nehyetmiştir.
Zira zekât, fakirlere bir yardım olarak meşru kılınmıştır. Binaenaleyh zekât alırken
mal sahiplerini mağdur etmemek gerekir. Ama mal sahipleri, mallarının en iyilerini
gönül hoşnutluğuyla verirlerse, bir önceki hadiste de görüldüğü gibi verdikleri zekât
kabul edilir.

"Zenginlerinden alınıp da fakirlerine verilen zekât..." sözündeki "zenginler" kelimesi,
bir lafz-ı âmmdır diyen Şâfıîler, çocuk ve delinin malından zekât vermek gerektiği
görüşündedirler. Hanefîler ise, zekâtın farz olması için akıl ve bulûğun şart olduğunu
söyleyip çocukla delinin malından zekât verilmeyeceği kanaatindedirler. Ayrıca
"ağniyâ..."daki zamir gibi mükellef onlara râci olduğunu çocnkla delinin ise, mükellef
olmadıklarını söyleyip öbür gruba cevap vermişlerdir.

Yetimin malından zekât verilip verilmeyeceği hususunda âlimler arasında ihtilâf
vardır:

Ömer, Ali, Aişe, Câbir, Ibn Ömer (r.anhum), Mâlik, Şafiî, Ahmed, Atâ, Tâvûs,
Mücâhid, İbn Şîrîn ve İshâk b. Rahûye'ye göre yetim malından zekât vermek farzdır.
Süfyân es-Sevrî, Abdullah b. el-Mübârek, Ebû Vâil, Saîd b. Cübeyr, Nehaî, Şa'bî,
Hasan el-Basrî ve Ebû Hanîfe ile arkadaşlarına göre yetim malından zekât vermek
gerekmez. Bu hususta Saîd b. el-Müseyyeb; "Zekât ancak kendilerine namaz ve oruç
farz olanlara vâcibtir" demiştir.

"... fakirlerine verilen..." sözünden bazıları "zekâtın sekiz sınıftan yalnız bir sınıfa
verilmesinin kâfi olacağı hükmünü istinbat etmişlerdir. İmam Mâlik, bu görüştedir.
O'na göre halife bir maslahat görürse, zekâtı yalnız bir sınıfa verebilir. Diğer âlimler
bu görüşü kabul etmeyip "Peygamber (s.a.)'in bu hadiste yalnız fakirleri zikretmesi,
onların diğer sınıflardan daha çok olmalarından dolayıdır" demişlerdir.
Bazı âlimler bu hadisle istidlal ederek zekâtın toplandığı beldeden başka bir beldeye
nakledilmeyeceğim söylemişlerdir. Ömer b. Abdülaziz'in bu görüşte olduğu söylenir.
Bununla ilgili Malumat 1625 no'lu hadisin açıklamasında gelecektir,
sözüyle Peygamber (s. a.) Muâz'm, mazlumun bedduasından sakınmasını emretmiştir.
Resülullah (s.a.)'in bu cümleyi "mallarının iyilerini almaktan sakın" cümlesinden
hemen sonra zikretmesinde mal sahiplerinin rızası olmadan malın iyisini almanın
zulüm olduğuna işaret edilmekle beraber, her türlü zulümden sakınmanın gerekliliğini
de ikaz vardır. Yani Peygamber (s. a.) Muâz'a, hakkın olmayan şeyi almakla zulmetme,
kimseye zarar verme ki sana beddua etmesin. Zira zulme uğrayanın bedduası anında
kabul olunur" diye nasihatta bulunmuştur.

"Çünkü onunla Allah arasında hiçbir perde yoktur" cümlesinden maksad, o bedduanın
reddedilmeyerek derhal kabul olunmasıdır. Hatta sahibi, günahkâr bile olsa, günâhı o
bedduanın kabul edilmesine engel değildir. Zira imam Ahmed'in Ebû Hüreyre'den
merfu olarak rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamber (s. a.): "Mazlumun bedduası



£821

kabul olunur. Şayet günahkâr ise, günahı boynundadır" buyurmuştur.



Bazı Hükümler

1. İslâm dininin asıl temeli, kelime-i şehâdettir. Kafir, Allah tan başka ilah
olmadığına ve Muhammed' (s.a.)in O'nun Resulü olduğuna şehâdet getirmedikçe
müslüman olduğuna hükmedilmez. Ehl-i Sünnet'in görüşü budur. Kelime-i şehâdeti
getirmeyen bir kimsenin hiçbir ibâdeti geçerli değildir.

2. Her gün ve gecede beş vakit namaz farzdır. Binaenaleyh vitir ve bayram namazları
farz değildir. Bu hususta icmâ vardır. Ancak vâcib olduğunu söyleyen Ebû Hanîfe ile
O'nun görüşünde olanların başka delilleri vardır.

3. Kâfirler, namaz, oruç ve zekât gibi ibâdetleri edâ etmekle mükellef değillerdir.

4. Zenginlerin fakir ve muhtaçlara zekât vermeleri farzdır.

5. Zekâtı toplamak veya toplatılması için birine yetki vermek, devlet başkanının
görevlerindendir.

6. Zekât ancak müslüman olan fakir ve muhtaçlara verilir. Binaenaleyh müslüman
zenginlerle fakir kâfirlere zekât verilmez.

7. Zekâtın başka beldeye nakledilmesi caiz değildir. Alimlerin çoğu zekâtın başka
beldeye nakledilmesini uygun görmemekle beraber nakledilmesi hâlinde farzın
düşeceğini söylemişlerdir.

8. Yetim, çocuk ve delilerin mallarından zekât vermek farzdır.

9. Zekât memuru, malın en iyisini seçip zekât olarak alamaz, iyisi ile kötüsü arasında
olan orta hallisini almalıdır.

10. Devlet başkanının valilerine nasihatta bulunması, onlara Allah'tan korkmalarını
emretmesi, kendilerini zulümden sakındırması icâb eder.

11. Vali ve diğer görevliler, Allah'tan korkup zulümden sakınmalıdırlar.

£881

12. Mazlumun bedduası kabul olunur.

1585. ...Enes b, Mâlik'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s. a.) şöyle buyurmuştur:

[891

"Zekâtta haksız davranan, onu vermeyen gibidir."
Açıklama

Şerhlerde bu hadisin kimin hakkında olduğu hususunda birkaç ihtimâl zikredilmiştir:

a. Bu hadis zekât memurları hakkındadır. Haksızlık yaparak alması gerekenden fazla
zekât alan zekât memuru, günaha girme yönünden zekât vermeyen zengin gibidir. Zira
zekât memurunun mal sahibinden o yıl ona düşenden fazla alması ertesi sene mal
sahibinin zekât vermemesine sebeb olabilir, Dolayısıyla zekât memuru o zekât
vermeyen mal sahibi gibi günaha girer. İbn Mâce'nin bu hadisi "Zekât memurları
hakkında vârid olan hadisler" babında zikretmesinden onun zekât memuru hakkında
olduğu ihtimalini tercih ettiği anlaşılmaktadır.

b. Hadis-i şerif, mal sahibi hakkındadır. Zekât memurundan malının bir kısmını
gizlemek veya onun vasıflarım ona söylememek suretiyle haksızlık yapan mal sahibi,
günaha girme yönünden hiç zekât vermeyen gibidir.



c. Hadis, müstehak olmayanlara zekât veren mal sahibi hakkındadır. Zekâtı hak
sahihlerine vermemek suretiyle haksızlık yapan, günâh yönünden onu hiç vermeyen
gibidir.

d. Hadis zekât verip de onu başa kakıp hak sahibine eziyet etmek suretiyle haksızlık
eden, hakkındadır. Böylesi kişi de günâh yönünden onu hiç vermeyen gibidir.

e. Hadis çoluk çocuğuna hiç bir şey bırakmayacak şekilde malının hepsini zekât olarak
dağıtan kimse hakkındadır. Böyle yapan çoluk çocuğunun başkalarına muhtaç
olmasına sebep olacağından zekât vermeyen gibidir.

Sayılan bu ihtimallerin bir kısmı kuvvetli bir kısmı zayıf olsa bile, bu hadisin hem
zekât memuru hem de mal sahibini zekât alıp vermede haksızlık ve zulmetmekten

1901

sakmdırmakta olduğu açıktır.
6. Zekât Memurunun Rızası

1586. ...Beşîr b. el-Hasâsiyye'den; İbn Ubeyd kendi hadisinde "Onun adı (aslında
Beşir değildi. Resûlullah (s. a.) ona Beşir adım verdi der. Rivayet edildiğine göre O,
şöyle demiştir: Biz (Resûlullah (s.a.)'a:

Zekât memurları (vâcibten fazla zekât almakla) bize haksızlık ediyorlar. Bundan
dolayı onların bize yaptıkları haksızlık kadarım mallarımızdan gizleyebilir miyiz?
dedik. O' (s.a.) da:



"Hayır" buyurdu.
Açıklama

192]

İbn Ubeyd'in, "asıl adı Beşir değildi" dediği râvinin adı Zahm b. Mabed'dir.
Peygamber (s.a.)'in, onların hadiste geçen sorusuna "hayır' cevabını vermesi, malın bir
kısmını zekât memurundan gizlemenin hıyanet sayılma- smdandır. Ayrıca Peygamber
(s.a.), onlara "gizleyebilirsiniz" deyip mü-saaede etseydi, bazı mal sahipleri zekât
memurunun haksızlık yapıp yapmayacağım bilmeden mal gizleme yolunu
tutacaklardı. Yani gerek haksızlık yapan ve gerekse haksızlık yapmayan bütün zekât
memurlarına aynı şeyi yapacaklardı. Dolayısıyla haksızlık yapmayan zekât
memurlarına vâcibten daha az zekât vermiş olacaklardı, ki bu hıyanettir. Şu da var:
Belki de Peygamber (s.a.) onların mala olan sevgilerinden dolayı haksızlığa uğ-
radıklarını zannettiklerini bildiğinden dolayı öyle cevap vermiştir. Yoksa verilmesi
gerekenden fazlasının zekât memurlarına verilmesinin vacip olmadığı Peygamber
(s.a.)'in bazı hadislerinde açıkça belirtilmiştir. Nitekim bu husus 1567 no'lu hadisin,
"Kimden, bundan fazlası istenirse vermesin..." fıkrasında da geçmişti.
Bazıları "Peygamber (s.a.)'in onlara "hayır" cevabını vermesi, fitneyi önlemek içindir"
demişlerdir. Şöyle ki, zekât memuru malın miktarı hususunda şüpheye düşecek olursa,
mal sahibinden yemin etmesini ister. Şayet mal sahibi malın bir kısmını gizlemişse ve
memur da ondan yemin istemişse, yalan yere yemin etmesi caiz olmadığından yemin
ettiği takdirde günaha girmeye sebeb olacaktır. Yalan yere yemin edilmemesi ve arada
bazı nahoş olaylar meydana gelmemesi için Peygamber (s.a.) onlara "Hayır



193]

(gizlemeyin)" cevabını vermiştir.



1587. ...Ma'mer (b. Râşid) bir önceki hadisi Eyyûb'dan aynı isnâd ve mana ile rîvâyet
etmiştir. Ancak o (şöyle demiştir): (Beşir) dedi ki: "Ya Resûlullah, şüphesiz zekât

1241

memurları (haksızlık yapıyorlar)..." dedik.

1951

Ebû Dâvûd dedi ki: Abdurrezzak onu Ma'mer' den merfu olarak rivayet etmiştir.
Açıklama

Bir önceki hadiste sorunun kime sorulduğu belirtilmemişti. Bundan dolayı onu
rivayet eden Beşîr'e mevkuf olabileceği gibi Resûlullah (s.a.)'e ref edilmiş de olabilir.
Bu hadiste ise, "Ya Resûlullah!.." sözüyle sorunun Resûlullah (s.a.)'a sorulduğu

[961

belirtilmektedir. Böylece bu rivayet hadisin merfu' olduğuna delâlet etmektedir.

1588. ...Abdurrahman b. Câbir b. Atık, babası (Câbir b. Atik)den rivayet ettiğine göre,
Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"(Tarafınızdan kendilerine) buğzedilen binittiler yakında size gelecek. Size
geldiklerinde onlara "hoş geldiniz" deyin ve kendilerini almak istedikleri şeylerle
başbaşa bırakın. Şayet âdil davranırlarsa, kendi lehlerinedir; zulmederlerse, kendi
aleyhlerinedir. Onları memnun edin. Zira zekât (sevabı)nızm tam oluşu, onların rızası

1971

(nı almanıza bağlı)dır. Onlar da size dua etsinler.

MI

Ebû Dâvûd dedi ki: Ebu'l-Gusn, Sabit b. Kays b. Gusn'dur.
Açıklama

"Râkîb" kelimesinin ismu cem'i olan "rakb" kelimesi, aslında seferde on ve daha
fazla develilerden oluşan kafilelerin adıdır. Sonraları binek hayvanı ne olursa olsun
her binitli hakkında mecazen kullanılmıştır. Bu hadiste bu kelimeden maksat, zekât
memurlarıdır.
Sözünden maksat şudur:

Mallarınızın zekâtını almak için size bazı zekât memurları gelecek ki, siz onlardan
hoşlanmayıp onlara buğzediyorsunuz ve mala olan sevginizden dolayı onların size
haksızlık yaptıklarını zannediyorsunuz. Halbuki onlar öyle değildir. Size geldiklerinde
onları iyi ve güler yüzle karşılayıp "hoş geldiniz" deyin almak istediklerini bırakın,
alsınlar. Size göre haksızlık yapmışlarsa bile, onlara mani olmayın. Çünkü onlara karşı
çıkmak, devlet başkanına karşı çıkmak demektir. Devlet başkanına karşı çıkmak ise,
fitneye sebeb olur.

Hadisin "şayet âdil davranırlarsa, kendi lehlerinedir..." bölümünde ise, anlatılmak
istenen şudur: ,

Zekât memurları zekât olarak aldıkları şeyleri adaletli bir şekilde alırlarsa,
adaletlerinin sevabı kendilerinedir. Vâcib olandan fazlasını almak suretiyle haksızlık
yapıp zulmederlerse, zulümlerinin günâhı yine kendilerinedir. Onların zulmü, size



zarar vermez, aksine onların eziyetlerine katlanmanızdan dolayı sevaba nail olursunuz.
"Onları memnun edin..." sözünden maksat, onlarla tartışmaksızm vâcib olan zekâtı
vermek suretiyle onları memnun etmeye çalışın. Çünkü istemiş oldukları o vâcib olan
miktarı vermek suretiyle onları memnun etmeniz zekâtınızın sevabını tam olarak
almanıza sebeptir.

Cümlesindeki "lâm" lâm'ul-emir'dir. Peygamber (s. a.) zekât memuru olsun,
müstehakları olsun zekâtı alan kimseyi mal sahibine dua etmeye davet etmiştir. Bu
"lâm"m ta'lil lamı olma ihtimali de vardır. Buna göre cümlenin manası şudur: Zekât

[991

sevabınızın tam olması ve onların size dua etmeleri için onları memnun ediniz.
Bazı Hükümler

1. Devlet başkanı zekât memurlarına görevlerim yerme getirmeleri için cesaret
vermelidir.

2. Mal sahihleri zekât memurları hakkında hüsn-i zanda bulunup onlara iyi muamele
etmeli ve onları memnun etmeye çalışmalıdırlar.

m

3. Zekât memurlarının mal sahiplerine dua etmeleri mendûptur.

£101]

1589. ...Cerîr b. Abdullah (r.a.)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.)'a -

bedevilerden- bir takım insanlar gelerek:

Zekât memurlarından bazı kimseler bize gelip zulmediyorlar, dediler. O (s. a.) da:
"Zekât memurlarınızı memnun edin" buyurdu.

Ya Resûlullah! Bize zulmetseler de mi? dediler. (Tekrar:) "Zekât memurlarınızı

memnun edin" buyurdu. (Râvi) Osman:

"... (Zanmnızca) zulmedüirseniz de" sözünü ilâve etmiştir.

Ebû Kâmil, hadisinde dedi ki: Cerîr, "bunu Resûlullah (s.a.)'dan işittikten sonra hiç bir

£102]

zekât memuru benden memnun olmadan ayrılmamıştır" dedi.
Açıklama

Zekât memurunu memnun etmek, -bundan önceki hadiste de geçtiği gibi- farz olan
zekâtı ona vermek ve onu

iyi karşılayıp ona güzel muamelede bulunmakla olur.

"Zulmedüirseniz de zekât memurlarınızı memnun edin" sözünün manası şudur:
"Zannımza göre zulmedüirseniz de zekât memurlarınızı memnun edin" Yoksa bu,
onların gerçekten zulme uğradıkları manasına gelmez. Zira resûlullah (s.a.) zulüm
karşısında susmazdı. Şayet gerçekten zulmetmiş olsalardı, fasık olmaları sebebiyle
görevlerinden azledilmeleri ve zekâtın onlara verilmemesi gerekirdi. Fazla bilgi için
1567 no'lu hadisin" kimden, bundan fazlası istenirse vermesin" fıkrasına bakılsın.

£103]



7. Zekât Memurunun Zekât Sahibine Duası



1590. ...Abdullah b. Ebû Evta (r.a)'dan; demiştir ki: Babam (Rıdvan) ağacı altında
(bey'atta) bulunanlardandı. Bir topluluk zekâtını Resûlullah (s.a.)'e getirdiklerinde;
"Allah'ım! Falan aileye rahmet ve mağfiret et" buyurdu. Babam da O'na zekâtım
getirdi de Resûlullah (s. a.):

[1041

"Allah'ım Ebû Evfâ ailesine rahmet ve mağfiret eyle" buyurdu.
Açıklama

Râvî'nin babası Ebû Evfâ Alkame b. Hâlid, hicretin ö.yılmda Rıdvan ağacı altında

Peygamber (s.a.)'e bey'at edenlerdendi.

Hadisteki salât'tan maksat Allah'ın rahmet ve mağfiretidir.

duasmdaki "âl" kelimesi, hadis sarihlerinin dediğine göre zâid olduğundan Resûlullah
(s.a.) Ebû Evfâ'nm kendisine dua etmiştir. Zira "âl", kelimesinden bazen o adamın
kendisi kast edilmektedir. Nitekim Resûlullah (s.a.)'in Ebû Mûsâ el-Eşr'arî'ye hitaben;
"Gerçekten sana Al-i Davud'un nağmelerinden bir nağme verilmiştir" diye buyurmuş
olduğu hadiste, Al-i Dâvûd'dan bizzat Hz.Davud'u kastetmiştir. Bu kelime çoğunlukla
şeref ve itibar sahibi olan şahıslaral izafe edilir. Al-i Dâvûd, Al-i Ömer (r.a.) gibi.
Kur'ân-ı Kerimde Firavun hakkında kullanılması ise, mecazîdir.
Sarihler her ne kadar bu duadaki "âl" kelimesinin zâid olduğunu söylemişlerse de, onu
zâid kabul etmeyip aile reisi başta olmak üzere ailenin bütün fertlerini içine alması da
mânâyı bozmasa gerek. Çünkü Peygamber (s.a.)'in onunla hem Ebû Evfâ'yı hem de
onun aile fertlerini kastetmiş olması da muhtemeldir.

Hadis, zekâtı alan kişinin mal sahiplerine rahmet ve mağfiret ile dua etmesinin
müstehab olduğuna delâlet etmektedir. Cumhur bu görüştedir. Zahirîlere göre zekâtı
veren mal sahibine duâ etmek müstehab değil, vâ-cibtir. Bunların delili (Ey
Muhammed), Onlara (zekât veren mal sahihlerine) duâ et. Senin duan onlara huzur,

£105]

gönüllerine sükûnet verir." âyetindeki "Onlara duâ et" emrinin vücûb ifâde
etmesidir. Cumhur ise, bu emrin Peygamber (s.a.)'e mahsus olduğu görüşündedir.
Delilleri, O'nun duasının, onlara sükûnet bahşedip başkalarının duasının öyle
olmaması, aynı etkiyi göstermemesidir. Ayrıca mal sahibine duâ etmek vâcib olsaydı,
muhakkak Peygamber (s.a.) gönderdiği zekât memurlarına: "Mal sahiplerinden zekâtı
teslim alırken onlara duâ edin" diye emrederdi. Sonra şu da var ki, devlet başkanı veya
yetkili şahsın almış olduğu keffâret, alacak ve diğer vâcib olan şeylerden dolayı dua
etmesi ittifakla vâcib değildir. Hal böyle olunca, zekâtı teslim alırken de dua etmesi
vâcib olmamalıdır.

Bazı âlimler bu hadisle ihticâc ederek Peygamberlerden başkalarına da müstakil olarak
salât getirmeyi caiz görmüşlerdir. Ahmed b. Hanbel ve Zahirîler bu
görüştedirler .Ancak cumhura göre bu caiz değildir. Çünkü salavât, ta'zim ve yüceltme
ifadesi olarak müstakillen yalnız Peygamberler hakkında kullanılmıştır. Peygamber
(s.a.) Peygamberler dışında bazı kişilere salât getirmişse de onu tazim mânâsında değil
de duâ ve rahmet dilemek anlamında kullanmıştır. Ayrıca bu durum yalnız O'na
mahsustur. Böylesi durumlarda kıyas geçerli değildir. Yani o bazı kişilere salat getir-
miş diye bizim de onlara salât getirmemizin caiz olması gerekmez.
Nevevî bu konuda özetle şöyle demektedir: "Bize göre Peygamberlerden başkalarına



salavât getirmek suretiyle dua edilmez. Ancak onlara te-bean başkaları-da
zikredilebilir. Meselâ "Allahım Muhammed'e, ashabına ve âline salât eyle" diye ashab
ve âlini Muhammed (s.a.)'e tebean zikretmek caizdir.Nasıl ki "Azze veCelle" ifâdesi
yalnız Allahu Teala'ya mah-sussa, salavât da yalnız Peygamberlere mahsustur.
Peygamber (s. a.) gerçekten aziz ve celîl olduğu halde O'na "Muhammed azze ve celle"
denilmez. Çünkü bu tâbir yalnız Allah'a mahsustur. İşte bunun gibi Ebu Bekir
(sallallahü aleyhi vesellem) veya Ömer (sallallahü aleyhi vesellem) de denilmez.
Halbuki "Sallallahü aleyhi ve sellem" tâbirinin mânâsı olan "Allah ona rahmet
ve.mağfiretıetsin" cümlesini ikisi için de kullanmakta bir sakınca yoktur. Mânâ
bakımından bir sakınca bulunmamasına rağmen Peygamberlerden başkası hakkında
müstakil olarak bu tabir kullanılamaz."

Ashab-i kiram zamanında Peygamberlerden başkasına salât getirmek âdet değildi.
Onların devrinden sonra Rafızîler ile Şiîler bazı imamlara salavât getirmeye başladılar.
Meselâ Ali (sallallahü aleyhi vesellem) dediler. Bid'at ehline benzemek ise, yasaktır.
Binaenaleyh onlara muhalefet etmek gerekir.

Nevevî Peygamberlerden başkasına müstakil olarak salavât getirmenin hükmü
hakkında şöyle demektedir:

Peygamberlerden başkasına müstakil olarak salât getirmek hakkında arkadaşlarımız
değişik hükümler vermişlerdir. Onun haram olduğunu söyleyenler olduğu gibi,
tenzihen mekruh veya âdaba aykırı olduğunu söyleyenler de olmuştur. Meşhur ve
sahih olan kavle göre tenzihen mekruhtur.

Çünkü bid'at ehli, Peygamberlerden başka bazı kişilere salavât getirirler. Biz onların
âdetlerinden uzak durmalıyız. İmam Ebu MuhammecJ el-Cüveynî: "Selâm da hüküm
yönünden salât gibidir. Peygamberlerden başkasına müstakil olarak salat getirilmediği
gibi selâm da getirilmez. Falan (aleyhisselâm) denilmez ama ölü veya diriye .hitaben
verilen selâm meşrudur." der.

Bu konuyla ilgili daha fazla malumat için isteyen 1533 no'lu hadisin açıklamasına
müracaat etsin.

Nevevî'nin beyânına göre İmam-i Şafiî, zekatı alanın mal sahibine şöyle dua etmesini
müstehab saymıştır:

"Verdiğin zekattan dolayı Allah, sana ecir ve mükafat versin, onu sana günahlardan
arınma vesilesi kılsın. Kalan malını da bereketlendirsin"

Zekâtı alanın diye dua etmesini İbn Abbâs, İbn Uyeyne, Şâfıîler, Mâlikîler, Hanefîler

[İM

ve selef ulemasının çoğu mekruh saymışlardır.
8. Deve Yaşlarının Beyanı

Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu açıklamayı Riyâşî, Ebû Hatim Ve başkalarından işitip ayrıca onu Nadr b.
Şumeyl'in mektubuyla Ebû Ubeyd'in mektubunda okudum. (Çok kere hepsi aynı şeyi
zikretmekle beraber) bazı kelimeleri onlardan yalnız biri zikretti. Dediler ki:
(Deveye doğumundan sütten kesilene kadar) "Huvâr" adı verilir. Sonra (anasından)
ayrıldığında "Fasıl" adım alır. (Dişisine) bir yaşından iki yaşının tamamına kadar
"Bint- Mahâd"; üç yaşma girdiğinde "Bint- Lebûn", üç yaşını tamamladığında dört
yaşının tamamına kadar (erkeği) "Hıkk", (dişisi) "Hıkka" adını alır. Çünkü o
binilmeye ve erkek deve tarafından aşılanmaya elverişli bir duruma gelmiş, gebe



kalacak bir yaşa girmiştir. Ama erkeği ön dişlerini atıp altı yaşma varmadıkça dişi
deveyi gebe bırakamaz. Hıkka'ya dört yaşım tamamlayana kadar "Tarûkatu'l-Fahl"
denilir. Çünkü erkek deve ona aşar. Beş yaşma bastığından beş yaşını tamamlayana
kadar "CezeVdır. Altı yaşma basıp ön dişlerini attığından altısını tamamlayana kadar
"Seniy"dir. Yedi yaşma bastığında yedi yaşını tamamlayana kada rerkeğine "Rabâî",
dişisine "Rabâiyye" adı verilir. Sekiz yaşma basıp sivri dişlerinin arkasındaki öğütücü
dişlerini attığında sekiz yaşını tamamlayana kadar "Sediys" veya "Se-des"tir. Dokuz
yaşma basıp köpek dişi çıktığında on yaşma girene kadar "BâziP'dir. On yaşma
girdiğinde ise "Muhlif tir. Bundan sonra adı yoktur. Fakat şöyle denilir: Bir senelik
Bâzil, iki senelik Bâzil, bir senelik Muhlif iki senelik Muhlif, üç senelik Muhlif diye
beş seneye kadar öyle gider. Halife (deve), gebe (olan deve)dir. Ebû Hatim dedi ki:
Cezûa bir zaman dilimidir. Diş (yaş) değildir. Deve yaşlarının (başlangıç ve bitim)
zamanı, Süheyl yıldızının doğuş zamanıdır.

Ebû Dâvûd dedi ki: Riyâşî bize (şöyle) bir şiir söyledi: "Süheyl yıldızı gecenin
başlangıcında doğduğu zaman îbn- le-bûn Hıkk, Hıkk da Ceza' olur. Deve yaşlarından
(değişmeyen) yalnız Hube' kalır. Hube', (Süheyl yıldızının doğuş) vaktinin dışında

£1071

doğan deve yavrusudur.
Açıklama

er-Riyâşî, Abbâs b. el-Ferec, Ebu'1-Fadl el-Basrî en-Nah-vî'dir. Asmaî, Ebû Dâvûd et-
Tayâlisî, Ebû Asim, el-Alâ b. el-Fadl ve başka âlimlerden hadis rivayet etmiştir.
Abdullah b, Müslim, Muhammed. b. Ishâk, Ebû Arûbe ve başkaları da ondan rivayette
bulunmuştur. İbn Hibbân, onu sika muhaddisler arasında sayar, tbn es-Sem'ânî,
Mesleme b. Kasım ve el-Hatîb de onun sika olduğunu söylemişlerdir. Ebû Hatim,
Süheyl b. Muhammed b. Osman es-Sicistânî en-Nahvî'dir.

Ebû Ubeyde, Yakûb b jshâk, Asmaî, Vehb b. Cerîr ve başkalarından hadis rivayet
etmiş, kendisinden de Nesâî, İbn Huzeyme, Ebû Bekr el-Bezzâr, Ebû Bişr el-Dûlâbî ve
birçok muhaddisler rivayette bulunmuşlardır. İbn Hibbân bunu da sika muhaddisler
arasında saymıştır.

en-Nadr b. Şumeyl b. Haraşe b. Zeyd b. Kulsûm el-Mâzmî en-Nahvî, el-Basrî'dir. İbn
Avn, Hişâm b. Urve, Hişâm b. Hassan, İbn Cüreyc, Şu'-be ve bir çok muhaddisten
hadis rivayet etmiştir. Kendisinden rivayet edenler ise, Ishak b. Râhıiye İbn Maîn,
İbnü'l-Medînî ve başkaları. Nesâî, İbn Maîn, İbnu'UMedînî ve Ebû Hâtım, onun sika
olduğunu söylemişlerdir. Ebû Ubeyd'ten murad ise, Kasım b. Sellâm'dır. Huşeym,
İsmail b. Ayyaş, Cerîr b. Abdulhamîd, Yahya b. el-Kattân, İbnü'l-Mubârek ve
Vekî'den rivayette bulunmuş, kendisinden de Said b. Ebî Meryem el-Mısrî, Abbâs el-
Anbârî, İbnü Ebi'd-Dünya ve başkaları rivayette bulunmuşlardır. İbn Hibbân onu sika
muhaddisler arasında saymış, Ebu Hatim de "sadûktur" demiştir.
Ebû Davud'un deve yaşlarıyla ilgili olarak kendilerinden malumat naklettiği dört zât,
ekseriyetle aynı şeyi söylemişlerse de bazan birinin zikrettiği kelimeyi diğeri zikretme
mistir.

Deve yaşları ve nisabları ile ilgili malumat 1567 no'lu hadisin açıklamasında geçmişti.
Yaşlarına göre isimlerini cetvel halinde şöyle gösterebiliriz:



Devenin Yaşı



İsmi



Doğumundan sütten kesilene kadar:
Huvâr

Sütten kesilip anasından ayrıldığı zamana kadar (bir senelik olduğunda)
Fasıl

Bir yaşından iki yaşını bitirene kadar
Erkeği: İbn Mahâd



Dişisi: Bint Mahâd
Üç yaşma girdiğinde
İbn Lebûn

Bint Lebûn

Dört yaşını bitirene kadar
Erkeği: Hıkk

Hıkka, Tarûkatu'1-Fahl

Beş yaşını bitirene kadar

Erkeği: Cez'

Ceze'a

Altı yaşını bitirine kadar
Erkeği: Seniy

Seniyye

Yedi yaşını bitirene kadar
Erkeği: Rabâ',

Dişisi: Rabâ' iye

Sekiz yaşını bitirene
Erkeği: Sedîs,



kadar



Sedes
Dokuz



Bâzil
On



yaşını bitirene
Erkeği: Bâzil



kadar



yaşma girdiğinde

Erkeği: Muhlif,bir senelik Bâzil



Dişisi:

Onbir yaşma girdiğinde
senelik Muhlif,

senelik Bâzil

On iki yaşma girdiğinde

senelik Muhlif

On üç yaşma girdiğinde



Erkeği:
Dişisi:

Dişisi:

Dişisi:

Dişisi:

Rabâî



Dişisi:



Dişisi:



Bir
iki
İki

Üç



senelik Muhlif

Ondört yaşma girdiğinde Dört
senelik Muhlif

On beş yaşma girdiğinde Beş
senelik Muhlif

Gebe olan her yaştaki deveye, "halife" adı verilir. Çoğulu ha I ait' ve halifât'tır.
Cezûa veya Cuzû'a, bir zaman diliminin adıdır. Bu sebeple bunu dört yaşını bitirip beş
yaşma giren ceze'a isimli deve ile karıştırmamak gerekir.

Süheyl denen parlak bir yıldızın yaz mevsiminin sonlarına doğru gecenin
başlangıcında gökyüzünde görülmesi, deve yaşlarının başlayış ve bitiş zamanı kabul
edilmiştir. Böylece doğuş mevsiminde Süheyl yıldızı gece başlangıcında doğduğu
zaman her deve. içinde bulunduğu seneyi doldurmuş öbür yıla girmiş sayılır. Meselâ
İbn Lebûn Hikk, Hıkk da cez', cez' ise seniy, seniy de rabaî olur. Ebû Dâvûd bunu
Riyâşî'nin söylemiş olduğu şiiri nakletmekle te'yid etmek istemiştir. Develerin -tabir
caizse- doğum yıl dönümlerinin, Süheyl yıldızının gecenin başlangıcında (bazı
nüshalarda, sonunda) görülmesine bağlanması, onun develerin doğurma zamanında
görülmesinden dolayıdır. Bu sebeple zikredilen zamanda doğmayıp başka bir zamanda
meselâ ilkbahar mevsiminin sonunda veya yaz mevsiminin başında doğan ve hube'
diye isimlendirilen deve yavrusunun yaşı, Süheyl yıldızının doğuş vaktine göre değil
de yavrunun doğum vaktine göre hesaplanır. Şâirin bunu diğer develerden istisna
etmesinin sebebi budur. Buna göre doğum zamanı yönünden develer iki kısımdır:

a. Süheyl yıldızının gece başlangıcında (veya sonunda) doğduğu zaman doğan
develer, develerin çoğu bu kısma dahildir. Şiirin ilk iki mısra'ı bunlarla ilgilidir.

b. Süheyl yıldızının gece başlangıcında doğduğu zamandan başka bir zamanda doğan

£1081

develer. Şiirin üçüncü mısrasında geçtiği üzre bunlara da Hube' denilmektedir.
9. Malların Zekâtı Nerede Alınır?

1591. ...Amr b. Şuayb, babası vasıtasıyla dedesinden rivayet ettiğine göre Peygamber
(s. a.) şöyle buyurmuştur:

"(Malı) getirtmek de yok, uzaklaştırmak da yok. (Mal sahihlerinin) zekâtları ancak

£109]

meskenlerinde alınır."
Açıklama

Celeb, Zekât memurunun bir yerde oturup zekâta tâbi olan hayvanların zekâtını almak
için sahiplerine haber göndererek hayvanların yanma getirilmesini istemesidir. Bu
durum mal sahiplerine meşakkat verip onları sıkıntıya düşüreceğinden dolayı Hz. Pey-
gamber (s. a.) tarafından yasaklanmış ve mal sahiplerine kolay olsun diye zekât
memurları malların zekâtını su başında veya bulundukları yerlerde almakla emr
olunmuşlardır.

Ceneb ise, mal sahibinin kendi malını yerinden uzaklaştırmasıdır. Zekât memuru
zekâtı almak için çok zorluk çekeceğinden bu da yasaklanmıştır.
Bazılarına göre Ceneb, zekât memurunun mal sahiplerinin bulundukları yerlerden çok
uzak bir yerde konaklayıp malların yanma getirilmesini emretmesidir. Ancak birinci



görüş daha makuldür. Çünkü ikinci görüşe göre cenebin mânâsı celep ile hemen
hemen aynı olmaktadır.

"Zekâtları ancak evlerinde alınır" sözünden maksat, zekâtın, malların bulundukları
yerlerde, su başında veya mal sahiplerinin meskenlerinde 'alınır, demektir. Yani mal
sahipleriyle zekât memurlarının zorluk çekmeyeceği bir yerde alınır. Hadisin bu
cümlesi, bir önceki cümleyi te'kid etmektedir.

Bu hadis-i şerif zekât memurlarıyla mal sahiplerinin birbirine zorluk çıkarmalarının

Liioi

caiz olmadığına delâlet etmektedir.

1592. ...Muhammed b. İshâk'tan "(malı) getirtmek de yoktur, uzaklaştırmak da" sözü
(nün anlamı) hakkında onun şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Hayvanların zekâtı bulundukları yerlerde alınır. Zekât memuruna getirilmez.
"Uzaklaştırmak da yok" (sözü) de yine bu suretledir ki, sahipleri hayvanları
uzaklaştırmamalı.

İbn İshâk (devamla) diyor ki; zekât memuru mal sahiplerinin bulundukları yerlerden
uzakta olup mallar ona getirilmemeli zekâtları mal sahibinin bulunduğu yerde
[İÜ]

alınmalıdır.
Açıklama

Ebû Davud'un bu haberi zikretmedeki gayesi, İbn İshak'm "celeb" ile "ceneb"
kelimelerini nasıl açıkladığını nakletmekdir.

"Celeb (malı getirtmek) yok" sözünün mânâsı, hayvanların zekâtının mesken ve su
başı gibi bulundukları yerlerde alınır demektir. Mal sahiplerine zorluk çıkaracağından
dolayı zekât memurunun bulunduğu yere götü-rülmez. Yani mal sahipleri hayvanlarını
zekât memuruna götürmek zorunda değillerdir.

"Ceneb (uzaklaştırmak) yok" sözünü de İbn İshak, celeb gibi aynı şekilde yorumlamış
mal sahipleri hayvanlarını uzaklaştırmamah demiştir.

ibn Ishak (devamla) diyor ki: sözünden sonrası,"Ceneb" kelimesinin ikinci bir

Uİ21

yorumu olmaktadır.

10. Adamın, Kendi Sadakasını Satın Alması

1593. ...Abdullah b. Ömer (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, Ömer b. el-Hattâb (r.a.) bir
atını Allah yolunda tasadduk etmiş sonra onu satılırken görmüş de onu satın almak
istemiş. Resûlullah (s.a.)'e onu sormuş, Resûlullah (s.a.):

imi

"Onu satın alma, sadakana da dönme*' buyurmuş.
Açıklama

"Allah yolunda bir ata (adam) bindirdi" cümlesinin mânâsı, Allah yolunda savaşacak
birine sadaka olarak bir at bağışladı demektir. Bu cümle Sahih-i Buhârî ile Sünen-i İbn
Mâce'de açıkça Allah yolunda bir at bağışladı" diye geçmektedir. Asıl maksat, atı



temlîk etmesidir. Zira mülkü olmasaydı o zat onu satmaya kalkışmazdı. İbn Sa'd'ın
Tabakât adlı eserinden naklen Kastallânî'nin beyânına göre, Hz. Ömer'in tasadduk
ettiği bu atın adı, "Verd" olup Temîm-i Dârî (r.a.) tarafından Peygamber (s.a.)'e hediye
edilmiş. O da Ömer (r.a.)'e vermişti. Hz.Ömer'in kendisine o atı hediye ettiği gazinin
adının bilenemediğini İbn Hacer Sahih-i Buhârî şerhinde söylemektedir.
Hz. Ömer'in bu atı vakfettiğini söyleyenler de vardır, O zatın atı satması ancak
zayıfladığı ve savaşta ondan yararlanmak mümkün olmadığı için caiz olabilir,
denilmiştir. Ancak hadiste geçen "sadakana dönme" beyânı Hz. Ömer'in atı
vakfetmediğine delil gösterilmiş: "Eğer vakfetmiş olsaydı, dönmemesine sebeb onu
gösterirdi" denilmiştir.

Bir kimsenin vermiş olduğu sadakayı aynı şahıstan satın almasının hükmüne gelince,
cumhur bunun mekruh olduğunu söylemişlerdir. Bu konuda Nevevî şöyle demektedir:
Bu hadisteki yasaklama kerâhet-i tenzihiy-ye içindir. Bundan dolayı bir malı sadaka,
zekât, keffâret ve adak gibi ibâdet niyyeti ile veren bir kimsenin aynı malı aynı
şahıstan satın alması mekruhtur. Hibe veya başka bir yolla onu kabul edip kendi
iradesiyle mülkiyetine geçirmesi de yine öyledir. Ama irâde dışı sayılan miras gibi bir
yolla o malın mülkiyetine geçmesi mekruh değildir. Ayrıca sadaka olarak verilen o
malı alan şahıs, onu bir başkasına satsa veya devretse sonra sadakayı veren kimse onu
o üçüncü şahıstan satın alsa bu, mekruh değil, caizdir. Bizimle cumhurun görüşü
budur. Bazı âlimlere göre kişinin vermiş olduğu sadakayı verdiği şahıstan satın alması
haramdır. Onlar hadisteki nehyin hürmet ifade ettiğini ileri sürmektedirler.
İbn Battal da: "Alimlerin çoğu Ömer (r.a.) hadisine dayanarak kişinin vermiş olduğu
sadakayı satın almasını kerih görmüşlerdir. Mâlik, Küfe âlimleri ve Şâfıînin görüşü de
budur. Sadaka farz olsun, nafile olsun, hüküm aynıdır. Bir kimse sadakasını satın alsa
bu satış bozulmaz ama evlâ olan buna yanaşmamaktır. Kişinin verdiği yemin keffâreti
de aynı hükme tabidir. Kişinin vermiş olduğu sadaka sonradan kendisine miras
yoluyla intikal ederse, onun kendisi için helâl olduğu hususunda âlimlerin icmai
vardır" demiştir.

Kişinin verdiği sadakayı satın almasının mekruh olmasının hikmeti şudur: Sadakayı
alan şahıs olur ki, sadakayı verene fiyatta müsamaha edip değerinden daha düşük bir
değerle satar. Zira sadakayı verenin ona bir iyiliği olmuş ona karşılık olsun diye malı
değerinden düşük bir fiyatla vermesi muhtemeldir. Bu durumda sadaka sahibi malın
değer farkını geri almış, sadakasına -kısmen de olsa- dönüş yapmış olur. Bu ise aynı

1114i'

zamanda sadakayı satanın bir miktar zarar etmesi demektir.
Bazı Hükümler

1. Allah yolunda sadaka vermek, savaş için gâzilere yardım etmek meşrudur.

2. Kişinin aldığı sadakayı bir başkasına satması caizdir.

3. Kişinin verdiği sadakayı satın alması -hadisin zahirine göre- haramdır. Bundan
dolayı İbnu'I-Münzîr: "Sadaka verip de sonra onu satın almak mevcut nehyden dolayı
hiç kimseye caiz değildir. Bu sebeple satışın fasit olması gerekir. Ancak bu satışın caiz
oluşu hususunda icmâ varsa, diyecek bir sözümüz yoktur" demiştir.

Cumhura göre buradaki nehy, kerâhet-i tenzihiyye içindir. Bundan dolayı kişinin
verdiği sadaka veya zekâtı doğrudan doğruya verdiği şahıstan satın alması haram
değildir. Cumhurun buna delili 1635 no'lu hadistir ki, onda kişinin satın aldığı



sadakanın kendisine helâl olduğu belirtilmektedir.

Bazı âlimler 1635 no'lu hadisi farz, Ömer (r.a.)'in hadisini de nafile sadakaya
hamletmek suretiyle iki hadisin arasını bulmaya çalışmışlardır.

Kişinin verdiği sadakayı miras yoluyla alması bi'l -ittifak caizdir. Bunun delili de 1656
£1151

no'lu hadistir.
11. Köle Zekâtı

1594. ...Ebû Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre; Peygamber (s. a.) şöyle
buyurmuştur:

[UM

"Kölenin fıtır sadakası hariç, at ve kölede zekât yoktur."
Açıklama

Bu hadis, at ve kölelerin zekâta tâbi olmadığını söyleyenlerin delillerinden birisidir.
Zekâta tâbi olduğunu söy leyenlere göre bu hadîsteki "aftan maksat, savaş atıdır. Ebû
Zeyd ed-Debûsî, "el-Esrâr" adlı kitabında şöyle demektedir: "Zeyd b. Sabit, Ebu
Hüreyre'nin rivayet ettiği (1595 no'lu) hadisi duyunca dedi ki:

"Hakikaten Resûlullah (s. a.) böyle buyurmuştur. Bu doğrudur. Fakat bununla
Resûlullah (s. a.) gazinin atını kastetmiştir. Böylece müslü-man gazilerin atlarını
zekâttan istisna etmiştir". Ebû Zeyd devamla der ki: "Bu gibi şeyler, ictihad yoluyla
bilinemeyeceğinden dolayı Zeyd'in bu sözünün merfu olduğu -yani Resûlullah
(s.a.)'den duyulduğu- sabit olmaktadır."

Ahmed b. Zenceveyh el-Emvâl adlı eserinde Ali B. Hasan tarikiyle Tavus'un şöyle
dediğini rivayet etmiştir: İbn Abbas'a atın zekâta tâbi olup olmadığını sordum da şöyle
dedi: "Allah yolunda savaşan kişinin atında zekât yoktur."

Ticâret malı olarak alınıp satılan at ve köleler, âlimlerin ittifakıyle zekâta tâbidir.
Yalnız Zahirîler bu ve bunun gibi hadislerin zahirine göre hükmederek ticâret için olan
at ve kölelerin zekâta tâbi olmadığım söylemişler.

Binek atı ile hizmetçi kölenin zekâta tabi olmadığı hususunda da ittifak vardır. Diğer
at ve köleler hakkında ihtilâf edilmiştir. İlgili malumat ayrıntılarıyla 1574 no'lu
hadisin açıklamasında verilmiştir.

Bu hadis ayrıca kölenin fıtır sadakasının verilmesinin vâcib olduğuna delâlet

um

etmektedir. Sadakası Efendisine vâcibtir. Tafsilatı 1661 no'lu hadiste gelecektir.

1595. ...Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s. a.): "Müslümana

Iİİ81

kölesinden ve atından dolayı zekât yoktur" buyurmuştur.
Açıklama

Tirmizî, "âlimler Ebû Hüreyre'nin bu hadisi ile amel etmişlerdir. Otlaklarda otlayarak
beslenen atlarla hizmet

için kullanılan kölelerin zekâta tâbi olmadığını söylemişlerdir. Ticâret için olanlar ise,



üzerinden bir sene geçince kıymetleri üzerinden zekât verilir," demiştir. Tirmizî'ye
göre bu hadis hasen-sahihtir.

At ve kölelerin zekâtı ile ilgili ayrıntılı malumat 1574 no'lu hadisin açıklamasında
verilmiştir.

Bu hadis aynı zamanda kâfirlerin dünyada namaz, zekât ve oruç gibi ibâdetlerle
mükellef olmadıklarını söyleyen âlimlerin delillerinden birisidir. Zira hadisteki
"müslüman" kelimesi boşuna buyrulmamıştır. Bu konuyla ilgili hükümler için isteyen

£1191

1567 ile 1584 no'lu hadislerin açıklamasına müracaat etsin.
12. Ekinin Zekâtı

1596. ...Salim b. Abdullah, babası Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:.
Resûlullah (s. a.); "Yağmur, nehirler ve pınarların suladığı veya ba'l olanda (yani
sulanmayıp, damarları ile yer altından su emenlerde) öşür vardır. Kovalarla veya deve

UM

ile sulananda yarım öşür ardır" buyurdu.
Açıklama

Semâ kelimesi hakikatte gök anlamında kullanılmaktadır. Burada ise, mecazen
yağmur anlamında kullanılmıştır.

Uyun kelimesi, ayn kelimesinin çoğuludur. Ayn, pınar demektir.

"Ba'l" kelimesinden maksat, sulanmaksızm damarları ile yer altından su emen ekindir.

Sevânî kelimesi, sâniye'nin çoğuludur. Sâniye'nin asıl mânâsı, sulamak için üzerinde

su taşman devedir. Bu kelimenin büyük kova (varil) mânâsına geldiğini söyleyenler de

olmuştur.

Nadh kelimesi de aslında ekini sulamak için deve ile su taşımaktır. Bu amaçla su
taşıyan deveye 'nâdıh" denilmişse de, daha sonra bu kelime, her deveye isim olmuştur.
Ancak şu var ki el-Menhel yazarının ifâde ettiği gibi "sevanî" ve "nadh"tan maksad,
ekinin sulanmasında kullanılan her türlü âlettir.

Bu hadisten anlaşıldığına göre yağmur, ırmak, pınar ve buna benzer sularla sulanıp
yetişen veya susuz yetişen ekinlerin zekâtı onda birdir.

Hayvan, dolap, kova ve benzeri âletlerle sulanarak yetişen ekinlerin zekâtı da yirmide
birdir.

Ebû Hanîfe, bu hadisin zahirî anlamıyla amel ederek, yerden çıkan mahsûlün az olsun
çok olsun, zekâta tabi olduğuna hükmetmiştir.

İmam Mâlik, Şafiî, Ahmed b.Hanbel, Ebû Yûsuf ve Muhammed ise, "Beş veskten az
olan mahsulde zekât yoktur" hadis-i şerifıyle amel ederek yerden çıkan mahsulün
zekâta tâbi olması için en azından beş vesk olması lâzım geldiğini söylemişlerdir. Bu

Iİ2İI

konuyla ilgili ayrıntılı bilgi 1559 no'lu hadisin açıklamasında verilmiştir.
Bazı Hükümler

1. Yağmur, nehir, pınar vb. sularıyla sulanan ve-ya sulanmaya ihtiyacı olmayan
mahsulün zekatı onda birdir.



2. Hayvan, dolap ve âletlerle sım'î şekilde sulanan mahsulün zekâtı yirmide birdir.

3. Hadisin zahirî mânâsına göre yerden çıkan mahsulün miktarı ne olursa olsun, zekâta
tâbidir. Ebû Hanife, bu görüştedir.

Cumhura göre ise, beş vesk olmadıkça zekâta tâbi değildir.

4. Hadisin zahirî mânâsına göre yerden çıkan bütün bitkiler zekâta tabidir. Ebû Hanife
ve Züfer, bu görüştedirler. Onlara göre gelir sağlamak amacıyla ekilen bitkilerin hepsi
zekâta tâbidir. Dolayısıyla dere boylarında biten kamış, odun ve ot gibi kendiliğinden
biten ve örfen verim amacıyla yetiştirilmeyen bitkiler zekâta tâbi değildirler.

Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre kendiliğinden bir yıl kalabilen bitkiler zekâta tâbidir.
Binaenaleyh meyve ve sebzelerde zekât yoktur. Bunların delili Tirmizî, Hâkim ve
Dârekutnî'nin değişik senetlerle rivayet ettikleri "Meyve sebze gibi yeşilliklerde zekât
yoktur" hadisidir. Tirmizî bu hadisi naklettikten sonra senedinin sahih olmadığını ve
bu konuda Peygamber (s.a.)'den rivayet edilen sahih hadis bulunmadığını ancak
âlimlerin meyve ve sebzelerin zekâta tâbi olmadığım benimsediklerini söyler. Her ne
kadar bu hadisin senedleri zayıf ise de, değişik varyantları biribirlerini te'yid
etmektedir.

Mâlik ve Şafiî'ye göre ekilen ve uzun süre bozulmadan kalabilen buğday arpa, darı,
pirinç, mercimek ve nohut gibi, yaşamak için gerekli yiyecek türünden olan hububat
zekâta tâbidir. Bu türden olmayan meyve ve sebzeler kimyon, susam, pamuk ve keten
tohumu ile biber zekâta tâbi değildir.

Ahmed b. Hanbel'e göre ise, hububat ve meyvelerden kurutulup uzun süre kalabilen
ve ölçeklerle ölçülen mahsul zekâta tâbidir. Yaşamak için gerekli yiyecek türünden
olması ona göre şart değildir. Dolayısıyle kimyon, susam, pamuk ve keten tohumu,
hurma, üzüm, kayısı, incir, badem, ceviz, fındık ve fıstık zekâta tâbidir. Şeftali, armut,
elma, kurutulmaya elverişli olmayan kayısı ve incir gibi meyvelerle acur, salatalık,
karpuz, kavun, patlıcan, domates ve havuç gibi sebzeler zekâta tâbi değildir.
Hasan el-Basrî, Sevrî ve Şa'bîye göre yalnız buğday, arpa, üzüm ve hurmanın zekâtı
vâcibtir. Delilleri şunlardır:

a. Peygamber (s. a.) Ebû Mûsâ el-Eş'arî ile Muâz'i Yemen'e gönderdiği zaman onlara
şunu emretmiştir: "(Yerden çıkan mahsullerden) ancak şu dört şeyden zekât alın: arpa,
buğday, kuru üzüm ve hurma'. Bu hadisi Hâkim, Dârek.utnî, Taberânî, Beyhakî tahrîc
etmiş, ayrıca Beyhakî, ravilerinin sıka olduğunu söylemiştir.

b. Mûsâ b. Talha'run Ömer b. el-Hattâb'tan rivayet ettiğine göre Ömer şöyle demiştir:
"Resûlullah sallellahu aleyhi ve sellem (yerden çıkan mahsullerden) yalnız şu dört
şeyin zekâtım vâcib kılmıştır: Buğday, arpa, kuru üzüm ve hurma". Bunu da Dârekutnî

imi

tahrîc etmiştir.

1597. ...Câbir b. Abdullah (r.a.)'tan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s. a.) şöyle
buyurmuştur:

"Nehirlerle pınarların suladığı mahsullerde öşür, kova (veya hayvanlarla sulananlarda

£1231

da yarım öşür vardır."
Açıklama

Ebû Hanîfe, bu ve bundan önceki hadisin umumuyla istidlal ederek yerden çıkan



mahsûl az olsun çok olsun zekâta tâbi olduğuna hükmetmiştir. Cumhur ise, Ebû
Hanife'nin delil olarak ileri sürdüğü bu iki hadisi "beş veskten az olan mahsûlde zekât
yoktur" hadisiyle tahsis etmişlerdir. Ayrıntılı bilgi için bundan önceki hadis ile 1559

£1241

no'lu hadisin açıklamasına bakınız.

1598. ...Vekî' demiştir ki:

Ba'l yağmur suyundan biten bir bitkidir.

(Ravî) İbnül-Esved de: Yahya b. Adem'in; "Ebu İyâs el-Esedî'ye "baT'ı sordum da
"yağmur suyu ile sulanandır, dedi" dediğini haber verdi.

£1251

en-Nadr b. Şumeyl "ba'l, yağmur suyudur," dedi.
Açıklama

Kebûs: Tahumu toprağa gömülüp üstü toprakla örtülen bir bitkidir.

İbnü'l-Esîr'in en-Nihâye fi garîbi'l-hadîs ve' 1 -eser adlı eserinde belirtildiğine göre ba'l,

damarları ile yer altından su emen ve ne yağmur ne de başka suya ihtiyacı olmayan

bitkilerdir.

Kamusta ise ba'l, sulanmayan veya yağmur ile sulanan ağaç ve ekin olarak tarif
edilmiştir.

Ba'l ile ilgili bu nakillerden anlaşıldığına göre bu kelime iki manaya hamledilmiştir:
Birisi sulanmaya ihtiyacı olmayan bitkiler; diğeri yağmur suyu ile sulanan bitkilerdir.
BaTîn yağmur suyu anlamında kullanılmasına ise iltifat edilmemiştir. Çoğunluk bu
kelimeyi birinci anlamında kullanmış ve ilgili hadiste de aynı mânâyı tercih etmiştir.
Ayrıca İbn Adî ve el-Ezdî'ye göre Vekî' ile Yahya b. Adem'in ba'l ile ilgili sözlerini

£1261

nakleden Hüseyin b. el-Esved, rivayette zayıftır.

1599. ...Muâz b. Cebel (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s. a.) onu Yemen'e
gönderdiği zaman ona şöyle demiştir.

"(Zekât olarak) hububattan hububat, davardan koyun veya keçi, develerden deve ve

£1271

sığırlardan sığır al."

Ebû Dâvûd dedi ki: Mısır'da bir acûr'u karışladım, on üç karış geldi. Bir de devenin

£1281

üzerinde ikiye bölünmüş ve iki denk olarak yüklenmiş bir ağaç kavunu gördüm.
Açıklama

Bu hadis bir malın zekâtının kendi cinsinden verilmesinin gerektiği görüşünde olan
Şâfıîler ile Hanbelîlerin delillerindendir. Diğer delilleri 1567 no'lu hadistir. O hadiste
zekât olarak verilmesi gereken yaştaki deve bulunmadığı takdirde bir yaş büyük veya
küçüğü verilip aradaki yaş farkının iki koyun veya yirmi dirhem gümüşle telâfi
edilmesi emredilmiştir. Şayet bedelinin ödenmesi kâfi gelseydi, Hz. Peygamber (s. a.)
böyle bir takdir yapmazdı.

Ebû Hanîfe'ye göre malın zekâtının kendi cinsinden ödenmesi şart değildir.



Binaenaleyh kıymetini vermek caizdir. Delili Sahih-i Buharı* d e geçen Tavûs'un
Muâz (r.a.) ile ilgili naklettiği hadistir. Muâz (r.a.) Yemen halkından arpa ve darı
yerine zekât olarak elbise istemiş ve bunun mal sahipleri için daha kolay, Medine'deki
müstehak sahâbiler için de daha faydalı olduğunu söylemiştir. Ayrıca 1567 no'lu
hadisin Şâfülerle Hanbelîlerin lehine değil de Hanefîlerin lehine delil olduğu
söylenmiştir. Şöyle ki: Yaş farkının iki koyun veya yirmi dirhem gümüşle telâfi
edilmesinin emredilmesi, kıymetinin verilebileceğine delâlet etmektedir. Zira o gün
için yirmi dirhem iki koyunun değeri olarak tesbit edilmiştir ki, zaman değiştikçe bu
değer değişebilir.

Hanefîler açıklamaya çalıştığımız bu 1599 no'lu hadisi ise, mal sahiplerine kolay
olanın gösterilmesine hamletmişlerdir. Dolayısıyla bu hadis kıymetin verilmesinin
caiz olmasına engel değildir.

Mâlîkilerden bu konuda zikredilen görüşlerin ikisi de nakledilmiştir.

Ebû Dâvüd, son cümlesinde zekâtı verilen malın bereket ve bolluğunu anlatmak

istemiştir.

Bu hadisten her malın zekâtı kendi cinsinden verilmesinin uygun olacağı hükmü
£1291

çıkarılabilir.
13. Balın Zekâtı

1600. ...Amr b.Şu'ayb, babası vasıtasıyla dedesinin şöyle dediğini rivayet etti:
Mut'ân oğullarından olan Hilâl, Resûlullah (s.a.)'e arılarının (balının) öşrünü getirdi ve
Selebe denen vadiyi kendisine koru olarak tahsis etmesini istedi. Resûlullah (s.a.)da o
vadiyi ona koru olarak tahsis etti. Ömer b. el-Hattâb halife olunca, Süfyan b. Vehb
Ömer b. el-Hattâb'a o vadinin durumunu sormak için mektup yazdı. Ömer de
(cevaben) şunları yazdı:

"Resûlullah (s.a.)'a anlarının (balının) öşrünü ödediği gibi sana da öderse, Selebe'yi
ona koru olarak tahsis et! Aksi takdirde o (arılar), yağmur(la biten bitkilerden geçinen)

UM

sinek gibi (sahipsiz)dir. İsteyen onların balını yer."
Açıklama

Mut'ân, bir kabilenin adıdır.

Ebû Hanîfe, Ahmed b.,Hanbel ve İshak bu hadisle istidlal ederek balda öşrün vâcib
olduğunu söylemişlerdir. Tirmizî, bu görüşü âlimlerin çoğundan nakletmiştir. Bu
görüş aynı zamanda Hz. Ömer, İbn Abbâs, Ömer b. Abdülaziz, Ebû Yûsuf ve
Muhammed'den de rivayet edilmiştir. Ancak Ebû Hanife bal öşür arazisinde elde
edilmişse miktarı ne olursa olsun zekâta tâbidir derken, Ebü Yûsuf miktar tayinine
gitmiştir. Ondan rivayet edilen bir kavle göre balın en azından beş yüz Irak rıth olması
gerekir. Diğer kavle göre balın, arpa gibi ölçülen en ucuz hububattan beş vesk
değerinde olması gerekir.

Muhammed'e göre bal, 1 80 Irak rıtlı olunca zekâta tabi olur.

Ahmed b. Hanbel ile Zübri'ye göre miktarı 160 Irak rıthdır. Daha az ise zekâta tâbi
değildir.

Mâlik, Şafiî, İbn Ebî Leylâ, İbnü'l-Münzir ve Sevrî'ye göre balın miktarı ve arazisi ne



olurstf olsun, zekâta tabi değildir. Bu görüş Hz.Ali, İbn Ömer b. Abdülaziz'den de
rivayet edilmiştir. İbn Abdi'l-berr, bu görüşün cumhurun görüşü olduğunu
söylemiştir. Bunlara göre bal, hayvandan elde edilip sıvı olması yönünden hayvan
sütüne benzer. Süt, zekâta tâbi olmayınca bu da zekâta tâbi değildir. Nakli delilleri ise,
şunlardır:

a. Mâlikin Muvatta'da Abdullahb. Ebi Bekr b. Hazm'dan rivayet ettiğine göre
Abdullah şöyle demiştir:

Ömer b. Abdülaziz'den Minâ'da iken babama bir mektup geldi. İçinde ona bal ile
atlardan zekât îalmaması emredilmişti!.

b. Abdurrezzak ile İbn Ebî Şeybe'nin Sahih senetle İbn Ömer'in azatlısı Nâfı'den
rivayet ettiklerine göre şöyle demiştir:

Ömer b. Abdülaziz beni Yemen'e âmil olarak gönderdi. Orada balın öşrünü almak
istedim de el-Muğîre b. Hakim es-San'anî: "Balda zekât yoktur" dedi. Bunun üzerine
durumu Ömer b. Abdilaziz'e yazdım, verdiği cevapta: "el-Muğîre doğru söylemiş, o
güvenilir bir kişidir. Filhakika balda zekat yoktur" dedi.

Bunlar balda öşrün vâcib olduğunu söyleyenlerin ileri sürdükleri (1600 no'lu) Hilâl
hadisini şöyle yorumlamışlardır:

Bal sahibi vadinin kendisine tahsis ve himaye edilmesi karşılığında bağışta
bulunmuştur. Bunun delili, Abdurrezzak'in Musannef inde İbn Cü-reyc'ten Rivayet
ettiği eserdir. O eserde HilâPin Resûlullah (s.a.)'a takdim etmiş olduğu balın öşür değil
de hediye olduğu açıkça belirtilmiştir.

el-Menhel yazarı bu konuyla ilgili görüş ve delilleri zikrettikten sonra şöyle der:
Balın zekâta tâbi olduğuna delâlet eden hadislerin hepsi hakkında bazı söylenti ve
şüpheler var. Nitekim İbnü'l-Münzir: "Balda zekâtın vâcib oluşuna dâir ne sıhhati sabit
bir hadis ne de icmâ' vardır. Bundan dolayı onda zekât yoktur" der. Buharî de Tarih
adlı eserinde: "balda zekâtın vâcib oluşu hakkında sahih bir hadis yoktur" demekle

imi

aynı şeyi te'yid etmiştir. Tirmizî de bu görüştedir.

1601. ...Abdurrahman b. el-Hâris el-Mahzûmî; "Babam bana Amr b. Şuayb'dan o da
babası vasıtasıyla dedesinden; Şebâbe'nin, Fehm kabilesinin bir kolu olduğunu rivayet
etti" dedi ve bir önceki hadisin benzerini zikretti. Ayrıca dedi ki: "Her on tulumdan bir
tulum (zekât verilecek)" bir de (Süfyan b. Vehb yerine) Süfyan b. Abdillah es-Sakafî,
dedi. "(Ömer bi el-Hattâb) onlara iki vadi himaye ediyordu" dedi ve şunu ilâve etti:
"Resûlullah (s.a.)'a ödediklerini Ömer b. el-Hattâb'a ödediler. O da onlara o iki

£1321

vadilerini himaye etti.
Açıklama

Şebâbe, Fehm kabilesinin bir kolu olup iyi balıyla meşhur olmuştur.

Bir önceki hadisin senediyle bu hadisin senedi Amr b. Şuayb'da birleşiyor. Bir önceki

hadisi Amr b. Şuayb'dan Amr b. el-Hâris el-Mısrî rivayet etmişken bu hadisi yine Amr

b. Şuayb'dan ama bu sefer el-Hâris el-Mahzûmî, ondan da oğlu Abdurrahman rivayet

etmiştir.

Bu hadis bir önceki hadisin benzeri olmakla beraber aralarındaki farklar şunlardır:
a. Bir önceki rivayette "Şebâbe, Fehm kabilesinin bir koludur" ifâdesi yok.



b. Bir önceki rivayette "her on tulumdan bir tulum" ifadesi yok.

c. Bir önceki rivayette Hz. Ömer (r.a.)'e mektup yazan zatın adı Süfyan. b. Vehb diye
geçmektedir. Bu rivayette ise, Süfyan b. Abdillah es-Sakafî diye geçmektedir, el-
Menhel yazarının ifâdesine göre doğrusu, bu rivayettir. Zira Süfyan b. Abdillah es-
Sakafî Hz. Ömer'in Tâif âmiliydi.

d. Bir Önceki rivayette Hz. Ömer'in onlara bir vadi himaye ettiği belirtilmiş, bu
rivayette ise, Hz. Ömer'in onlara iki vadi himaye ettiği belirtilmektedir.

e. Bir önceki rivayette, "Resûhıllah (s.a.)'a ödediklerini Ömer'e de ödediler. O'da

£1331

onlara o iki vadilerini himaye etti," ifadesi yoktur.

1602. ...Üsâme b. Zeyd'in Amr b. Şuayb'dan, O'nun da babası vasıtasıyla dedesinden
rivayet ettiğine göre "Fehm kabilesinden bir kol..." (Üsâme b. Zeyd bunu bir önceki)
el-Muğîre'nin (Abdurrahman b. el-Hâris'ten rivayet ettiği hadisin) mânâsında (rivayet
etti) ve dedi ki: "On tulumdan bir tulum (zekât verilecek)" bir de "onlara iki vadiyi

£1341

(himaye ediyordu)" dedi.
Açıklama

Bu rivayeti Taberânî, Ahmed b. Salih'ten tahrîc etmiştir. "On tulumdan bir tulum"
ifâdesi, Ebû Yûsuf un,

"balın nisabı, on tulumdur" görüşünü desteklemektedir. Ona göre her tulum elli Irak
rıtlıdır. Böylece daha önce belirttiğimiz beş yüz Irak ntlmm delili bu rivayetler
£135]

olmaktadır.

14. Asmadaki Üzümün Miktarını Tahmin Etmek

£1361

1603. ...Attâb b. Esîc 'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) ağaçtaki hurma tahmin
edildiği gibi asmadaki üzümün de tahmin edilmesini ve ağaçtaki hurmanın zekâtı kuru
hurma olarak alındığı gibi üzümün zekâtının da kuru üzüm olarak alınmasını emretti.
£İ3U



Açıklama

Hars: ağaçtaki yaş hurma ile asmadaki üzümden ne kadar kuru hurma ile kuru üzüm
çıkacağını tahminen tesbit etmektir. Bunun hikmeti şudur: Zekâta müstehak olanların
hurma ve üzüm gibi zekâta tâbi meyvelerde bir zekât hakları söz konusudur. Bunun
için meyveler toplanmcaya kadar sahiplerinin onlardan yararlanmamaları gerekir.
Oysaki onlardan yararlanmaktan men edilmeleri hâlinde zarara uğrarlar. Hem zekât
müstehaklarmm hem de meyve sahiplerinin zarar etmemeleri için hurma ve üzüm
olgunlaşmaya yüz tutunca devlet, bu işten anlayan zekât memurunu göndererek hurma
ağaçları ile asmalardan ne kadar kuru hurma ile kuru üzüm çıkacağım takdir eder. Bu
tesbitin yapıl-masıyle meyve sahipleri, meyvelerden istedikleri gibi yararlanabilirler.



Daha sonra meyveler devşirilince memurun o takdirine göre zekâtları, kuru hurma ve
kuru üzüm olarak verilir.

Bu hadis harsın meşru olduğuna delâlet etmektedir. Alimlerin çoğunun görüşü de
budur. Mâverdî der ki: "Harsın meşru oluşuna delil, kavli ve fiili sünnettir. Attâb'ın
hadisi kavli, Buhârî'nin hadisi de fiilîdir. Aynı zamanda Resûlullah (s.a.)'m hars
memurları vardı."

Attâb'm hadisinden maksat, bu (1603 no'lu) hadistir. Buhârî'nin hadisi ise şudur: "Ebû
Hamid es-Sâidî'den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

Resûlullah (s.a.) ile beraber Tebûk gazvesine katıldık. Resûlullah (s. a.) Kura vadisine
gelip de bir kadım bahçesinde görünce ashabına: "tahmin edin" dedi. Resûlullah
(s.a.)'da on veskin takdirini yaptı."

Harsın hüküm ve hangi meyveler için meşru kılındığı hakkında ihtilâf edilmiştir:

a. Mâlike göre hars sadece üzüm ve hurmada vâcibtir. Diğer meyvelerde hars yoktur.
Şureyh, Ebû Cafer ve bazı zahirîlerin de görüşü budur. Delilleri, hars ile ilgili bu ve
bundan sonraki hadislerdir. Resûlullah (s.a.)'in söz konusu hadislerdeki emrinin vücûb
ifâde ettiğini söylemişlerdir.

b. Şafiî ve Hanbelîlere göre hars, sadece üzüm ve hurmada vardır. Hükmü sünnettir.
Bunlar da aynı delilleri ileri sürmüşlerdir. Söz konusu emri, sünnete hamletmişlerdir.

c. Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına göre hars caiz değildir. Delilleri şunlardır:

1. Hars zan ve tahminden ibarettir.

2. Tahâvî'nin rivayet ettiğine göre Câbir (r.a.) şöyle demiştir: "Resûlullah (s.a.) harstan
nehyetti."

3. Harsın meşru oluşu ile ilgili bu ve bundan sonraki babta vârid olan hadisler, faiz
haram kılınmadan önceki zamana aittirler. Sonra neshedilmişlerdir.

Harsın meşru oluşunu söyleyen âlimler ise, bunlara şöyle cevab vermişler:

Hars Resûlullah (s.a.)'m hayatı boyunca devam etmiştir. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile Hz.

Ömer'in uygulamaları bunun apaçık bir delilidir.

Hattâbî, "Ashâb-ı Kiramın hepsi harsı caiz görmüşlerdir. Uygulamaları da buna
göredir. Onlardan buna muhalefet eden bir kimsenin olduğu duyulmamıştır" demiştir.
Hadisteki "zekâtları kuru hurma ve kuru üzüm olarak alınır" ifâdesinden anlaşıldığına
göre hurma ve üzümün zekâtı kurutulduktan sonra verilir. Bunlardan kurutulmaya
elverişli olmayanlarına gelince Ebû Hanife'ye göre miktarı ne olursa olsun, diğer
meyveler gibi zekâtı yaş veya kıymet olarak verilir.

Ebû Yûsuf ile Muhammed'e göre bunlar zekâta tâbi değildir. Çünkü kendiliğinden bir

£1381

yıl kalamayan meyvelerde onlara göre zekât yoktur.

Mâlikîlere göre ise kurutulmaya elverişli olmayan hurma ve üzüm, satılırsa, zekâtı
bedelinden verilir. Satılmazsa olgunlaştığı günkü kıymetine göre verilir. Meyve olarak
verilemez.

Şafiî ve Hanbelîlere göre kurutulmaya elverişli olmayan hurma ve üzüm de zekâta
tâbidir. Zekât memuru zekâtını o meyveden alıp müstehaklanna verebildiği gibi
meyveyi satıp bedelini de verebilir.
Ebû Davud'un bir sonraki hadiste belirttiği gibi;

Sâid b. el-Müseyyeb, Attâb'a yetişmediği için bu (ve bir sonraki) hadisin senedinde
inkıta' vardır. el-Münzirî, "Senedin inkitâı açıktır. Zira Saîd, Ömer (r.a.)'in hilâfetinde

£1391

doğmuştur. Attâb da Ebu Bekir (r.a.)'in vefat ettiği gün vefat etmiştir" der.



Bazı Hükümler



1. Üzüm ve hurmanın zekâtı, tahmin edilerek takdir edilmelidir.

2. Hurmanın zekâtı kuru hurma, üzümün zekâtı da kuru üzüm olarak verilmelidir.
[140]

1604. ...Muhammed b. Salih et-Temmâr, İbn Şihâb'dan aynı senet ve mana ile (bir
önceki hadisi) rivayet etti.

Ebû Dâvûd dedi ki: Saîd (b. el-Museyyeb) Attâb'dan herhangi bir şey duymamıştır.
£140

15. Ağaçtaki Meyvenin Miktarını Tahmin Etmek

1605. ...Abdurrahman b. Mesûd'dan; demiştir ki: Sehl b. Ebî Hasme meclisimize geldi
ve şöyle dedi:

Resûlullah (s. a.) bize şunu emretti: "(Ağaçlardaki meyvelerin miktarını) takdir
ettiğiniz zaman (olgunlaştıktan sonra onları) toplayın ve üçte birini bırakın. Eğer üçte
birini bırakmazsanız veya (onu bırakmayı uygun) bulamazsanız, dörtte birini
£1421

bırakın."

[143]

Ebû Dâvûd dedi ki: Tahmin eden (memur) üçte bîrini, işçilik için bırakır.
Açıklama

sözü şerhlerde birkaç şekilde açıklanmıştır:

1. Zekât memuru ağaçlardaki meyveleri takdir edip zekât miktarını öğrendiğiniz
zaman, onlardan istediğinizi koparabilirsiniz. " = koparın" emri ibaha içindir.

2. Ağaçlardaki meyveleri takdir ettiğiniz zaman sahiplerine onlardan koparmalarına
müsaade edin.

3. Ağaçlardaki meyveleri takdir edip sonra sahipleri onları topladığı zaman zekâtını
alın. "kopardılar, topladılar" fiili, mazidir; fı'lü'ş-şart'm üzerine atfedilmiştir. Cevabü'ş-
şart ise, mahzuftur.

4. kelimesi, bazı nüshalarda "alın" şeklinde geçmektedir. Anlamı: Ağaçlardaki
meyveleri takdir ettiğiniz zaman olgunlaşmca zekâtını alın.

"üçte birini bırakın" ifâdesi de şöyle yorumlanmıştır:

a. Meyvelerin üçte birini sahiplerine bırakın, zekâtını almayın. Çünkü bir kısmı
çürümekte ve kuşlar tarafından yenilmektedir. Meyvelerin tümünün zekâtı alınacak
olursa sahipleri zarar eder.

Ahmed b. Hanbel ile İshak bu görüştedirler.

b. Meyvelere düşen zekâtın üçte birini bırakın. Sahibi onu akraba ve komşularına
bizzat kendisi zekât olarak versin ki, ayrıca onlara bir şey vermek mecburiyetinde
kalıp da zarar etmesin. Mâlik, Süfyân ve Şafiî bu görüştedirler.

Zekât memuru, meyve sahibi ile meyvenin durumuna göre ya üçte biri ya da dörtte



birini bırakır.

Bu hadis de bir önceki hadis gibi harsın meşru olduğuna delâlet etmektedir. Ancak
senedindeki Abdurrahman b. Mesûd hakkında bazı söylentiler vardır. Hâkim, hars ile
ilgili diğer hadislerin bu hadisi kuvvetlendirdiğini, dolayısıyla isnadmmm sahih
olduğunu söylemiştir.

ifadesi,bazı nüshalarda yoktur.Harefe kelimesi, meyveyi koparıp toplayan kişi

£144]

anlamına gelen "hârif ' kelimesinin çoğuludur.
Bazı Hükümler

1. Hars yani ağaçtaki meyvenin miktarının tahmin edilmesi meşrudur.

2. Fakirlerin hakları gözetilmelidir.

3. Meyvelerin üçte biri veya dörtte biri sahiplerine bırakılmakla onlara şefkat

£145]

gösterilmiştir. Mal sahiplerine güzel muamelede bulunmak da teşvik edilmiştir.

16. Ağaçtaki Hurmanın Miktarı Ne Zaman Tahmin Edilir?

1606. ...Aişe (r.a.)'den; Hayber'in durumunu anlatırken şöyle demiştir:

£1461

Resûlullah (s. a.) Abdullah b. Revâha'yı yahudüere gönderirdi de o, hurma

£1471

olgunlaşmca ondan yenmeden önce miktarını tahmin ederdi.
Açıklama

Hayber'in durumundan maksad, onun fethinde meydana gelen olaylardır.

Hayber, Medine-i Münevvere'nin kuzeyinde 70 km. uzaklıkta bulunan bir bölgenin

adıdır. Kale ve hurma bahçeleriyle meşhur olan bu bölge hicri VII. yılda

fethedilmiştir. Hz. Peygamber Hudeybiye seferinden döndükten sonra oraya sefer

düzenlemiş kalelerini fethetmiş en son kaleyi de fethetmek Ali (r.a.)'ye müyesser

olmuştur.

İbn Mâce'nin bu hadisin mânâsına yakın İbn Abbâs'tan rivayet ettiği hadiste
Peygamber (s.a.)'in Heyber'i fethettikten sonra toprağının işletilmesinin yahudilere
verilmesi ve toplanan meyvenin yarısının onlara bırakılması üzerine anlaştığı ayrıca
hurmaların toplanma zamanı gelince Abdullah b. Revaha'yi hars için onlara

£1481

gönderdiği bildirilmektedir.
Bazı Hükümler

1. Hars yani ağaçtaki meyvenin miktarının tahmin edilmesi meşrudur.

2. Hurmanın hars vakti, olgunlaşmaya başladığı zamandır.

3. Hars işinde haber-i vâhid yani işin ehli ve güvenilir tek bir memurun verdiği haber
kâfidir. Mâlikîler, Hanbelîler ve bir grup Şâfiîler bu görüştedirler. Şâfıîlerden bir



£1491

başka grup iki kişinin olması lâzım geldiğini söylemişlerdir.



17. Zekât Olarak Verilmesi Caiz Olmayan Meyveler

1607. ...Ebu Ümâme b. Sehi, babasının şöyle dediğini haber vermiştir:

£1501

Resûlullah (s. a.) zekâtta âdi ve ufak hurmaların alınmasını yasakladı.

Zührî dedi ki: Peygamber (s.a.)'in yasakladığı bu hurmalar Medine hurmasının iki

çeşididir.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi Ebu'l-Velîd, Süleyman b. Kesir -Zuhri senediyle merfu'

[151]

olarak rivayet etmiştir.
Açıklama

Cu'rûr, çok âdi bir hurmanın adıdır. Levnu'l-Hubeyk ise, oldukça ufak âdi bir
hurmadır.

Zûhrî'nin ifâdesinde bu iki çeşit hurmanın Medine-i Münevvere hurmasından olduğu
bildirilmektedir. Levneyn kelimesinden iki çeşit kast edilmiş olup mahzuf bir fiilin
mefûlu veya "Cu'rûr ile levnu'l-hubeyk"ten bedeldir.

Peygamber (s.a.)'in bu nehyinden mal sahibinin iyi hurmanın yerine âdisini
vermesinin caiz olmadığı anlaşılmaktadır. Bu durum zekâta tabi olan diğer mallarda
da aynıdır.

Ebû Dâvûd bu hadisin Ebu'l-Velîd tarafından rivayet edildiğini söylemekle onun
muttasıl olarak rivayet edildiğine işaret etmiş olmaktadır. Dârekutnî de onu muttasıl

£1521

olarak rivayet etmiştir.

1608. ...Avf b. Mâlikten; demiştir ki: -Resûlullah (s. a.) elinde bir asâ ile yanımıza
mescide girdi. Bizden bir adam (zekât olarak getirdiği) âdi bir kuru hurma salkımı
asmıştı. Resûlullah (s.a.) asâ ile hurma salkımını dürttü ve şöyle buyurdu:

"Bu zekâtın sahibi dileseydi, bundan iyisini zekât olarak verebilirdi. Bu zekâtın sahibi

Lİ53J

kıyamet günü âdi kuru hurma yiyecektir."
Açıklama

Kına, hurma salkımı anlamına gelmekte ve "kana, kmv, kunv." şeklinde de ifade
edilmektedir. "Haşef ' ise âdi-bozuk kuru hurmadır.

İbn Mâce'nin el-Berâ b. Azib'ten rivayet ettiği bir hadiste57 Mescid-i Nebevî'nin
içindeki iki direk arasına gerilen bir ipe zekât hurma salkımları asıldığı ve fakirlerin
onlardan yediği bildirilmektedir. îşte böyle zekât olarak getirilip asılan hurma
salkımlarının âdi-bozuk olduğunu gören Resûlullah (s.a) normal hurmadan zekât
verebildiği halde âdi hurmadan zekât veren adama ceza olarak âhiret gününde âdi-
bozuk hurma yedirileceğini bildirmiştir.

Bu hadis, malın âdisini zekât olarak vermenin caiz olmadığına delâlet etmektedir.



Ancak 1567 no'lu hadisin açıklamasında geçtiği gibi şayet malın hepsi âdi ve kötü ise,

[1541

ondan zekât verilebilir.



18. Fıtır Sadakası

1609. ...İbn Abbâs (r.a.)'dan; demiştir ki:

Resûlullah (s. a.) fıtır sadakasını oruçluyu faydasız ve müstehcen söz ve fiillerden
temizleyici, fakirlere de yiyecek olmak üzere farz kıldı. Kim onu bayram namazından
önce verirse, o kabul olunmuş bir zekâttır. Kim de onu bayram namazından sonra

Iİ55J

verirse, o sadakalardan bir sadakadır.
Açıklama

Fıtır oruç açmaktır. Şevval ayının ilk günü olan Ramazan bayramının birinci gününde
oruç tutulmayıp iftar edildiği için ona fıtır günü, o gün verilmesi gereken sadakaya da
fıür sadakası denilmiştir. Buna "fıtır zekâtı, fitre, oruç sadakası, Ramazan sadakası ve
baş zekâtı" da denilmektedir. Fıtır kelimesi, orucun zıddı olarak İslâm'dan önce
kullanılmışsa da terkib olarak İslâmdan sonra kullanılmış, dinî bir ıstılahtır.
Istılahta fıtır sadakası, belirli bir surette zekât müstehaklarma verilen bir miktardır.
Fıtır sadakası Ramazan orucunun farz kılındığı yıl olan hicrî II. yılda meşru
kılınmıştır. Oruç Şaban ayında, fıtır sadakası da Ramazan bayramından iki gün önce
vâcib olmuştur.

Hadiste geçen diğer kelimelere gelince:
Lağv: Faydasız söz ve fiildir.

Refes; müstehcen ve pis sözlerdir. Cinsî münâsebet anlamında da kullanılmaktadır.
Ancak burada kast edilen mana birincisidir.

kelimesini cumhur, "Farz kıldı" anlamında kabul ederken Hanefîler, onu dildeki hakiki
mânâsı olan "tayin ve takdir etti" anlamına almış ve fıtır sadakasının farz değil, vâcib
olduğunu söylemişlerdir.
Ibn Abdilberr bu konuda şöyle demektedir:

"ibn Ömer hadisindeki (1611 ve 1612 no'lu hadisler) kelimesinin, iki manaya ihtimâli
vardır:

a. Dini bir ıstılah olarak "farz kıldı" mânâsı,

b. Dildeki asıl mânâsı olan "takdir etti" anlamı. Buna göre hadisteki ilgili cümlenin
mânâsı "Resûlullah (s. a,) fıtır sadakasının miktarını takdir ve tayin elti" oluyor. Ancak
bence birinci ihtimal olan vücub manası ikinci ihtimal olan takdir mânâsından daha
kuvvetlidir. Çünkü farz kelimesi kullanıldığı zaman dinde ondan vücûb mânâsı kast
edilmektedir. Bu kelimenin başka manaya alınması ancak icma' ile olabilir. Halbuki
hadisteki farzı vâcib manasından ayıran ve fıtır sadakasının vâcib (farz) olmadığına
delâlet eden bir icma' yoktur."

İbn Dakiki'l-İyd de bu manaya yakın bir açıklamada bulunuyor ve diyor ki:
"İbn Ömer hadisindeki farzın lügatte asıl manası takdirdir. Bilâhere dinde vücub
manasına nakledilmiştir. Doiayisıyle farzı vücûba hamletmek, asıl mânâsı olan takdire
yormaktan daha doğrudur. Farzı takdir mânâsına hamlederek fıtır sadakasının sünnet
olduğunu söylemek yanlıştır."



Cumhura göre farz ile vâcib aynı şey olup kat'î veya zannî bir delil ile yapılması
kesinlikle istenen şeydir. Binaenaleyh fıtır sadakası, zekât gibi farzdır.
Hanefîlere göre ise, farz ve vâcib ayrı şeylerdir. Sübût ve'delâleti kat'î olan bir delil ise
sabit olana farz; sübut veya delâleti zannî olan bir delil ile sabit olana da vâcib denir.
Fıtır sadakası, haber-i vâhid ile sabit olduğu için delili, zannîdır. Doiayısıyle fıtır
sadakası vâcibtir, farz değildir.

İbn Uleyye ile Ebu bekr b. Keysân el-Esamm'a göre fıtır sadakası, zekât farz
kılınmadan önce farzdı. Zekâtın farz kılınmasıyla farziyyeti neshedilmiştir. Delilleri
Nesâî, İbn Mâce'nin Kays b. Sa'd'den rivayet ettikleri şu hadistir:
"Rasûîuîlah (s. a.) zekât farz olmadan önce bize fıtır sadakası vermemizi emretti. Sonra
zekât emri inince, bize ne emretti, ne de men'etti. Biz onu vermeye devam
Lİ561

ediyorduk."

Ancak, "bunda fıtır sadakasının neshedildiğine delâlet eden bir delil yoktur. Çünkü
daha önce verilmiş olan emir ile yetinilmiş olma ihtimali vardır. Ayrıca bir farzın inişi,
başka bir farzın kalkmasını gerektirmez" denilmiş ve- iddiaları reddedilmiştir.
" = oruçluyu temizleyici" sözündeki "sâim" kelimesi, bazı nüshalarda "sıyâm"
şeklinde geçmektedir. Sâim, oruç tutan; sıyâm ise oruç demektir. Buna göre mana
"orucu temizleyici" olur.

Hasan el-Basrî, bu hadisin zahirî mânâsına bakarak, fıtır sadakasının sadece oruç
tutması farz olanlara farz olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla ona göre çocuklarla
deliler için fıtır sadakası gerekmez. Fakat âlimlerin çoğu çocuklarla deliler için de fıtır
sadakasının verilmesinin gerekli olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu sadakanın meşru
oluşunun hikmetlerinden biri kusur ve günahlardan arındırmak, diğeri fakirlerin
yemek ihtiyacını karşılamaktır. Her ne kadar birinci hikmet mevcut değilse de, ikinci
hikmetin varlığı kâfidir. Ayrıca İbn Ömer'in (1612 no'lu) hadisinde ve diğer hadislerde
onun küçüğe de büyüğe de farz olduğu bildirilmektedir.

Bayram namazından önce verilen fıtır sadakası, sevabı tam olarak Allah katında
makbul olan bir zekâttır. Bayram namazından sonra verilen fıtır sadakası ise, sair
zamanlarda verilen sadakalar gibidir. Buna göre namazdan sonra verilenin savabı
diğerinden azdır. Alimler bunda ittifak etmişlerdir.

Bu hadisten bayram namazından sonra verilen fıtır sadakasının kabul olmayacağı
anlaşılmamalı, onnu da geçerli olduğu hakkında icmâ vardır. Bu konuyla ilgili

Lİ5U

hükümler bundan sonraki hadisin açıklamasında verilecektir.
Bazı Hükümler

1. Fıtır sadakası meşrudur. Cumhura göre farz, hanenlere göre vacıbtır.

2. Fıtır sadakasının meşru oluşunun hikmetleri, oruçluyu kusur ve günahlardan
arındırmak ve fakirlerin yemek ihtiyaçlarını karşılamaktır.

3. Bayram namazından önce verilmesinin sevabı ondan sonra verilmesinin sevabından

Lİ581

daha fazladır.



19. Fıtır Sadakası Ne Zaman Verilir?



1610. ...İbn Ömer (r.a.) den; demiştir ki:

Resûlullah (s.a.) bize fıtır sadakasının, halk bayram namazına çıkmadan önce
verilmesini emretti.

0591

Nâfı' dedi ki: İbn Ömer onu bayramdan bir veya iki gün önce verirdi.
Açıklama

Bu hadis, fıtır sadakasının vaktinin bayram namazından önce olduğuna delâlet
etmektedir. Ancak söz konusu ön-
celik belirli bir zamanla sınırlandmlmadığı için vâcib olduğu vakit hususunda, ihtilâf
edilmiştir:

1. Ebû Hanife ve bir rivayete göre Malik: "Fıtır sadakası, bayram sabahı fecrin
doğması ile vâcib olur" demişlerdir.

2. Sevrî, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve İshâk'a göre, fıtır sadakası Ramazan ayının son
gününde güneşin batması ile vâcib olur. Mâlik de diğer rivayete göre bu görüştedir.
Buna göre güneşin batmasından sonra ve fecrin doğmasından önce doğan bir çocuk
için birinci şıktaki âlimlere göre fıtır sadakasını vermek vâcib, diğerlerine göre vâcib
değildir.

Resûlulîah (s.a.)'m fıtır sadakasının bayram namazına çıkmadan evvel verilmesini emr
buyurmaları onun müstehap olan verilme zamanını bildirmedir, dolayısıyla emir,
vücûb için değil, istihbâb içindir. İbn Ömer, İbn Abbâs, İbn Ebî Rebâh, İbrahim en-
Nehaî, İkrime, Dahhâk, İbn Uyeyne, Mâlik, Şafiî İshâk, Ebû Hanife ve arkadaşları bu
görüştedirler. Sahih-i Buhârî sarihi Aynî bu konuda bir ihtilâfın olmadığını söylüyor.
Hattâbî de icmâ bulunduğunu bildiriyor.

Fıtır sadakasının bayramdan bir-iki gün önce verilmesinin caiz oluşu hususunda da
ashâb-ı kiramın icmâımn bulunduğu bildirilmiştir. Ancak bundan da daha önce
verilmesi hakkında ihtilâf edilmiştir:

a. Mâlik, Kerhî ve meşhur kavle göre Hanbelîler: "Bayramdan en çok iki gün önce
verilebilir. Ondan da önce vermek caiz değildir" demişlerdir.

b. Bazı Hanbelî alimlere göre ramazan ayının yansından sonra vermek caizdir.

c. Şafiî'ye göre Ramazanın birinci gününden itibaren verilebilir.

d. Hanefîlere göre bunun belirli bir müddeti yoktur. Daha önce istenildiği vakitte
verilebilir.

Fıtır sadakasının bayramın birinci gününde bayram namazından sonra verilmesinin
hükmüne gelince:

a. Şafıîler, Hanbelîler, bir kavle göre Mâlikîler, Atâ ve İshâk'a göre kerahetle caizdir.

b. Mâlikîlerin meşhur kavline göre caizdir. Ama efdal olan onu namazdan sonraya
bırakmamaktır.

c. Hanefîlere göre kerâhetsiz caizdir.

d. Zahirîlere göre haramdır.

Bu sadakayı bayramın birinci gününden sonraya bırakmak ise, dört mezhebe ve
âlimlerin çoğuna göre haramdır. Kaza edilmesi gerekir. Hane-fîlerden Hasan b. Ziyâd

£160]

ile Davud-i Zâhirî'ye göre, kaza edilmesi de mümkün değildir.



20. Fıtır Sadakasının Miktarı Nedir?



1611. ...İbn Ömer (r.a.)den rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s. a) fıtır sadakasını
farz kıldı...

Abdullah b. Mesleme, Mâlik'den kıraat yoluyla aldığı rivayette şöyle dedi: "Fıtır
sadakası Ramazanda müslümanlardan her hür veya köle, erkek veya kadın üzerine bir

UM]

sâ' kuru hurma veya bir sâ' arpadır."
Açıklama

imam Mâlik bu hadisi Abdullah b.Mesleme'ye iki kere rivayet etmiştir. Birinde
Mâlik, onu kendisi okuyarak

(tahdîs) diğerinde Abdullah okumuş Mâlik de dinleyip (kıraaten) rivayet etmiş.
Hadisin metninde önce birinci rivayet sonra kıraat yoluyla alman rivayeti verilmiştir.
Ancak birinci rivayetin tamamı verilmeyip sadece baş tarafı verilmiştir. Çünkü ikinci
rivayetteki ile aynıdır.

Sâ': Dört müdd'e eşit bir ölçektir. Bunda âlimler arasında ittifak vardır. Bir sâ'nm gram
olarak hesabı 1559 no'lu hadisin açıklamasında verilmiştir. Bir müdd'ün kaç gram
olduğunu bulmak için bir sâ'm gram tutarını dörde bölmek kâfidir. Şöyle ki:

1. Ebû Hanife, Muhammed ve Irak fıkıhçılarma göre:

Bir sâ" dirhem-i örfi (ei-Menhel yazarına göre 3,12 gr.) ye göre 3,244. Kg. Bir müdd:
3,244:4 = 811 gr.'dır.

2. Şâfıflerle Hanbelîlcre göre:

Bir sâ' dirhem-i örfiye göre 2,140 kg. dır. Bir müdd: 2,140:4-535 gr.dır.

3. Mâlikîlere göre:

Bir sa' dirhem-i örfiye göre 2,130 kg.dır.
Bir müdd: 2,130:4 = 532,5 gr.'dır.

Bu hadisteki ifâdesinin zahirî mânâsma göre her hür ve köle'ye kendi fıtır sadakasını
vermesi gerekir. Davud-i zâhirî'nin görüşü budur. Ona göre efendiye, kölesinin farzları
edâ etmesini sağlamak vâcib olduğu gibi, fıtır sadakasını vermesi içinde onun çalışıp
kazanmasına müsaade etmesi vâcibtir.

Cumhur ise, kölenin fıtır sadakasının bizzat kendisine değil de, efendisine ait
olduğunu söylemiştir. Delilleri köle zekâtı babında geçen 1594-1595 no'lu hadislerdir.
O hadislerde fıtır sadakası hariç, müslümana kölesinden dolayı zekât gerekmediği
bildirilmektedir. Binaenaleyh "her hür veya köle üzerine" ifâdesini "her hür veya köle
için" şeklinde anlamışlardır.

Hadisteki "erkek veya kadm üzerine" ifadesinin zahirî anlamına göre, erkeğe fıtır

sadakası gerekdiği gibi kadının da evli olsa bile fıtır sadakasını kendisinin vermesi

gerekir. Ebû Hanife arkadaşları Sevrî ve İbnu'l-Münzir bu görüştedirler.

Mâlik, Şafiî, Ahmed b. Hanbel el-Leys ve îshak ise, evli kadının fıtır sadakasını

nafakasından saymış ve onun kendisine değil de kocasına farz olduğunu

söylemişlerdir.

"müslümanlardan" sözü, fıtır sadakası vermesi gereken kişinin müslüman olmasının
şart olduğuna, dolayısıyle müslüman olmayana gerekmediğine delâlet etmektedir. Bu
hususta âlimler arasında ittifak vardır.

Cumhura göre efendisi kâfir olan müslüman köle için fıtır sadakası vacib değildir.
Ahmed b.Hanbel'e göre ise, vâcibtir. Çünkü o köle müslümandır.



Efendisi müslüman olan kafir köle için de fıtır sadakası Mâlik, Şafiî, Ahmed b. Hanbel
ve Ebû Sevr'e göre vâcib değildir. Çünkü o köle, müslüman değildir. Ömer b.
Abdilazaz, Mucâhid, Said b.Cübeyr, Nehaî, Sevrî, İshak ve Hanefî alimiere göre
vâcibtir. Çünkü sadakayı veren köle değil, efendisidir. Efendisi ise, müslümandır.
£1621

1612. ...Abdullah b. Ömer'den demiştir ki:

Resûlullah (s.a.) fıtır sadakasını bir sâ olarak farz kıldı. (Râvi) Ömer b.Nâfı', Mâlik'in
(rivayet ettiği bir önceki hadisin) mânâsını zikretti ve "küçüğe ve büyüğe" (sözüyle)
"halk bayram namazına çıkmadan önce verilmesini emretti" (sözünü) ilâve etti.
Ebû Dâvûd dedi ki: Abdullah el-Umerî'nin Nâf i'den yaptığı rivayette "her
müslümana" demiştir.

Said el-Cümehî'nin Ubeydullah'tan, O'nun da Nâfi'den yaptığı rivayette ise Nafi
"müslümanlardan" demiştir.

£1631

Ubeydullah'tan meşhur olan rivayette "müslümanlardan" (sözü) yoktur.

1613. ...Abdullah b. Ömer'den rivayet edildiğine göre; Resûlullah (s.a.) fıtır sadakasını
küçüğe, büyüğe, hür ve köleye arpa ve kuru hurmadan bir sâ'olarak farz kılmıştır.
(Râvî) Musa (b. İsmail, buna) "erkeğe ve kadına" kelimelerini ilâve etti.

Ebû Dâvûd dedi ki: Eyyûb ve Abdullah el-Umerî de Nâfi'den rivayet ettikleri bu

£1641

hadiste * 'erkeğe ve kadına" (sözünü/zikrettiler.

1614. ...Abdullah b. Ömer'den; demiştir ki:

Halk, Resûlullah (s.a.) zamanında fıtır sadakasını arpa, kuru hurma, Peygamber arpası

ve kuru üzümden bir sâ' olarak verirlerdi.

Nâfıdediki:

Abdullah b. Ömer: "Ömer, (Halife) olup buğday çoğalınca yarım sâ' buğdayı o

£1651

şeylerden bir sâ yerine (bedel) kıldı" dedi.
Açıklama

Süit: Buğdaya benzeyen kılçıksız bir arpa çeşididir.Asım Efendinin Kamus

Tercemesi'ndeki beyânına göre, türk-

çede buna "Peygamber arpası" denilmektedir.

Bu hadis fıtır sadakasının arpa, kuru hurma ve kuru üzümden bir sâ, buğdaydan da
yarım sâ olarak verildiğine delâlet etmektedir. Bu konu bundan sonraki babta
£1661

işlenecektir.

1615. ...Nâfi'den; demiştir ki

Abdullah b. Ömer: "Halk, daha sonra yarım sâ buğdayı (o şeylerden bir sa'a) denk
£1671

tuttular" dedi.



Nâfı' dedi ki:

Abdullah b. Ömer kuru hurma verirdi. Bir sene (beliren hurma kıtlığından dolayı)

[1681

Medine'liler kuru hurma bulamadılar da arpa verdiler.
Açıklama

"Daha sonra" sözü ile "halkın arpa, hurma ve kuru üzüm vermelerinden sonra"
manası kastedilmiştir.

ifadesinde Medine'lilerin o sene hurma mahsûlü alamadıkları ve sadaka olarak vermek

£1691

için onu bulamadıkları anlatılmıştır.

1616. ...Ebû Saidi'l-Hudrî (r.a.)den; demiştir ki:

Resûlullah (s,a.) aramızda iken biz fıtır sadakasını her küçük, büyük hür ve köle için
yiyecekten bir sâ veya keşten bir sâ\ yahut arpadan bir sâ, ya da kuru hurmadan bir sâ
veya kuru üzümden bir sâ' olarak verirdik. Bunu (halife) Muâviye hac veya umre
yapmak için (Medine'ye) gelip de minberden halka konuşma yapıncaya kadar böyle
vermeye devam ettik. Onun halka yaptığı konuşmada şu söz de vardı:
Ben, şam buğdayından iki müddün, bir sâ kuru hurmaya denk olduğu görüşündeyim.
Bunun üzerine halk, bunu (esas) aldı. Ebû Said dedi ki:

Bana gelince yaşadığım müddetçe (hayatımın) sonuna kadar onu (eskisi gibi) vermeye

im

devam edeceğim.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi İbn Uleyye, Abde ve başkaları İbn îshak'tan, o da
Abdullah b. Abdullah b. Osman b. Hâkim b. Hizam' dan, o da İyâz'dan, O da Ebû
Said'den aynı mânâda rivayet etti. Ve onda bir adam İbn Uleyye'den yaptığı rivayette:

imi

"veya bir sâ* buğday" (sözünü) söyledi ki o söz, mahfuz değildir.
Açıklama

"Resûlullah (s.a.) aramızda İken" sözünde Resûlullah (s.a.)'m onların fıtır sadakası
olarak ne verdiklerinden haberdâr olduğunu ve buna itiraz etmediğine işaret
edilmiştir. Bu itibarla hadis merfû' hükmündedir.

"Taam" kelimesinin sözlük manası, azık türünden olan yiyecektir. Buna göre bu
kelime, buğday, arpa ve hurma gibi yiyecek maddelerinin tümünü kapsar. Hal
böyleyken bu kelimeden sonra arpa, hurma, keş ve kuru üzümün zikredilmesi, o
devirde yiyecek maddelerini bunlar teşkil ettiği içindir.
Hattâbî bu konuda şöyle demektedir:

"Bazıları söz konusu taamın, buğdaya mahsus bir isim olduğunu söylemişlerdir. Bu
hadiste keş, arpa, kuru hurma, ve kuru üzümün zikredilip onların en kıymetli azığı
olan buğdayın zikredilmemesi bunun bir delilidir. Eğer bu kelimeden buğday
kastedilmemiş olsaydı ayrıca o da zikredilirdi. Bu kelime, mutlak olarak kullanıldığı
zaman buğday anlamını ifâde eder ki, "ta'âm çarşısına git" sözünden örfte "buğday
çarşısına git" mânâsı anlaşılır."

İbnu'l-Münzir, Hattâbî'nin bu görüşünü reddederek şöyle demiştir:



"Bir arkadaşımız Ebû Said'in hadisindeki "taamden bir sâ" sözünü fıtır sadakasının
buğdaydan bir sâ' olarak verildiğini söyleyenlerin lehine delil saymıştır. Fakat bunda
yanılmıştır. Çünkü Ebû Said taam kelimesini önce mücmel olarak kullanmış sonra onu
keş, arpa, kuru hurma ve kuru üzümle açıklamıştır. Bunu da Buhârî'nin Hafs
b.Meysere tarikiyle Ebû Saîd'den rivayet ettiği şu hadisle te'yid etmiştir:
"Peygamber (s. a.) zamanında Ramazan bayramının ilk gününde bir sâ taam verirdik.
Bizim taamımız arpa, kuru üzüm, keş ve kuru hurma idi."

Alimlerin çoğu, bu kelimenin genel mânâsı olan yiyecek anlamında kullanıldığım
söylemişlerdir."

kelimesi, Süfyan es-Sevrî gibi âlimler tarafından "kaymağı alınmadan süzülüp
kurutulan yoğurttur" diye açıklanmıştır Sahih-i Buharı şârihi Aynî: "Ekit, süzülüp taş
gibi katılaştırılan yoğurttur. Bununla yemek pişirilir. Türkçesi "karakuruf'tur.
Türkmenler arasında ise "kurut" diye anılır" demiştir. Asım Efendi de Kâmûs
Tercemesi'nde buna türkçede "keş" denildiğini ifade etmektedir. Süneni Ebû Dâvûd
şerhlerinden el-Menhel ile Bezlu'l-mechûd'da bunun Arapça'daki bir diğer adının
"keşk" olduğu bildirilmektedir.

Keş'in fıtır sadakası olarak verilip verilmeyeceği hususunda ihtilâf edilmiştir. Bu
hadise göre verilebilir. Mâlik bu görüştedir.

Şafiî, keş'in fıtır sadakası olarak verilmesini uygun görmemekle beraber, tam bir sâ
verilmesi halinde fıtır sadakasının tekrar verilmesinin gerektiğine bir delilin
olmadığını söylemiştir.

Hanefîlere göre, keş ancak kıymet itibarı ile verilebilir. Binaenaleyh kıymeti, fıtır
sadakası olarak verilen maddelerin kıymetinden az ise, verilmesi caiz değildir. Zira
keşden fıtır sadakasının verildiğine dair güvenilir bir delil yoktur.
Hasan el-Basrî'ye göre fıtır sadakasının keşten verilmesi caiz değildir.
İki müddün yarım sâ oluşunda ihtilâf yoktur.

el-MenhePde; "yarım sâ buğdayın bir sâ' arpa, kuru hurma, kuru üzüm ve keş'e denk
kabul edilmesi Hz. Muâviye'nin bir içtihadıdır" denilmektedir.

Fıtır sadakasının buğdaydan yarım sâ' olduğunu söyleyen müctehidler bu hadise

dayanmışlardır. Ashab-ı Kiramın Hz.Muâviye'nin görüşüne uymaları, icma' kabul

edilmiştir. Dolayısıyla Ebû Said'in ona uymaması bu icmâa zarar vermemiştir. Çünkü

Ebû Said'in kendi uygulamasını söylemesi, bunun vâcib olduğunu ifâde etmez.

İbn Huzeyme rivayetinde Hz.Muâviye'nin o dönemde halife olduğu, İbn Mâce

rivayetinde de Medine-i Münevvere'ye gittiği ve konuşmayı orada yaptığı

bildirilmiştir.

Lİ721

Hadiste geçen "bir adamadan maksad, Yakub b. İbrahim ed-Devrekıy'dir.
Bazı Hükümler

1. Fıtır sadakasının kuru hurma, kuru üzüm, arpa veya keşten bir sa olarak verilmesi
caizdir.

2. Fıtır sadakası, buğdaydan yarım sâ' olarak verilir.

JT73]

3. Fıtır sadakası küçük-büyük, hür ve köleye vâcibtir.



1617. ...Müsedded'in İsmail'den yaptığı rivayette "buğday" sözü edilmedi.



Ebu Dâvûd dedi ki: Muâviye b. Hişam bu hadisin -Sevrî'den o da Zeyd b. Eşlem 'den,
o da îyaz'dan o da Ebû Said'den yaptığı-rivâyetinde ("yiyecekten bir sâ" yerine)
"buğdaydan yarım sâ" (sözünü) zikretti. Halbuki bu söz, Muâviye b. Hişam'dan veya

£1741

ondan rivayet edenden (meydana gelen) bir hatadır.

1618. ...tyaz (b. Abdillah) dedi ki: Ebû Saîd el-Hudrî'yi şöyle derken işittim:

Ben asla bir sâ'dan başkasını vermem. Zira Resulullah (s. a.) zamanında biz kuru

hurma veya arpa veya keş veya kuru üzümden bir sâ' verirdik.

Bu, Yahya'nın hadisidir. Süfyan b.Uyeyne ise, (yaptığı rivayette bu sayılanlara) "veya
undan bir sâ" sözünü ilâve etti.

Hâmid b. Yahya dedi ki: (Muhaddisler) bu ilâveden dolayı Süfyan'ı kınadılar da ondan
vazgeçti.

£1751

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu ilâve, îbn Uyeyne'nin hatasıdır.
Açıklama

Ebû Said el-Hudrî, "ben asla bir sâ'dan başkasını vermem" sözüyle Hz.Muavıye mn
yarım sa buğdayın verilebileceğine dair görüşüne katılmadığını söylemek istemiş,
sanki buğdayı diğerlerine mukayese ederek ondan da bir sâ verilmesi gerektiğini irriâ
etmiştir.

Mâlik, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, İshak ve Hasan el-Basrî, "Fıtır sadakası arpa, kuru
hurma veya kuru üzümden bir sâ verildiği gibi buğdaydan da bir sâ verilmelidir.
Yarım sâ' yeterli değildir" demişlerdir. Sahâbîler-den Ebû Said el-Hudrî, Ebû'l-ÂIiye
ve Câbir b. Zeyd de bu görüştedirler.

Hanefîler ise, fıtır sadakası arpa, kuru hurma veya kuru üzümden verildiği zaman bir
sâ verilmesi gerektiğini, ama buğdaydan verildiği zaman yarım sa'm kâfi geldiğini
söylemişlerdir. Delilleri bundan sonraki babta gelecek olan hadislerle ashâb-ı kiramın
Muâviye (r.a.)'nin görüşüne uymalarıdır. Şayet ashâb-ı kiram Resûlullah (s.a.)'den
buğdayın bir sâ' olması gerektiğine dair bir hadis bilselerdi, susup da Hz.Muâviye'nin
sözüne uymazlardı. Çünkü "mevrid-i nassta içtihada mesâğ yoktur". Yani hakkında
âyet veya hadis bulunan konuda ictihad yapmak caiz değildir. Binaenaleyh buğdaydan
bir sâ* verilebileceğine dair,rivâyet edilen; hadisler sahih değildir.
Hanefîlerin bu görüşü aynı zamanda sahâbîlerden Ebû Bekr, Ömer, Osman, AH, Ebû
Hureyre, Câbir b. Abdullah, İbn Abbâs ve İbnü'z-Zübeyr (r.a.)'in görüşüdür. Hatta
Tahâvî, Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali (r.a.) dönemlerinde bu konuda icmâ' meydana
geldiğim söylemiştir.

es-Sübkî el-Menhel adlı şerhinde şöyle demektedir: "Yarım sâ' buğdayın
verilebileceğini söyleyenlerin görüşü kuvvetli ve tercih edilen görüştür. Çünkü ashâb-ı
kiram ile tabiûn, Muâviye döneminde bu hususda ittifak etmişlerdir. Ayrıca
buğdaydan bir sâ' verileceğini açıkça belirten sahih bir hadis yoktur."
Süfyan b. Uyeyne'nin rivayetinden anlaşıldığına göre unun fıtır sadakası olarak
verilmesi caizdir. Hanefîler ile Hanbelîler bu görüştedirler. Ancak Hanbelîler bir sâ'
verilmesi gerektiğini söylerken; Hanefîler, arpa unundan bir sâ, buğday unundan ise
yarım sâ verileceğini ifâde etmişlerdir.

Mâlik, Şafiî ve âlimlerin çoğuna göre ise, fıtır sadakasının undan verilmesi caiz



değildir. Çünkü un'un zikredildiği hadisler delil olmaya elverişli değildir. Süfyân b.
Uyeyne'in rivâyetindeki "veya undan bir sâ" sözüne muhaddislerin itiraz ettiklerini
söyleyen Hamid b. Yahya'nın bu sözü bunun bir delilidir.

Fıtır sadakasının verildiği maddelerle ilgili hadislerin zahirinden anlaşıldığına göre
mükellef, zikredilen maddelerden herhangi birisini vermekte muhayyerdir. Hanbelîler
bu görüştedirler.

Hanefîlere göre ise, mükellef, buğday, arpa, kuru hurma ve kuru üzümden istediğini
verir. Diğer maddeleri ise, ancak bu dördünden birinin değerine muâdil olması halinde
verebilir.

Mâlikîlerle Şâfıîlere göre mükellefin oturduğu yer halkının en çok yedikleri maddeden
vermesi gerekir.

Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve âlimlerin çoğuna göre, sayılan maddelerin değerini para
olarak vermek caiz değildir. Fıtır sadakasını mutlaka sayılan maddelerin kendisinden
vermek gerekir.

Hanefilere göre değerini vermek caizdir. Mâlikîlere göre de caiz olmakla beraber
JT761

mekruhtur.

21. "Buğdaydan Yarım Sâ' " Diye Rivayet Edenler

1619. ...Abdullah b. Salebe veya Salebe b. Abdullah b. Ebî Suayr, babasının şöyle
dediğini rivayet etmiştir.
Resûlullah (s. a.) şöyle buyurdu:

"(Fıtır sadakası) küçük veya büyük, hür veya köle, erkek veya kadın her iki kişiye
buğdaydan bir sâ'dır. (Fıtır sadakası veren) zengininizi Allah (günahlardan arıtıp
malını) temizler. Fakirinize gelince de (fıtır sadakası olarak) verdiğinden Allah, ona

um

daha fazlasını verir."

£178]

Süleyman (b. Dâvûd) hadisinde, "zengin veya fakır" sözünü ilâve etmiştir.
Açıklama

Değişik tariklerle rivâye tedilen bu hadisin râvisi Müsedded, rivayetinde, "Salebe b.
Ebî Suayr, o da babasından rivayet etti" şeklinde geçerken, Süleyman b. Dâvûd
rivayetinde ise "Abdullah b. Salebe -veya Salebe b. Abdillah- b. Ebi Suayr, o da
babasından rivayet etti." diye geçmektedir. Müsedded'in rivayeti bazı nüshalarda
"Salebe b. Abdillah b. Ebi Suayr" şeklinde geçmektedir. Buna göre Müsedded ile
Süleyman b. Dâvûd, "Salebe b. Abdullah b. Ebi Suayr" rivayetinde ittifak ediyorlar.
Darekutnî'ye göre bunların doğrusu, Süleyman b. Davud'un "Abdullah b. Salebe b.
Ebi Suayr" şeklindeki rivayetidir.

Buharı de Tarih adlı eserinde onun "Abdullah b. Salebe b. Suayr" şeklinde olduğunu
ve Peygamber (s.a.)'den vasıtasız yaptığı rivayetlerinin mürsel olduğunu, ancak babası
Salebe'den yaptığı rivayetin mürsel olmadığını söyler.

Anlaşıldığına göre râvi'nin adının Abdullah, babasını da Salebe olduğu rivayeti, daha

doğrudur. Ancak tercemede, Ebû Davud'un işaret ettiği şekli de belirttik.

Sözündeki "sâ" kelimesi mahzûf bir mübtedanm haberidir. Takdiri "Fıtır sadakası"



şeklindedir. Bunun için bu söz, tercemede parantez içinde gösterilmiştir.

"Bürr" ile "kanın" eş anlamlı kelimelerdir. Râvi Hammaâd b. Zeyd, ikisinden

hangisinin kendisine söylendiğim hatırlamayıp da tereddüt ettiği için ikisinide

zikretmiştir.

"Fakirinize gelince de (fıtır sadakası olarak) verdiğinden Allah, ona daha fazlasını
verir" sözüyle Peygamber (s. a.) fakiri fıtır sadakası vermeye teşvik etmiş ve Allah'ın
ona daha fazlasını vereceğini vâ'd buyurmuştur. Burdaki "fakir" kelimesinden ya çok
zengin olana nisbetle az malı olan ya da bayram gününde kendisi ve aile efradına
yetecek kadar yiyecekten başka fıtır sadakasına mâlik olan hakiki fakir kast edilmiştir.
Süleyman b. Dâvûd, rivayetinde "erkek veya kadın" sözünden sonra "zengin veya
fakir" sözünü zikretmiştir. Bu söz az önce tarifi yapılan hakiki fakirin de fıtır sadakası
vermesinin gerektiğine delâlet eder. Mâlik, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Atâ, İshâk ve
âlimelerin çoğu bu görüştedirler.

£1791

Ha ne filer ise, fıtır sadakası havâic-i asliyyeden başka zekât nisâbına mâlik

olana vâcibtir. "Nisaba mâlik olmayana fıtır sadakası vâcib değildir" demişlerdir.

Delilleri Ebû Hüreyre'nin Peygamber (s.a)'den rivâyet ettiği şu hadistir:

"Zengin olmadıkça zekât vermek yoktur." Açıklamaya çalıştığımız Salebe hadisi

onlara göre zayıftır. Öyle olmasa bile, fakir kelimesi, çok zengine göre malı az olana

hamledilmiştir. Binaenaleyh hadiste yalnız zenginler kastedilmiştir.

Cumhur bu görüşü reddederek, Ebû Hüreyre'nin rivayet ettiği hadi-sin.meşhur

rivayetinin, "En hayırlı sadaka, zenginlik halinde verilendir," şeklinde olduğunu

£180]

söylemiş ve 39. babtaki hadislerle benzerlerini delil getirmişlerdir.
Bazı Hükümler

1. Fıtır sadakası, buğdaydan yarım sâ'dır. Çünkü ıkı kişiye bir sa denildiğine göre bir
kişiye yarım sâ düşer.

2. Fıtır sadakası büyüğe vâcib olduğu gibi küçük için de vâcibdir. Cumhurun görüşü
budur.

3. Fıtır sadakası hür olana vâcib olduğu gibi köle için de vâcibtir.

4. Fıtır sadakası erkeğe vacib olduğu gibi kadın için de vâcibtir.

5. Allah, fıtır sadakası veren zenginin günahlarını bağışlar, malım artırır.

6. Bayramın birinci gününde kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu .aile efradına
yetecek yiyeceklerden başka fıtır sadakası verecek miktara malik olan fakirin fıtır
sadakası vermesi gerekir.

7. Fakir, fıtır sadakası vermeye teşvik edilmiş, verdiğinden fazlasının Allah tarafından

£181]

kendisine verileceği vâdedilmiştir.

1620. ...Abdullah b. Salebe b. Suayr, babasından rivayet ettiğine göre babası şöyle
demiştir:

Resûlullah (s. a.) ayakta hutbe okudu da fıtır sadakasının her şahıs için bir sâ' hurma
veya bir sâ' arpa verilmesini emretti.

Ali b. Hasan, hadisinde "veya iki kişi için bir sâ buğday" (sözünü) ilâve etti. Sonra
(Ali b. Hasan ile Muhammed b. Yahya) "her küçük ve büyük, hür ve köle için...



£1821

(verilmesini emretti)" sözünde ittifak ettiler.



1621. ...Abdullah b. Salebe el-Uzrî şöyle demiştir:

Resûlullah (s. a.) Ramazan bayramından iki gün önce halka hitap etti. Ahmed b. Salih

083]

diyor ki: Sonra râvi bir önceki el-Mukrî hadisinin mânâsım rivayet etti.
Açıklama

Ahmed b. Hanbel'e "Sa'lebe'nin fıtır sadakası ile ilgili hadisi hakkında ne dersiniz?"
diye sorulunca:

"O sahih değildir. Ma'mer ile İbn Cüreyc onu Zührî'den mürsel olarak rivayet
ediyorlar" diye cevab vermiştir. "Salebe b. Ebî Suayr bilinen bir adam mıdır?"
sorusuna da:

"İbn Ebî Suayr nerden bilinecek?" şeklinde cevab vermiştir.İbn Adilberr de, "râvileri
arasında Zührî'den başka rivayeti delil kabul edilecek kimse yoktur. Bunun için İbnul-
Münzir "Buğday hakkında delil olabilecek sahih bir hadisin olduğunu bilmiyoruz. O
devirde Medine'de çok az buğday vardı. Ashab-ı Kiram zamanında buğday artınca,
ondan yarım sâ'm, arpadan bir sâ'm yerini tuttuğunu gördüler. Onlara uymak gerekir.
Onların sözlerini bırakıp da başkalarına uymak caiz değildir." dedikten sonra Hz. AH,
Osman, Ebû Hüreyre, Câbir, İbn Abbâs, İbnü'z-Zübeyr ve Hz. Ebû Bekrin kızı Esma
(r.anhâ)'mn fıtır sadakasının buğdaydan" yarım sâ' olduğuna dair görüşlerini sahih

senedlerle rivayet eder.

1622. ...Hasan el-Basrî'den; demiştir ki:

İbn Abbâs bir Ramazanın sonunda Basra minberinden hutbe okudu da; "Orucunuzun
sadakasını veriniz," dedi. Sanki halk daha önce (bunu) bilmiyordu. Sonra İbn Abbas:
"Burada Medine halkından kimler var? Kalkınız kardeşlerinize (fıtır sadakasını) öğ-
retiniz. Çünkü onlar Resûlullah (s.a.)'in bu sadakayı her hür veya köleye erkek veya
kadına, küçük veya büyüğe kuru hurma veya arpadan bir sâ', buğdaydan da yarım sâ'
olarak farz kıldığını bilmiyorlar" dedi.

Ali, (Basra'ya) gelip de fiyatların ucuzluğunu görünce: "Allah size (nimetini)

£1851

bollaştırdı. Artık fıtır sadakasını her şeyden bir sâ yapsanız" dedi.
Hümeyd dedi ki: Hasan' el-Basrî fıtır sadakasının sadece oruç tutanlara gerektiği
Lİ861

görüşündeydi.
Açıklama

İbn Abbâs (r.a.) Basra valisiyken okumuş olduğu hutbede fıtır sadakasının kuru hurma
veya arpadan bir sâ', buğdaydan ise yarım sâ' olarak verilmesini Resûlullah (s.a.)'ın
emrettiğini söylemiştir.

Hz. Ali de Basra'ya gittiğinde ordaki bolluk ve ucuzluğu görmüş, buğdaydan da bir sâ'
vermenin daha iyi olduğunu söylemiş ve onları bir sâ' vermeye teşvik etmiştir.



Humeyd'in ifâdesine göre Hasan el-Basrî fıtır sadakasının sadece oruç tutması farz
olanlara gerektiği görüşündedir. Ona göre ergenlik çağma varmamış olan çocuklar için
fıtır sadakası vâcib değildir, Cumhur ise onun çocuklar içinde gerektiğini söylemişler.
Delilleri konuyla ilgili hadislerdeki "küçüğe ve büyüğe de farz kıldı" sözüdür.
Nesâî, Ahmed b. Hanbel, Ali b. el-Medînî ve Ebû Hâtim'e göre Hasan el-Basrî, İbn

[1871

Abbâs'tan hadis duymamıştır. Dolayısıyla bu hadis mürseldir.
Bazı Hükümler

1. Fıtır sadakası hurma veya arpadan bir sâ buğdaydan ise, yarım sa olarak
verilir.Ancak buğdaydan bir sâ' verilirse, daha iyidir.

2. Vali ve benzeri yetkililerin, halka İslâm dininin hükümlerini öğretmeleri gerekir.
£1881

22. Zekatı Vaktinden Önce Vermek
1623. ...Ebu Hüreyre (r.a.)den; demiştir ki:

Peygamber (s. a.) Ömer b. el-Hattâb'ı zekât toplamaya gönderdi de İbn Cemil, Hâlid b.
el-Velid ve el-Abbas (zekat) vermediler. Bunun üzerine Resûlullah (s. a.):
"-İbn Cemîl, fakirdi de Allah onu zengin ettiği için zekâtını vermiyor (nankörlük
ediyor), Halid b. el-Velîd'e gelince, siz Halid'e zulmediyorsunuz. O zırhlarım ve harp
aletlerini Allah yoluna vakfetti. Resûlulah (s.a.)'in amcası el-Abbâs ise, onun zekâtı ve
bir misli bana aittir" buyurdu. Sonra (sözüne devamla):

[189]

"Adamın amcasının, babası gibi olduğunu bilmez misin?" buyurdu.
Açıklama

Bu hadisin bab başlığı ile ilgisi Resûlullah (s.a.)'in sözüdür. Zira bu söz
Resûlullah (s. a.)' in amcası Abbâs'm zekâtını vaktinden önce aldığına delâlet
etmektedir.

Sadaka kelimesi nafile sadaka anlamına geldiği gibi zekât anlamına da gelmektedir.
Kurtubî, cumhurun onu bu hadiste farz olan zekat anlamına. aldıklarını söyler. Bununla
beraber bazıları bu kelimenin nafile sadaka mânâsına geldiğini iddia etmişlerdir.
Meselâ Mâlikîlerden İbn Kas-sâr: "Nafile sadaka mânâsı burada daha uygundur. Zira
ashab-ı kiramın zekât vermemeleri, düşünülemez" demiştir.

Kadı Iyâz bu görüşü reddederek: "sadaka toplamak için adam göndermek yalnız farz
olan zekâta mahsustur" demiştir.

Nevevî de: "Sahih ve meşhur olan görüşe göre bu sadaka farz olan zekâttır," demiştir.
Bu görüşün taraftarları İbn Kassâr'm "ashâb-ı kiramın zekât vermemeleri
düşünülemez'* "diye ileri sürdüğü delile şöyle cevab vermişlerdir:
1. İbn Mühelleb'in dediğine göre, İbn Cemil, münâfıkmış, bundan dolayı zekât
vermemiş. Nitekim İbn Cemil ve benzeri münafıklar hakkında inen: "Onlar zekât
vermekten ancak Allah ve Resulü kendilerini fazl-u ilâhî ile zengin etmelerinden



£190]

dolayı imtina ettiler ama tevbe ederlerse kendileri için hayırlı olur." ayeti ile
kendilerinden tevbe etmeleri istenmiş, İbn Cemil de "Rabbim benden tevbe etmemi
istedi" demiş ve tevbe etmiştir.

2. Hâlid b. Velîd, zırh, at ve harp malzemelerini Allah yolunda cihada vakfetmişti.
Zekâtın verildiği sekiz sınıftan birisi de Allah yolunda ci-had edenlerdir. Cihad
malzemeleri, zekâta tabi olmadığından Hz. Peygamber (s. a.) ondan zekât istenilmesini
zulüm saymıştır.

3. Abbâs (r.a.)'m durumuna gelince de Resûlullah (s. a.) onun iki senelik zekâtım
vaktinden önce peşin almıştır. Nitekim Müslim'in bir rivayetinde Resûlullah (s.a.)'m,
"Biz Abbas'tan iki senelik sadakasını peşin aldık" buyurduğu bildirilmektedir.
Dârekutnî'nin Mûsâ b. Talha tankıyla yaptığı rivayette de Resûlullah (s.a.)'m,
"İhtiyacımız oldu da Abbas'tan malının iki yıllık zekatını peşin aldık" buyurduğu ifâde
edilmektedir.

Nevevî, hem bize hem de başkalarına göre Resûlullah (s.a)'m "Abbâs ise, onun zekâtı
ve bir misli bana aittir" sözü, ben ondan iki senelik zekâtı peşin aldım" manasınadır,
demiştir.

ifâdesinin mânâsı, İbn Cemil'in sadaka

vermemesine Allah'ın kendisini zengin etmesinden başka bir sebeb yoktur. Bu ise,
zekât vermemeyi gerektirecek bir sebep değildir. Binaenalayh küfrân-i nimet
etmeyerek Allah'ın verdiği malın zekâtını vermesi gerekir.

Hattâbî, Resûlullah (s.a.)'m Halid b. Velid ile ilgili sözünü âlimlerin birkaç şekilde
yorumladığım söyler:

1. Resûlullah (s. a.) Hz. Hâlid'in ibâdet niyeti ile malım Allah yoluna vakf ettiğini,
dolayısıyla elinde bir şey kalmadığı için zekât vermediğini bildirmiştir.

2. Zekât memuru Hz. Ömer, Hz. Hâlid' den zırhlafmm kıymeti üzerinden zekât
istemiştir. Çünkü onları ticâret malı zannetmiştir. Resûlullah (s. a.) da onların ticaret
malı değil, vakıf olduğunu, dolayısıyle zekâta tabî olmadıklarım bildirmiştir.

3. Resûlullah (s. a.) Hz. Hâlid'in Allah yoluna vakfettiği mallarım zekât saymasını caiz
görmüştür. Çünkü zekâtın verildiği sekiz sınıftan birisi de Allah yolunda cihâd eden
rnücâhidlerdir. Buna göre malım vakfetmekle zekâtını peşin vermiş sayılıyor.

Hz. Abbâs ile ilgili ifade de şöyle yorumlanmıştır:

1. Onun zekâtı ve bir misli daha bana aittir. Zira onun iki senelik zekâtını peşin aldım.

2. Onun zekâtını ve bir mislini ben üzerime alıyorum. Onun namına ben ödeyeceğim.
Zira o amcamdır. Amca ise, baba gibidir.

Bazıları da "Resûhıllah (s. a.) Hz. Abbâs'm o sıralarda malî durumu iyi olmadığı için
zekâtını iki sene te'hir etmiştir. Zira devlet başkanının bir maslahattan dolayı zekâtı
te'hîr edip sonra alması caizdir," demişlerdir.

Fakat doğrusu Nevevî'nin dediği gibidir: Alimlerin çoğu Hz. Abbas'-ın zekâtının peşin
alındığı görüşündedirler.

Bir kökten biten iki hurma ağacından her birine smv denir. Bu sözle Resûlullah (s.a.)
Hz. Abbas ile babasının aynı asıldan geldiklerini yani öz kardeş olduklarım,
dolayısıyla onda bulunmayan bir şeyle itham edilmemesinin gerektiğini ifâde
£1911

etmişlerdir.



Bazı Hükümler



1. Emin ve ehil kişilerin zekât toplamakla görevlendırılmelen meşrudur.

2. Önceleri fakir iken sonra zengin olan gafillere Allah'ın nimetlerine şükretmeleri
gerektiğini söyleyip onları uyarmak gerekir.

3. Farzları yerine getirmeyenleri ayıplayıp bunu onların gıyabında söylemek caizdir.

4. Mazereti olanın özür dilemesi caizdir.

5. Ticaret malları, zekâta tâbidir.

6. Vakıf meşrudur.

7. Hayvan, silâh, zırh gibi taşınır malların vakfı caizdir. Cumhurun görüşü budur. Ebû
Hanife menkûlün vakfını caiz görmemiştir.

8. Vakfedilen mallar, vakfedenin himayesinde kalabilir.

9. Vakfedilen mallar zekâta tabî değildir.

10. Zekâtı âyet-i kerimede bildirilen sekiz sınıftan birine vermek caizdir.

11. Zekâtı vaktinden önce vermek caizdir. Cumhur bu görüştedir. Bunun tafsilatı
bundan sonraki hadisin açıklamasında gelecektir.

£1921

12. Amcayı baba gibi kabul edip ona saygı göstermek gerekir.

1624. ...Ali (r.a.)den rivayet edildiğine göre Abbâs (r.a.), zekâtın vaktinden önce
verilmesini Peygamber (s.a.)'e sordu da Resûlul-lah (s. a.) ona bu hususta ruhsat verdi,

£193]

-bir rivayette- Ali, "ona bu hususta izin verdi" dedi.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi Hüşeym, Mansur b. Zâzân'dan, O'da Hakem'den, o da
el-Hasan b. Müslim'den, o da Peygamber (s.a.)'den rivayet etmiştir. Hüşeym'in hadisi
£1941

daha sahihtir.
Açıklama

Zekâtın vakti, malın üzerinden bir yıl geçmesidir. Bu süre ticaret mallarına mahsustur.
Hurma, üzüm ve hububat gibi toprak ürünlerinin zekât vakti ise, elde edilip
toplandıkları zamandır. Binaenaleyh bunların üzerinden yılın geçmesi söz konusu
değildir. Geniş bilgi için 1573 no'lu hadisin açıklamasına bakınız.
Bu hadis yıl tamamlanmadan önce zekâtın verilmesinin caiz olduğuna delâlet
etmektedir. Hanefî, Şafiî ve Hanbelîler bu görüştedirler. Bunlara göre, zekâtı
vaktinden önce verilecek olan malın nisaba ulaşmış olması ve bu nisabı yıl boyunca
koruması şarttır.

Süfyan es-Sevrî, Dâvûd ve Hasan el-Basrî'ye göre yıl dolmadan zekât vermek caiz
değildir. Bunların delilleri:

a. İbn Mâce'nin Aişe (r.anhâ)'den merfü olarak rivayet ettiği şu hadistir:

"Bir mal üzerinden yıl geçmedikçe zekâta tabi değildir". Ancak bu hadisin senedinde
geçen Harise b. Muhammed, muhaddislerce zayıf görülmüştür.

b. Ali (r.a.)'den merfü olarak rivayet edilen 1573 no'lu hadisteki "üzerinden yıl
geçmedikçe hiçbir malda zekât yoktur" ifadesidir.

c. Zekât namaz gibi vakti olan bir farzdır. Binaenaleyh namazı vaktinden önce kılmak
nasıl caiz değilse, zekâtı da yıl dolmadan önce vermek caiz değildir.

Mâlikîler de bu görüştedirler. Ancak onların meşhur olan görüşlerine göre, zekatın



yılın dolmasına bir ay kala verilmesi kerahetle beraber caizdir.

Hanefî, Şafiî ve Hanbelîler, bunların delil olarak ileri sürdükleri hadisleri şöyle
yorumlamışlardır:

Bu hadisler, üzerinden yıl geçmeden malın zekâtının verilmesinin vâcib olmadığına
delâlet ederler. Zekâtın yıl dolmadan önce verilmeyeceğine değil. Zira zekâtın yıl
dolmadan önce verilebileceğine delalet eden hadisler vardır. Bu babta geçen hadisler
£195]

onlardandır.

23. Zekât, Bir Beldeden Başka Bir Beldeye Nakledilir Mi?

1625. ...İmrân b. Husayn'm azatlısı İbrahim b. Atâ, babasından rivayet ettiğine göre,
Ziyad veya emirlerden birisi, İmrân b. Husayn'ı zekât toplamaya gönderdi de dönünce
İmrân'a:

(Topladığın) mal nerede? diye sordu. O da:

Beni mal (getirmek) için mi gönderdin? Biz onu Resûlullah (s.a.) zamanında aldığımız
yerlerde aldık ve yine Resûlullah (s.a.) zamanında bıraktığımız yerlere bıraktık, dedi.
[196]

Açıklama

Bab başlığı bazı nüshalarda kâtın bir beldeden başka bir beldeye nakledilmesi"
şeklinde geçmektedir.

Ziyâd'dan maksat Ziyâd b. Ebî Süfyan'dır. Hz.Muâviye onu Irak'a vali tayin etmişti.
Ziyad veya başka bir emir İmrân Husayn'ı zekât toplamaya göndermiş, görevinden
döndükten sonra da ondan hesap sormuş, topladığı zekâtı ne yaptığını öğrenmek
istemiştir. Bunun üzerine İmrân, o beldeden topladığı zekâtı Resûlullah (s.a.)
zamanında olduğu gibi başka bir beldeye nakletmeden yine o beldenin zekât
müstehaklarma dağıttığım bildirmiştir.

Kütüb-i Sitte'de rivayet edilen Muâz hadisinde, Resûlullah (s.a.) Mu-âz'ı Yemen'e
gönderdiğinde ona şu talimatı verdiği bildirilmektedir: "Allah'ın onlara mallarında
zenginlerinden alınıp da fakirlerine verilen zekâtı farz kıldığını kendilerine bildir."
Muâz'm bu hadisi İmrân'm mücmel olan hadisini açıklamaktadır. Geniş bilgi için 1584
no'lu Muâz hadisinin açıklamasına bakınız.

Alimler zekâtın, toplandığı beldenin fakirlerine verilmesinin meşru oluşunda ittifak
ettikleri gibi, toplandığı beldede fakir olmaması hâlinde başka bir beldeye
nakledilmesinin caiz olduğunda da ittifak etmişlerdir. Diğer hallerdeki hükmün de ise,
ihtilâf etmişlerdir. Şöyle ki:

1. Hanefilere göre zekâtın bir beldeden başka bir beldeye nakledilmesi, mekruhtur.
Delilleri az önce zikrettiğimiz Muâz (r.a.) hadisidir. Ancak bunlara göre daha muhtaç
olanlara veya fakir akrabaya vermek üzere nakledilmesi mekruh değildir. Çünkü
Sahih-i Buharıl de geçen Tâvûs'un Muâz (r.a.) ile ilgili naklettiği hadiste "Muâz
(r.a.)'m Yemen halkından, arpa ve darı yerine zekât olarak elbise istediği ve bunun
mal sahipleri için daha kolay, Medine'deki müstehak sahâbiler için de daha faydalı"
olduğunu söylediği bildirilmektedir. Bu hadîse göre Muaz (r.a.), Yemen halkından
Medine'ye götürmek üzere zekât toplamıştır.



Zekât'm fakir akrabaya vermek üzere nakledilmesinde ise sıla-ı rahmin gözetilmesi
söz konusudur.

Hanefî mezhebinde mekruh olmayan bu iki meseleye eklenen meselelerden birisi de
Dâru'l-harb'ten Dâru'l-İslâm'a yapılan zekât naklidir. O da mekruh değildir.

2. Mâlikilere göre zekâtın toplandığı belde fakirlerine dağıtılması vâ-cibtir.
Binaenaleyh zekâtın normal hallerde kasr mesafesi (yaklaşık olarak 90 km.)
uzakhğmdaki beldelere nakledilmesi caiz değildir. Özel hâllere gelince:

a. Eğer zekâtın toplandığı belde fakirleri, o uzak beldelerdeki fakirlerden daha muhtaç
iseler, zekâtın nakledilmesi haramdır. Ama onu tekrar vermek gerekmez.

b. İki tarafın fakirlerinin ihtiyaçları aynı oranda ise, zekâtın nakledilmesi mekruhtur.

c. Uzak beldelerdeki fakirler daha muhtaç iseler, zekâtın çoğunu nakledip onlara
vermek menduptur.

d. Zekâtın toplandığı beldede fakir yoksa fakirlerin bulunduğu uzak beldelere
nakledilmesi vâcibdir.

3. Hanbelîlere göre zekâtın toplandığı belde fakirlerine dağıtılması müstehabtır.

Kasr mesafesinden daha az uzak olan yerlerde bulunan akrabaya veya daha muhtaç
olanlara nakledilmesi caizdir. Kasr mesâfesindekilere ise, nakletmek caiz değildir.

4. Şâfıîlere göre zekât toplandığı belde fakirlerine verilmelidir. Orada fakir varsa,
yakın bile olsa başka bir beldeye nakledilmesi en sahih olan görüşe göre caiz değildir.

um

24. Kime Zekât Verilir Ve Zenginliğin Ölçüsü Nedir?

1626. ...Abdullah (b. Mesûd (r.a.) )'dan; demiştir ki:Resûlullah (s. a.) şöyle buyurdu:

"Kendisine yetecek malı olduğu halde dilenen kimsenin (aldığı şeyler) kıyamet

gününde yüzünde tırmık izi ve yara olarak gelir."

Ya Resûlullah! Zenginliğin ölçüsü nedir? diye soruldu. Resûlullah (s.a.):

"Elli dirhem gümüş veya bunun değerinde altın" buyurdu.

(Râvi) Yahya (b. Adem) dedi ki:

Abdullah b. Osman, Süfyan'a: "Hatırladığıma göre Şu'be, Hakim b. Cübeyr'den
(hadis) rivayet etmez" dedi. Süfyân da: "Bu hadisi bize Muhammed b. Abdirrahman b.

UM

Yezid'den, Zübeyd rivayet etti" cevabını verdi.
Açıklama

Humjiş, hudûş ve kudûh eş anlamlı kelimelerdir. Hepsi tırmalama ve yaralama izleri
anlamlarına gelir.Buna göre aralarındaki "veya" kelimesi, râvinin tereddüdüne delâlet
eder. Yani hadiste bu üç kelimeden birisi buyurulmuş, ama râvi hangisinin rivayet
edildiğinde şüphe etmiştir.

Bazıları da kelimesi, tereddüd ifâde etmez. O, dilencilerin az dilenenler, çok dilenenler
ve aşırı derecede dilenenler diye derecelerine işaret etmektedir. Şöyle ki; yüzdeki
tırmalama ve yaralama izi olan humûş aşırı derecede dilenenler için, yüz dışındaki
yaralama izi olan hudûş, çok dilenenler için, yüz dışındaki çizik olan kudûh da az
dilenenler içindir, demişlerdir."

Bu hadis elli dirhem gümüş veya bu değerde altını olan kimsenin, ihtiyacına yetecek



kadar malının olduğuna, uolayısıyle dilenmenin ve zekât almanın ona haram olduğuna
delâlet eder. Hz. Ali, Abdullah b. Me-sûd, Sevrî İbnü'l-Mübârek, İshak ve bir rivayete
göre Ahmed b. Hanbel bu görüştedirler.

Diğer âlimler ise: "Bu hadis elli dirhem gümüş veya o değerde akını olan kimsenin
dilenmesinin haram olduğuna delâlet eder. Ama zekât almasının haram olduğuna
delâlet etmez" demişlerdir. Bundan dolayı Mâlik ve Şafiî: "Zenginliğin muayyen bir
ölçüsü yoktur. Bu konuda kişinin burumuna bakılır, şayet elindeki malla
geçinebiliyorsa, onun zekât alması haramdîrr Geşinemiyorsa, helâldir,"
demişlerdir.

Hanefîlere göre cesedini örtecek elbise ile o günün azığına mâlik olanın dilenmesi,
helâl değildir. Onlara göre zenginliğin ölçüsü ise, nisâb miktarıdır ki, iki yüz dirhem
gümüştür.

Bu konu ile ilgili geniş bilgi 1634 no'lu hadisin açıklamasında gelecektir.
Sevrî'nin talebesi Yahya b. Adem'in dediğine göre, Şu'be'nin arkadaşı Abdullah b.
Osman, Süfyân'a Şu'be'nin Hakîm b. Cübeyr'den, zayıflığından dolayı hadis rivayet
etmediğini söylemiş. Süfyan da bu hadisi aynı zamanda Zübeyd b. el-Hâris'in
Muhammed b. Abdurrahman'dan rivayet ettiğini, dolayısıyle hadisin bununla kuvvet

[1991

kazandığı cevabını vermiştir.

1627. ...Atâ b. Yesâr, Esed oğullarından bir adamın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Ben ve ailem Bakî el-Garkad'a inmiştik. Ailem bana: "Re-sûlullah (s.a.)'a git de ondan
yiyecek bir şey iste" dedi ve ihtiyaçlarını saymaya başladı. Bunun üzerine R'esûlullah
(s.a.)'a gittim. Yanında kendisinden (bir şeyler) isteyen bir adam gördüm. Resûlullah
(s.a.), ona:

"Sana verecek bir şey bulamıyorum" diyordu. Bunun üzerine şöyle söyleyerek kızgın
bir halde döndü.

Hayatıma yemin ederim ki sen, dilediklerine veriyorsun.
Resûlullah (s.a.):

"Ona verecek bir şey bulamadığım için bana kızıyor. Sizden biriniz bir ukiyye gümüşü
veya bu değerde malı olduğu halde dilenirse, haddi aşarak dilenmiş olur" buyurdu.
Esed'li (adam devamla) şöyle dedi: Kendi kendime, sütlü devemiz bir ukiyyeden daha
değerlidir, dedim ve hiçbir şey istemeden geri döndüm.

Bir ukiyye, kırk dirhem gümüştür. Ondan sonra Resûlullah (s.a.)'a arpa ve kuru üzüm
geldi de Aziz ve Celîl olan Allah, bizi zengin edene kadar gelenlerden Resûlullah
(s.a.) bize pay ayırdı.

Ebû Dâvûd dedi ki: Mâlik'in dediği gibi, (Süfyan) Sevrî de bu hadisi böyle rivayet etti.
r2001

Açıklama

Bu hadisi rivayet eden adamın adı bilinmemektedir. Bu durum, hadîsin sıhhat
derecesine zarar vermemektedir. Çünkü o adam, sahâbidir. Sahabîlerin hepsi
udûldurlar.

Bakî el-Garkad'dan maksat Medine'deki Cennetu'I-Bakî' mezarlığıdır.

Resûlullah (s.a.)'a "dilediklerine veriyorsun" sözünü söyleyen adam, bazılarına göre



yeni müslüman olup da dinin âdabını öğrenmemiş birisiy-miş; onun münafık olduğu
da söylenmiştir.

"Likha" veya "lekha" bol süt veren dişi deve demektir, çoğulu "H-kâh"tır.

"Bir ukiyye, kırk dirhemdir" sözü, İbn el-Cârûd'un Münteka'da dediği gibi İmam

Mâlikin bir açıklamasıdır. Esed'li sahâbinin değil.

Ukiyye ve onun gram olarak hesabı ile ilgili geniş bilgi için 1558 no'lu hadis
açıklamasına bakınız.

Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm bu hadîse dayanarak kırk dirhemi veya bu değerde malı
bulunan kimsenin zengin sayıldığını ve zekât almasının helâl olmadığını söyler.
Ancak cumhur, bu görüşü reddetmiş ve bir önceki hadîste olduğu gibi bu hadis şu
kadar gümüş veya malı olanın dilenmesini yasaklamıştır, demişlerdir.
Aynı zamanda bu hadis, bir önceki hadisteki elli dirhemin zenginlik için muayyen bir
ölçü olmadığına delâlet eder.

Ebû Dâvûd son sözünde hadisin hem Sevrî, hem de Mâlik'den rivayet edilmesiyle

J2QU

kuvvet kazandığını söylemek istemiştir.

1628. ...Ebü Saidi'l-Hudrî'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Kim bir ukiyye değerinde maiı olduğu halde dilenirse haddi aşmış olur."

Bunun üzerine kendi kendime; Yakute adlı dişi devem bir ukiyyeden daha değerlidir,
dedim. (Hadisin râvilerinden olan) Hişâm, "bir ukiyyeden daha değerlidir" sözü yerine
"kırk dirhemden daha değerlidir" dedi- ve ondan hiçbir şey istemeden geri döndüm.
Hişâm, rivayetinde buna "Resûlullah (s.a.) zamanında bir ukiyye, kırk dirhemdi."
\202-]

sözünü ilâve etti.

1629. ...Sehlb. el-Hanzeliyye'den; demiştir ki:

Uyeyne b. Hısn ile el-Akra b. Habis Resûlullah (s.a.)'a geldiler ve ondan (bir şeyler)
istediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.) onlara istedikleri şeylerin verilmesini
emretti. Muâviye'ye (onlara istedikleri şeylerin verilmesi için oturdukları yerlerin
zekât memurlarına yazmasını) emretti. O da onlara istedikleri şeyleri yazdı. Akra
mektubunu aldı, sarığının içine sardı ve gitti. Uyeyne ise, mektubunu aldı, Resûlullah
(s.a.)'rn yanma geldi ve (kendi kendine) dedi ki: "Ya Muhammedi Benim,
Mütelemmis'in sayfası (mektubu) gibi içinde ne olduğunu bilmediğim bir mektubu,
kavmime götüreceğimi mi zannediyorsun?"

Bunun üzerine Muaviye, onun bu sözünü Resûlullah (s.a.)'a haber verdi, Resûlullah
(s.a.):

"Kimin yanında kendisine yetecek malı olduğu halde dilenirse, kendisini ateşe
götürecek şeyi çoğaltmış olur" buyurdu. Nüfeylî bir diğer rivayette ("ateş" sözü
yerine) "cehennemin kor ateşi", dedi, Ordaküer:

Ya Resûlullah! Kişiye yetecek malın miktarı nedir? dediler. -Nufeylî bir diğer
rivayette, bunun yerine "varlığıyla beraber dilenmek uygun olmayan zenginliğin
miktarı nedir? dedi.

"Ona öğle ve akşam yemeğinde yetecek miktardır" buyurdu. Nufeylî bir diğer
rivayette bunun yerine, "Onu bir gün bir gece veya bir gece bir gün doyuracak
yiyeceğinin olmasıdır" dedi ve bize bunu zikredilen bu sözlerle kısa olarak rivayet etti.



r2031



Açıklama

Uyeyne b. Hısn ile Akra' müellefe-i kulübtan olup Mekke'nin Fethinden sonra
müslümân olmuşlardır. Uyeyne,

Huneyn ve Taif gazvelerine katılmıştır. Hz. Ebû Bekr döneminde yalancı Peygamber
Tüleyha el-Esedî'ye beyat edip irtidât etmişse de daha sonra bir daha İslâm'a
dönmüştür.

Mütelemmis, câhiliyet devri şairlerindendir. Asıl adı Cerîr b. Abdilmelik'tir. Tarafe b.
el-Abd ile beraber kral Amr b. Hind'i hicvetmişti. Bunun üzerine Amr, valisine onları
öldürmesi için mektup yazmış; ama onlara hediye vermesi için mektup yazdığını
söylemiş. Tarafe kendisi için yazılan mektubu almış valiye götürmüş ve öldürülmüştü.
Mütelemmis ise, mekruhtan şüphelenmiş ve onu açmış içindekini öğrenince onu
yırtmış ve öldürülmekten kurtulmuştu. İşte Arablar bunu darb-ı mesel yapmışlardır.
Resûlullah (s. a.) bu iki adama müellefe-i kulûb payından vermiştir. Çünkü ikisi de
fakir değillerdi. Bazıları da Peygamber (s.a.)'in onlara zekâttan değil de Huneyn
ganimetinden yüzer deve verdiğini söylemiştir.

Nufeylî bu hadisi Ebû Davud'a iki sefer rivayet etmiştir. Birinde: "kimin yanında
kendisine yetecek malı olduğu halde dilenirse kendisini ateşe götürecek şeyi çoğaltmış
olur.** Oradakiler: Ya Resûlullah! Ona yetecek malın miktarı nedir? dediler. O da:
"Ona öğle ve akşam yemeğinde yetecek miktardır" diye buyurdu. Diğer bir rivayette
ise, "kimin yanında kendisine yetecek malı olduğu halde dilenirse kendisini
cehennemin kor ateşine götürecek şeyi çoğaltmış olur." Ordakiler: Ya Resûlullah!
Varlığıyla beraber dilenmek uygun olmayan zenginliğin miktarı nedir? dediler. O da:
"Onu bir gün bir gece -veya bir gece bir gün- doyuracak yiyeceğinin olmasıdır."
buyurdu" dedi.

Râvî hadisin kendisine "birgün bir gece" şeklinde mi, yoksa "bir gece bir gün" olarak
mı rivayet edildiğinde tereddüt etmiştir.

Bu hadîse göre, öğle ve akşam yemeği olanın dilenmesi helâl değildir.
Bazıları bu hadîsi öğle ve akşam yemeğini devamlı bulabilene hamletmişlerdir.
Cumhur: "Bir günlük yiyeceği olan kimsenin nafile sadaka istemesi haramdır. Ama
zekât istemesi caizdir," demişlerdir. Bununla ilgili geniş malumat için 1634 no'lu

r2041

hadisin açıklamasına bakılmalıdır.

1630. ...Ziyâd b. el-Hâris es-Sudâî'den; demiştir ki:

Resûlullah (s.a.)'a geldim ve ona beyat ettim. Uzun bir hadis zikretti. (Bu arada şunları
söyledi):

"... Resûllah (s.a.)'a bir adam geldi ve "bana zekât ver" dedi. Resûlulîah (s.a.)' ona:
"Yüce Allah zekât (taksimi) hususunda ne bir peygamberin ne de başkasının hükmüne
razı olmadı ki, onunla ilgili hükmü kendisi verdi, onu sekiz sınıfa taksim etti. Eğer o

[205]

sınıflardan isen sana hakkını veririm." buyurdu."



Açıklama



Bu hadiste zekât taksimi ile ilgili hükmün Allah tarafından âyet-i kerimeyle
bildirildiği ifâde edilmiştir. Söz konusu âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
"Zekâtlar Allah'tan bir farz olarak ancak fakirler, miskinler, zekât memurları,
müellefe-i kulûb, köleler, borçlular, Allah yolunda cihâd edenler ve yolda kalmışlar

[2061

içindir. Allah bilici ve hikmet sahibidir."

Bu âyette geçen sekiz sınıfla ilgili bilgi bundan sonraki hadisin açıklamasında
gelecektir.

Bu hadisin senedinde geçen Abdurrahman b. Ziyâd el-İfrîkî hakkında bazı söylentiler
r2071

vardır.

1631. ...Ebû Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Miskin, bir iki hurma veya bir-iki lokma ile geri çevrilen (dilenci) değildir. (Asıl)
Miskin, insanlardan bir şey istemeyen ve onlar tarafından hali bilinmediği için

r2081

kendisine (bir şey) verilmeyen kimsedir."
Açıklama

Bu hadiste miskin'in, kapı kapı dolaşan bir dilenci olmadığı, aksine halktan bir şey
istemeyip muhtaç olduğu bilinmeyen ve bundan dolayı kendisine birşey verilmeyen
kimse olduğu ifâde edilmiştir.

Miskin ile fakirin tarifinde ihtilâf edilmiştir. Ebû Hanife'yi göre: Miskin, hiçbir şeyi
olmayan kimsedir. Fakir ise, nisab miktarından daha az malı olan kimsedir. Buna göre
miskin, fakirden daha muhtaçtır.

Mâlik'e göre miskin, hiçbir şeyi olmayan kimsedir. Fakir ise, nisab miktarı olsa bile
malı kendisine bir yıl kâfi gelmeyen kimsedir.

Şafiî'ye göre miskin, malı veya kazancı olup da geçimine kâfi gelmeyen yani gideri
gelirinden fazla olan kimsedir. Fakir ise, hiç bir mal ve kazancı olmayan kimsedir.
Buna göre fakir, miskinden daha muhtaçtır. Hanbeliler de bu görüştedirler.
Ebu Hanîfe ile Mâlik bu hadisle istidlal ederek miskinin, hiçbir şeyi olmayan kimse
olduğunu söylemişlerdir.

Bir önceki hadisin açıklamasında zikrettiğimiz âyet-i kerimede belirtilen zekâtın
verildiği sekiz sınıfı şunlardır:
1, 2. Fakirler ve miskinler,

3. Zekât memurları: Zekât mallarının toplanması, korunması, hesaplarının tutulması
ve müstehaklarma dağıtılması için devlet başkam veya yetkili kıldığı zât tarafından
görevlendirilen kişilerdir. Bunlarla ilgili geniş bilgi 1635 no'Iu hadis açıklamasında
gelecektir.

4. Müellefe-i Kulûb: Gönülleri İslama ısmdırılanlar demektir. Bunların bazıları yeni
müslüman olmuş inançları zayıf olan kimselerdi. Peygamber (s.a.) îslâma ısınmaları
için onlara zekâttan bir pay vermiştir. Bazıları da kavimleri arasında nüfuz ve kuvvet
sahibi olan kâfirlerdi. Peygamber (s.a.) bunlara da hem İslama teşvik olsun diye hem
de mü'minlere eziyet etmesinler diye zekâttan bir hisse vermiştir.

Peygamber (s.a.)'in vefatından sonra müellefe-i kulûb sınıfına zekât verilip



verilmeyeceği hususunda ihtilâf edilmiştir. Hanefîlere göre onlara zekât verilmez. Zira
hisseleri sahabe tarafından özel bir hale yorumlanmıştır. Bu hususta Hz. Ebu Bekir
devrinde icmâ meydana gelmiştir. Peygamber (s.a.)'in bu fondan kendilerine zekât
verdiği Uyeyne b. Hısn ile Akra b. Habis, onun vefatından sonra Hz. Ebû Bekir'e
gitmiş ondan zekât gelirlerindeki bu haklarını belirten bir belge istemişler ve
almışlardı. Sonra Hz. Ömer'e gidip bu durumu haber verince Hz. Ömer o belgelen
ellerinden alıp yırtmış ve; "Resûlullah (s. a.) kalplerinizi İslama ısındırmak için size
hisse veriyordu. Artık Allah, dinini güçlendirmiştir. Müslüman kalmaya devam
ederseniz ne âlâ, aksi takdirde bizimle sizin aranızda kılıç vardır" demişti. Onlar da
durumu Hz. Ebu Bekr'e iletip "Halife sen misin, Ömer mi?" diye sordular. Hz. Ebu
Bekir de "dilerse odur" diye cevab verdi. Böylece Hz. Ömer'in o hareketini
yadırgamadı. Sahabe de bunu kabul etmiş ve icmâ meydana gelmiştir. İslâm ilk
zamanlarda güçsüz ve azınlıkta, diğerleri güçlü ve çoğunluktaydı. Ama ondan sonra
durum değişmiş. İslâm güçlenmiş, müslümanlar çoğalmıştır.

Cumhura göre ise, müellefe-i kulübün hisseleri ihtiyaç anında onlara bugün de
verilebilir. Ancak Şafiîler bunlardan kâfir olanlara zekât verilmez, demişlerdir.
Cumhur, Hz. Ebû Bekir'le Hz. Ömer'in onlara zekâttan hisse vermemelerini o andaki
durum ve ihtiyaca hamletmişlerdir. Kalbi ısındırma sabit, değişmez bir durum
değildir. Bir devirde kalpleri malla ısmdırılanlara sonuna kadar zekât verme zarureti
yoktur. Kalbleri malla İslâm'a ısındırmaya zaruret olup olmadığı bunun kimlere verilip
kimlere verilmeyeceği devlet başkanın takdirine kalmış bir iştir. Dolayısıyla devlet
başkanı bir devrede bu fondan yardım ettiği kimselere ihtiyaç yoksa, daha sonra bu
yardımı kesebilir. İşte Hz. Ömer'in yaptığı budur, -Bazılarının ileri sürdüğü gibi- bu
bir nesih değildir. Zira nesih Allah'ın koyduğu bir hükmün iptalidir ki, ancak onu
koyan iptal hakkına sahiptir. Hz. Peygamber (s. a.) vefat ettikten sonra neshten söz
edilemeyeceğine göre, bu hususta tercih edilen görüş müellefe-i kulûb hissesinin
devam ettiği görüşüdür.

Bugün müslümanlarm durumu da değişmiştir. İslâm başlangıçta olduğu gibi yine garib
bir hâle düşmüştür. Eğer müslümanlarm zayıf olmalan kableri malla İslama
ısındırmanın illeti ise, o illet bugün de mevcuttur.

5. Köleler; İslâm, köleleri zekâtın verildiği sekiz sınıftan birisi olarak göstermiş,
onların hürriyetlerine kavuşmalarına yardım etmek üzere zekâttan bir pay ayırmıştır.
Bu iki şekilde olur:

a. Mükâteb kölelere verilmek suretiyle olur. Mükâteb köle, efendisiy-le belirli bir
miktar üzerinde anlaşmış olan ve bu miktarı efendisine teslim ettiğinde hürriyetine
kavuşan kimsedir.

b. Zekât ile köle ve câriye satın alıp onları âzad ederek hürriyetlerine kavuşturmak
suretiyle olur.

Bu, İslâmm köleliği kaldırmak için gösterdiği gayretlerden birisidir; Ömer b.
Abdulaziz devrinde zekâta hak kazanan diğer grublar bulunmayınca zekât gelirleri
daha çok köle azadında kullanılmıştır.

6. Borçlular: Hanefîlere göre borçlu, borcu olan ve borcundan başka nisâb miktarı
mala sahip olmayan kimsedir.

Mâlik, Şafiî, ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise borçlu iki çeşittir:

a. Kendisi için borçlanan kimse: Bu gruba giren borçlu yiyeceğini, giyeceğini temin
veya hastasını tedavi, evlenmek veya çocuğunu evlendirmek, ev, ev eşyası satın almak
gibi şahsî veya ailevî ihtiyaçlar sebebiyle borç altına giren kimsedir.



b. Toplumun menfaati için borçlanan kimse: Bu gruba giren borçlu, alacaklılar ile
borçluların arasını bulmak ve yanan fitne ateşini söndürmek için borçlanan kimsedir.
Bu şıkla ilgili bilgi 1635 no'lu hadis açıklamasında gelecektir,

7. Allah yolunda cihâd edenler: Allah'ın dinini ve dince mukaddes sayılan şeyleri
korumak, Allah'ın ismini yüceltmek için mücâdele eden kimselerdir. Bu konunun
tafsilâtı 1635 no'lu hadis açıklamasında gelecektir.

8. Yolcular: Parasızlık sebebiyle yolda kalmış olanlardır. Yurtlarında zengin olsalar
bile bunlara zekât verilir.

Bazılarına göre bir önceki hadiste geçen "Eğer o sınıflardan isen sana hakkını veririm"
sözü zekâtın sekiz sınıfa eşit bir şekilde taksim edilmesi gerektiğine delâlet eder.
Zekâtın böyle taksim edilmesi gerektiğim İkrime, Ömer b. Abdulaziz, Zührî, Dâvûd-i
Zahirî ve Şafiî söylemişlerdir.

İbrahim en-Nehaî'ye göre dağıtılacak olan zekât malı çoksa bu sınıfların hepsine
verilmelidir. Az ise yalnız bir sınıfa verilebilir.

Mâlik'e göre en çok ihtiyacı olana öncelik tanınır. Binaenaleyh hepsine zekât vermek
şart değildir.

Ebû Hanife ve arkadaşları Ahmed b. Hanbel, Atâ, Sevrî ile Ebû Ubeyd'e göre zekâtın
bu sınıflardan birisine verilmesi caizdir. Hatta yalnız bir şahsa bile verilebilir. Ancak
bütün sınıflara verilmesi müstehabtır. Bu aynı zamanda Hz. Ömer, Ali, İbn Abbas,
Muaz, Huzeyfe ve birçok sahâ-binin görüşüdür. Bu gurubun delilleri şunlardır:

1. Allah (c.c.) "sadakaları açıktan verirseniz ne güzel! Eğer onları gizleyerek fakirlere

r2091

verirseniz, bu sizin için daha iyidir" âyetinde zekâtın verildiği sınıflardan sadece
fakirleri zikretmiştir.

2. Zekâtın dağıtıldığı sekiz sınıfla ilgili Tevbe sûresinin 60. ayetinin tefsirinde
Taberî'nin İbn Abbas'tan yaptığı şu rivayet: "Hangi sınıfa verirsen, sana yeter (geçerli
olur.)"

3. Peygamber (s.a.)'in kendisine getirilen bir zekâtı sadece müellefe-i kulûba, sonra
getirilen bir zekâtı da yalnız borçlulardan birisine verdiği rivayet edilmiştir.

4. Peygamber (s. a.) Benî Zureyk kabilesine, zekâtlarını, Seleme b. Sahr el-Beyâdî'ye
vermelerini emretmiştir. Şayet sekiz sınıfa verilmesi vâ-cib olsaydı, bir kişiye
vermelerini emretmezdi.

5. Zekâtın sekiz sınıfa dağıtılması, güç ve meşakkatli bir iştir. Halbuki Allah (c.c.)

[2101

Kur'an-ı, Kerimde "O, size dinde bir güçlük yüklemedi" buyurmuştur.

6. Peygamber (s.a.)'in zekâtı sekiz sınıf arasında taksim ettiğine delâlet eden bir hadis
sabit olmamıştır. Şayet hepsine vermek vâcib olsaydı, ashab-ı kiram bundan haberdar
olurlardı.

Şu halde bir önceki hadis zekâtın sekiz sınıfa eşit bir şekilde taksim edilmesi
gerektiğine değil, kendilerine zekât verilmesi caiz olanların âyetle .bildirildiğine
delâlet etmektedir. Bundan dolayı 1 bazı Şafiî âlimler, cumhurun görüşünü tercih
etmişlerdir. Beydavî, Tevbe suresinin 60. âyetinin tefsirinde cumhurun görüşünü
zikrettikten sonra "bazı şâfıîlerin bu görüşü tercih ettiklerini ve hocasıyla babasının

[2JU]

buna göre fetva verdiklerini" söylüyor.



1632. ..Ebû Hureyre'den, demiştir ki:



Resûlullah (s. a.) (bir önceki hadisin) benzerim buyurdu. (Ebû Seleme devamla dedi
ki:) "Miskin, utanıp istemeyen ve muhtaç olduğu bilinmediği için kendisine sadaka
verilmeyen kimsedir. İşte o

(âyette sözü edilip de sadakadan) mahrum olandır". Müsedded rivayet ettiği hadiste
buna, "Kendisine yetecek malı olmayan" sözünü ilâve etti. Ancak "utanıp istemeyen"

um

sözünü söylemedi.

Ebu Dâvûd dedi ki: Muhammed b. Sevr ile Abdurrezzak bu hadisi Ma'mer'den rivayet

[213]

ettiler ve "Mahrum" sözünü Zührî'nin sözü saydılar ki, bu daha doğrudur.
Açıklama

Hadisin senedinde geçen Ubeydullah b. Ömer, Ebu Kâmil ve Müsedded bir önceki
hadisin sözüne kadar olan kısmında ittifak etmiş, bundan sonraki kısımda ise farklı
rivayetlerde bulunmuşlardı. Şöyle ki Ubeydullah ile Ebû Kâmil: "Miskin, utanıp
istemeyen ve muhtaç olduğu bilinmediği için kendisine sadaka verilmeyen kimsedir.
İşte o mahrumdur" şeklinde rivayette bulunurken, Müsedded:

"Miskin, kendisine yetecek malı olmayan ve muhtaç olduğu bilinmediği için kendisine
sadaka verilmeyen kimsedir. İşte o mahrumdur" diye rivayette bulunmuştur,
"işte o mahrumdur" sözünde, "onların mallarında isteyen ve mahrum edilen için bir
12141

hak vardır" âyetince işaret edilmiştir.

Muhammed b. Sevr ile Abdurrazzak b. Hemmâm bu hadisi Ma'mer'den rivayet edip
"İşte o mahrumdur" sözünün Zührî'ye ait olduğunu yani Peygamber (s.a.)'e ait

£2151

olmadığını söylemişlerdir. Bu rivayet, diğerlerinden daha doğrudur.

1633. ...Ubeydullah b. Adiyy b. el-Hıyâr'dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
İki adam bana bildirdiklerine göre, Veda haccmda zekât taksim ederken Peygamber
(s.a.)'e gelmişler ve o zekâttan kendileri de istemişler. (O iki adam dedi ki:) Bunun
üzerine Resûlullah (s. a.) gözlerini kaldırıp bize baktı ve indirdi, bizi güçlü-kuvvetli
gördü:

"Dilerseniz size de veririm. Ancak zengin ile kazanabildi güçlünün bunda hakkı
12161

yoktur," buyurdu.
Açıklama

Hadiste sözü edilen iki adamın isimlen bilinmemektedir. Ancak bu durum sahâbî
oldukları için hadîse zarar ver-
memektedir. Çünkü sahâbîlerin hepsi udûldur.

Hadiste geçen "dilerseniz, size de veririm, ancak zengin ile kazanabi-len güçlünün
bunda hakkı yoktur." beyanından maksat, "dilerseniz size de zekât veririm. Kendi
durumunuzu siz bildiğinize göre bu işi vicdanınıza bırakıyorum. Şayet zengin
olduğunuz veya kazanmaya gücünüz yettiği halde alırsanız, günâhı size aittir."



[2171

demektedir.



Bazı Hükümler

1. Malı olduğu bilinmeyen kimse fakir kabul edilir ve ona zekat verilebilir. Şayet
malı olduğu halde alırsa, günahı kendisine aittir.

2. Sadece kuvvet, zekât almamayı gerektirmez. Onunla bir de kazanma imkânı
olmalıdır.

3. Kendisine yetecek miktardaki malı kazanmaya gücü yeten kimsenin zekât alması
caiz değildir. Şafiî, Ahmed b. Hanbel, İshak ve Ebû Ubeyd bu görüştedirler.
Hanefîlere göre havaic-i asliyyesinin dışında nisaba malik olmayan böyle bir kimsenin
zekât alması caizdir.

Malikîler ise, çalışıp kazanmaya gucu yeten kimse yıllık nafakaya malik olmayacak
derecede fakir ise, çalışmasa bile zekât alması caizdir. Şayet çalışması yıllık
nafakasına yetmiyorsa, ihtiyacını karşılayacak kadar zekât alabilir.
Hanefilerle Malikîler bu hadisi, çalışıp kazanmaya gucu yetenin zekât istemesinin
helâl olmadığına, ama istemeden almasının helâl olduğuna hamletmişlerdir. Ancak
bazı âlimler, hadisin bu şekilde yorumlanmasının doğru olmadığını söyleyip bu

[2181

yoruma itiraz etmişlerdir.

1634. ..Abdullah b. Amr'dan rivayet edildiğine göre Peygamber (s. a.) şöyle
buyurmuştur:

"Zengin'e, kuvvetli ve sağlam olana zekâl (almak) helâl olmaz."

Ebû Dâvûd dedi ki: Süfyân bunu Said b. İbrahim'den İbrahim'in dediği gibi rivayet
etti. Şu'be, de bunu Saîd'den rivayet etti. Ancak "kuvvetli ve sağlam" yerine "kuvvetli
ve güçlü" dedi.

Peygamber (s.a.)'den (bu konuda) rivayet edilen diğer hadislerin bir kısmı "kuvvetli ve
güçlü" diğer bir kısmı da "kuvvetli ve sağlam" şeklindedir.

Ata b. Züheyr, Abdullah b. Amr'ia karşılaştığını ve (Abdullah'ın) "zekât (almak)

1219]

kuvvetliye de sağlam olana da helâl olmaz" dediğini söyledi.
Açıklama

Bu hadîste zengine ve sıhhatli, gücü-kuvveti yerinde olana zekâtın helâl olmadığı
ifâde edilmiştir. Zekât almayı

haram kılan zenginlik ölçüsü hakkında ihtilâf edilmiştir.

Hanefîlere göre havâic-i asliyye ile borcunun dışında zekât tâbi olan mallardan nisaba
mâlik olan bir kimse zengin sayılır. Dolayısıyla zekât alması haramdır.
Aliyyü'l-Kaarî el-Mirkat adlı eserinde el-Muhît adlı eserden naklen şöyle diyor:
Zenginlik üç çeşittir:

a. Zekât vermeyi farz kılan zenginlik: Bir yıl boyunca nisaba mâlik olmakla
gerçekleşir.

b. Zekât almayı haram kılan ve fakat fıtır sadakası ile kurbanı vâcib kılan zenginlik:
Havâic-i asliyyeden başka nisab değerine ulaşan herhangi bir mala sahip olmakla



gerçekleşir. Bu malın, zekâta tâbi mallardan olması veya bir yılını doldurması şart
değildir.

c. Zekât almayı değil, de sadece dilenmeyi haram kılan zenginlik: Bir günlük yiyecek
ve avret mahallini örtecek elbise sahibi olmakla gerçekleşir. Böyle bir kimsenin
sadaka istemesi haramdır ama istemeden verileni alması helaldir."
Mâlikîlere göre ise zekât almayı haram kılan zenginlik, kişinin kendisinin ve
geçimiyle yükümlü olduğu aile fertlerinin bir yıllık ihtiyaçlarını karşılayacak mala
sahip olması veya bu kadar meblağı kazanmasıdır. Do-layısıyle nisabtan fazla malı
olup da yıllık ihtiyacına kâfi gelmeyenin veya ihtiyacından az kazancı olanın zekât
alması caizdir.

Şâfıîlere göre, zekât almayı haram kılan zenginlik, kişinin ömrü (ortalama 60 yıl)
boyunca kendisine ve geçimiyle yükümlü olduğu aile fertlerine yetecek mala sahip
olmasıdır.

Ahmed b. Hanbel'den bu konuda rivayet edilip de tercih edilen görüşe göre, zekât
almaya mani olan zenginlik, kişinin ihtiyacına kâfi gelen miktardır. Muhtaç olmayanın
malı olmasa bile zekât alması caiz değildir. Muhtaç olanın ise, nisaba malik olsa bile,
zekât alması caizdir.

Şâfıîlerle Hanbelîler bu hadisi delil göstererek sıhhatli ve çalışmaya imkânı olanın
zekât almasının «âiz olmadığını söylemişlerdir. Bu konuyla ilgili görüşler bir önceki
hadisin açıklamasında geçti.

Bu babta geçen hadislerden anlaşıldığına göre muhtaç olmadığı halde sadaka istemek
caiz değildir. Sadaka istemenin hükmü, duruma göre değişmektedir. Şöyleki:

a. Muhtaç olmadığı halde zekât istemek haram olduğu gibi kendisini olduğundan fazla
fakir göstererek istemek de haramdır.

b. Muhtaç olanın ısrarla istemesi mekruhtur.

c. Çalışamayacak durumda olan muhtaç bir kimsenin, ısrarsız istemesi mubahtır.

d. Açlıktan dolayı nefsi tehlikeye düşenin istemesi vâcıbtır.

e. Utanıp sıkıldığı için zekât istemeyen muhtaç bir kimse için zekât istemek
mendubdur.

Muhtaç olana ne kadar zekât verilebileceği konusu ise 1638 no'lu hadisin

\22Q-]

açıklamasında gelecektir.

25. Zengin Olduğu Halde Zekât Alması Caiz Olanlar

1635. ...Atâ b. Yesâr'dan rivayet edildiğine göre Resûlu'lah (s. a.) şöyle buyurmuştur:
"Şu beş kişinin dışında hiçbir zengine zekât (almak) helâl değildir. Allah yolunda
cihâd eden zekât memuru, (müslümanlarm arasım bulmak için) borçlanan, zekât
malını kendi malı (parası) ile satın alan kişi ve fakir komşunun kendisine verilen

12211

zekatı hediye ettiği (zengin) kişi."
Açıklama

Bu hadis zenginin zekât almasının caiz olmadığım belirtmekte ve bundan şu beş
(zengin) kişiyi istisna etmek-
tedir.



1. Allah yolunda cihad eden: Allah'ın dinini korumak ve yükseltmek için savaşan
gazidir. Zengin bile olsa, buna cihada teşvik etmek ve cesaret vermek için zekât
verilir. İmam Mâlik bu görüştedir.

Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve İshak'a göre maddî bir menfaat beklemeden gönüllü olarak
savaşa katılıp da kendisine ganimetten bir şey verilmeyen gazi, zengin olsa bile, zekât
alabilir.

Hanefîlere göre ise, fakir olmayan mücâhide zekât verilmez. Delilleri:

a. 1584 no'lu Muâz (r.a.) hadisinde geçen "...ve fakirlerine verilir" sözüdür.

f2221

b. Tevbe süresinin "Zekâtlar, fakirler içindir" âyeti.

c. Bir önceki hadiste geçen "zengine zekât helâl değildir" beyânı.

Açıklamaya çalıştığımız bu hadisin Allah yolunda cihad edenle ilgili bölümünü
Hanefîler, mukîm iken zengin olup da savaşta silâh, binek gibi harp malzemesine
ihtiyaç duyan mücâhide hamletmişlerdir ki, bu durumda zekât almasını caiz
görmüşlerdir.

Yukarıda görüşlerini verdiğimiz Şafıîlerle Hanbelîler, Hanefîlerin ileri sürdükleri
delillerin umurn ifâde ettiğini ancak bu babın hadisiyle tahsîs edildiklerini
söylemişlerdir.

2. Zekât memuru: Zekât mallarının toplanması, korunması, hesaplarının tutulması ve
müstehaklanna dağıtılması için devlet başkanı veya yetkili kıldığı zat tarafından
görevlendirilen kişidir. Buna zekâttan verilen hisse emeğinin karşılığı olarak verilen
bir ücrettir. Binaenaleyh zengin olmaları kendilerine zekâttan düşen hisseyi almalarına
engel değildir.

Cumhura göre zekat memurunda aranan şartlar şunlardır:

1. Erkek olması,

2. Baliğ olması (ergenlik çağma gelmiş olması),

3. Akıllı olması,

4. Hür olması,

5. Müslüman olması,

6. Güvenilir olması,

7. Zekâtla ilgili hükümleri bilmesi,

8. Beni Hâşim'den olmaması. Bu şartla ilgili bilgi 1650 no'lu hadisin açıklamasında
gelecektir.

Zekât memuruna zekattan verilecek miktara gelince, âlimler bu hususta ihtilâf
etmişlerdir. Şöyle ki:

HanefHere göre devlet başkam veya yetkili kıldığı zat, zekât memuruna yetecek
miktar ne ise, onu verir. Çünkü kendisine verilen'miktar, zekâta müstehak olduğu için
verilmiyor, emek sarfettiği için veriliyor. Dolayısıyla zengin olsa bile, ona bu miktar
verilir. Bu hususta icmâ vardır. Şâfıîlere göre devlet yetkilisi ona zekâtın sekizde birini
verir. Çünkü Allah (c.c.) zekâtı sekiz sınıfa taksim etmiştir. Onlardan biri de, zekât
memurudur.

Ancak bu görüşe, daha önce belirttiğimiz gibi, itiraz edilmiş ve söz konusu âyette
zekatın nasıl taksim edileceği değil, kimlere verileceği beyân edildiği söylenmiştir.
M âli kiler ise, "Zekât memuruna emeğine göre zekât verilir" demişlerdir. Buna göre
emek karşılığı tutarı, toplanan zekât kadar olsa, zekâtın hepsi ona verilebilir.
3. Borçlu:Bundan maksat: -kendi maslahatı için değilde meselâ -müslümanlarm
arasını bulmak için meşru bir yolla borçlanan kişidir. Böyle bir kimse zengin bile olsa,



o borcu kendi malından ödemekle mükellef olmayıp kendisine onu ödeyecek kadar
zekât verilebilir.

4. Zekât malım kendi inalı (parası) ile satın alan kişi: Bundan maksat, fakire zekat
olarak verilmiş olan malı mal veya para karşılığında ondan satın alan zengindir. Fakire
verilen zekât malını onu verenden başkasının satın almasının caiz olduğu hususunda
ittifak edimişse de onun veren kişi tarafından satın alınması cumhura göre mekruhtur.
Ahmed b. Hanbel, el-Hasan, Katâde ve Mâlikîlerden bazılarına göre de haramdır.
Keffâret, adak ve diğer sadakalar da aynı hükme tâbi olup hibe de bu konuda satın
alma gibi kabul edilmiştir.

5. Fakirin kendisine verilen zekâtı hediye ettiği zengin kişi: Fakirin, almış olduğu
zekâtı onu verenden başka bir zengine hediye etmesi caizdir. Hadisteki ilgili cümleden
maksat da budur. Fakat onu veren zengine hediye etmesi ise, az önce satın alınması ile
ilgili zikrettiğimiz ihtilâfa tâbidir. Nitekim hibenin satın alma gibi kabul edildiğini
orada belirtmiştik.

Bu iki surette zenginin zekat alabilmesi, onun zekât olmaktan çıkıp fakirin mülkü
olmasıdır. Fakir ise onda dilediği şekilde tasarruf edebilir.

Hadis bu rivayete göre, mürseldir. Bundan sonraki rivayete göre ise mürsel değildir.

[2231

Çünkü onda Ata b. Yeşâr'm Ebû Said el-Hudrî'den rivayet ettiği belirtilmiştir.
Bazı Hükümler

1. Zekat almak, sayılan beş kışı dışında hiç bir zengine helal değildir. Şayet zekat
veren kışı bu beş kişinin dışındaki bir şahsa zengin olduğunu bildiği halde zekât
verirse, zekât farzını yerine getirmiş sayılmaz. Fakir olduğunu bildiği adamın daha
sonra, zengin olduğu anlaşılırsa, Ebû Hanîfe, Muhammed, el-Hasan ve (tercih edilen
görüşünde) Ahmed b. Hanbel'e göre, kişinin verdiği zekât geçerlidir.

Mâlik, Şafiî, Ebû Yusuf ve bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel o zekâtla farzı yerine
getirmiş sayılmaz. Binaenaleyh tekrar verilmesi gerekir.

2. Müslümanların arasını bulmak teşvik edilmiştir.

3. Fakir, zekât-olarak aldığı malı satabilir. Çünkü onun mülkiyetine girmekle zekât
olmaktan çıkmış oluyor. Dolayısıyla o malda dilediği gibi tasarrufta bulunabilir.

f2241

4. Fakirin zengine hediye vermesi ve zenginin de onu kabul etmesi caizdir.

1636. ...Ebû Said el-Hudrî'den "Resûlullah (s. a.) şöyle buyurdu" dediği ve önceki
hadisi zikrettiği rivayet edilmiştir.

Ebû Dâvûd dedi ki: Onu İbn Uyeyne de Zeyd'den Mâlikin rivayeti gibi rivayet
etmiştir.

1225]

Sevrî onu Zeyd'den rivayet etmiş, Zeyd şöyle demiştir: Güvenilir bir kişi" bana

f2261

Peygamber (s.a.)'den şunu rivayet etti.

1637. ...Ebû Said'den; demiştir ki: Resûlullah (s. a.) şöyle buyurdu:

"Zengine zekât helâl değildir. Ancak Allah yolunda (cihâd eden) yolcu veya kendisine
zekât verilip de onu sana (zengin olduğun halde) hediye eden veya seni ona davet eden



fakir komşun (un sana ikram ettiği helâl olur.)

Ebû Dâvûd dedi ki: Firâs ile İbn Ebi Leylâ Atiyye'den o da Ebû Saîd'den O'da

T2271

Peygamber (s.ajden benzerini rivayet etmiştir.
Açıklama

Bu hadisteki yolcudan maksat, oturduğu memlekette zengin olup da parasızlık
sebebiyle yolda kalmış olan kişidir. Bu haliyle fakir sayıldığı için kendisine ihtiyacına
yetecek kadar zekât verilebilir. Ancak borç buîabilirse, borçlanması zekât almasından
daha uygundur. Hatla İmam Malik, onun borçlanması lâzım geldiğini söylemiştir.
Ayrıca Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel yolculuğunun meşru olmasını şart
koşmuşlardır. Şayet masiyet için yolculuk yapmışsa ona zekât verilmez.
Bu hadis Allah yolunda cihâd eden zengine, yolda parasız kalmış olan yolcuya zekât
verilebileceğine ve fakirin, kendisine verilmiş olan zekâtı zengine hediye

r2281

edebileceğine delâlet etmektedir.

26. Bir Kimseye Ne Kadar Zekât Verilebilir?

1638. ...Buşeyr b. Yesâr'dan rivayet edildiğine göre; Ensârdan Sehl b. Ebî Hasme
denilen biri "Peygamber (s.a.)'in Hayber'de öldürülen Ensarî'nin diyeti olarak kendi

f2291

kavmine zekât develerinden yüz tane verdiğini" haber vermiştir.
Açıklama

sözünde muzaf mukadderdir. Zira Sehl b. Ebî-Hasme, öldürülenin akrabası değildi.
Ama aynı kavimdendi. Bunun için tercemeyi "kendi kavmine..." şeklinde yaptık.
Nitekim 'aynı söz bir başka rivayette şeklinde geçmektedir ki bu, "kavim" kelimesinin
mukadder olduğunu desteklemektedir.

" = Zekât develerinden yüz tane" sözü Sahih-i Buhârî ile Sahih-i Müslim'de"
"yanından yüz deve" şeklinde geçmektedir. Aslında bu iki rivayet arasında bir zıtlık
yoktur. Çünkü "yanından" sözü ile develerin Peygamber (s.a.)m emir ve hükmü
altında oldukları kast edilmiştir. Bununla beraber develeri kendi malından ya da
devletin bütçesinden vermiş olması da mümkündür. Zira Kurtubî'ye göre "yanından
yüz deve" rivayeti, diğerinden daha sahihtir. Hatta bazılarına göre "zekât develerinden
yüz tane" jözü râvilerin hatasıdır. Çünkü zekât, böyle bir yere verilemez. Zekâtın
verileceği yerleri Allah, bildirmiştir. Şâfıîlerden Ebu İshak el-Mervezî, bu hadisin
zahiri ile istidlal ederek zekât develerinden diyet verilebileceğim söylemişse de
âlimlerden çoğu bu görüşte değildir. Nevevî: "Alimlerin çoğunun tercih ettiği görüşe
göre Resûlullah (s. a.), o develeri fakirlere verilen zekât develerinin arasından satın
almıştır," demektedir.

Kurtubî ise bu iki rivayetin arasını şöyle te'Iif etmektedir:

Peygamber (s. a.) bütçesinin ilgili fonundan, sonra vermek üzere o yüz deveyi zekât
develerinin arasından ödünç olarak almıştır. Ancak el-Menhel yazarı es-Subkî'nin
konuya yaklaşımı, sözü edilen ihtimal ve ihtilâfları bertaraf etmesi yönünden önem arz



etmektedir. Der ki: "Anlaşıldığına göre Peygamber (s.a.) çıkması muhtemel fitneyi
önleyip iki tarafın arasını bulmak için o develeri borçulularm zekât payından almak
üzere vermiştir." Borçluların zekât payı için 1631 ile 1635 no'lu hadislerin açık-
lamasına bakınız.

Hayber'de öldürülen ensârînin adı Abdullah b. Sehl b. Zeyd'dir. Onun öldürülmesi
olayını Buhârî, Müslim, Nesâî ve İbn Mâce rivayet etmişlerdir. Müslim olayı şöyle
nakleder:

"Ebû Leylâ Abdullah b. Abdirrahman b. Sehl, Sehl b. Ebî Hasme'-den rivayet etmiştir.
O da kavminin büyüklerinden rivayet ettiğine göre, Abdullah b. Sehl ile Muhayyisa,
içinde bulundukları bir sıkıntıdan dolayı Hayber'e çıkmışlar. Az sonra Muhayyisa
gelerek Abdullah b. Shel'in öldürüldüğünü ve bir kuyuya atıldığını haber vermiş
ondan sonra hemen yahûdilere giderek "Allah'a yemin ederim ki onu siz öldürdünüz"
demiş. Yahudiler:

"Allah'a yemin olsun ki, onu biz öldürmedik" dediler. Sonra dönüp kavminin yanma
gelmiş bunu onlara da anlatmış, bilâhere kendinden büyük olan kardeşi Huveyyisa ile
Abdurralıman b. Sehl beraber gelmişler, Muhayyisa konuşmak istemiş ki Hayber'de o
bulunmuştu. Ama Resûlul-lah (s.a.) yaşı kastederek Muhayyisa'ya:
"Büyüğü büyük bil" demiş, bunun üzerine önce Huveyyisa konuşmuş sonra
Muhayyisa konuşmuş, Resûlullah (s.a.):

"-Ya arkadaşınızın diyetini verirler ya da savaşa hazır olduklarını bize bildirirler,"
buyurmuştur.

Resûlullah (s.a.) onlara bununla ilgili mektup da yazmış yahudiler cevabında:
"Allah'a yemin olsun ki onu biz öldürmedik," yazmışlar. Bunun üzerine Resûlullah
(s.a.) Ruveyyisa, Muhayyisa ve Abdurrahman'a:

"Yemin edip arkadaşınızın kanma hak kazanır mısınız?" diye sormuş onlar:
"Hayır" demişler, Resûlullah (s.a.):
"Yahudiler size yemin etsinler mi?" demiş. Onlar:
"Onlar, müslüman değiller" demişler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.):
onun diyetini yanından vermiş ve onlara yüz dişi deve göndererek evlerine kadar

r2301

götürülüp verilmiştir."

Muhtaç olana ne kadar zekât verilebileceği konusuna gelince:

Hanefîlere göre muhtaç olana zekât olarak verilecek miktar' nİsabtan az olmalıdır.
Nisab miktarı verilmesi mekruh olmakla beraber caizdir. Ancak borçlu olanın,
kendisine verilecek zekâttan borcunu ödedikten sonra elinde nisabtan az bir miktar
kalacaksa veya geçimiyle yükümlü olduğu aile fertleri çok olup verilecek zekât onlara
taksim edildiğinde her birine nisabtan az pay düşecekse, nisabtan fazla verilmesi
mekruh değildir.

Mâlikîlerle Hanbelîlere göre muhtaç olana bir yıllık ihtiyacına kâfi gelecek miktarda
zekât vermek caizdir.

Şâfıîlere göre ise muhtaç olana ömrü (ortalama 60 yıl) boyunca ihtiyacına kâfi gelecek

[2311

miktarda zekât vermek caizdir.



T2321

Dilenmenin Caiz Olduğu Durumlar



1639. Duyurmuştur:

"Dilenmeler, tırmalamalardır, kişi onlarla yüzünde iz yapar. Dileyen yüzünü korur
dileyen de korumaz. Ancak kişinin yetki sahibinden veya kaçınılmaz bir iş için

f2331

(başkasından) istemesi hariç."
Açıklama

Kişi, dilenmekle izzet-i nefis ve şerefinden fedakârlık eder.Nasıl ki tırmalama, yüz de
istenmeyen bir iz bırakıyorsa, dilenmek de kişinin şerefinde böyle iz bırakır. Bunun
için kişi izzet-i nefs ve şerefinden kaybetmek istemiyorsa, dilenmemelidir. Dilenmesi
halinde kayb eder. "Dileyen yüzünü korur dileyen de korumaz" sözü ile anlatılmak
istenen budur. Ayrıca bu sözde yüzlerini korumayanlar kınanmış ve tehdid
edilmişlerdir. Ancak müstehak olanın, devlet başkam veya onun vekilinden hakkını
istemesinde bir sakınca yoktur. Zira o devlet yetkilisi, hak sahiplerine haklarını
vermekle mükelleftir. Bu onun görevidir. Bu nevi isteme mubah olduğu gibi, çıkması
muhtemel olan bir fitneyi önlemek maksadıyla iki tarafın arasım bulmak için
borçlanan kişinin, başına bir musibet gelip de zor durumda kalan kişinin ve
katlanılamayacak fakru zarurette olan kişinin halktan istemesi mubahtır. Anlaşıldığına

12341

göre, müstehak olmayanın istemesi mubah değildir.

1640. ...Kabise b. Muhârik el-Hilâlî'den; demiştir ki:

Bir anlaşmazlıkta ortalığı yatıştırmak üzere kefil olmuştum da Peygamber (s.a.)'e
geldim. Bana:

"Kabisa, bekle de bize zekât gelsin, onun sana verilmesini emredelim," dedi. Sonra
şöyle buyurdu:

"Kabîsa, dilenmek ancak şu üç kişiden birine helâl olur: Kefalet altına giren kişinin o
meblağı elde edinceye kadar dilenmesi helâldir. Sonra bundan vazgeçer. Malını helak
eden bir felâkete maruz kalan, kişinin geçimini temin edinceye kadar dilenmesi he-
lâldir. Kavminden aklı başında üç kişi "gerçekten falan fakir düştü" deyip de şehâdette
bulundukları kişinin geçimini te'min edinceye kadar dilenmesi helâldir. Sonra bundan
vazgeçer.

[235]

Kabisa! Bunların dışında dilenmek haramdır. Dilenen, haram yemiş olur."
Açıklama

Hemâle, kefalet anlamına gelmektedir. Bu hadişte ondan maksat, iki tarafın arasım
bulmak, onları barıştırmak için kişinin belirli bir meblâğı vermeyi taahhüd etmesi,
üstlenmesidir. İşte böyle bir kimsenin üstlendiği meblâğı temin edinceye kadar
dilenmesi caizdir. 1631, 1635 ve 1639 no'lu hadislerin açıklamalarında belirtildiği gibi
böyle bir kimseye zekât vermek caizdir,

Daha önce maddî durumu iyi olup da başına gelen bir felâketten dolayı malını yitiren
kişinin, fakirleştiğine şahitlik edecek olanların akıllı ve onun durumunu yakından
bilen kimseler olması, yanılmamak içindir. Zira kişinin kendi malını halktan gizlemesi
âdetidir. Onu ancak yakınlarına bildirir.



Fakirliği isbat etmek için üç şahidin şart olup olmadığı konusunda ihtilâf edilmiştir.
İbn Huzeyme ile Şafulerin bazıları bu hadisin zahiri ile istidlal ederek üç kişinin
şahitliğini şart koşmuşlardır. Alimlerin çoğu ise, "zina dışındaki şehâdetlerde olduğu
gibi bunda da âdil iki erkeğin şahitliği kâfidir" demiş ve bu hadisteki sayıyı müstehaba
hamletmişlerdir. Bununla beraber şahit istemek, malı olduğu bilinip de fakirlik
iddiasında bulunan kimseye mahsustur. Dolayısıyla malı olduğu büinmeyen kimseden

12361

şahit istenmez. Ona yemin verdirmek suretiyle sözü kabul olunur.
Bazı Hükümler

1. Bu hadiste sözü edilenlerin dilenmesi çizdir. Bir bakıma bu hadis bir önceki hadisi
tahsis etmektedir.

2. Zekâtın bir şehirden bir başka şehre nakledilmesi caizdir. Bu konu için 1625 no'lu
hadise bakınız.

3. Kişiye verilecek zekât belirli bir miktar ile tahdid edilmemiştir.Bu miktar

r2371

müstahakkm durumuna göre değişir.

1641. ...Enes b. Mâlik'ten rivayet edildiğine göre Ensar'dan bir adam Peygamber
(s.a.)'e dilenmeye geldi. Bunun üzerine Peygamber (s. a.):
"Evinde hiç bir şeyin yok mu?" diye sordu. Adam:

Hayır (bir şeyim yok ancak) bir çul var ki, bir kısmını giyiyor, diğer kısmını da
(altımıza) seriyoruz. Bir de su içtiğimiz bir bardak var, dedi. Peygamber (s.a.):
"Onları bana getir" dedi. Adam da getirdi. Resûlullah (s.a.) onları eline aldı ve:
"Bunları kim satın alır?" dedi. Bir adam:

Ben onları bir dirheme alırım, dedi. Peygamber (s.a.) iki veya üç defa:
"Kim bir dirhemden fazla verir" dedi. Bir başka adam:

Onları ben iki dirheme alırım, dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.); o adama verdi ve
iki dirhemi aldı. Ensârî'ye verdi ve şöyle buyurdu:

"Birisiyle yiyecek satın al da ailene götür ver. Diğer dirhem ile de bir keser satın alıp
bana getir." Ensârî keseri getirdi. Resûlullah (s.a.) Ona eliyle bir sap takdı ve Ensârî'ye
dedi ki:

"Git, odun topla ve sat. Seni on beş güne kadar görmeyeyim."

Adam gitti odun toplayıp sattı. (On beş gün sonra) on dirhem biriktirmiş olarak geldi.
Onun bir kısmı ile elbise, bir kısmı ile de yiyecek satın aldı. Bunun üzerine Resûlullah
(s.a.):

"Bu senin için kıyamet gününde yüzünde dilencilik lekesi ile gelmenden hayırlıdır.
Dilencilik ancak şu üç kişi için caiz olabilir:

Şiddetli fakirlik çeken, çok ağır bir borç altında bulunan, can yakıcı kan diyetini

r2381

ödemeyi yüklenen"
Açıklama

Hadiste geçen kelimesi fiilinden türetilmiş. bir ism-i faildir. Perişanlıktan yerlerde
sürünüp üstü başı toz toprak içinde kalmış olan kimsedir. Böyle bir duruma düşen bir



fakirin dilenmesi caizdir.

kelimesi ise fiilinden türetilmiş bir ism-i faildir. Zor durumda bırakan demektir. Borç
anlamına gelen kelimesine sıfat yapılmakla zor duruma düşüren ağır borç kast
edilmiştir; buna ise, borçlular fonundan zekât verilir.

kelimesi de fiilinden alınmış bir ism-i faildir. Kan anlamına gelen "dem" kelimesine
sıfat yapılmakla elem verici, can yakıcı kan ifâde edilmiştir. Kan kelimesi, burada
diyet anlamında kullanılmıştır. Şöyle ki biri bir başkasını öldürdüğü zaman öldürenin
akraba veya arkadaşlarından birisi, aradaki husûmet ve kini ortadan kaldırmaya
çalışarak öldürülenin akrabasına diyet vermeyi üstlenir de öldüren tarafın malı ol-
madığı için o diyeti ödeyemezse, diyeti vermeyi üstlenen kişi, onu ödemek için
dilenir. Zira o diyeti ödemeyecek olursa, kısas yapılarak öldüren kişi öldürülür. Bu

r2391

durumu ise, kefilini üzer. İşte böyle bir kimsenin dilenmesi de caizdir.
Bazı Hükümler

1. Bu hadis- Peygamber (s.a.)'m üstün ahlâk, tevazu ve fakirlere olan şefkat ve
merhametinin ne kadar çok olduğunu göstermektedir. Zira adamın çul ve bardağını
mübarek eline alarak artırmaya çıkarması, rağbet kazanmaları içindir.

2. Artırma usulüyle satış caizdir.

3. Başkan ve buna benzer yetkililer maiyetlerinde bulunanlara mutluluk ve huzur
yolunu göstermeli ve ona teşvik etmelidirler.

4. Çalışarak kazanabilen kimsenin dilenmesi haramdır.

r2401

5. Dilencilik, hem dünya hem de âhiret açısından zem edilmiştir.
27. Dilenmenin Çirkinliği

1642. ...Avf b. Mâlikten; demiştir ki:

Biz yedi veya sekiz ya da dokuz kişi Resûlullah (s.a.)'m yanında idik, Resûlullah
(s.a.):

"Allah'ın elçisine bey'at etmez raisiniz?" buyurdu. Halbuki biz yeni bey'at etmiştik.
Biz de:

Sana bey'at etmiştik, dedik. Resûlullah (s.a) aynı şeyi üç sefer söyledi. Bunun üzerine
ellerimizi uzattık ve ona bey'at ettik. Bu arada biri:

Ya Resûlullah! Biz şüphesiz size bey'at etmiştik. Şimdi sana ne üzerine bey'at
ediyoruz? diye sordu. Resûlullah (s.a.):

"Allah'a kulluk etmeniz, O'na hiç bir şeyi ortak koşmamanız, beş vakit namazı
dosdoğru kılmanız, (söz) dinleyip itaat etmeniz ve -sesini alçaltarak gizlice- Halktan
hiç bir şey istememeniz üzerine" buyurdu. Avf dedi ki:

And olsun (durum öyle oldu ki), o cemaatten birinin kamçısı yere düşüyordu da hiç bir

[24İ1

kimseden onu vermesini istemiyordu.

Ebû Dâvûd dedi ki: Hişâm'm hadisini Saîd'den başka bir kimse rivayet etmemiştir.
f2421



Açıklama



Bey'at: Müslümanların, islâm devlet başkanına, emirlerine itaat etmek üzere söz
vermeleridir. Bu kelime, alış-veriş mânâsına gelen "bey' " kelimesinden alınmıştır.
Nasıl ki bey'de karşılıklı alınıp verilen iki şey varsa, bey'atta da verilen sözün
karşılığında cennet va'd edilmiştir ki, bey'de olduğu gibi bey'atta da elden tutma var-
dır. Ancak kadınlar bey'at ederken el tutmazlar. Zira Resûlullah (s.a.)'e bey'at eden
kadınlar, onun elinden tutmamışlardır.

Ashâb-ı Kiram, Peygamber (s.a.)'in gizli sesle buyurmuş olduğu "halktan hiçbir şey
istememeniz üzerine" sözünü, umûmî mânâda nehye hamlederek ihtiyat yolunu tercih
etmişlerdir. Zira ashâb-ı kirama dilenmek umûmî bir şekilde nehy buyurulmuş, onlar
da hadîsi bu mânâya alarak başkalarından hiçbir şey hatta yere düşen kamçılarını bile

£2431

istemez olmuşlardır.
Bazı Hükümler

1. Bu hadis Peygamber (s'a->'in fırsat bulduk" ça dinî hükümleri tebliğ etmeye ne
kadar önem verdiğini göstermektedir.

2. İslâm devlet başkanına bey'atm tekrarlanması meşrudur.

3. Bey'at edenin, beyat edilenin elini tutması müstehabtır.

4. Kimseden bir şey istememek üzere bey'at etmek müstehabtır.

f2441

5. Hadis, değersiz bir şeyi bile istemekten sakınmaya teşvik etmektedir.

1643. ...Resûlullah (s.a.)'in azatlısı Sevbân'dan; demiştir ki: Resûlullah (s. a.):
Halktan bir şey istemeyeceğine kim bana söz verir ki, ona cenneti garanti edeyim"
buyurdu.

[245]

Sevbân: "Ben" dedi. Gerçekten de hiç kimseden bir daha hiç bir şey istemedi.
Açıklama

Bu hadiste halktan hiçbir şey istemeyen kimsenin cennete girmeye hak kazandığı ve

12461

Sevbân (r.a.)'m ulaşmış ol duğu yüksek mertebe anlatılmıştır.
28. Isti'fâf (Dilenmeyip İffetli Yaşamak)

1644. ...Ebu Said el-Hudrî'den rivayet edildiğine göre, Ensâr'-dan bazı kişiler
Resûlullah (s.a.)'tan (bir şeyler) istediler. O da onlara verdi. Sonra tekrar istediler yine
verdi. Yanındaki tükenince:

"Yanımdaki malı sizden asla gizlemem. Kim iffetli olmak isterse, Allah onu iffetli
yapar. Kim de elindeki ile yetinirse, Allah onu zengin yapar. Sabretmeye gayret edene
Allah sabır ihsan eder. Hiç bir kimseye sabırdan daha geniş bir ihsanda bulunu İmanı
r2471

iş lir" buyurdu.



Bazı Hükümler



1. Defalarca dilenene dilendikçe vermek caizdir.

2. Verecek bir şey bulunmadığı zaman dilenciden özür dilemek ve onu sabra
teşvik etmek meşrudur.

3. İhtiyaçtan dolayı istemek caizdir. Ama sabredip Allah'tan istemek evlâdır.

4. Hadis Resûlullah (s.a.)'in cömertlik, müsamaha ve başkalarım kendi nefsine tercih
ettiğine delâlet etmektedir.

5. Hadiste muhtaç olan kimse iffetli olmaya, halka el açmayıp kendisini müstağni
göstererek sabırla Allah'a tevekkül etmeye teşvik edilmiştir.

r2481

6. Mü'mine ihsan edilen en büyük şey sabırdır. Dolayısıyla sevabı da çoktur.

1645. ...İbn Mesûd'dan; demiştir ki: Resûlullah (s. a.): "Kime yokluk isabet eder de
(halinden şikâyet ederek) onu halka arz eder (onlardan bir şeyler ister)se yokluğu
giderilmez. Kim de onu Allah'a arz ederse, Allah onu çabuk zengin eder. Ya çabuk

[2491

ölümle veya çabuk zenginlikle." diye buyurdu.
Açıklama

Allah'ın, kişiyi çabuk ölümle zengin yapması ya kişinin zengin bir yakını ölüp de ona
vâris olması suretiyle ger çekleşir ya da kişinin bizzat kendisinin ölüp de mala ihtiyaç

£2501

duymaması suretiyle olur.
Bazı Hükümler

1. Hadis halka el açmaktan nefret ettirmeye delalet eder.

2. Hadis Allah'a yalvarıp O'ndan istemeye ve O'na tevekkül etmeye teşvik etmektedir.
1251]

1646. ...Ibnu'l-Firâsî'den rivayet edildiğine göre, el-Firâsî, Resûlullah (s.a.)'e:
Dileneyim mi, ya Resûlullah? dedi. Peygamber (s. a.): "*Hayır, eğer mutlaka bir şey

12521

istemen gerekirse, salih kişilerden iste!" buyurdu.
Açıklama

Zaruret anında salih kimselerden istemek, verdikleri zaman başa kakmamaları,
isteyeni boş çevirmemeleri ve

kazançlarının helâl olmasından dolayıdır. Evlâ olan salih kimselerden istemek ise de
salih olmayanlardan istemek de caizdir.

Hadiste dilenmekten nefret ettirme ve ciddî ihtiyaç anında sâlih kimselerden istemeye



[253]

teşvik vardır.



1647. ..İbnü's Sâidî'den; demiştir ki:

Ömer (r.a.) beni zekât toplamak üzere görevlendirdi. İşimi bitirip topladığım zekâtları
kendisine teslim edince, bana ücret verilmesini emretti. Bunun üzerine "Ben bu işi
Allah rızası için yaptım, mükâfatım Allah'a aittir" dedim. O şöyle cevap verdi:
Sana verileni al, zira ben de Resûlullah (s. a.) zamanında (bu işte) çalıştım. Bana ücret
verdi ben de söylediğin gibi söyledim. Resûlullah bana:

[2541

"İstemeden sana bir şey verildiği zaman onu (al) ye ve tasadduk et." buyurdu.
Açıklama

Peygamber (s. a.) ile Ömer (r.a.)'in verdikleri, ücrettir. Buna göre, yapılan iş, ders
okutma ve hâkimlik gibi dinî vecibelerden olsa bile, karşılığında ücret almak caizdir.
Hatta böylesi kimselere İslâm devlet başkanının ilgili fondan geçimlerine yetecek bir
miktar vermesi vâcibtir. Bunun içindir ki Tahâvî, "bu hadis zekâta değil de İslâm
devlet başkanının zengin -fakir herkese taksim ettiği mallara aittir. Böylesi mallar,
halka fakir oldukları için değil, o mallarda hakları bulundukları için verilir. Bundan
dolayıdır ki Peygamber (s. a.), Hz. Ömer'in verilen malı almamasını hoş
karşılamamıştır. Çünkü ona verdiği mal, fakirliğinden dolayı değildir" demektedir.
Taberî diyor ki: "Alimler bu hadisteki "al" emrinin nedb ve irşad için olduğunda ittifak
etmişlerdir: "Hediyeyi veren İslâm devlet başkanı olsun, sâlih veya fâsık olsun verilen
şeyi kabul etmek mendubtur, yeter ki hediye vermesi caiz olan bir kimseden gelsin"
demişlerdir. Ebû Hurey-re'nin, "bana hediye verilirse, alırım. İstemeye gelince onu
yapmam" dediği rivayet olunmaktadır. Aişe (r.anhâ) Muâviye'nin hediyesini kabul et-
miştir."

Taberî sonra İbn Ömer, İbn Abbâs ve Hz. Ali'nin de hediye kabul ettiklerine dair bazı
nakiller yapmış Resûlullah (s.a.)'m:

[255]

"O bizim için hediyedir" hadisini delil getirerek Berîre'ye sadaka olarak verilen
etten yediğine dikkat çekmiştir.

Her ne kadar Taberî "al" emrinin nedb için olduğunda âlimlerin ittifak ettiğini
söylemişse de ,Menhel yazarı da Ahmed b. Hanbel'in, hadisin zahiriyle istidlal ederek
hediyeyi kabul etmenin vâcib olduğunu, cumhura göre ise, İslâm devlet başkanının
bağışı hariç, diğer bağışların kabul edilmesinin müstehab olduğunu nakleder. Devlet
başkanın yaptığı bağışa gelince, elindeki mala bakılır, şayet çoğu haramdan elde
edilmişse, onu almak haramdır. Çoğu haram değilse almak mubahtır.
Bazılarına göre de Devlet başkanının yaptığı bağışı almak vâcibtir. Zira Cenab-ı Allah
"Resul size ne verirse onu alın" buyurmuştur. Bağışı almayan, emre uymamış olur. İbn
Hacer el-Askalânî: "Doğrusu malı helâl olduğu bilinenin hediyesi geri çevrilmez. Malı
haram olduğu bilinen kimsenin hediyesini almak ise, haramdır. Şüpheli malda da
ihtiyat yolu, onu geri çevirmektir. Onu geri çevirmeyip mubah görenler, delili esas
almışlardır" demektedir. İbnü'l-Münzir de: "Bu konuda ruhsat verenler Yahudiler

12561

hakkındaki "onlar yalanı çok dinler, haramı çok yerler" âyet-i kerimesi ile istidlal



ederler. Nitekim Peygamber (s.a.)'de zırhını bir yahûdiye rehin bırakmıştı. Ayrıca
yahudilerden cizye alıyordu ki, onların mallarının çoğunu şarap, domuz ve fasit alış-
verişlerden elde ettiklerini biliyordu," demektedir.

Taberî: "Allah'ın ehl-i kitabtan cizye alınmasını mubah kılması da elinde malı olup da
haramdan mı, helâldan mı kazandığı bilinmeyen müslümanm o maldan verdiği
hediyesini almanın haram olmadığına apaçık bir delil vardır. Zira Allah ehl-i kitabın
mallarının çoğunun şarap ve domuzdan kazanıldığını, faiz alıp verdiklerini biliyordu.
Öyle olmasına rağmen, cizyeyi mubah kılmıştır. Dolayısıyla harama aldırmayan bir
kimsenin verdiği hediye, alan tarafından bizatihi haram olduğu bilinmedikçe kabulü

12571

mubahtır. Sahabe ve Tabiûnun imamları da aynı görüştedirler" demektedir.
Bazı Hükümler

1. Hadis Hz. Ömer'le İbnü's-Sâidî'nin fazilet ve takvalarına delalet etmektedir.

2. Dinî bile olsa yapılan iş karşılığında ücret almak caizdir.

[2581

3. İslâm devlet başkanının verdiği geri çevrilmemelidir.

1648. ...Abdullah b. Ömer'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s. a.) minberde
zekâttan, haya edip onu almamaktan ve dilenmekten söz ederken şöyle buyurdu:
"Yüksek el, alçak elden daha hayırlıdır. Yüksek el, veren (el), alçak el de dilenen (el)
£2591

dir."

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisteki Eyyûb'un Nâfı'den rivayeti konusunda ihtilâf
edilmiştir. Abdulvâris: "Yüksek el, haya edip almayandır" demişse de râvilerin çoğu
Hammâd b. Zeyd'den, o da Eyyûb'dan rivayetine göre: "Yüksek el, veren eldir"

r2601

Hammâd' dan rivayet edenlerden biriside: "haya edip almayandır" demiştir.
Açıklama

Ebü Davud'un dediği gibi bu hadisin iki tarîki vardır, birisinde "münfıka; veren (el)"
şeklinde geçen kelime, diğerinde "müteaffıfe: haya edip almayan" şeklinde
geçmektedir. İbn Abdilberr "münfika" rivayetini tercih etmiş ve Buhârî ile Müslim'in

um

de bu rivayeti tahrîc ettiklerine dikkat çekmiştir.
Bazı Hükümler

1. Hatibin dinleyenler için yararlı gördüğü hususlardan söz etmesi mubahtır.

2. Hadis hayırlı işlerde infakta bulunmaya ve sadaka vermeye teşvik eder.

3. Şükreden zengin, sabreden fakirden daha üstündür. Ancak bunun aksini iddia
edenler de olmuştur.

f2621

4. Hadis ciddî ihtiyaç olmadığı halde dilenmekten nefret ettirmektedir.



1649. ...Mâlik b. Nadla'dan; demiştir ki: Resülullah (s.a.) şöyle buyurdu:

"Eller üç kısımdır: Allah'ın Yed-i Ulyâ'sı (zatına mahsus ve sıfatına lâyık Eri), ondan

[263]

sonra verenin eli ve dilenenin alçak eli, fazla olanı ver ve nefsine yenilme."
Açıklama

Bu hadiste verme yönünden üç kısma ayrılmıştır: İlk ikisi verici, sonuncusu alıcıdır.
Buna göre verici el, iki kısımdır:

a. Hakikî verici, Allah'tır. Çünkü her şeyin mâliki odur.

b. Zahirî verici, infâk eden kişidir.

Dilenenin elinin alçak olması, ciddî bir ihtiyacı olmadığı halde dilenmesine
hamledilmiştir.

"Fazla olanı ver" sözündeki fazlalıktan maksat, ihtiyaç fazlasıdır, "ver" emri, nedb
içindir.

"Nefsine yenilme" sözünde, mala düşkün olan nefse karşı koymada ona yenilmemek
ve ihtiyaç fazlasını vermekte cimrilik yapmamak istenmiştir. Bu söz, "malının hepsini
infak edip de geçim sıkıntısına düşme" şeklinde de yorumlanmıştır.
Bu hadis sadaka verip nefisle mücâdele etmeye teşvik etmekte, halktan istemekten
nefret ettirmektir.

Bu babta geçen hadislerden anlaşıldığına göre ellerin en yükseği, nıünfıka (veren)
eldir. Sonra müteaffıfe (muhtaç olmasına rağmen almaktan haya eden) el, üçüncüsü

[2641

istemeden alan el, sonuncusu da dilenen eldir.
29. Haşimoğullarına Sadaka Vermek

1650. ...İbn Ebî Râfı, (babası) Ebû Râfı'den rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.)
Mahzûm oğullarından bir adamı zekât toplamaya gönderdi. O adam Ebu Râfı'e:
Bana arkadaş ol ki, ondan pay alasın, dedi. Ebu Râfı'de:

Peygamber (s.a)'e gidip sormadıkça (seninle gelmem), dedi ve Peygamber (s.a.)'e
gidip sordu. Peygamber (s.a.):

"Kavmin azatlı kölesi onların aile fertlerinden sayılır, bize sadaka helâl değildir"
[265]

buyurdu.
Açıklama

Hâşim, Peygamber (s.a.)'in dedesi Abdulmuttalib'in babasıdır. Haşimoğulları,
Hanefîlere göre, Abbasoğulları, Ali b. Tâlib oğulları, Caferoğulları, Akîloğulları ve
Hârisoğullarıdır. Böylece Ebû Leheb oğulları onlardan sayılmamaktadır.
Mâlikîlere göre Hâşim'in erkek çocukları vasıtasıyle doğan çocuklardır. Buna göre
Hâşim'in kızlarının çocukları onlardan değillerdir.

Şâfıtlerle Hanbelîlere göre ise, Hâşim'in erkek ve kız çocukları vasıtasıyle doğan tüm
zürriyetidir.

Peygamber (s.a.)'m zekât toplamaya gönderdiği adam; Erkam b. Ebî Erkam el-
Kureşî'dir. Peygamber (s.a.) Mekke'de Hz. Ömer müslüman oluncaya kadar bu zatın



evinde gizlice ibâdet ve İslâm'a davette bulunmuştu.

Ebû Râfı Peygamber (s.a.)'in azathsıydı. Ona "Kavmin azatlı kölesi, onların aile
fertlerinden sayılır" buyurmakla sadakanın ona da helâl olmadığını kast etmiştir.
"Bize sadaka helâl değildir" sözünde Peygamber (s. a.), Hâşimoğulla-rmın sadaka
almalarının caiz olmadığını ifâde buyurmuştur. Tercih edilen görüşe göre bu hadisteki

[2661

sadaka kelimesi, hem zekât gibi farz sadakaya hem de nafile sadakaya şâmildir.
Bazı Hükümler

Bu hadis Peygamber (s.a.)'e Hâşimoğullarma ve azatlılarına sadakanın haram
olduğuna delalet etmektedir. Peygamber (s.a.)'e zakâtm haram olduğunda -Hattâbî ve
başka âlimlerin dediği gibi- icmâ vardır. Hâşimoğullarma zekâtın haram oluşunda
ihtilâf varsa da cumhura göre haramdır. Delilleri, Peygamber (s.a.)'ın, "Bu sadakalar,
insanların kirleridir. Bunlar ne Muhammed'e helâl olur, ne de âl-i Muhammed'e"
12671

hadis-i şerifidir.

Al-i Muhammed'in kimler olduğunda ihtilâf edilmiştir:

Hanefîlere göre Hâşimoğullarıdır ki, Al-i Abbas, Al-i Ali, Al-i Cafer, Al-i Akıl ve Al-i
Hâris'ten ibarettir. Ebû Leheb oğulları, bunlardan değildir.
İmam Malik ve Ahmed'e göre ise Al-i Muhammed, Haşimoğullarmm tümüdür.
İmam Şafiî'ye göre Haşimoğulları ile Muttaliboğulları'dır. Bu görüş, aynı zamanda
bazı Mâlikîlerle Ahmed b. Hanbel'den de rivayet edilmiştir.

îbn Kudâme: "Hâşimoğullarma zekâtın helâl olmadığı konusunda bir ihtilafın
olduğunu bilmiyoruz" demiştir. İbn Reslân da bu konuda jcmâ'-m olduğunu nakl
etmiştir. Ebü Yûsuf a nisbet edilen "Hâşim oğulları birbirlerine sadaka verebilirler"
görüşü, Hanefî mezhebini en iyi bilenlerden biri olan Tahâvî tarafından reddedilmiştir.
Hatta Tahavî, Ebû Yusuf tan Hâşimoğullarma nafile sadakanm bile haram olduğunu
nakletmiştir.

Hâşimoğullarma ganimetten beşte bir olan haklan verilmemişse, Şafiî ve Ahmed b.
Hanbel'e göre zekât almaları yine caiz değildir. Ancak Mâlik ve Şâfiîlerden İstahrî ile
Hanefîlerden Tahâvî, bu durumda zekât almalarını caiz görmüşlerdir. Bu görüş Ebû
Hanife'ye de isnâd edilmiştir.
Hâşimoğullarmm nafile sadaka almalarına gelince:

Hanefîlerce tercih edilen görüşe göre farz olan zekât gibi o da haramdır. Mâliki, Şafiî
ve Hanbelîler hem Hâşimoğullarmm hem de azatlılarının nafile sadaka almalarını
hediye hibe ve vakıf kabul etmelerine kıyas ederek caiz görmüşlerdir.
Haşimoğulları azatlılarının zekât almalarının Ebu Hanîfe ve arkadaşları, İmam Şafiî,
Ahmed b. Hanbel ve Mâlikîlerden İbnü'l-Mâcişûn haram olduğunu söylemişlerdir.
Delilleri açıklamaya çalıştığımız bu hadistir.

İmam Mâlik ve bazı Şâfiîler onlara zekât verilebileceğim ileri sürmüşlerdir. Delilleri

f2681

azatlılarla Haşimoğulları arasında bir akrabalık bağının olmayışıdır.



1651. ...Enes (r.a.)'ten rivayet edildiğine göre Peygamber (s. a.) sahibi bilinmeyen, yere
düşmüş bir hurmaya rast gelirdi de zekât olması korkusundan başka bir şey onu



[269]

almaktan menetmezdi.



Açıklama

Bu hadis kişinin mubah olduğunu bilmediği şeyleri alıp yemekten sakınmasının

r2701

gerektiğine delalet etmektedir.

1652. ...Enes (r.a.)'ten rivayet edildiğine göre Peygamber (s. a.) (yerde) bir hurma
buldu da:

um

"Zekât olmasından korkmasaydım, onu yerdim" buyurdu.

T2721

Ebû Dâvûd dedi ki: Hişâm bunu Katâde'den böyle rivayet etti.
Açıklama

Bu hadis, bir hurma tanesi, bir ekmek parçası veya bir üzüm tanesi gibi genellikle
başkasına verilmesinde cimri lik gösterilmeyen değersiz şeyleri yerden alıp kime ait
olduklarını sormadan yemenin mubah olduğuna delâlet etmektedir. Zira Peygamber
(s.a.) o hurmayı sadaka hurması olma ihtimalinden dolayı yememiştir. Şayet sadaka
olma ihtimali olmasaydı onu yiyecekti.

Ayrıca bu hadis farz olsun nafile olsun, sadakanın azının bile Peygamber (s.a.)'e

r2731

haram kılındığına delildir.

1653. ...İbn Abbas'tan; demiştir ki:

Babam, Peygamber (s.a.)'in kendisine zekâttan vermiş olduğu deve için beni ona
f2741

gönderdi.
Açıklama

Peygamber (s.a.) zekât müstehaklarma vermek üzere Hz. Abbas'tan ödünç deve almış,
sonra Peygamber (s.a.)'e zekât develeri gelince ödünç olarak aldığı develerin yerine o
zekât develerinden vermiştir. Ancak Hz. Abbas, malına zekât bulaşır endişesiyle o

1275] ''

zekât develerinin başka develerle değiştirilmesini istemiştir.

1654. ...İbn Abbâs'tan önceki hadisin benzeri rivayet edilmiştir, (ancak Salim,

1276]

rivayetinde) "develeri değiştirmesi için" ifâdesini eklemiştir.
30. Fakirin Zekat Malından Zengine Hediye Vermesi

1655. ...Enes (r.a.)'ten rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.)'e et getirildi.



"Bu nedir?" diye sordu.

Berîre'ye -sadaka olarak verilmiş bir şey, diye cevap verdiler. Bunun üzerine
Peygamber (s. a.):

T2771

"Bu onun için sadaka, bizim için ise hediyedir", buyurdu.
Açıklama

Peygamber (s. a.) "Bu nedir?" diye sormakla etin nereden geldiğim öğrenmek
istemiştir.

Berîre, bir cariyenin adıdır. Aişe (r.anhâ), onu azad etmek için satın almak isteyince
r2781

efendileri velâmn kendilerine ait olmasını şart koşmuşlardı. Hz. Aişe etin
durumunu Peygamber (s.a.)'e arz edince, ona şöyle buyurdu:

"Bu onun için sadaka, bizim için ise hediyedir" sözünde Peygamber (s. a) Berîre'ye
sadaka olarak verilen etin, artık Berîre'ye ait sayıldığım, böylece o etin vasfının
değişmesiyle kendilerine sadaka olarak değil de hediye olarak takdim edildiğini kast
[2791

etmiştir.

Bazı Hükümler

1. Bu hadis fakirin sadakayı almasıyla sadakadan vasfın kalktığına ve artık onun,
sadaka alması haram olan kişiye hediye edilmesinin helâl olduğuna delâlet etmektedir.

r2801

2. Peygamber (s.a.)'e hediye mubahtır.

31. Kişinin Sadaka Olarak Verdiği Mala Vâris Olması

1656. ...Bureyde'den rivayet edildiğine göre bir kadın, Resûlullah (s.a.)'a geldi ve
şöyle dedi.

Anneme sadaka olarak bir câriye vermiştim. Annem öldü ve o cariyeyi miras olarak
bıraktı. (Acaba durum ne olacak?) Peygamber (s. a.):

"0 sadakanın mükâfatına hak kazandın ve o sana miras olarak geri döndü" buyurdu.
[281]

Açıklama

Bu hadis sadakanın, onu verene miras yoluyla geri dönmeşinin caiz olduğuna delâlet
r2821

etmektedir.

32. Maldaki Haklar



1657. ...Abdullah (b. Mesûd)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s. a.) zamanında mâûnu,



T2831

kova ve tencerenin ödünç olarak verilmesi sayardık.



Açıklama

[284]

Mâûn kelimesinden "Mâûnu esirgerler" âyetindeki "el-mâûn" kelimesi kast
edilmiştir. Mâ-
ûn, örfen ödünç olarak verilen tencere, keser, balta ve kova gibi ev işlerinde kullanılan
eşyanın adıdır.

îkrime'den rivayet edildiğine göre mâûn'ım başı, malın zekâtı, aşağısı da elek, kova ve
iğnedir.

Zemahşerî Keşşaf adlı tefsirinde der ki: "Bu eşyanın ihtiyaç anında ödünç olarak

12851

istenip de verilmemesi sakıncalı ve şahsiyeti zedeleyicidir." Bu hadiste

r2861

yardımlaşma teşvik edilmiş, cimrilik zemmedilmiştir.

1658. ...Ebu Hüreyre'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s. a.) şöyle buyurmuştur:
"Servetinin zekâtını vermeyen hiçbir mal sahibi yoktur ki Allah,' kıyamet günü
cehennem ateşinde o malı kızdırtmamış olsun ve miktarı sizin saydığınız günlerden
elli bin sene olan bir günde Allah, kullarının arasında hükmedinceye kadar- o malla
sahibinin yüzü, yanları ve sırtı dağlanmasın. Sonra ya cennete ya da cehenneme (gi-
den) yolu kendisine gösterilir.

Zekâtını vermeyen hiç bir koyun sürüsü sahibi yoktur ki, kıyamet günü o koyunlar,
olduğundan fazla gelmesin ve sahibi düz ve geniş bir yere onların önüne yatırılarak
onu boynuzlan ile süsmesin, tırnakları ile çiğnemesinler ki, aralarında ne yamuk
boynuzlu ve ne de boynuzsuz yoktur. Miktarı sizin saydığınız günlerden elli bin sene
olan bir günde Allah, kullarının arasında hükmedinceye kadar sürünün sonundakiler,
onun üzerinden geçtikçe Öndekiler bir daha üzerine gönderilir. Sonra ya cennete ya da
cehenneme (giden) yolu kendisine gösterilir.

Zekâtım vermeyen hiç bir deve sahibi yoktur ki kıyamet günü o develer olduğundan
fazla gelmesin ve sahibi düz ve geniş bir yere onların önüne yatırılarak ayaklarıyla
çiğnemesinler. Miktarı sizin saydığınız günlerden elli bin sene olan bir günde Allah,
kullarının arasında hükmedinceye kadar sondakiler, onun üzerinden geçtikçe ön-
dekiler bir daha üzerine gönderilir. Sonra ya cennete ya da cehenneme (giden) yolu

[2871

kendisine gösterilir.
Açıklama

Hadiste geçen "kenz" kelimesi aslında yerde gömülü olan mal anlamına gelmektedir.
Ancak burada zekâta tâbi

olduğu halde zekâtı verilmeyen mal anlamında kullanılmıştır. Buna göre zekâtı verilen
mala "kenz" denilmez. Bununla ilgili malumat 1564 no'lu hadisin açıklamasında
geçmiştir.

"...olduğundan fazla..." sözünden o hayvanların hem sayı yönünden çokluğu hem de



semiz, sağlam ve kuvvetli oluşu kast edilmiştir.

Kâ', düz ve geniş yer demektir. Karkar da aynı anlama gelip ka'ı pekiştirmek için
zikredilmiştir.

"Aksa; yamuk boynuzlu, celhâ," boynuzsuz demektir. Bu hadis altın, gümüş, koyun ve
develerin zekâtının vâcib olduğuna ve zekâtını vermeyenin uğrayacağı azaba delâlet
[2881

etmektedir.

1659. ...Ebû Hureyre Peygamber (s.a.)'den bir önceki hadisin benzerini rivayet
etmiştir: (Hadisin senedindeki) Zeyd b. Eşlem, deve ile ilgili bölümde "onların hakkını
(zekâtım) vermeyen" sözünden sonra, "su başına geldikleri günde sağılmaları

r2891

haklarındandır" sözünü söyledi.
Açıklama

"Su başına geldikleri günde sağılmaları haklarındandır" cümlesindeki "hak"tan
maksat, vacib hak değil, mendub haktır. Cumhur bu görüştedir. Bazıları bu hakkın,
yardımın yapılması vâcib olduğu duruma mahsus olduğunu söylerken Kadı Iyaz da:
"İhtimal ki, bu zekât farz olmadan önceydi" demiş ve bu hakkın, zekâtın farz
olmasıyla nesh edildiğini kast etmiştir.

Hayvanların su başında sağılmaları hem hayvanlara hem de fakirlere kolaylık olması
içindir. Zira onları su başında sağmak, evde sağmaktan daha rahat, fakirlere yardım

r2901

için daha münâsibtir.

1660. ...Ebû Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.)'den önceki kıssanın
benzerini işittim. Birisi, Ebû Hüreyre'ye;

Develerin hakkı nedir? diye sordu. Ebû Hureyre:

İyisini verirsin, bol sütlü olanını sütü sağılıp sana geri verilmek üzere verirsin, (bir
başkasını) binilip sana iade edilmek üzere verirsin. Erkeğini dişileri aşılayıp sana iade

[291]

edilmek üzere verirsin, sütlerinden içirirsin, dedi.
Açıklama

Ebû Hüreyre'ye "develerin hakkı nedir?" sorusunu soranın Abbâs olduğu, Hâkim'in
rivayetinde geçmektedir.

"bol sütlü olan deveyi menîha olarak vermektir. "Menîha koyun veya deveyi sütünden
faydalanmak üzere birine verip sonra geri almaktır. Buna "minha" da denilir,
ifadesindeki fiili, "âriye verirsin" yani faydalanmak üzere birine verip sonra geri
alırsın, demektir. Sırt anlamına gelen "zahr" kelimesinden maksat, devenin kendisidir,
ifadesi de dişleri aşılatmak için erkek deveyi ariyet olarak vermek anlamına
f2921

gelmektedir.

1661. ...Ubeyd b. Umeyr'den; demiştir ki: Bir adam:



Ya Resûlellah! Develerin hakkı nedir? diye sordu. Râvî önceki hadisin benzerini

T2931

zikretti ve buna "develerin kova larmı ariyet olarak verirsin" sözünü ekledi.

1662. ...Câbir b. Abdullah'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s. a.) ağacından
koparılmış her on vesk hurmadan fakirler için mescidde bir salkım asılmasını emretti.
r2941

Açıklama

Câdd kelimesi, ism-i meful mânâsında kesilmiş koparılmış demektir. Bazı nüshalarda
"câzz" şeklinde geçmek-
tedir ki, ikisinin de mânâsı aynıdır.

Vesk'in altmış sâ' olduğu ve kilogram olarak hesabı 1559 no'lu hadisin açıklamasında
verilmiştir.

Hadiste geçen emir, nedb içindir. Cumhur bu görüştedir. Bazı Zahirîler onun vücûb
için olduğunu söylemişlerse de Peygamber (s.a.)'in zekât memurlarına gönderdiği
mektuplarda olmayışı, vâcib olmadığına delildir. Zira vâcib olsaydı, mutlaka
Peygamber (s. a.) onu beyân ederdi.

Bu hadis fakirlere şefkat edip -farz olan zekâttan başka- onlara yardım etmenin

[295]

müstehap olduğuna delildir.

1663. ...Ebû Said el-Hudrî (r.a.)'den; demiştir ki:

Resûlullah (s. a.) ile bir seferde iken bir adam devesinin üzerinde geldi de onu sağa
sola çevirmeye başladı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.):

"Kimin yanında fazla binit varsa onu biniti olmayana versin. Kimin yanında fazla azık
varsa onu azığı olmayana versin" buyurdu. Öyle oldu ki hiç birimizin (sahip olduğu)

[296]

fazla (mal) da hiç bir hakkının olmadığını zannettik.
Açıklama

Gelen adamın devesini sağa sola çevirmesi onu Resûlullah (s.a.)'a gösterip başka
bir deveye ihtiyacı olduğu-
nu imâ etmek içindir. Resûlullah (s.a.) bunu hemen anlamış ve kemal-i nezâketle ona
cevab vermiştir.

Bu hadis Peygamber (s.a.)'in ashabının ihtiyâçlarının karşılanmasına gösterdiği özeni
ve kavmin büyüğünün etbâmı güzel ahlâka ve muhtaçlara yardım etmeye teşvik

r2971

etmesinin gerektiğini açıklamaktadır.

1664. ...îbn Abbas'tan; demiştir ki:

r2981

"Altın ve gümüşü biriktirenler..." âyeti inince durum müs-lümânlarm ağırına
gitti. Bunun üzerine Ömer:



Ben sizi rahatlatırım, diyerek Resûlullah (s.a.)'a gitti ve:

Ey Allah'ın Peygamberi! Bu âyet ashabının ağırına gitti, dedi. Bunun üzerine
Resûlullah (s. a.):

"Allah zekâtı ancak mallarınızdan kalanı temizlemek için farz kıldı, Mirasları da
sizden sonrakilere kalması için farz kıldı" buyurdu. Ömer, tekbîr getirdi sonra
Resûlullah (s. a.) ona:

"Kişinin biriktirdiği en hayırlı şeyi haber vereyim mi? Saliha olan kadın ki, kocası ona
baktığı zaman kocasını sevindirir, kocası emrettiği zaman itaat eder, kocası yanında

f2991

olmadığı zaman onun haklarım korur" buyurdu.
Açıklama

Söz konusu âyetin ashâb-ı kiramın ağırına gitmesi onun umumuna bakıp altın ve
gümüş biriktirmenin azabını

düşünmelerindendir. Hz. Ömer'in konuyu Peygamber (s.a.)'e arz etmesiyle Peygamber
(s.a.) kenz'den maksadın zekâtı verilmeyen mal olduğunu ve Allah'ın zekâtı, malların
fakir haklarından korunması ve temizlenmesi için farz kıldığını haber vermiştir.
Peygamber (s.a.)'in zekâttan sonra mirasları zikretmesi, zekâtını vermek suretiyle mal
biriktirmenin dinen yasak olmadığına daha iyi delalet etmesi içindir. Zira mal
biriktirmek yasak olsaydı, miras meşru olmazdı. Çünkü miras ancak biriktirilip
bırakılmış malda olur. Buna göre söz konusu âyet, mallarının zekâtını vermeyen
müslümanlar hakkında inmiştir. Cumhurun görüşü de budur.

Peygamber (s.a.) yaptığı açıklamadan dolayı Hz.Ömer'in sevindiğini görünce asıl
sevinilecek şeyin başka şey olduğuna işaret buyurarak zekâtını verdikleri müddetçe
mal biriktirmelerinde onlar için bir günâh yoktur.

Ancak kişinin en güzel kazancı güzel huylu sâliha kadındır. Zira altın, bazı ihtiyaçlar
anında iş görür Saliha kadın ise, ölene kadar kocasının yanında kalacak ve onun

□001

huzurlu bir hayat geçirmesine vesile olacaktır.
Bazı Hükümler

1. Zekât vermek farzdır.

2. Kışı gerçek yonunu bilmediği meseleyi bir bilene sorup öğrenmelidir.

3. Allah'ın ve kulların maldaki vâcib haklarını vermek suretiyle mal biriktirmek
mubahtır.

4. Kişi saliha bir kadınla evlenmeyi başkalarına tercih etmelidir.

[3011

5. Saliha kadınla* evlenmek mal biriktirmekten daha hayırlıdır.
33. Dilenenin Hakkı

T3021

1665. ...Hüseyin b. Ali (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.):

r3031

"At üzerinde gelse bile, dilenenin hakkı vardır." buyurdu.



Açıklama



Nefsini zillete düşürüp isteyen hakkında hüsn-i zanda bulunarak görünürde zengin
olup at üzerinde gelse bile,

o atın ariyet olduğuna veya borçlu olup zekât alması caiz olduğuna ihtimal vermeli ve
onu boş olarak geri çevirmemelidir.

Bu hadis müslümanlar hakkında hüsn-i zanda bulunmaya ,onlara yardım etmeye ve
isteyene imkân dahilinde bir şeyler verip onu boş çevirmemeye teşvik etmektedir.
Menhel yazan bu konuda şöyle demektedir:

"Bu hüküm, İslâmiyetin ilk asırlarında yaşayan müslümanlarm durumuna göredir. Zira
onlar Resûlullah (s.a.)'m "Muhtaç olmadıkça insanlardan hiçbir şey isteme. Zira veren
el, alan elden üstündür," hadisiyle "ne zengin ne de sıhhat ve gücü yerinde olana zekât
helâl olmaz," hadis-i şerifıyle amel edip şiddetli bir zaruret içinde olmadıkça
istemezlerdi. Ama günümüz dilencileri ise, dilenciliği meslek edinmişlerdir. Tek
gayeleri mâl toplamaktır. Binaenaleyh dilenmeleri haram olduğu gibi, halkın onlara
vermesi de haramdır."

Bu hadis hakkında mevzu diyenler olmuşsa da, değişik tariklerden rivayet edilmesi

13041

onun mevzu olmadığına delildir. Menli el yazarına göre bu hadis hasendir.

T3051

1666. ...Ali (r.a.) Peygamber (s.a.)'den önceki hadisin benzerini rivayet etmiştir.
Açıklama

Ebû Davud'un bu rivayeti zikretmekten gayesi, bu hadisin mevzu olduğunu
söyleyenlerin iddialarını iptal etmektir. Nitekim Suyûtî de; "bu hadis hasendir, mevzu
olduğunu söylemek uygun değildir" demiştir.

r3061



r3071

1667. ...Resûlullah (s.a.)'e bey'at edenlerden biri olan Ümmü Büceyd'den rivayet
edildiğine göre Resûlullah'a şöyle demiştir:

Ya Resûlullah! Allah'ın salât-ü selamı üzerine olsun- fakir, (gelip) kapımın onunde
duruyor da ona verecek bir şey bulamıyorum.
Bunun üzerine Resûlullah (s.a.) ona şöyle dedi:

"Bir koyunun yanmış tırnağından başka ona verecek bir şey bufamazsan, (hiç

r3081

olmazsa) onu eline ver."
Açıklama

"Bir koyunun yanmış tırnağından" maksat, çok az herhangi birşeydir. Dilenciye
verilen şeyin çok az oluşu hak kında mübalağalı söylenen bir sözdür.



T3091

Bu hadis, dilenciyi boş çevirmemeye teşvik etmektedir.



34. Ehl-i Zimmete Sadaka Vermek

1668. ...Esma (r.a.)dan; demiştir ki:

Kureyş'in (Hudeybiye) antlaşması zamanında annem, İslâm'dan yüz çeviren bir müşrik
olduğu halde (kendisine yardım etmemi) arzulayarak bana geldi de Resûlullah (s.a.)'a:
Ya Resûlellah! Annem İslâm'dan yüz çeviren bir müşrik olduğu halde bana geldi. Ona
yardımda bulunayım mı?" dedim. O da:

mm

"Evet, annene yardımda bulun." buyurdu.
Açıklama

Esma, Hz. Ebu Bekr'in kızıdır. Ebû Dâvûd et-Tayâlisî ile Hâkim' in Abdullah b.
Zübeyr'den rivayet ettiklerine göre Esmâ'nm annesinin adı, Kuteyle bint Abdiluzzâ'dır.
Hz. Ebû Bekir onu Câhiliyye devrinde boşamıştı. Cumhur da bu görüştedir. Hattâbî
derki:

"Peygamber (s.a.)'in Esmâ'ya annesine yardımda bulunmasını emretmesi, aradaki
akrabalıktan dolayıdır. Değilse ona zekât vermesi, caiz değildir. Çünkü zekât,
müslümamn hakkıdır. Müslüman olmayana verilmez. Şayet annesi müslüman olsaydı
bile yine de zekât vermesi caiz olmazdı. Çünkü ona nafaka vermesi üzerine vâcibti.

13111

Ancak borçlu olup, borçlular fonundan ona verilmesi müstesna."
Bazı Hükümler

1. Bu hadis' Esmâ (r-anhâ)'nm faziletli biri olduğuna delildir.

2. Kâfir olan yakın akrabaya yardımda bulunmak caizdir.

3. Kâfirlerle sulh anlaşması yaparak onlarla muamelede bulunmak caizdir.

4. Bazıları bu hadisi delil göstererek "Müslüman bir kimsenin, kâfir anne ve babasına

1312]

nafaka vermesi vâcibtir" demişlerdir.

35. Esirgenmesi Caiz Olmayan Şeyler

1669. ...Babasından rivayette bulunan ve kendisine Buheyse denilen bir kadından
rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

Babam, Peygamber (s.a.)'den izin alarak (başını) onun gömleğinin altına soktu da
öpüp sarılmaya başladı. Sonra:

Ya Resûlullah! (başkasından) esirgenmesi helâl olmayan şey nedir? diye sordu.
Peygamber (s. a.):

"Sudur" diye cevap verdi. Babam tekrar:

Ey Allah'ın Peygamberi! (Başkasından) esirgenmesi helâl olmayan şey nedir" diye

sordu. Peygamber (s. a.):

"Tuzdur" cevâbını verdi. Babam yine:



Ey Allah'ın Peygamberi! (Başkasından) esirgenmesi helâl olmayan şey nedir? diye
sordu. Peygamber (s. a.):

13131

"Hayrı işlemen, senin için hayırlıdır." cevâbım verdi.
Açıklama

Buheyse'nin babasının, başım Peygamber (s.a.)'in gömleğinin altına sokması, onun
tenini öpmek içindir. Bunu da cesedini cehennem ateşinden kurtarmak arzusuyla
yapmıştır.

Suyun esirgenmesinin helâl olmaması, sahibinin ona ihtiyacı olmaması halindedir.
Zira Ahmed b. Hanbel'in Ebû Hureyre'den merfû olarak rivayet ettiği hadiste
Peygamber (s. a): "İhtiyaç duyulmayan fazla su başkasından esirgenmez"
buyurmaktadır.

Alimler sulan üç kısma ayırmışlardır:

1. Nehir ve vâdîlerde akan sel suları gibi sahibi olmayan sular: Bunlardan herkes
yararlanabilir.

2. Depo ve kaplara doldurulan sularla evlerde musluklardan akan şehir suları gibi
sahibi olan sular: Bu gibi sulardan ancak sahihlerinin izni ile yararlanılabilir.

3. Kanal, kuyu, pınar vb. sular: Hanefîlere göre, bu sulardan herkes yararlanabilir.
Delilleri bu hadis ile "suyun esirgenmesi" babında gelecek olan şu hadistir:
"Müslümanlar, üç şeyde ortaktır: otta, suda ve ateşte."

Şafiî'ye göre ise, bu gibi sulardan yararlanılabilir. Ama bulundukları yerlerin
sahiplerinin rızası olmadan onlarla arazî sulanmaz.

Ahmed b. Hanbel ile bazı Şâfiîlere göre de bu gibi sular depolara doldurulmuş
sahihleri olan sular gibidir. Ancak bu görüş reddedilmiştir. Zira bu gibi sular, sahipli
sulardan ziyâde sel sulan kabilinden sayılmıştır. Bu babın hadisi ile benzeri hadisler,
sular arasında bir farkın olmadığına ve hepsinin bu konuda aynı olduğuna delâlet
etmektedirler. Ancak âlimler, ikinci şıkta anlatılan suların, sahihlerinin milki
olmasında ittifak etmişlerdir. Milkin gereği ise sahibine ait olup onun tasarrufunda
bulunmasıdır, ortak mal olması değildir. Buna göre söz konusu hadislerdeki umum,
ikinci şıkta anlatılan sular dışındaki sulara mahsûstur.

Anlaşıldığına göre birinci şıkta geçen sulardan yararlanabilme konusunda âlimler
arasında ihtilâf yoktur. Keza ikinci şıkta geçen sulardan yararlanabilmek için nefsin
tehlikeye düşmesi gibi, bir zaruret olmadıkça sahihlerinden izin almak gerektiği
hususunda da ihtilâf yoktur. Üçüncü şıkta ise, ihtilâf vardır. Onu bazıları birinci şıkka
benzetip caiz görmüş, bazıları da ikinci şıkka benzetip izne bağlamıştır.
Tuzun esirgenmesi meselesine gelince bazı âlimler bu hükmü her türlü tuza teşmil
ederken, diğerleri de mülk olmuş tuzu bundan istisna etmiş ve "sahibi onu başkasından
esirgeyebilir" demişlerdir.

Buheyse'nin babası olan sahabinin aynı soruyu tekrarlaması, Peygamber (s.a.) ile
konuşmaktan zevk almasından dolayıdır.
Peygamber (s.a.)'in ona:

"Hayır işlemen, senin için hayırlıdır" buyurması, hâstan sonra âmmı zikretmek
kabilinden olup aynı soruyu bir daha sormamasını sağlamıştır.

Bu hadîs, hayır işlemeye ve verilmesi alışıla gelen şeyleri esirgememeye teşvik



13141

etmektedir.



36. Camilerde Dilenmek

015]

1670. ...Abdurrahman b. Ebî Bekr' den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.):
"İçinizde bugün fakir doyuran kimse var mı?" diye sordu da Ebû Bekir (r.a.):
Camiye girdiğimde dilenen bir dilenci gördüm de (oğlum) Abdurrahman'm elinde bir

13161

parça ekmek buldum. Ondan alıp o fakire verdim, dedi.
Açıklama

Cumhura göre camide dilenmek ve sadaka vermek câizdir. Ancak dilenci, dilenirken
ısrar ederse veya cemaatin üzerinden atlayarak onları rahatsız ederse dilenmek de, ona
sadaka vermek de haramdır.

Hanefîlere göre, ise camide ne şekilde olursa olsun dilenmek haram, dilenciye sadaka
vermek de mekruhtur. Bunlara göre bu hadis zayıftır. Zira senedinde Mübarek b.

13171

Fedâle vardır ki, bir çok muhaddis tarafından zayıf görülmüştür.
Bazı Hükümler

1. Bu hadiste sadaka Vermeye teşvik vardır.

2. Camide dilenmek caizdir.

3. Camide sadaka vermek caizdir.

4. Bu hadis Ebû Bekir (r.a.)'in hayır işlemeye düşkünlüğüne ve üstünlüğüne delâlet

13181

etmektedir.

37. Allah'ın Zatı İçin Dilenmenin Çirkinliği

1671. ...Câbir' (r.a.)den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.):

[3191

"Allah'ın zâtı için ancak cennet istenir." buyurdu.
Açıklama

Hadiste geçen "vech" kelimesinden maksat, halef âlimlere göre Allah'ın zâtıdır. Selef
ise, bu kelimeyi te'vil etmeden hakiki anlamı olan "yüz" şeklinde anlamışlar. Ancak
keyfiyyetini yalnız Cenab-ı Allah'ın bildiğini, dolayısıyle onun, mahrukatın yüzlerine
benzetilmesinden münezzeh olduğunu söylemişlerdir.

Bu hadis Allah'ın zâtı için dünya metâım istemenin uygun olmadığına delâlet
etmektedir. Ancak bu hüküm, kendisinden sadaka istenilen kişinin bu sözden canı
sıkılması ve dilenciyi boş çevirmesi hâline hamledilmiştir. Şayet Allah'ın
anılmasından hoşlanıp etkilenen ve dilenciyi boş çevirmeyen biri ise, Allah için



T3201

istemek caizdir. Bu hadisle bundan sonraki hadisin arası böyle cem'edilmiştir.



38. Allah İçin İsteyene Vermek

1672. ...Abdullah b. Ömer (r.a.)'den; demiştir ki Resûlullah (s.a.):

"Allah için size sığman kimseye yardım edin. Allah için isteyen kimseye verin. Sizi
davet edenin dâvetine icabet edin, size iyilik yapanı mükâfatlandırın. Eğer onu
mükâfatlandıracak bir şey bulamazsanız, -karşılıkta bulunduğunuza kanaat getirinceye

1321]

kadar- ona dua edin" buyurdu.
Açıklama

Dâvete icâbet etme emri, davetin islâm'a uygun olmasına bağlıdır. Şayet davet, İslâm'a
aykırı ise, ona icabet edilmez.

iyilikte bulunmak, fiilî olabildiği gibi soz ile de olabilir. Kişi, kendisine iyilikte
bulunanın iyiliğine karşılık iyilikte bulunmalıdır. Nitekim Cenab-ı Allah da "iyilikte
bulunmanın karşılığı ancak iyilikte bulunmaktır" buyurmaktadır. Karşılık olarak
iyilikte bulunmak için bir şey bulunamadığı takdirde dua edilir. Yapılacak dua ile ilgili
olarak Tirmizî ve Nesâî'nin Usâme b. Zeyd (r.a.)'den rivayet ettikleri hadîste Hz.
Peygamber (s.a.) şöyle buyurmaktadır:

"Kime iyilik yapılır da yapanına "Allah seni hayırla mükâfatlandırsın" derse, ona tam
senada bulunmuş olur."

Bu hadisten anlaşıldığına göre iyilikte bulunana şeklinde duâ etmekle ona teşekkür
edilmiş ve mükâfatı Allah'a havale edilmiş oluyor. Dilenci, Aişe (r.anhâ)'ya duâ ettiği
zaman o da dilenciye aynı duâ ile mukabelede bulunur, sonra sadaka verirdi. Aişe
(r.anhâ)'ye; "Hem mal veriyorsun, hem de dua ediyorsun, nasıl oluyor?" diye
sorulduğunda şöyle cevâp vermiştir: "Şayet ona dua etmeyecek olursam onun dua et-
mekten dolayı benim üzerimde olan hakkı, benim sadaka vermekten dolayı onun
üzerinde olan hakkımdan daha çok olur. Bana yaptığı duanın aynısmı ona yapıyorum
ki duasının karşılığını verip sadakam hâlis olsun."

f3221

Bu hadis, güzel ahlâklı olup iyilikte bulunmaya teşvik etmektedir.

39. Kişinin Bütün Malını Sadaka Olarak Vermesi (Caiz Midir?)

1673. ...Câbir b. Abdullah el-Ensârî (r.a.)'den; demiştir ki:

Resûlullah (s.a.)'in yanmdaydık, bir adam yumurta kadar bir altın getirip şöyle dedi:
Ya Resûlullah! Bunu maden ocağında buldum. Al, bu sadakadır. Bundan başka bir
şeyim yok.

Resûlullah (s.a.), ondan yüz çevirdi. Sonra o adam,. Resûlullah (s.a.)'a sağ tarafından
geldi, aynı şeyleri söyledi. Resûlullah (s.a.) yine ondan yüz çevirdi. Sonra ona sol
tarafından geldi. Resûlullah (s.a.) yine ondan yüz çevirdi. Sonunda arkasından geldi
bu sefer Resûlullah (s.a.), onu aldı ve adama attı. Eğer ona değseydi incitirdi veya
yaralardı. Arkasından Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:

"Biriniz, sahib olduğu şeyi getirip: "-Bu sadakadır" diyor, sonra da oturup insanlara



T3231

avuç açıyor. Sadakanın en faziletlisi, fazla maldan verilenidir."



Açıklama

Peygamber (s.a.)'in, o adamdan yüz çevirmesi, onun durumunda olanların mallarının
tümünü sadaka olarak vermelerinin doğru bir hareket olmadığına işaret etmek içindir.

13241

Adam işaretten anlamaymca Peygamber (s. a.), ona sözle söylemiştir.
Bazı Hükümler

1. Maldan ihtiyaç kadarı bırakıldıktan sonra sadaka vermek daha erdaıdır.

2. İşlerin yürütülmesinde ifrat ve tefrite düşürmemelidir.

3. Devlet başkanı, bütün malını sadaka olarak veren kişinin, fakirliğe
dayanamayacağını bilirse, sadakayı sahibine iade eder.

4. İnancı zayıf olan kişinin malının tümünü sadaka olarak vermesi mekruhtur. Çünkü
böyle bir kimse fakirliğe mâruz kalır, sadaka verdiğine pişman olur. Böylece hem
malından olur, hem de sevaptan mahrum kalır. Ama Ebû Bekir (r.a.) gibi inancı
sağlam olan kişilerin, mallarının tamamını sadaka olarak vermeleri mekruh değildir.
Bunun için Ebû Bekir (r.a.) tüm malını sadaka olarak verdiği zaman Resûlullah (s. a.)
ona ses çıkarmamıştır.

Bu hadisin, senedinde Muhammed b. İshak'm alması sebebiyle zayıf olduğu
1325]

söylenmiştir.

1674. ...Bir önceki hadisi Abdullah b. İdris, Muhammed b. İs-hak'tan aynı sened ve
mana ile rivayet etmiş ve (Resûlullah'm sözüne):

13261

"Bizden malını al, bizim ona ihtiyacımız yok" ibaresini ilâve etmiştir.

1675. ...Abdullah b. Sa'd'dan rivayet edildiğine göre Ebû Said el-Hudrî'yi şöyle
söylerken işitmiştir:

Bir adam mescide girdi. Resûlullah (s. a.) oradakilere elbise tasadduk etmelerini
emretti. Onlar da tasaddukta bulundular. Bunun üzerine Resûlullah (s. a.), o adama
onlardan ikisinin verilmesini emretti, sonra sadaka vermeye teşvik etti. O adam da
gelip iki elbiseden birini tesadduk etti. Resûlullah (s. a.) ona bağırdı ve:
r3271

"Elbiseni al" dedi.
Açıklama

Bu hadisin Sünen-i Nesâî'deki rivayeti şöyledir: Ebû Said el-Hudrî'den şöyle rivayet
edilmiştir:

Bir adam Resûlullah (s. a.) cuma günü hutbe irâde ederken mescide girdi. Resûlullah
(s.a.) ona; "iki rekat namaz kıl," dedi. O adam ikinci cuma Resûlullah (s.a.) hutbe
okurken geldi. Resûlullah yine; "iki rekat namaz kıl," dedi. Üçüncü cuma tekrar geldi.



Resûlullah (s. a.); "iki rekat namaz kıl" dedikten sonra (cemaate); "tasaddukta
bulunun" dedi. Onlar da tasaddukta bulundular. Resûlullah (s. a.) ona iki elbise verdi.
Daha sonra Resûlullah (s. a.), yine, "tasaddukta bulunun" dedi. O adam da o iki elbi-
seden birini tasadduk etti. Bunun üzerine Resûlullah (s. a.) şöyle buyurdu:
"Şuna bakın, o mescide kötü bir kılıkta girdi ona dikkat edip tasaddukta bulunmanızı
bekledim. Yapmadınız. Ben "tasaddukta bulunun" dedim. Siz tasaddukta bulundunuz.
Ben de ona iki elbise verdim. Daha sonra yine "tasaddukta bulunun" dedim. Peşinden

D281

o iki elbisesinden birini tasadduk etti. Elbiseni al!" dedi ve onu azarladı.
Bazı Hükümler

1. Kişinin muhtaç olduğu şeyi tasadduk etmesi mekruhtur.

2. Devlet başkanı, kişinin muhtaç olduğu şeyi sadaka olarak verdiğini görürse, onu

P291

geri çevirmelidir.

1676. ...Ebû Hüreyre'den; demiştir ki:
Resûlullah (s. a.):

"Sadakanın en hayırlısı, geride zenginlik bırakan -veya bol maldan verilen- sadakadır.

r3301

Tasadduka, bakmakla yükümlü olduğun kimselerden başla." diye buyurmuştur.
Açıklama

Kişinin malının bir kısmım sadaka olarak verip de ihtiyacına yetecek kadarını
bırakması, 1673 no'lu hadiste de açıklandığı üzere tüm malını verip başkalarına el açıp
yük olmasından daha iyidir.

Bu hadisin râvilerinden birisi, "geride zenginlik bırakan" sözü ile "bol maldan verilen
sadaka" sözünden, hangisini duyduğu hususunda şüphe etmiştir.
"Bakmakla yükümlü olduğun kimselerden başla" sözünden maksat, kişinin, önce
üzerine nafakası vâcib olanların ihtiyaçlarını karşılayıp onları başkalarına muhtaç

£3311

etmemesi ve ondan sonra başkalarına tasaddukta bulunmasını sağlamaktır.
Bazı Hükümler

1. Malın tümünü tasadduk etmek mekruhtur.

2. Nafaka ve benzen konularda önceliğe riayet

edilmesi gerekir. Sıralamada önce kendi nefsi, sonra aile fertleri gelmelidir. Bulûğ
çağma erip de mal ve kazancı olmayan çocukların nafakası konusunda âlimler ihtilâf
etmişlerdir:

a. Bazı âlimlere göre çocukların her durumda nafakaları babalarına aittir.

b. Cumhura göre erkek çocuklar baliğ oluncaya, kız çocuklar da evleninceye kadar
nafakaları babalarına aittir. Ancak bunlardan kötürümlük veya hastalıktan dolayı

T3321

kazanç elde edemeyenlerin nafakaları yine babalarına aittir.



40. Kişinin, Bütün Malını Tasadduk Etme Ruhsatı

1677. ...Ebû Hüreyre'den rivayet edildiğine göre o, şöyle demiştir.Resûlullah (s.a.)'a:

Ya Resûlullah; Hangi sadaka daha faziletlidir? dedim. O (s. a.) da:

"Fakirin gücünün yettiğidir. Bakmakla yükümlü olduğun kimselerden başla" buyurdu.

f3331



Açıklama

Sadakanın daha faziletli oluşundan maksat, sevabının daha çok olmasıdır "cuhd"
kelimesi, imkân ve güç, "el-Mükıll" kelimesi de az malı olan fakir
anlamında .kullanılmıştır.

Sevabı en çok olan sadaka fakirin güç yetirebildiği ve zorlanarak verdiği sadakadır.
Bu sadaka az da olsa zenginin zorlanmadan verdiği çok olan sadakadan daha
sevablıdır. Nitekim Nesâî'nin Ebû Hüreyre (r.a.)'den merfû olarak rivayet etmiş olduğu
bir hadiste şöyle buyuruim aktadır: "Bir dirhem, yüzbin dirhemi geçti." (Oradakiler):
"Nasıl?" dediler. Resûlullah (s.a.):

"Bir adamın iki dirhemi olur da birini tasadduk eder. Bir başka adam malının bir
tarafına gider de ondan yüz bin dirhem alıp onu tasadduk eder" buyurdu.
Böylece Resûlullah (s.a.) iki dirheminden birini tasadduk edenin alacağı sevabın,
geniş servetinin bir ucundan yüz binleri alıp sadaka verenin alacağı sevabı geçeceğini

£3341

bildirmiştir.
Bazı Hükümler

1. Sabırlı çalışkan ve Cenâb-ı Allah'a tevekkül eden kimselerin bütün mallarını
tasadduk etmeleri, mekruh değildir. Ama böyle olmayanların kendilerinin ve
bakmakla yükümlü oldukları kişilerin ihtiyaç duydukları şeyleri, sadaka olarak ver-
meleri mekruhtur. Alimler bu babta geçen hadislerle bir önceki babta geçen hadislerin
aralarım bu şekilde bulmuşlardır.

2. Sabırlı fakirin sadakası az da olsa, zenginin çok olan sadakasından daha faziletlidir.
Çünkü fakir şiddetli ihtiyacına rağmen nefsiyle mücâdele etmiş ve zenginin

r3351

katlanmadığı bir meşakkate katlanmıştır.

1678. ...Eşlem (r.a.)'den; demiştir ki: Ömer b. el-Hattâb'ı şöyle söylerken işittim:
Resûlullah (s.a.) bir gün bize sadaka vermemizi emretti. Bu (emir) bende mal bulunan
bir zamana rastladı. (Kendi kendime) "bir gün Ebû Bekr'i geçersem işte bugün
geçerim" dedim ve malımın yarısını getirdim. Resûlullah (s.a.):
"Ailene ne bıraktın?" dedi. Ben de:

Bu kadarını, dedim. Ebû Bekir de malının hepsini getirdi, sonra Resûlullah (s.a.) O'na:

"Ailene ne bıraktın?" dedi. O da:

Onlara Allah ve Resulünü bıraktım dedi. (O'na);



T3361

Bundan sonra seninle hiçbir şeyde asla yarışmam, dedim.
Açıklama

Hadiste geçen ifâdesindeki edatının nâfıye olma ihtimali olduğu gibi şartiyye olma
ihtimali de vardır. Terceme şartiyye olmasına göre yapılmıştır. Şartın cevâbı mah-zuf
olup makabli ona delâlet etmektedir. Nâfiye oluşuna göre ise, tercemesi şöyle olur:
"Bugün Ebû Bekri geçeyim, (daha önce) hiçbir gün onu geçemedim."
Hadis-i şerifte görüldüğü üzere Ebû Bekir (r.a.)'in bütün malını tasadduk etmesine,
Peygamber (s. a.) karşı çıkmamış, bundan önceki hadislerde geçtiği üzere altın ve
elbiseyi reddettiği gibi Ebû Bekr'in sadakasını reddetmemiştir. Çünkü Resûlullah (s. a.)
onun kuvvetli imanını, güzel sabrını ve Allah'a tevekkülünü biliyordu.
Bu hadis, sıhhati yerinde, akh başında, borçsuz ve varsa bakmakla yükümlü olduğu
kimselerle beraber darlığa sabırlı olan bir kimsenin bütün malını tasadduk etmesinin
caiz olduğuna delâlet etmektedir. Bu şartlardan birisi bulunmazsa, malın tümünü
tasadduk etmek mekruh olur. Müstehap olan, malın üçte birini tasadduk etmektir.
Cumhur, bu görüştedirler. İmam Mâlik ve Evzâî'ye göre, ancak malın üçte birini
tasadduk etmek caizdir. Bütün malını sadaka olarak veren bir kişiye üçte ikisi iade
edilir.

Hadis, sadakanın ve sadakaya teşvik etmenin faziletine, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in

r3371

üstünlüklerine, onların hayır işlemeye düşkünlüklerine delâlet etmektedir.
41. Su Vermenin Fazileti

1679. ...Said' (b. el-Müseyyeb)den rivayet edildiğine göre, Sa'd (b. Ubâde) Peygamber
(s.a.)'e geldi ve O (s.a.)'na:

Hangi sadaka (çeşidi) sana daha sevimlidir? dedi. Resûlullah (s. a.):
r3381

"Sudur" buyurdu.



Açıklama

Burada su hayratı genel olarak zikredilmiştir, ifâde in-san ve hayvanların içmesi,
bitkilerin sulanması ve insanların kullanması için olan her çeşit su hayratını içine
almaktadır.

Bu hadis munkatı'dır. Çünkü Said b. Müseyyeb, Sa'd b. Ubâde'nin zamanına

r3391

yetişmemiştir. Said, Sa'd'm vefat ettiği tarih olan H.15'de doğmuştur.

1680. ...Bir önceki hadisin aynısını Katâde, Said b. Müseyyeb ile Hasan el-Basrî'den

[3401

onlar da Sa'd b. Ubâde'den rivayet etmişlerdir.



Açıklama



Bu hadis de mımkatı'dır. Zira Hasan el-Basrî H. 21 yihnda doğmuştur. Ancak bu
durum, hadisin sıhhatine zarar vermemektedir. Zira Said b, el-Museyyeb olsun, Hasan

[3411

el-Basrî olsun adil olmayandan hadis rivayet etmezler.

1681. ...Sa'd b. Ubâde'den rivayet edildiğine göre O, şöyle demiştir:

Ya Resûlullah! Sa'd'm annesi öldü. Hangi sadaka (çeşidi) daha faziletlidir? Resûlullah
(s.a.):

"Su" buyurdu. Râvi dedi ki:

I342J

Sa'd bir kuyu kazdırdı ve "bu kuyu Sa'd'in annesinin kuyusudur." dedi.
Açıklama

Hadis, su hayratının faziletine, sadakanın ölüye fayda verip savabmm ona
ulaşacağına ve Sa'd b. Ubâde'nin annesine olan hürmet ve güzel muamelesine delâlet
£3431

etmektedir.

1682. ...Ebû Said'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Hangi müslüman elbise ihtiyacı olan başka bir müslümana bir elbise giydirirse, Allah
da ona cennetin yeşil elbiselerinden giydirir. Hangi müslüman aç bir Müslüman
doyurursa, Allah da onu cennet meyvelerinden doyurur. Hangi müslüman susamış bir

13441

müslümana su verirse, Allah da ona (kabı) mühürlü hâlis cennet şarâbı içirir."
Açıklama

Hadiste geçen kelimesinden maksat, elbiseye ihtiyaç duymaktır. hâlis cennet şarâbı ise
mühürlü demektir, kaplarının ağzı mühürlü, sahiplerinden başkası için açılmayan,
içenlerinin, sonunda nefis bir koku gelen değerli cennet şarâbı anlammadır. Hadis-i

[345]

şerifte geçen güzel amellere, teşvik vardır.

42. Faydalanmak Üzere Başkasına Ariyet Vermek

1683. ...Ebû Kebşe es-Selûlî'den; demiştir ki:

Abdullah b. Amr'ı işittim, şöyle diyordu: Resûlullah (s.a.): "Kırk haslet vardır ki
bunların en üstünü (sütünden faydalanmak üzere verilen) keçi ariyetidir. Bunlardan bir
hasleti, -sevabını umarak ve ona va'dedilen şeyi tasdik ederek- işleyen kimseyi, bu

[346]

sayede Allah cennete koyar" buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: Müsedded'in hadisinde Hassan dedi ki: "Keçi ariyetinden başka,
selâm almak, aksırana dua etmek, geçenlere eziyet veren şeyleri yoldan kaldırmak ve

[347]

benzen hasletleri de saydık onbeş haslete varamadık."



Açıklama



Bu hadis, Ebü Davud'a iki yolla ulaşmıştır. Bunlardan biri İbrahim b. Mûsâ, diğeri de
Müsedded'tir. Burada zikredilen lafızlar, müsedded yoluyla gelen hadise ait lâfızlardır.
Bâb'm başında geçen kelimesi, ariyet manasmdadır. Ariyet ise, menfaati başkasına
karşılıksız vermek manasınadır. Buradaki ariyetten maksat, yün veya sütünden bir süre
faydalanıp iade etmek üzere başkasına koyun, keçi, sığır ve deve gibi bir hayvanı
vermektir. Hadiste yalnız keçi zikredilmiştir. Diğerleri de kıyasla aynı hükmü
taşımaktadır. Hatta bunların menfaati daha fazla olduğu için sevabı da daha çok olur.
Resûlullah (s.a.) kırk hasletin ne olduğunu açıklamamıştır. Bunları açıklamaması her
türlü iyi işe teşvik sebebiyledir. Şayet belirtilmiş olsaydı insanlar onları işleyip
diğerlerini terk edebilirlerdi. Bu bakımdan Kadir Gecesi de Ramazan ayı içinde
gizlenmiştir.

Ebû Dâvûd bu hadisin sonunda Müsedded yoluyla gelen rivayetteki fazlalığa işaret
etmiştir. Bu fazlalıkta bildirildiğine göre Hassan, hayırlı işleri saymış, fakat onbeşe
varamamıştır. Onun varamaması başkalarını da varamayacağı anlamına gelmez.
Bazıları bu hasletleri kırktan fazlaya bile çıkarmıştır. Aç bir kimseyi doyurmak,
susamışa su vermek, selâmı önce vermek, sanat öğretmek, ip, ayakkabı bağı ve
benzeri şeyleri vermek, güler yüz göstermek, arkadaşsız olana arkadaşlık etmek,
başkasının üzüntüsünü gidermek, muhtaca yardım etmek, müslümânm kusurunu ört-
mek, meclise sonradan gelene yer vermek, müslümanı sevindirmek, zulme uğrayana
yardım etmek, zâlimi zulümden alıkoymak, iyilik yolunu göstermek, dargınların
arasını düzeltmek, dileniciyi tatlı sözle geri çevirmek, müslümânm namusunu
korumak, ağaç dikmek, iş görmek, hasta ziyaret etmek, tokalaşmak, Allah için
sevişmek, Allah için ziyâretleşmek, Allah için birbiriyle oturmak, Allah için
buğzetmek, nasihat, merhamet ve iyiliği emretmek gibi iyilikler sayılabilir.

IM81

Bu hadis, Allah rızası için her çeşidiyle hayır işlerine teşvik etmektedir.

43. Vekâleten Vereceği Sadakayı Muhafaza Eden Kimsenin Ecri

1684. ...Ebû Musa'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Verilmesi emredilen şeyi (sadakayı) gönül hoşluğuyla emrolunan kişiye (fakire)
eksiksiz, tam olarak verinceye kadar (koruyan) emin kasadar, sadaka veren iki kişiden
[3491

biridir."
Açıklama

Bu hadis-i şerif, başkasının malını koruyup verilmesi gereken yere onu ulaştıran
vekilin, mal sahibi gibi ecir ala-
cağım beyân ediyor. Her ikisinin hadiste mutasaddık (sadaka veren) diye
isimlendirilmesinden bu hüküm çıkarılmaktadır. Bu ifâde verilecek ecrin, mal
sahibinin ecrine denk olmasmı gerektirmez. Asıl maksat, ikisinin de ecre nail
olacaklarını beyân etmektir. Ancak ecre nail olması için vekilde bazı şartların
bulunması lâzımdır. Hadisin Sahih-i Buharî'deki rivayeti de göz önüne alınırsa, bu



şartlar şöyle özetlenebilir:

a. Sadaka vermeye vekil tayin edilmiş olmak,

b. Müslüman olmak,

c. Emin olmak,

d. Emri tamamen yerine getirmiş olmak,

e. Emredilen malı gönül hoşluğu ile vermek.

Hadis, emânetin korunmasına, iyilikte yardımlaşmaya A vekili emre iyi niyetle uymaya
r3501

teşvik ediyor.

44. Kadının Kocasının Evindeki Maldan Sadaka Vermesi (Caîz Midir?)

1685. ...Aişe (r.anhâ)'dan; demiştir ki:
Resülullah (s. a.) şöyle buyurdu:

"Kadın kocasının evinden kötülük kastetmeksizin infak ederse, ona infakm sevabı,
kocasına da kazanmasının sevabı verilir. Hizmetçisine de o kadar sevab verilir.

[351]

Onlardan birisi diğerlerinin sevabını eksiltmez."
Açıklama

Erkeğin kazancından kadının tasarrufta bulunması gerekir. Buradaki rivayette, gerekse
diğer hadis kitaplarındaki rivayetlerde bazı kayıt ve şartlara bağlanmıştır.
Hadiste geçen kötülük kast etmeksizin" kaydından infak edilen şeyin âdeten verilen
şeylerden olması, örfen belirlenmiş miktarları geçmemesi, israf hududuna varmaması,
aile dirliğim bozmaması gibi şartlar anlaşılmaktadır.

Asıl önemli olan da kadın veya hizmetçinin mal sahibinin infaka rızasının olup
olmadığını bilmesidir. Bu bakımdan kadının, kocasına ait maldaki tasarrufunun sahih
olması, erkeğin açıkça veya delâleten iznini bilmesine bağlıdır. Koca ile diğer insanlar
arasında bu bakımdan fark yoktur. Meselâ kadın, örfen verilecek miktarda ve
verilmesi âdet olan bir şeyi vermişse kocanın delâleten izni var sayılır. Eğer örf, kesin
olarak izne delâlet etmiyorsa, kocanın izni şüpheli ise, veya verilen malın benzerleri-
ne, kocanın cimrilik yaptığı bilinir ve onun bu halinden razı olmayacağı anlaşılırsa,
kadının veya başkasının o malı vermesi caiz olmaz. Açıkça mal sahibinin izninin
alınması gerekir.

Hadis, kadın ve hizmetçiyi yukarıda zikredilen şartlar dahilinde dilenciyi boş

[352]

çevirmemeye teşvik ediyor. Bu davranıştan dolayı alınacak ecri bildiriyor.

1686. ...Sa'd'dan rivayet edildiğine göre O, şöyle demiştir:

Resülullah (s. a.) kadınlardan bey'at aldığı zaman Mudar kabilesi kadınlarından olduğu
zannedilen cüsseli bir kadın kalktı ve:

Ey Allah'ın Resulü! Biz babalarımıza ve oğullarımıza yüküz Ebû Dâvûd:
"zannediyorum hadiste "kocalarımıza" ilâvesi de vardır" dedi- onların malından
(izinsiz) bize neler helâl olur? dedi.Resûlullah (s.a.) da:

"Ratb, onu hem yer, hem de hediye edersiniz," buyurdu. Ebû Dâvûd: Ratb, ekmek,
sebze ve yaş hurmadır, dedi. Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi (Süfyan) Sevrî de,



T3531

Yûnus'îan rivayet etmiştir.



Açıklama

Hadis-i şerifte bahsedilen bey'at, Mekke fethedildiği gün yapılmıştır. Ratb, kurunun
zıttı, yaş anlamına gelir. Burada ratbdan maksat, çok dayanmayan ve saklanması
mümkün olmayan meyve, sebze, pişmiş yemek gibi şeylerdir. Ebû Davud'un
açıklamasına göre ratbdan ekmek, sebze ve yaş hurma kast edilmiştir.
Sahibinin izni olmadan kadınların adı geçen şeylerde tasarrufuna, çabuk bozulacakları,
yenmezse çürüyüp atılacakları için izin verilmiştir. Ama kuru olanlar çabuk bozulmaz
ve saklanabilir. Bu sebeble kuru olan meyve ve sebzeler üzerinde tasarruf, sahibinin
izni olmadan caiz değildir.

Ebû Davud'un Siıfyân es-Sevrî'den aynı hadisin rivayet edildiğini belirtmesi hadisin
iki yoldan geldiğini belirterek onu takviye etmek içindir.

Bu hadis, sahabe kadınlarının dinî hükümleri öğrenmeye düşkün olduklarına, babanın
malında çocuğun, çocuğun malından babanın, kocanın malından kadının -eğer o mal
saklanamayacak cinstense- sarih izin almaksızın tasarruf edebileceklerine delâlet eder.
[3541

1687. ...Hemmâ b. Münebbîh dedi ki; Ebû Hureyre'yi şöyle derken işittim:
Resûlullah (s. a.): "Kadın izin almaksızın kocasının kazancından infak ederse, ona

T3551

kocasının ecrinin yarısı vardır," buyurdu.
Açıklama

Bu hadiste geçen izin, sarih izindir. Yani kadın kocasının malından -rızâsına
delâlet eden bir karine olduğu halde ondan açıkça izin almaksızın- infak ederse ondan
ecir alır. Eğer erkeğin rızasında şüphe edilirse, kadın her hangi bir ecir alamadığı gibi
günahkâr da olur. Hadisi "kadın, kocasının bilgisi dışında kendi nafakasına mahsuben
erkeğin malından alır ve onu infak ederse..." diye anlamak da mümkündür. Böylece
erkek, verilen mal kendi kazancından olduğu, kadın da kendi nafakasından verdiği için
ecre nail olur. Böyle bir yorumla bu hadis ve 1688 no'lu hadis cem' edilmiş olur.
Buradaki ecrin yarısı, verilecek sadakadan hâsıl olacak sevabın yarısı anlamına
değildir. Çünkü 1685 no'lu hadiste; "bunlardan birisi, diğerlerinin sevabını eksiltmez"
hükmü yer almıştı. O halde bu hadisteki "ecrin yarısı" ifâdesini, kadın da erkek gibi
ecre hak kazanır, şeklinde te'vil etmek gerekir.

Kirmanı şöyle diyor: (1685 no'lu hadiste geçen) "Bunlardan birisi diğerlerinin sevabını
eksiltmez" hükmü kadının infakı kocasının emri ve sarih izni ile olursa geçerlidir.
Ama bu hadiste olduğu gibi erkeğin emri bulunmaz fakat rızasının bulunduğu samlırsa
onlardan her birine hâsıl olacak ecrin yarısı vardır. Böyle bir te'ville hadis zahirine

f3561

göre anlaşılmış olur.

1688. ...Ata'mn, Ebû Hüreyre'den rivayet ettiğine göre kadının, kocasının evindeki



(maldan) sadaka verip veremeyeceği konusunda o, şöyle demiştir:

Hayır, kadın ancak kendi nafakasından (tasadduk eder) sevap da karı ile koca arasında

ortaktır. Kadının kocasının malından sadaka vermesi, ancak onun izniyle helâl olur.

[3521

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadis Hemmâm'm hadisini zayıflatır.
Açıklama

Ebû Dâvûd her ne kadar bu hadisin daha önce geçen Hemmam hadisini zayıflattığım
söylemışse de orada beyan edildiği üzere hadisler arasında bir tezâd söz konusu
değildir, diyebiliriz. Tezatın varlığını kabul etsek bile, Hemmâm'm hadisi sahih ve
merfu bir hadistir. Buharı ve Müslim, Sahihlerinde tahriç etmişlerdir. Bu hadîs ise,

r3581

mevkûf dur. Hatta bazı Ebû Dâvûd nüshalarında bu son ilâve cümle de yoktur.
45. Sılay-ı Rahim (Akrabaya İyilik Etmek)
1689. ...Enes (r.a.)'den; demiştir ki:

"Siz sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) vermedikçe asla iyiliğe ermiş
olamazsınız," âyeti inince Ebû Talha:

Ya Resûlallah! Galiba Rabbimiz, mallarımızdan bir kısmını (yolunda vermemizi)
istiyor. Sizi şâhid tutarım ki Bârîhâ adındaki yerimi Allah için verdim, dedi.
Resülullah (s. a.) O'na:

"O yeri akrabana ver" buyurdu. Bunun üzerine Ebû Talha, Onu Hassan b. Sabit ile

T3601

Ubeyy b. Ka'b arasında taksim etti.

Ebû Dâv'ûd dedi ki: Bana Muhammed b. Abdullah el-Ensârî'nin şöyle dediği ulaştı:
Ebû Talha (Zeyd b. Sehl b. el-Esved b. Haram b. Amr b. Zeyd Menât b. Adiyy b. Amr
b. Mâlik b. en-Neccâr) ile Hassan (b. Sabit b. el-Münzır b. Haram) üçüncü dedeleri
olan Haram 'da birleşiyorlar.

Ubeyy (b. Ka'b b. Kays b. Atık b. Zeyd b. Mu'âviye b. Amr b. Mâlik b. en-Neccâr' dır).
Böylece Amr, Hassan, Ebû Talha ve Übeyy'i birleştiren atalarıdır. el-Ensârî dedi ki:

1361]

"Ubeyy ile Ebû Talha arasında altı ata vardır."
Açıklama

Ayet-i Kerîmede geçen "el-bîrr" kelimesinden maksat, iyilik ve tam sevaptır. Takva ve
cennet anlamında kullanıldığı da söylenmiştir. Bu kelime aslında çokça hayır yapmak
anlamına gelmektedir. Allah'a nisbet edildiği zaman sevab, kula nisbet edildiği zaman
da taat mânâsma-gelir. Ayrıca bazan doğruluk ve güzel huy mânâsında da
kullanılmaktadır.

"Bârîhâ' " Ebû Talha'mn bahçesinin adıdır. Bu kelime muhtelif şekillerde rivayet
olunmuştur. İbnü'l-Esîr,'onları en-Nihaye fî ğarîbi'l-hadis adlı eserinde Beyrahâ,
Bîrahâ ve Bîruhâ şekillerin de almıştır.
el-Bâcî: "Bunların içinde en fasihi Beyrahâ'dır" demiştir.



Söz konusu bahçenin, Buhârî iie Müslim'in rivayetlerinde Mescid-i Nebevı'mn

karşısında olduğu zikredilmiştir. Nevevî: "Bu yer, Kasr-i Benî Cedîle adıyla bilinir.

Mescid-i Nebevfnin kıblesine düşmektedir," demiştir.

Bu hadis Sahih-i Buhârî ile Sahih-i Müslim'de şöyle geçmektedir:

Enes b. Mâlik' den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

"Ebü Talha Medine'de malı en çok olan Ensârdandı. Onun en sevimli malı da Beyrahâ
bahçesiydi ki, Mecsid-i Nebevî'nin karşısındaydı. Resû-luüah (s. a.) oraya girer ve
içindeki güzel sudan içerdi."

Hadiste geçen "akraba" kelimesinin kapsamında ihtilâf edilmiştir:

Ebu Hanife'ye göre akrabalardan maksat, ana, baba, dede, nine, evlât ve torunlar hariç,

ana veya baba tarafından olan ve evlenilmesi caiz olmayan yakınlardır.

Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ana, baba evlât ve torunlar dışında ana veya baba

tarafından olan -müslüman en uzak ataya kadar- bütün yakınlardır.

Şâfıîlere göre ise, müslüman olsun, kâfir olsun, uzak olsun, yakın olsun, kadın olsun,

erkek olsun, fakir olsun, zengin olsun, varis olsun veya olmasın, evlenilmesi helâl

olsun, haram olsun aynı soydan gelen bütün akrabadır.

Ahmed b. Hanbel bu konuda Şâfiîlerin görüşündedir. Ancak kâfiri istisna etmiştir,
tmam Mâlik ise, "akraba varis olmasalar da asabe olanlardır," demiştir.
Ebû Davud'un hadisin sonundaki açıklaması, Ebû Talha ile Hassan ve Übeyy

1362]

arasındaki yakınlığı beyan etmek içindir.
Bazı Hükümler

1. En sevgili mallardan mfak edilmesine,

2. Hayır yapmak istenilen konularda faziletli ve bilgili kişilerle istişare edilmesinin
müstehap oluşuna,

3. Akrabaya verilen sadakanın başkalarına verilen sadakadan daha faziletli olduğuna,

4. Sarf yeri belirtilmeksizin verilen sadakanın meşruiyetine,

5. Nisâb miktarından fazla bir malı bir kişiye sadaka olarak vermenin caiz olduğuna,
(Çünkü Hassan b. Sabit hissesini yüzbin dirheme Muâviye'ye satmıştır).

6. Ebû Talha'nm Beyrahâ adındaki bahçesini Hassan b. Sabit ve Übeyy b. Ka'b'a
temlik ettiğine, (çünkü temlik etmeyip vakfetseydi, Hassân'm satması caiz olmazdı.)

7. Nafile olan sadakadan zengin birine istemeksizin verilirse onu alabileceğine, (çünkü
Übeyy b. Ka'b, ensarm zenginlerinderidi.)

8. Ebû Talha'nm faziletine ve hayır işlemeye düşkün olduğuna,

9. Sadaka verirken daha yakın akrabanın tercih edilmesinin şart olmadığına, delâlet
eder.

Ayrıca bu hadis imam Mâlik'in kendisine sadaka verilen şahıs, sadakayı kabzetmese
de sadakayı verenin "tasadduk ettim" sözüyle sadakanın onun .mülkiyy etinden
çıkacağı yani sadakanın geçerli olması için kabzın şart olmadığı görüşüne delildir.
Diğer imamlara göre kendisine verilen şahıs sadakayı kabzetmedikçe ona mâlik
D631

olmaz.

1690. ...Peygamber (s.a.)'in hanımı Meymûne'den rivayet edildiğine göre şöyle
demiştir;



Bir cariyem vardı O'nu âzadettim. Peygamber (s. a.) yanıma girdi. O'na bunu haber
verdim. Bunun üzerine şöyle buyurdu:

"Allah sana ecrini versin.. Gerçekten sen onu dayılarına verseydin, savabm daha büyük
£3641

olurdu."
Açıklama

Hadis-i şerîf akrabaya yapılan hibenin köle âzad etmekten daha efdal olduğuna delâlet
eder. Tirraizî, Ahmed b. Hanbel ve Nesâî'nin tahriç ettikleri şu hadis de bu mânâyı
te'yid eder:

"Fakire verilen sadaka sadece bir sadakadır. Akrabaya verilen sadaka hem sadaka,
hem de akrabayı gözetmedir."

Ancak bu hüküm mutlak değildir. Peygamber (s.a.)'in beyânlarına göre akrabaya
yapılan hibenin köle âzad etmekten evlâ olması, akrabanın hizmetçiye muhtaç
olmasına bağlıdır.Akrabanm ihtiyacı yoksa köle âzad etmek, akrabaya hibe etmekten
daha evlâdır. Çünkü Peygamber (s. a.) Tirmizî ve İbn Mâce'nin tahric ettikleri bir
hadiste şöyle buyurmuştur: "Kim müslüman bir köleyi âzad ederse Allah cinsiyet
uzvuna varıncaya kadar kölenin her uzvuna karşılık onun bir uzvunu cehennemden
âzad eder."

Bu hadis kadının kendi malından kocasının izni olmaksızın infak edebileceğine,
akrabalara iyilik yapmanın faziletine, annenin akrabasına saygı gösterip önem vermek

D651

gerektiğine delâlet eder.

1691. ...Ebû Hüreyre'den; demiştir ki:

Peygamber (s. a.) sadaka verilmesini emretti de bir adam:

Ya Resûllellah, yanımda bir dinar var, dedi. Resûlullah (s. a.): "Onu kendine tasadduk
et (harca)" dedi. Adam:

Yanımda bir dinar daha var, dedi. Resûlullah (s. a.): "Onu da çocuğuna tasadduk et
(harca)" dedi. Adam:

Yanımda bir dinar daha var, dedi. Resûlullah (s. a.): "Onu da hanımına tasadduk et
(harca)" dedi. Adam:

Yanımda bir dinar daha var, dedi. Resûlullah (s. a.): "Onu da hizmetçine tasadduk et"
dedi. Adam:

Yanımda bir dinar dahal var, dedi. Resûlullah (s. a.): "(Sadaka verme usûlünü sana

[3661

açıkladıktan sonra) sen (durumunu) daha iyi bilirsin." buyurdu.
Açıklama

Resûlullah (s. a.) tasadduk konusunda önce kişinin kendi nefsini zikretmiştir. Çünkü
insana en yakın yine kendisidir ve kendi ihtiyacı başkalarmmkinden önce gelir. Diğer
akrabaya nisbetle babaya en yakın olduğu ve nafakaya şiddetli ihtiyacı bulunduğu için
ikinci sırada çocuğu zikretti. Daha sonra zevce ve hizmetçi zikredilmiştir. Bu hadis
kendi ihtiyacından ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin nafakasından artan maldan
sadaka vermeye teşvik etmektedir. Ayrıca çocuğun nafakasının zevceden önce,



zevcenin nafakasının da hizmetçinin nafakasından önce geldiğine ve yakınların kendi
aralarındaki derecelere göre sadakaya başkalarından daha lâyık olduklarına delâlet
13671

eder.

1692. ...Abdullah b. Amr'den; demiştir ki: Resûlullah (s. a.) şöyle buyurdu:

D681

"Bakmakla yükümlü olduğu kimseleri ihmal etmesi, kişiye günâh olarak yeter."
Açıklama

Peygamber (s. a.), "bakmakla yükümlü olduğu kişilerin nafakasından fazla malı
olmadığı halde ecre nail olmak

için malım tasadduk eder ve bu yüzden onları ihmal ederse, sevap değil günah
kazanır" demek istemiştir. Hadis-i şerifi şöyle anlamak da mümkündür: Kişinin
bakmak zorunda olduğu kimselere nafakalarım vermeyip onların zayi olmalarına
sebeb olması ona günah olarak kâfidir. Müslim'in başka bir tankla tahrîc ettiği şu hadis
de bu mânâyı te'yid etmektedir: Hay seme b. Abdurrahman şöyle dedi:
Biz Abdullah b. Amr ile oturuyorduk. Onun hazinedarı geldi ve (yanımıza) girdi.
Abdullah b. Amr:

Kölelere nafakalarını verdim mi?" dedi. O da:
Hayır (vermedim), dedi. Abdullah b. Amr:

Git onlara (nafakalarını) ver. Resûlullah (s. a.): "Kişiye, sahip olduğu kimselere
nafakasını vermemesi günah olarak yeter" buyurmuştur, dedi.

Bu hadis, bakmakla yükümlü olduğu kişilerin nafakasını tasadduk etmekten

13691

sakmdırmakta ve böyle yapanların günahının büyüklüğüne işaret etmektedir.

1693. ...Enes (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s. a.):

"Kimi rızkının genişletilmesi ve Ömrünün uzatılması sevindirirse, akrabasına iyilik
r3701

yapsın" buyurdu.
Açıklama

Hadiste geçen iyilik (sıla) mümkün olabilen iyilikleri yapmak, güç nisbetinde
uzaklaştırılması mümkün olan kötülükleri de uzaklaştırmaktır.

Alimler sıla-i rahim yapılması gereken akrabalık sının konusunda değişik görüşler ileri
sürmüşlerdir:

Bazıları "birisi kadın diğeri erkek kabul edildiğinde evlenmeleri caiz olmayan
yakınlıktaki akrabadır" demişlerdir. Buna göre amca, hala, dayı ve teyze çocukları
sıla-i rahmi gereken akrabalardan değildir.

Diğer bazılarına göre "varis olan akrabaya sıla-i rahim yapılması gerekir" demişlerdir.

Çünkü Sahih-i Müslim'de Ebû Hüreyre'den rivayet edilen bir hadiste şöyle

buyurulmaktadır:

Bir adam Resûlullah (s.a.)'a:

Ey Allah'ın Resulü! İnsanlardan kimin beraberliğine daha çok hakkı var? dedi.



Resûlullah (s. a.):

"Annenin, sonra annenin, sonra annenin sonra babanın daha sonra da sana en .yakın
olanın hakkı vardır" buyurdu.

Bu konudaki üçüncü bir görüş ise, "vâris olsun olmasın akraba olan herkese sıla-i
rahim yapılması" şeklindedir. Yine Sahih-i Müslim'de Abdullah b. Ömer'den .rivayet
edildiğine göre Peygamber (s. a.):

"İyiliğin en faziletlisi, kişinin, babasının sevdiklerine sıla yapmasıdır" buyur, muştur.
Kurtubî'ye göre sıla-i rahim yapılması gerekenler iki kısımdır:

1. Genel mânâda sıla-i rahim yapılması gereken kişiler: Bunlar dinen yakın olan
kimselerdir. Birbirlerini sevmeli, birbirlerine âdil ve samimi davranmalı ve birbirlerine
karşı vâcib ve müstehab olan hakları yerine getirmelidirler.

2. Özel mânâda sıla-i rahim yapılması gereken kişiler: Bunlar da neseben yakın
olan kimselerdir. Bunlara daha fazla iyilik yapmak, hallerini sormak ve küçük
kusurlarını görmemezlikten gelmek lâzımdır.

Hadiste geçen "ömrün uzatılması" ifâdesi, Kur'an-ı Kerim'deki "ecelleri geldiği zaman

[3711

bir saat ne geri bırakılırlar, ne öne alınırlar" âyet-i kerimesine ters düşmez. Şöyle
ki hadiste geçen ömrün uzatılması, süre olarak uzatma değildir. Kulu ibâdete ve
günahlardan kaçınmaya muvaffak kılarak ömrü bereketlendirmekten kinayedir. Böyle
bir kimse ölümünden sonra hayırla yâd edilir. Öldükten sonra geride bırakılan
faydalanılan ilim, devam eden sadaka ve salih bir evlâd da hayırla yâd edilmeye vesile
olan şeyler bu türdendir. Böyle bir kimse sanki ölmemiş gibidir. Bu mânâ, hadisin
zahirine uygundur. et-Tîbî de bunu tercih etmiştir. Çünkü "Eser" bir şeyin peşinden
gelen şeye denir. Bu bakımdan "ömrün uzatılmasının", ölümün arkasından gelen
hayırla anılmaya hamledilmesi uygun olur. Nitekim bu mânayı teyid eden başka
hadisler de vardır. Taberânî el-Mu'ce-mil-û Kebir'de şu hadisi tahrîc etmiştir: "Eceli
geldiği zaman Allah hiçbir nefsi geciktirmez. Ömrün artması sadece salih bir nesildir."
İbn Fûrek bu görüşü benimsemiş ve şöyle demiştir: "Ömrün artmasından maksat,
iyilik yapanın başına gelecek musibetlerin def edilmesidir."

İbnu'l-Kayyım'm ed-Dâ\ve'd-Devâ' adlı kitabında şöyle denilmektedir: "Ömür, zikir ve
ibâdetle kulun Allah'a kalben yöneldiği süredir. Kalb ne zaman Allah'tan yüz çevirir,
günahlarla meşgul olursa, ömür zayi edilmiş demektir. Buna göre hadisteki "ömrün
uzatılması" ifadesi, Allah, o kulun kalbini kendi zikriyle ve vakitlerini kendine ibadet
ve taatle mâmur kılar, demek olur."

Hadiste geçen ömrün uzatılmasını hakîki mânâsında da anlamak mümkündür. Bu da
ömür işlerine bakan meleğin ilmine göredir. Yukarıda geçen âyet-i kerimede Cenab-ı
Allah'ın ilmi nazar-ı itibara alınmıştır. Meselâ meleğe şöyle denebilir: Falanın ömrü
sıla-i rahim yaparsa seksen sene, sıla-ı rahim yapmazsa elli senedir. Allah katında
onun sıla-ı rahim yapıp yapmayacağı malum olduğuna göre Allah'ın ilmine nazaran
herhangi bir değişiklik yoktur. Eksiklik veya fazlalık meleğin ilmine göre olur. "Allah

D721

dilediğini siler, dilediğini bırakır. Ana kitap O'nun karındadır." âyet-i
kerimesinde buna işaret vardır. Allah ilminde olan Ana Kitap, Levh-i Mah-fuz'da
kesinlikle değişiklik ve silme olmaz. İşte bu kitaptakine "kaza-i mübrem," meleğin
yanında olana da "kaza-ı muallak" denir.

Bu konudaki diğer bir görüş de şudur: Her insanın iki ömrü vardır:
1. Ölümle sona eren dünya ömrü,



2. Ba'sü ba'de-l-mevt ile sona eren berzah ömrü.

Birinci ömrün başlangıcı doğum, ikinci ömrün başlangıcı ise, ölümdür. İki ömrün
toplamı sınırlıdır, artmaz ve eksilmez. Allah'a itaat edip sıla-i rahim yapan kimsenin
dünya ömrü artar, berzah ömrü eksilir. Sıla-i rahim yapmayanın dünya ömrü azalır,
berzah ömrü artar.

Hadis-i şerîf, sıla-i rahim yapılmasına teşvik etmekte ve bunun, ömrün

r3731

bereketlenmesine vesile olacağım beyân etmektedir.

1694. ...Abdurrahman b. Avf (r.a.) demiştir ki: Resûllah (s.a.)'ı şöyle buyururken
işittim: "-Allah buyurdu ki: "Ben Rahmanım, o (akrabalık) da rahimdir. Ona kendi
ismimden bir isim verdim. Kim ona iyilik yaparsa, ben de ona iyilik yaparım, kim ona

[3741 "

iyilik yapmayı terk ederse bende ona iyiliği terk ederim."
Açıklama

Rahman ismi, rahmet kökünden türemiştir. Rahmet ise, iyilik yapmayı gerektiren kalb
inceliğidir. Bu mana Cenab-ı Allah'a uygun gelmediği için bunun gereği olan "çok
merhametli" mânâsı kast edilmiştir. Rahim ise, akrabalık manasınadır. Rahim,
Rahman'm rahmetinin eserlerinden birisidir. Allah, akrabalık haklarını gözetene ve
akrabasına iyilik yapanlara her iki dünyada iyilik ve İkram yapacağını beyan ediyor.
Bunun aksine hareket edilmesi halinde de Cenab-ı Allah, onları rahmetinden mahrum
bırakacağını bildiriyor. Bir kimse, akrabasına zararı dokunmasa bile, onlara iyilik
yapmamakla sıla-i rahmi terk etmiş olur.

Hadis Allah'ın çeşitli ihsan ve ikramına sebeb olan sıla-i rahme teşvik etmekte, bunun
aksine olan davranışların gazab-ı ilâhiye sebeb olduğundan onlardan kaçınmaya
çağırmakta ve Allah'ın Rahman isminin rahmetten türemiş arapça bir isim olduğuna
13751

delâlet etmektedir.

1695. ...Abdurrahman b. Avf dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.)'den

[3761

yukarıdaki hadisin mânâsında bir hadis işitmiştir.
Açıklama

Ebû Seleme'nin adı İsmail veya Abdullah'tır. Abdurrahman b. Avf in oğludur. Ebû
Seleme onun künyesidir. Bu

rivayet Ebû Seleme'nin bu hadisi babasından değil, er-Reddâd el-Leysfden aldığını
r3771

göstermektedir.

1696. ...Cübeyr b. Mut'im'den merfu olarak rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.):

r3781

"Akrabalık alakasını kesen, cennete giremez" buyurmuştur.



Açıklama



Cennete giremeyecek olan sebepsiz yere ve haram olduğunu bildiği halde akraba
ile ilişkiyi kesmeyi mubah

gören kimsedir. Böyle bir kimse -Allah korusun- kâfir olacağından ebedî cehennemde
kalır. Yoksa günah işleyen cennete girmekten mahrum edilmez. Veya "Cennete
giremez" demek, ilk girenlerle birlikte cennete giremez. Hak ettiği kadar

D791

geciktirildikten sonra girer anlamındadır.

1697. ...Abdullah b. Amr (r.a.)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s. a.) şöyle buyurdu:
"Sıla-i rahim yapan kimse, (akrabasından gördüğü iyiliğe) karşılık veren kimse

D 801

değildir. O, akrabası kendisine iyiliği kestiği zaman onlara iyilik yapandır."
Açıklama

Bu hadisi Süfyân es-Sevrî üç kişiden almıştır. Bunlar Süleyman b. Mihrân el-A'meş,
Hasan b. Amr ve Fıtır b. Halife'dir. Hadisi, Süfyan es-Sevrî, Süleyman b. Mihrân
tarikinden mevkuf, Fıtr ile Hasan tarikinden merfu olarak almıştır.
Hadiste geçen "sı!a-i rahim yapan" ifâdesi, kâmil mânâda sıla-i rahim yapan
anlammadır. Yoksa akrabasından gördüğü iyiliğe karşılık iyilik yapan da aslında sıla-i
rahim yapmıştır. İnsanlar bu konuda üç dereceye ayrılır:

a. Sıla-i Rahim yapan

b. Karşılık gözeterek sıla-i rahim yapan

c. Sıla-i rahim yapmayan

Birincisi, karşılık gözetmeksizin, kendisi akrabasından iyilik görmediği halde onlara
iyilik yapan kimsedir.

İkincisi akrabasından gördüğü iyilik kadar onlara iyilik yapan kimsedir.

Üçüncüsü ise, akrabasından iyilik gören fakat kendisi onlara iyilik yapmayan

kimsedir.

Karşılık verme, iyilik mukabilinde iyilik yapmak şeklinde olabileceği gibi karşılıklı
iyiliği terketmek suretiyle de olur. İkinci durumda iyilik yapmayı önce terk edene
"kâtı 1 " buna karşılık daha sonra iyiliği kesene de "mukâfi' " denir.
Hadis kendisine kötülük yapanlara iyilik yapmaya teşvike ve gördüğü iyiliğe karşılık
iyilik yapan kimsenin kâmil mânâda sıla-i rahim yapmış olmayacağına delâlet
13811

etmektedir.
46. Cimrilik

1698. ...Abdullah b. Amr (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s. a.) bir hitabesinde şöyle
buyurdu:

"Cimrilikten sakının, çünkü sizden öncekiler cimrilik sebebiyle helak oldular. Cimrilik
onları, vermemeye şevketti de vermediler, akrabaya iyiliği kesmeye şevketti de

D821

kestiler, (mal toplamak için) günah işlemeye sevk etti de günah işlediler."



Açıklama



Hadiste geçen helâkla ilgili birkaç görüş vardır:

1. Buradaki helâk, uhreyî hdâk olabilir. Çünkü bu helâk, hadisin sonunda zikredilen
günahları ve benzerlerini işleme sonucu meydana gelmektedir.

2. Dünyevî helak olabilir. Müslim'in Câbir (r.a.)'den rivayet ettiği bir hadis buna
delâlet etmektedir: Resûlullah (s.a.)i "Zulümden sakının, çünkü zulüm kıyamet
gününde karanlıklardır. Cimrilikten de sakının zira o sizden Öncekileri helak etti.
Kanlarını dökmeye ve haramlarını helâl saymaya şevketti." buyurdu.

3. Hem dünyevi hem de uhrevî, her iki helak olabilir. Bu üçüncü ihtimal daha
uygundur. Zira cimriliğin sebebi, mal sevgisi ve malla ulaşılan nefsânî arzulardır.
Çaresi azla yetinmek, takdir-i ilâhiye sabretmek, sık sık ölümü hatırlamak, emsalinin
mal toplarken nasıl didinip sonra onu dünyada bırakıp gittiğini ve âhirette sadece
Allah yolunda harcanan malın fayda verdiğini göz önüne getirmektir. Hadis

r3831

cimrilikten ve malı hayır yollarına harcamamaktan sakmdırmaktadır.

1699. ...Esma bint Ebî Bekr (r.anhâ); demiştir ki, Resûlullah (s.a.)'a dedim ki:

Ya Resûlldlah! Benim, (kocam) Zübeyr'in evine getirdiğinden başka hiç bir şeyim
yok, ondan vereyim mi? Resûlullah (s. a.):

[3841

"Ver, saklama, yoksa senden de saklanır." buyurdu.
Açıklama

Hadiste geçen verme, israfa varmaksızın verilmesi âdet olan şeyin verilmesidir. Belki
de Peygamber (s. a.) Esmâ'-ya kocasının izninden bahsetmeksizin "ver'* demesi,
Zübeyr'in cömertliğini ve Esma'nm vereceği şeye ses çıkarmayacağını bilmesinden

r3851

dolayıdır. Esmâ'ya -daha önceki hadislerde geçtiği gibi- "kötülük kastetmeksizin
ver" dememesi, onun dindarlığını, yerli yerince infakta bulunacağını bildiği içindir.
Hattâbî'nin beyân ettiği üçüncü bir yorum daha vardır. O da ev sahibi evine bir şey
getirirse, âdeten bunun tasarrufu evin hanımına bırakılmış olur. Ev hanımı vakti
gelince yeteri kadar infak eder veya ilerisi için saklar. Buna göre Resûlullah (s.a.),
Esmâ'ya; "tasarrufu sana bırakılan bir şey olursa, ihtiyaç miktarını bıraktıktan sonra

[3861

artanı tasadduk et. saklama" demiş olur.

1700. ...Abdullah b. Ebî Müleyke'den rivayet edildiğine göre Âişe (r.anhâ), Resûlullah
(s.a.)'a bazı fakirlerden söz etti.

Ebû Dâvûd dedi ki: Veya Abdullah b. Ebî Müleyke'den başkalarının rivayetine göre
"bazı sadakalardan söz etti" Resûllah (s.a.) ona:

T3871

"Ver, sayma, yoksa sana da sayıyla verilir" buyurdu.



Açıklama



Resûlullah (s. a.) Aişe (r.anhâ)'ya verdiğin sadakaları sayma, sayarsan sana çok gelir ve
çok gördüğün için infakı kesersin. Allah da senin rızkını daraltır, demek istemiştir.
Hadis-i şerif, bir önceki hadis gibi cimrilikten sakmdırmakta ve cömertliğe teşvik
etmektedir. Zira cömertlik rızık kapılarının açılmasına, cimrilik de rızkın daralmasına
[3881

sebeb olur.



m

el-Bakara (2), 110.

m

et-Tevbe (9), 103.



el-Meâric (70) 24-25.

£41

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/89-91.

[51

Buhârî, zekât, 1, 40; İ'tisam 2; istitâbetû'l-mürteddîn 3; Müslim, iman 32; Tirmizî, iman 1; Nesaî, zekât 3; Ahmed b. Hanbel, 1-19, 48; 1 1-529.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/91-92.

m

et-Tevbe (9), 103.

[21

Buhârî, iman 17, salât 28, i'tisam 2, 28; Ebu Dâvud, cihad 95; Tirmizî, iman 2, tefsirü sureti 88; Nesâî, cihâd 1, tahrim 1, iman, 15; İbn Mâce,
mukaddime 9, fıten 1; Ahmed b. Hanbel, I-II, 78, 1 1-314, 345, 377, 423, III-199, 224, IV-9, V-246; Dârimî, siyer 10.

m

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/92-96.

[21

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/96-98.

rıoı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/98.

Llil

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/98.

£121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/99.

[İH

Buhârî, zekât, 32, 42, 56; Müslim, zekât 3,5-7; Tirmizî, zekât 7; Nesâî, zekât 5, 10, 18, 22-24; İbn Mace, zekât, 6; Dârimi, zekât 11; Muvatta, zekât
1,2; Ahmed b. Hanbel, II, 402.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/99.
[141

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/100-104.

[151

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/104-105.

[161

İbn Mâce, zekât 20; Dârimî, zekât 11; Ahmed b. Hanbel, 1 1 1-59.

ri7i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/105.

um

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/105-109.

[191

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/109.

[201

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/1 10.

HU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/1 10.

[221

Hadisi kütüb-i sitte müelliflerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/110-111.
[23J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/111.

[241

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/111.

[251

Dârekutnî, Sünen II, 128
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/111-112.



[261

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/1 12-113.

[2H

Nesâî, zekât 19; Tirmizî, zekât 12; Ahmed b. Hanbel, 1 1-178, 204, 208; VI-452, 453, 455, 461.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/1 14.
[281

et-Tevbe (9), 34.

[291

Dârekutnî, Sünen, II, 107.

[M

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/114-115.

[3H

Dârekutnî, Sünen, II, 105; Beyhâkf es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 140; Hâkim, el-Müstedrek, I, 390.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/1 16.
[321

et-Tevbe (9), 34.

[331

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/1 16.

[341

Hakim, el-Müstedrek, I, 390.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/116-117.
[35J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/117-118.

[36J

Ahmed b. Hanbel, IV- 171.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/118.
[371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/1 18-119.

[381

Buhârî, zekat 38; Nesâî, zekât 5, 10; Ibn Mace, zekât 10; Ahmed b. Hanbel, I, 1 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/1 19-123.
[391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/123-132.

[401

el-A'raf(7), 158.

[İH

bk. el-Menhel, IX, 152.

[421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/133-136.

[431

Tinnizî, zekât 4; Ibn Mâce, zekât 9; Ahmed b. Hanbel, 11-15; V-216;

[441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/136-138.

[45J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/138-139.

[461

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/139.

[471

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/140.

[481

Kütüb-i sltte müelliflerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/140-142.
[491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/142-146.

[M

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/146.

[511

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/146-147.

[521

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/147-149.
[531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/149-153.

[541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/153-154.

[551

Ahmed b. Hanbel, 1-148.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/154-155.
[561

el-En'âm(6), 141

[571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/155-158.



[581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/158.

[59]

Tirmizî, zekât 3; Nesâî, zekât 18; İbn Mâce, zekât 4, 15; Muvaatta, zekât 39-40, 'cihad 2 1 ; Ahmed b. Hanbel, 1-18, 92, 113, 121, 132, 145.

[601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/158-159.

[611

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/159-161.

[621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/161.

[631

Nesâî, zekât 4, 7; Ahmed b. Hanbel, V-2, 4; Dârimî, Zekât 36; Hâkim, el-Müstedrek, I, 398; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 1 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/161-162.
1641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/162-163.

[65J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/163.

[661

Tirmizî, zekât 5; Nesaî, zekât 8; Ahmed b. Hanbel IV-341.

[671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları

[681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları

[691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları

[701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları

[221

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları

OH

Nesâî, zekât 12, Ahmed b. Hanbel, IV-3 15;

LZH

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları

[25J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları

[26J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları

[221

İbn Mâce, zekât 11, Dârimî zekât 8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/170.

L7J1

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/170.

[221

Nesâî, zekât 15.

1801

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/170-172.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/172-173.

[821

Kütüb-i sİtte müelliflerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/173-174.
[83J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/174-175.

[841

Ahmed b. Hanbel,- V- 142.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/175-177.
[851

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/177.

[86J

Buhârî, zekât I; Müslim, iman 29; Tirmizî, zekât 6; Nesaî, zekât 1, 46; İb"n Mâce, zekât I; Ahmet b. Hanbel 1-233; Dârimî, zekât 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/178.
[821

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/178-182.

İM

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/182-183.

[891

Tirmizî, zekât 19; ibn Mâce, zekât 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/183.
[901

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/183-184.



Kütüb-i sitte içinde sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.



: 6/163-164.
: 6/164.
: 6/164.
: 6/164-165.
: 6/165.
: 6/165.

: 6/166-167.
: 6/167-169.
: 6/169.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/184-185.
[92]

Hakkında bilgi için bk. İbnu'l-Esir, Üsdu'l-gâbe, I, 229-230; Ibn Hacer, el-lsâbe, I, 149.

[931

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/185.

[941

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/186.

[961

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/186.

[921

Beyhaki, es-Sünnenu'l-kübrâ, IV, 114

[981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/186-187.

[921

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/187-188.

rıooı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/188.

rıon

Cerir b. Abdillah e)-Becelî. Ashabın ileri gelenlerindendir. Yüz ve huy güzelliğiyle meşhurdur. Hatta "bu ümmetin Yusuf u" diye tanımlanmıştır.
Herkesle sulh üzere olmaya Hz.Peygamber'e söz vermiştir. Belki de bu sebeple Hz.Ali ve Muavi'ye arasındaki olaylarda hiç bir tarafı iltizam
etmemiştir. Yuz kadar hadis rivayet etmiştir. Bunlardan sekizi Buhari ve Müslim tarafından müştereken rivayet edilmiştir. Ayrıca Buhari ile Muslım,de
altı hadisini tahric etmiştir. H.51'de vefat etmiştir. (Bilgi için bk. tbn Sa'd, Tabakât, VI, 22; Buhârî, et-Târîhu'l -kebir, Iİ, 211; tbn Ebî Hatim, el-Cerh
ve't-ta'dil, II, 502; îbnu'J-Esir, Üsdü'l-ğâbe I, 333; Zehebi, Siyeru a'lamı'n-nubelâ, II, 530-537; îbn Hacer, el-İsâbe, I, 232; Tehzibu't-Tehzib, II, 73-75;
lbnu'1-İmâd, ŞezerâtıTz-zeheb, I, 57, 58.)
[102]

Müslim, zekât 29; Nesâî, zekât 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/188-189.
[103]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/189.

[1041

Buhârî, zekât 64; Müslim, zekât 176; Nesaî, zekât 13; tbn Mâce, zekât 8; Ahmed b. Hanbel, IV-353-355, 381, 383.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/189-190.

no5i

et-Tevbe (9), 103.

11061

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/190-192.

[107]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/192-194.

11081

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/194-196.

[1091

Ebû Dâvûd, cihâd 63; Tirmizî, nikâh 30; Nesaî, nikâh 60; Ahmed b. Hanbel, 1 1-180, 215, 216; III-162, 197; IV-429, 439, 443.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/196-197.

n ıoı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/197.

[111]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/197-198.

LÜ21

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/198.

n i3i

Buhârî, zekât 59,cihâdl37; Müslim, hibe I, 3; Nesâî, zekât 100; ibn Mâce, sadakat 2; Muvatta', zekât 50; Ahmed b. Hanbel, 1-40, 1 1-55, 103.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/198-199.

rı i4i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/199-200.

n ısı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/200.

LU61

Müslim, zekât 10; Dârekutnî Sünen, II, 107, 127; Beyhakî, es-Sünnenii' 1 -kübrâ, IV, 117.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/200-201.

[illi

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/201.

n ısı

Buhârî, zekât 45, 46; Müslim, zekât 8, 9; Tirmizî, zekât 8; Nesaî, zekât, 16, 17; Ibn Mâce, zekât 15; Dârimî, zekât 10; Muvatta' Zekât, 37; Ahmed
b. Hanbel, 1 1-242, 249, 254, 279, 410, 420, 432, 454, 469, 477.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/202.
[119]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/202.

11201

Buhârî, zekât 55; Tirmizî, zekât 14, Nesâî, zekât 25; tbn Mâce, zekât 17; Ahmed b. Hanbel, 1-145; III-341, 353; V-233.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/202-203.
[İHI

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/203.



[122]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/204-205.

ri231

Müslim, zekât 7; Nesaî zekât 25 , Ahmed b. Hanbel, III-341, Dârekutnî, es-Sünen II, 130.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/205.
[124]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/205.

[125]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/205-206.

[1261

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/206.

[1271

lbn Mâce, zekât 16; Hâkim, el-Müstedrek, I, 388; Dârekutnî, es-Sünen, II, 100.

11281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/206-207.

11291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/207.

fl301

Nesaî, zekât 29; Dârekutnî, es-Sünen, IV, 238.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/208.
[131]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/208-210.

H321

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/210.
H331

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/210-21 1.

[1341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/2 1 1 .

[1351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/2 1 1 .

[1361

Attâb b. Esîd b. Ebî'l-Leys b. Ümeyye b. Abdi Şems, Ebu Abdurrahman el-Emevî el Mekkî, sahâbîdir. Resûlullah (s.a.)'den hadis rivayet
etmiştir. Kendisinden de Atâ b. Ebi Rebâh, Said b. Ebî Akreb ve el-Müseyyeb b. Said rivayette bulunmuştur. Peygamber (s. a.) Mekke'nin fethedildiği
sene Huneyn savaşma çıkarken onu Mekke'ye vali tayin etmiş ve o günden Hz.Ebû Bekir (r.a.)'m vefatına kadar bu görevde kalmıştır. Hz. Ebu Bekir
(r.a.) vefat ettiği gün o da vefat etmiştir. Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce onun hadislerini rivayet etmişlerdir. (Bilgi için bk. İbn Sa'd, Taba-kât,
V, 446; Ibnu'1-Esir, ÜsdüT-ğâbe, III, 556; ibn Hacer, el-İsâbe, II, 451)
[137]

Tirmizî, zekât 17; Nesaî, zekât 100; İbn Mâce, zekât, 18, Dârekutnî, es-Sünen, II, 132.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/21 1-212.
[1381

bk. 1 596 no'lu hadisin açıklaması.

[1391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/212-214.

[1401

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/214.

[HU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/214.

[1421

Tirmizî, zekât 17, Nesaî, zekât 26; Ahmed b. Hanbel, III, 448; IV, 2,3.

[1431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/214-215.

H441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/215-216.

[1451

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/216.

[1461

Abdullah b. Revâha b. Sa'lebe b. İmfii'l-Kays b. Amr el-Ensârî el-Mahzûmî, ilk mus-lumanlardandır. Akabe bey'atında bulunmuş, Bedir ve diğer
savaşlara katılmış, değerli şâir ve komutan bir zattır. H. VIII. yılda Mute savaşında şehit olmuştur. Bilgi için bk. İbn Sa'd Tabakât, III, 525; 612; Ebû
Nuaym, Hilyetu'1-evl iyâ 1, 118-121; lbnu'1-Esîr, ÜsdüT-ğabe, III, 234; Zehebi, Siyera a'lami'n-nubelâ I, 230-242; ibn Hacer, el-Ishâbe, II, 306;
Te'zîbu't-Tenzib, V, 212.
11471

Ahmed b. Hanbel, VI- 163.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/216.
[148]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/216-217.

[1491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/217.

[1501

Dârekutnî, es-Sunen, II, 130; Hakim, el-Mustedrek, II, 284.

[MU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/217-218.

£152]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/218.



[153]

Nesaî, zekât 27; İbn Mâce, zekât 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/218-219.
[154]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/219.

[155]

ibn Mâce, zekât 21; Hâkim, el-Mustedrek, I, 409.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/219-220.
[156]

Nesaî, zekât 35; İbn Mâce, zekât 21.

[1571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/220-222.

ri581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/222.

[1591

Buharı, zekât 70; Müslim, zekât 22; Tirmizî, zekât 36; Nesâî, zekât 45.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/222-223.
[160]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/223-224.

ri6iı

Buhârî, zekât 71; Müslim, zekât 12, 13; Tirmizî, zekât 35; Nesaî, zekât 33; ibn Mace, zekât 21; Ahmed b. Hanbel, II, 102, 137; Darimî, zekât 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/224.
11621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/224-226.

[163]

Buharı, zekât 70; Müslim, zekât 12, 13, 22, 23; Nesaî, zekât 33.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/226.
[164]

Buhârî, zekât 78; Müslim, zekât 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/227.
11651

Nasâî, zekât 4 1 .

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/227-228.
11661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/228.

11671

Buharî, zekât 77; Mushm, zekât 14, 15; Tirmizî, zekât 35; Nesaî, zekât 31.

[168]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/228.

[169]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/228.

[1701

Buhârî, zekât 73, 75; Müslim, zekât 18; Tirmizî, zekât 35; Nesaî, zekât 38; îbn Mace, zekât 21; Ahmed b. Hanbel, 11 1-23.

[171]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/228-230.

ri721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/230-23 1 .

[1731

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/231.

[1741

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/231-232.

[1751

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/232.

[1761

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/232-234.

[177]

Ahmed b. Hanbel, V, 432, Darekutnî, es-Sünen, II, 148, 150.

[1781

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/234.

[1791

Havâic-i asliyye: Ev, ev eşyası, hizmetçi, binit, kışlık ve yazlık elbiseleri gibi zaruri olan hayatî ihtiyaçlarla, kitap, silâh ve san'at âletleri gibi
meslekî ihtiyaçlardır.
[180]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/235-236.

[1811

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/236.

£1821

Dârekutnî, es-Sünen, II, 148; Hâkim, el-Müstedrek, EH, 279.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/236-237.
11831

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/237.

11841

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/237-238.



[185]

Nesâî, zekât 36.

[186]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/238-239.

[187]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/239.

11881

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/239.

[189]

Buhârî, zekât 49; Müslim, zekât 1 1; Nesâî, zekât 15; Ahmed b. Hanbel, II, 322, Dare-kutnî, es-Sünen, II, 123.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/239-240.
[190]

et-Tevbe (9), 74.

11911

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/240-242.

H921

el-Menhel IX, 244.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/242.
[193]

Tirmizî, zekât 37; İbn Mâce, zekât 7; Ahmed b. Hanbel, I- 104; Dârimî, zekât 12; Dârekutnî, es-Sünen, II, 123; Hâkim, el-Mustedrek, III, 332;
Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 111.
T 1941

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/242-243.

[195]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/243-244.

[1961

İbn Mâce, zekât 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/244.
11971

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/244-246.

11981

Tirmizî, zekât 22; Nesaî, zekât 87; tbn Mâce, zekât 26; Ahmed, b. Hanbel, ı, 388, 441; IV-181.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/246-247.
11991

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/247-248.

12001

Nesâî, zekât 90.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/248-249.
[201]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/249.

12021

Nesâî, zekât 89; Ahmed b. Hanbel III, 7, 9; IV, 36; V, 430.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/250.
12031

Ahmed b. Hanbel, IV, 181.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/250-252.
12041

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/252.

12051

bk. Ahmed b. Hanbel, IV, 169.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/253.
[206]

et-Tevbe (9), 60.

12071

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/253.

12081

Buhan, zekât 53; Müslim, zekât 101; Nesaî, zekât 76; Ahmed b. Hanbel, I, 384, 446; II, 260, 316, 445, 506.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/253-254.
12091

el-Bakara (2), 271.

[210]

el-Hac. (22), 79.

[2111

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/254-257.

[2121

Nesaî, zekât 76.

[2131

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/257-258.

[2141

ez-Zâriyat(51), 19.

[2151

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/258.

[2161

Nesâî, zekât 91; Ahmed b. Hanbel, IV, 224; V, 290, 362.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/259.

mu

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/259.

mm

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/259-260.

1219]

Tirmizî, zekât 23; Nesâî, zekât 90; İbn Mâce, zekât 26; Ahmed b. Hanbel, II, 164, 192, 377; V, 375; Dârimî, zekât 15; Darekutnî, es-Simen, II,
118; Hâkim, el-Müstedrek, I, 407.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/260-261.
r2201

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/261-262.

[221]

Muvatta, zekât 29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/262.
f2221

et-Tevbe (9), 60.

T2231

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/263-264.

[224]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/265.

[225]

Yani Atâ b. Yesâr.

12261

İbn Mace, zekât 27; Ahmed b. Hanbel, III, 56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/265.
[2271

Ahmed b. Hanbel, III, 97.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/266.
12281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/266.

[229]

Buhârî, diyât 22, ahkâm 38, kasâme 2-6; Müslim, kasâme 1-6; Ebû Dâvûd, dİyâ 4521; Tirmizî, diyât 22; Nesâî, kasâme 3-5; ibn Mâce, diyât 28;
Ahmed b. Hanbel IV, 32, 142.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/267.
r2301

Müslim, kasâme 6.

[23ü

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/267-269.

T2321

Concordance'da bu baba numara verilmemiştir.

[2331

Tirmizî, zekâi 38; Nesâî, zekât 93.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/269.
[2341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/270.

[235J

Müslim, zekât 109; Nesaî, zekât 80, Darimî, zekât 36; ibn Hıbbân, Sahih, V, 168.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/270-271.
[2361

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/271.

[2371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/271.

[2381

Tirmizî, büyü 10; Nesâî, büyü' 22; İbn Mâce, ticarât 25; Ahmed b. Hanbel, III, 1 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/272-273.
[2391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/273-274.

[2401

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/274.

[2İU

Müslim, zekât 108; Nesaî, salât 5: ibn Mâce, cihâd 41.

[2421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/274-275.

[2431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/275.

[2441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/276.

[2451

Nesaî, Zekât 86.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/276.
[2461

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/276.

[2471

Buharî, zekât 18, 50; Müslim, zekât 124; Tirmizî, birr 77; Nesaî, zekât 85; Ahmed b. Hanbel, III, 12, 44, 93, 403.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/276-277 '.
[248]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/277.

[2491

Tirmizî, zühd 18; Ahmed b. Hanbel, I, 407, 442.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/277-278.
[250]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/278.

[25J1

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/278.

[2521

Nesaî, zekât 84.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/278.
[2531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/279.

[2541

Buhârî, ahkâm 17; Müslim, zekât 1 12; Nesaî, zekât 94; Ahmed b. Hanbel, I, 52.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/279.
[2551

bk. 1655 no'lu hadis.

[256J

el-Mâide (5), 42.

12571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/279-281.

[2581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/281.

[2591

Buhârî, zekât 18; vesâyâ9: Rikâk II; Müslim, zekât 94; Nesaî, zekât 52; Ahmet b. Hanbel, II, 4, 98, 319; III, 330.

[2601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/281-282.

[2611

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/282.

[2621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/282.

[2631

Ahmed b. Hanbel, I, 446; IV, 137.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/282.
[2641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/282-283.

[2651

Tirmİzî, zekât 25, Nesaî, zekât 97; Ahmed b. Hanbel, VI, 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/283-284.
[2661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/284.

[2671

Müslim, zekât 168.

[2681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/284-285.

[2691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/285.

[2701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/285.

um

Buharı, buyu, 4, lukata 6; Müslim, zekât 164; Ahmed b. Hanbel II, 317; III, 132, 193, 292.

r2721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/285-286.

[273J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/286.

[2741

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/286.

[275J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/286.

[276J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/286-287.

[2771

Buharı, zekât 61, 62. hibe 7; Müslim, zekât 170; Nesaî, zekât 99; Ahmed b. Hanbel, III, 117, 180, VI 115, 191.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/287.
[2781

Velâ: Köle azadından dolayı doğan bir miras hakkıdır.

[2791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/287.

f2801

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/288.



mu

Müslim, sıyâm 157; Tirmizî, zekât 31; Ahmedb. Hanbel V, 349, 351, 361.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/288.
[282]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/288.

f2831

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/289.
[2841

el-Mâûn(107), 7.

T2851

el-Keşşâf. IV, 806.

T2861

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/289.

[287]

Müslim, zekât 26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/289-291.
f2881

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/291.

[289]

Müslim, zekât 24.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/291.
12901

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/291-292.

[291]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/292.

[292]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/292.

12931

Müslim, zekât 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/292-293.
[294]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/293.

[295]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/293.

[2961

Müslim, lukata 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/293-294.
12971

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/294.

[298]

et-Tevbe (9), 33.

T2991

Hâkim, el-Müstedrek, I, 409.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/294-295.
[300]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/295-296.

[30U

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/296.

[302]

Hz. Hüseyin, H.61 yılında Kerbelâ'da Yezîd'in emriyle kendisini ve beraberindekileri muhasara eden askerler eliyle şehıd edildi. (Bilgi için bk.
Buhârî, et-Tarihu'l-kebir, II, 381; Hatib, Tarihu Bağdad, I, 141; îbnu' 1 -Esir, Üsdülğâbe II, 18; Zehebi, Siyeru a'lfımı'n-nubelfı, III, 280-321; tbn Hacer,
el-lsâbe, I, 332; Tehzibu't-Tehzîb, II, 345; Ibnu'1-lmad, ŞecerâtıTz-zeheb, I, 66.
T3031

Ahmedb. Hanbel, 1,201.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/296.
[3041

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/296-297.

[305]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/297.

r3061

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/297.

[3071

Ümmü Büceyd (r.anhâ)'m adı, Havva bint Yezld b. es-Seken el Ensâriyye'dir. Ondan Abdurrahman b. Büceyd rivayette bulunmuştur. Peygamber
(s.a.)'e bey'at eden kadınlardandı. Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî hadislerini tahric etmişlerdir- (Bilgi için bk. İbnu'l-Esîr, ÜsdüT-ğâbe, VIII, 305; İbn
Hacer, el-tsâbe,)V, 277).
T3081

Tirmizî, zekât 29; Nesâî, zekât 70; Ahmed b. Hanbel, VI, 383.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/297-298.
[309]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/298.

[310]

Buharî, edeb 7-8; Müslim, zekât 49.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/298-299.



ram

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/299.

[312]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/299.

r31 31

Ahmed b. Hanbel, III, 480-48 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/299-300.
[3141

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/300-301.

rai 5i

Abdurrahman b. Ebî Bekr, Hz. Âişe (r.anha)'nm öz kardeşidir. Mekke fethinden Önce müslümân olmuştur. Câhüiyye devrinde adı Abduluzza idî.
Hz. Peygamber (s. a.), ona Abdurrahman adını vermiştir. Hz. Peygamber (s. a.) ile babası Hz. Ebû Bekir (r.a.)'den hadis rivayetinde bulunmuştur.
Hicretin 54. yılında vefat etmiştir. (Bilgi için bk. İbnu'l-Esir, Üsdül-ğâbe, III, 466; Zehebi, Siyera alamıl 'n-nubelâ, II, 471-473; İbn Hacer, el-lsâbe, II,
407)
13161

Müslim, fedâilu's-sahâbe 12; zekât 87.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/301-302.

rai 7i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/302.

rai sı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/302.

rai 9i

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/303.
[320]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/303.

[321]

Nesâî, zekât 72; Ahmed b. Hanbel, I, 250; II, 68, 99, 127.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/303-304.
[322]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/304.

f3231

Hâkim, el-Müstedrek, I, 413.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/305-306.
[324]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/306.

[325]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/306.

[326]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/306.

[3271

Nesâî, zekât 55.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/306-307.
f3281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/307.

[3291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/307.

r3301

Buhârî, zekât 18, nafakât 2; Müslim, zekât 95; Nesâî, zekât 53, 60; Dârimî, zekât 21, 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/308.
13311

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/308.

[3321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/308.

13331

Nesâî, zekât 49; Darimî, salât 135; Ahmed b. Hanbel, II, 357; III, 412; V, 178, 179, 265.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/309.
[3341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/309.

[335J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/310.

[3361

Tirmizî, menâkıb, 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/3 10-3 1 1 .
[3371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/3 1 1 .

[3381

Nesâî, vesâyâ 1; ibn Mâce, edeb 8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/31 1-312.
13391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/312.

13401

Nesâî, vesâyâ 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/3 12.



[341]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/312.

[342]

Nesâî, vesâya 9; İbn Mâce, edeb 8; Ahmed b. Hanbel, V, 285; VI, 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/312-313.
[343]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/313.

[344]

Tirmizî, kıyâme 18; Ahmed b. Hanel, III, 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/3 13.
[3451

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/313-314.

[3461

Buhârî, hibe 35; Ahmea b. Hanbel, II, 160.

T3471

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/314.

[348J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/315.

[3421

Buhârî, icâre I, vekâlet 16; Müslim, zekât 79; Nesâî, zekât, 57, 67; Ahmed b. Han-bel, IV, 394.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/315-316.
r3501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/316.

[35ü

Buharî, zekât 17, büyü 12; Müslim,'-?ekât 80; Tirmizî, zekât 34; İbn Mâce, ticâret 65; Ahmed b- Hanbel, VI, 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/317.
[3521

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/317-318.

[353J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/318.

[3541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/318-319.

[3551

Buhârî, nafakat 5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/3 19.
[3561

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/319-320.

[3571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/320.

[3581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/320.

[3591

Âl-i îmran (3), 92.

T3601

Buhârî, vesâyâ 10; Müslim, zekât 43; Tirmizî, Tefsirü Sûre İ|5; Nesâî, ihbâs 2; Ahmed b'. Hanbel, III, 184, 262, 285.

[36U

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/320-322.

[3621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/322-323.

[363J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/323.

[3641

Buhârî, hibe 15; Müslim, zekât 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/323-324.
[3651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/324.

[3661

Nesâî, zekât 54; Dârimî, rikâk 53; Ahmed b. Hanbel, III, 251, 471.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/324-325.
[3671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/325.

13681

Ahmed b. Hanbel, II, 160, 193, 195.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/325.
[3691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/325-326.

[3701

Buhârî, büyü' 12-13; Müslim, bin 20-2 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/326.
[3711

el-A'râf (7), 34.

T3721

er-Ra'd(13), 39.



[373]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/326-328.

1374]

Tirmizî, birr 9; Ahmed b. Hanbel, I, 191, 194; II, 498.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/328-329.
[375]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/329.

13761

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/329.

[3771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/329.

0781

Buhârî, edeb 11; Müslim, birr 18; Tirmizî, birr 10; Ahmed b. Hanbel, III, 14; IV, 80, 83, 84,399.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/330.
[3791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/330.

r3801

Buhârî, edeb 15; Tirmizî, birr 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/330.
[381]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/330-33 1.

[3821

Hakim, el-Mustedrek, I, 415.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/33 1-332.
[3831

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/332.

[3841

Buharı, zekât 21; Tirmizî, birr 40; Nesâî, zekât 62; Ahmed b. Hanbel VI, 344, 354.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 6/332.
[3851

Bkz. 1685-1688 no'lu hadisler.

T3861

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/333.

[3871

Buhârî, zekât 21; Hibe 15; Müslim, zekât 88-89; Nesâî, zekât 62; Ahmed b. Hanbel, VI, 71, 108, 345, 346, 352, 354.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/333.
f3881

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/333.